Kadîm İslam âlimlerini sakîm bir tenkit akımı…
Bu yazımda, fikir babaları İbni Teymiye, fikir kaynakları da İbni Teymiye’nin kitapları olan ve söz, fiil ve itikadlarıyla tıpatıp Vehhâbîliği yansıtan bazı kimselere dikkat çekmek istiyorum.
Bu kimseler, memleketin muhtelif yerlerinde mebzul. Her halleri Vehhâbîlikle paralellik arzettiği halde, İslam âlemi Vehhâbiliğe müsbet nazarla bakmadığı için, kendilerinin Vehhâbî olmadığını söylerler.
Fakat onları tanımak zor değildir. Zira en belirgin vasıfları, kitaplarını okuyarak yetiştikleri eski âlimleri tenkit etmektir. Vehhâbîliğin mümeyyiz vasıflarından biri de onlardaki bu tavır olduğu halde, söz ve itikadlarıyla tipik birer Vehhâbî olan bu muhteremler ne hikmetse Vehhâbî olmamış oluyorlar!
Ama biz işin asalına bakarız.
Müslüman bir memlekette, müslüman bir ana-babadan doğduğu halde İslam inancından uzak olan bir kimse, her ne kadar resmen müslüman gözükse de nasıl gerçekte müslüman değilse, bunun tersi de böyledir. Yani, bir kimse her ne kadar Vehhâbî değilmiş gibi gözükse de, eğer inanç / îtikad bakımından Vehhâbîlerle paralellik içindeyse, bu kimse bal gibi Vehhâbîdir.
Her neyse… Onlar kendilerini başka gösteredursun, biz onları sıfatlarıyla tanımaya çalışalım.
Bu kimselerin sözleri yaldızlıdır. İşleri laf ebeliği, yaptıkları iş evham peşine düşüp milleti tereddüte sevk etmektir. Buna rağmen maksatlarının ümmetin hidâyetine çalışmak, İslama ve dine yardım etmek olduğunu söylerler.
Herhangi âlimin bir eserinde bir kalem sürçmesi görseler, bunu ele alır yola düşerler. Onu vesile ederek istismara başlar, bütün âlimlerin hatta mezheb imamlarının ve onların ictihadlarına uyanların hepsi öyleymiş gibi itirazlarını sürdürürler.
Yegâne ceht ve gayretleri, bazı meseleler bulup onlarla avam tabakasını tereddüte düşürüp şaşırtmak ve o mesele üzerinden müctehid imamlara itirazda bulunmaktır.
Bir sofinin, tasavvuf ve tarikat erbanının tevile muhtaç bir sözüne rastlasalar ona da ağıza alınmayacak ifadelerle saldırırlar.
Bir tefsirde İsrâiliyata ait bir kıssa görseler bu sefer de onların ağızlarında bütün müfessirler İsrâiliyatçıdır.
Hiç bir müctehidi beğenmedikleri için hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe bağlı değillerdir. Ama hepsinin söyledikleri aynı olduğu için, eski âlimlere itiraz konusunda adeta aynı mezhebin mensupları gibidirler.
Hiç bir müctehide uymayıp hiç bir mezhebe mensup olmamalarının sebebi, kendilerini hiç bir kimseye uymaya muhtaç görmeyecek kadar yüksekte görmeleridir.
Hem Peygamberimiz’in hem diğer peygamberlerin ve hem de sâlih müslümanların kabirlerini ziyaret etmenin ve şefaatlarını istemenin dînen câiz olmadığını, câiz olmamaktan da öte onlardan şefaat dilemenin şirk olduğunu söyleyip dururlar.
Onlara göre, “Şefaat Yâ Resûlallah!” diyen, bu sözü söyler söylemez müşrik olmaktadır.
Bu itikad, esasen fikir babaları olan İbni Teymiyye’den gelmektedir. Nitekim İbni Teymiyye, “El-Furkân Beyne Evliyâi’r-Rahmân ve Evliyâi’ş-Şeytân” isimli eserinde, “Peygamber Efendimiz’in ve diğer peygamberler ile sâlih kimselerin yüzü suyu hürmetine, Allah’tan yardım isteğinde bulunanların, şirke düştüğünü” söylemektedir.
Aynı kitabın ikinci kısmında evliyâullâhın büyüklerine hakarette bulunmakta ve Muhyiddin ibni Arabî (k.s.) Hazretleri’ni tekfire kadar ileri gitmektedir.
Ibni Teymiye’nin bu tavrı talebelerine de intikal etmiş, talebelerinden İbni Kayyim ve İbni Adil Hâdî de eserlerinde, Peygamberimizin ve diğer peygamberlerin kabirlerini ziyaret edenler hakkında onun kullandığı çirkin ifadelerin benzerlerini kullanmaktan geri kalmamışlardır.
Dört mezhebe mensup bir çok âlim İbni Teymiyye’ye itiraz babında kalem oynatmıştır.
İbni Teymiyye’nin yazdıklarını esas alan Vehhâbîlerin dört mezheb mensuplarına bakış açıları, ifrat derecededir. Dört mezheb mensuplarını dalâlette ve şirkte kabul ettikleri için, tarihte can ve mala zarar kabilinden, müslümanlara yapmadık kötülük bırakmadılar.
Zamanımızdaki Vehhâbîlerin görünen en açık halleri, ellerinden geldiği kadar peygamber ve velilerin kabirlerinin ziyaretini engellemektir. Hac ve umrede bu tavırları açıkça görülmektedir.
Evet… Bir kimse Allah’a ait bir fiili bir peygamberin veya bir velinin yapacağına inanarak, Allah’ı bırakıpta Allah’tan isteyeceğini onlardan isterse ittifakla imandan çıkar. Bunu ehli sünnet zaten baştan kabul ediyor. Fakat böyle bir inanç taşıyan bir müslüman yoktur.
Müslümanlar şöyle inanmaktadırlar:
Bu büyük zatlar Allah’ın sevgili ve seçkin kullarıdır. Onların Allah indinde dereceleri vardır. Onların o makamları hürmetine duâlarımızın kabul edilip isteklerimizin yerine getirilmesini Allah’tan umar ve bekleriz. Esas yaratıcı olan ise sadece Allah’tır.
Müslümanlar, bunu dilleriyle söylemeseler de kalblerinde taşıdıkları inanç budur. Bu inancı taşıyan hiç bir kimsenin de katiyen küfre düştüğü söylenemez.
Evet… Ziyaret âdâbına dikkat etmeyen bazı câhil müslümanlar bulunabilir ve vardır. Fakat tek yaratıcının Allah olduğuna inandıkları müddetçe o kimselerin dahi kâfir olduklarına hükmedilemez.
Esasen, bir kimseye kâfir demek cüretkârlığın en ilerisi olup İslam büyükleri bundan son derece sakınmışlardır.
“Dinine bağlı âlimlerin hiç biri, kıble ehli olan hiç bir kimsenin bir günahı sebebiyle kâfir olduğunu söylememiştir” diyen İmam Şârânî (k.s.) Hazretleri, El-Yevâkît ve’l- Cevâhîr adlı eserinde, Şeyhulislam Mahzûmî’den, İmam Şâfiî’nin bir sözünü nakleder. O söz şudur:
“Hevâ ve heves ehlinin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem. Kıble ehli olan hiç bir kimsenin, bir günahı sebebiyle kâfir olduğuna hükmetmem.”
Islam büyüklerinin sözleri böyle iken, Vehhâbîler tâbir câiz ise önlerine gelene kâfir hatta müşrik damgası vuruyorlar. Fakat korkarız ki, yaftaladıkları kimselerin derekelerine kendileri düşmüş olmasınlar.
Seyyid Ahmed Dahlan, Vehhâbîlere reddiye olarak kaleme aldığı Ed-Dürrü’s-Seniyye isimli risalesinde, bazı Vehhâbîlerin Peygamberimiz’e noksanlık izafe eden şenî ifadeler kullandıklarını söylemektedir.
Ancak, dört mezhebe göre esas kâfir olanlar, Peygamberimiz hakkında şenî ifade kullananlardır.
Müslümanlar olarak bizim inancımıza göre Peygamberimiz Allah’ın kullarının efendisidir. Hayatında iken Allah’a en yakın vesile oydu, vefatından sonra mahşerde ise üstünlüğü şefaatı ile meydana çıkacaktır.
Bu üstünlük, Buhârî ve Müslim’deki bir hadisi şeriften açıkça bellidir. Peygamberimiz Salllallâhü Aleyhi ve Sellem, “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” buyurmuşlardır.
Bu gerçek şöyle anlaşılacaktır:
Mahşerde insanlar şefaat etmeleri için Âdem Aleynisselam’dan başlayarak peygamberlerin büyüklerine varacaklar. Onların her biri insanları kendisinden sonra gelen peygambere havale edecek. Bu insanlar en son Hazreti İsa’ya gelecekler. O da, kendisine gelenleri Hazreti Resûlüllah’a gönderecek. Peygamberimiz (s.a.v.) gelenleri kabul edip, “Ben bunun için vazifelendirildim, Ben şefaata ehilim” buyuracak ve şefaat edecek, Hazreti Allah da şefaatını kabul edecektir.
Buradaki incelik şudur: Insanlar ilk olarak Peygamberimiz’e gelebilirlerdi. Fakat Hazreti Allah onlara önce diğer büyük peygamberlere gitmelerini ilham edecek ve ifade etmeye çalıştığımız gibi en sonunda Peygamberimiz’e gelecekler ve şefaata nâil olacaklardır. Böylece Peygamberimiz’in büyüklüğü ve insanların efendisi olduğu herkes tarafından bilinmiş olacaktır.
Müslümanların avamı her ne kadar bu inceliği bilmiyor, biliyorsa bile kelimeye dök(e)miyorsa da Peygamberimiz’in dünya ve âhirette insanların efendisi olduğuna ve şefaatının iki âlemde de makbul olduğuna inanmakta ve muradlarına ermek için Allah’a onu vesile kılmaktadırlar.
Bu inanç, Peygamberimiz’den beri bu zamana kadar müslümanların sahip oldukları bir itikaddır. Bu inançtan ayrılanlar, ancak şeytanın oyuncağı haline gelen sapık bir güruhtur.
Bu kimseler, peygamber ve veliler hakkında “Onlar ölmüş gitmişlerdir” diyerek onların şefaat edemeyeceklerini, onlarla tevessül edilemeyeceğini söyleyerek Allah’ın bu sevgili kullarını diğer insanların seviyesine indirirler.
Bir de, bu tip kimseler bir taraftan İbni Teymiyye’yi överken diğer taraftan Hanbelî olduklarını söylerler. Oysa, o büyük imam asla onlar gibi değildi. O Ahmed ibni Hanbel rahmetüllâhi aleyh ki, Resûlüllah’ın nasıl karpuz yediğini bilmediği için, “Resûlüllah’ın yediği gibi yemeyebilirim” düşüncesiyle ömründe hiç karpuz yememişti.
Onun mezhebinin büyüklerinden olan büyük velî Abdülkadir Geylânî Hazretleri de “Gunye” isimli eserinde Peygamberimiz’le tevessül etmenin câiz olduğunu ifade buyurmaktadır. Sadece Abdülkadir Geylânî Hazretleri değil, diğer Hanbelî âlimleri de bu inançtadırlar.
Başta İbni Teymiyye ve onun düşünce ve kanaatlarını kendine rehber edinen Vehhâbîliğin kurucusu Necidli Muhammed bin Adilvehhâb ve ona tâbî olanlar bu hükmün dışındadırlar.
Muhammed bin Abdilvehhab, İbni Teymiyye’den 5 asır sonra gelen ve bir İngiliz ajanının iğvasına kapılıp Vehhâbîlik belasını İslam âleminin başına saran kişidir.
Bu kafada olanların hepsi kendilerini ictihad makamında görmekte, kendilerini müctehid zannetmekte ve dört mezhebten herhangi birini taklit etmeyi reddetmektedirler. Işin garip olanı da, kendilerini doğrudan kitap ve sünnetten yani Kur’an ve hadisten hüküm çıkarma ehliyetinde görmeleridir.
Bu düşüncede oldukları yani kendilerini Kur’an ve hadise doğrudan bağlı zannettikleri için bir mezhebe bağlı kalmayı lüzumsuz buluyorlar.
Şeytanın kandırmasına kapıldıkları için düşünmüyor ve düşünemiyorlar ki, acaba kendilerinden çok daha âlim olan mezheb imamları, Kur’an ve sünneti onlar kadar bilmiyorlar mıydı?
O mübârek imamlar Kur’an ve sünnet yolunda değil de acaba hangi yoldadırlar? Hatta o mübârek müctehid imamlar, bunlar gibi ibâdet ve tâate karşı gevşek değil, takvâ, verâ, ve zühdde okyanus gibiydiler.
Onların Kur’an ve sünneti anlamaları nerede, bu yeni türedilerin anlamaları nerede!..
Vehhâbî güruhunun fakir babası olan İbni Teymiyye, gerçi dalgaları kıyıyı döven büyük bir deniz gibi büyük bir âlimdir. Fakat bu büyük denizin suyu ne yazık ki tuzludur. İçilip istifade edilmeye müsait değildir. Kıyıları döven dalgaları, sahile bazan inci mercan bırakırsa da bazan da taş, çör-çöp, midye kabuğu, pislik ve hayvan leşleri bırakmaktadır.
Bu dalgalardan ne kadar istifade edilebilirse, İbni Teymiyye’nin kitaplarından da ancak o kadar istifade edilebilir. Inci ve mercanları midye kabuğu ve hayvan leşlerinden ayırıp istifade ebebilecek seviyede ilmi olanlar, buyursunlar onun kitaplarından istifade etmeye çalışsınlar. Değerse tabii…
Ne dersiniz? Acaba bu kimseleri tenkidimiz fazla mı ağır oluyor?
Onların, şefaat dileyen ve İslam büyüklerinin kabirlerini ziyaret eden müslümanları müşrik saymaları mı daha ağır, yoksa bizim onları tenkid şeklimiz mi?
Biz onları tenkitte yalnız değiliz. Muhammed bin Abdilvehhab’ın kardeşi Süleyman bin Abdilvehhab da onların tenkitçileri arasındadır.
Tenkit sadedinde Vehhâbîlere diyor ki:
“O kadar aşırı hareket ediyorsunuz ki, küfre bulaşan bir kimsenin üzerinde İslam alâmetlerinden bir alâmet gördüğü için Allah korkusundan dolayı onu tekfir etmekte tereddüt eden bir kimseyi bile kâfir olarak damgalıyorsunuz.”
Müslümanları gelişigüzel kâfirlikle damgalamaya çalışanlar, hevâ ve heveslerinin peşine takılanlarla bid’atçı türedilerdir. Bunlar, derya gibi İslam âlimlerinin eserlerini bir tarafa bırakıp kendi sakîm anlayışlarına göre hareket edip hüküm çıkaran sapkın kimselerdir. Verdikleri hükümlerin, ne Ahmed ibni Hanbel hazretleriyle ne de Hanbelî mezhebiyle alâka ve münâsebeti vardır…