İslamoğlu’na Cevaplar – Ali Eren
ALİ EREN’İN ARİFAN DERGİSİNDE YAYINLADIĞI M. İSLAMOĞLU İLE ALAKALI YAZILARININ ÖZETİ
Bir makalesinde, (25/9/2000) bir yazarın şu cümlelerine itiraz ediyordu:
‘Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dinî kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dinî kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Âyetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir.
Kur’anla dinî kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.’
İslamoğlu her cümlesi doğru olan bu yazıya itiraz ediyordu. Ancak, bunlar yazarın uydurduğu şeyler değil, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri fıkhî hükümlerdi. İslamoğlu, asırlardır İslam âlimlerinin tekrar edegeldikleri bu fıkhî hükümleri bilmiyor değil kabul etmiyor, kabul etmemekle de kalmıyor bir de “Allah Allah! öğrenmiş olduk” diyerek dalga geçiyordu.
İtiraz ettiği yazar, “Kur’an abdestsiz okunamaz” demiyor, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını” yazıyordu. Çünkü, Kur’an’a dokunmadan, bakarak veya ezbere okumak câizdi ve buna kimsenin itirazı da yoktu. Ancak, İslamoğlu meseleyi başka tarafa çekiyor, “Kur’an abdestsiz okunamaz” denilmiş gibi ele alıyor itirazını da şöyle sürdürüyordu:
“Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Resûlüllah’dan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey okumadım, duymadım.”
İslamoğlu’nun, okuyucusunu kandırmak için ne usullere baş vurduğuna ibretle bakın. Önce yazdığını aktırıp sonra değerlendirmemize geçelim. Yazdıkları şöyle:
“Bilgime güvenmeyip, “Namazda abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”
İslamoğlu, “Bu konuda, (Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı konusunda) çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir âyet var” diyerek o âyetin meâlini veriyor:
“Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa sûresi, âyet:79)
Yanlışa düşen esas kendisidir ama diyelim ki onun söylediği doğru. Bu durumda o yaygın yanlışa kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eser de düşmüş oluyor.
İslamoğlu kendi câhilliğini unutup, kendisinin ileri sürdüğü yanlış hükmü kabul etmeyenleri de cahillikle suçluyor. Şöyle diyor:
“Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu âyetteki “O” zamirinin bir önceki âyetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir.”
Biz de kendisine şöyle diyoruz:
Sıdka-kizbe/doğruya-yalana birazcık dikkat eden kimse de, birazcık ilim haysiyeti olan kimse de böyle söz söylemez. Çünkü bu söz, 14 asırlık İslam kültürüne de bu kültürün mimarları olan derya gibi sayısız İslam âlimlerine de hakarettir. Onlar ki, ilimde rüsuh bulmuş ve “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” hükmünü kitaplarına dercetmişlerdir. Bu İslam âlimlerinin; Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasipleri yok da sadece sen İslamoğlu’nun mu var!
***
Yazar, “Önsöz yerine” yazdığı yazıda Müslümanları şöyle suçluyor:
“Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?
Melek peygamber?
Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”
“Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları kovalayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.”
(İkincilere göre) “Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber…
Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.”
İşte İslam âlimleriyle dalga geçerek söyledikleri:
“Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı.
Fıkıhçıların Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları kodlamacı ve formel (biçimsel) peygamber anlayışı.
Mistisizmin (tasavvuf) Peygamberi adeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı.”
M. İslamoğlu’nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik. Yazara göre, Müslümanların büyük bir kısmının Peygamberimiz hakkındaki inancı şöyleymiş:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.” (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)
Tabii ki bu apaçık bir iftira. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde böyle bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadı, şimdi de yok. Ama sayın yazar bu mesele üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor. Gerçi böyle bir inanç sahibi var olmaya var da o kimse kendisinden başkası değil.
Kendisi böyle bir inanca sahip olduğu halde, aksine “iz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları suçluyor.
İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış. Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var, bilgi yok…
“Bugün, ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkânından mahrumdur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır.” (Üç Muhammed, s: 27)
Gördünüz mü? Neymiş, neymiş?..
Ümmeti Muhammed, “gâvurlukta çok ileri gittikleri için toptan helak olan eski kavimler gibi, bir melek peygamber isteme imkanından mahrum olduğu için,” bu eksiğini başka türlü yerine getiriyormuş. Onun için, “Kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek bu açığını kapatmaya” çalışıyormuş.
Peki böyle yapınca ne oluyormuş?
Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak oluyormuş.
Peki ümmet-i Muhammedin, suçlarına ortak olduğu toplumlar nasıl toplumlardı?
Hepsi azgın, inançsız, kâfir toplumlar…
Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu hiçbir istisna yapmadan, ümmet-i Muhammed’i Allah’ın gadabına uğrayan kafirlerin suçuna yani kâfirliğe, ortak gösteriyor.
Sakın aklınıza, “Yoksa geçmişte ümmet-i Muhammed’den bu inançta olan kimseler vardı da İslamoğlu acaba onları mı kastediyor?” diye bir düşünce gelmesin. Çünkü adamcağız, yukarıda okuduğunuz gibi sözüne “Bugün…” diye başlayarak, günümüzdeki Müslümanları, yani seni beni kastediyor, hepimizin böyle olduğunu söylüyor.
Peki, Müslümanlar içinde “Ben insan olan bir peygambere iman etmem. Benim inanacağım peygamber melek olmalı” diyen tek kimse var mı?
Tabii ki yok… Yok, ama iftiranın tavanı da yok. İftira edecek olan kimsenin zihninde aniden var oluveriyor işte. İslamoğlu’nun, ümmet-i Muhammed’e iftira etmesi, fütursuzca toptan karalaması böyle…
***
Musa Cârullah’ın en hararetli meftunlarından biri de Mustafa İslamoğlu. Kitabında Kehf ve Fussılet sûrelerinde aynı kelimelerle geçen bir âyete mânâ veriyor. Bu âyet, Kehf sûresinin 110, Fussılet sûresinin de 6. âyeti…
Verdiği mânâ şöyle: “De ki; Ben de sadece sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana, ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”
Yazar, âyette karşılığı olmadığı halde âyetin mânâsına “ölümlü” kelimesini sokuşturuyor. Bu, fikrini kabul ettirmek için onun her zaman müracaat ettiği bir taktiktir. Bizim esas dikkat çekmek istediğimiz nokta şu:
Mustafa İslamoğlu’nun yazdığına göre, Musa Cârullah, Kitabü’s-Sünne kitabının 84. sahifesinde bu âyet hakkında şu yorumu yapıyormuş: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir. Bu varılabilecek en yüksek kemal mertebesidir.” ( Üç Muhammed, sa: 28)
İslamoğlu, Musa Carullah’ın bu tesbitini överek, “Sarsıcı bir yorum” diyor…
Şimdi söz sırası bizde:
Allah kimseleri şaşırtmasın. İnsan bi kere şaşırmaya-görsün, abandone olmuş boksöre dönüyor. Ne yaptığının, ne söylediğinin farkında olmuyor. Bunlar da öyle. Ağızlarından ve kalemlerinden dökülenin farkında değiller. Musa Cârullah’ın şu ifadesine bakın meselâ: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor.”
Adam iyice şaşırmış. Âyet peygamber sözü mü ki, bir âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim etsin!?…Böyle bir yanlışa, değil büyük bir âlim, ilim sahibi olmayan sıradan bir müslüman bile düşmez.
Haydi Cârullah böyle saçma bir şey yazdı. İslamoğlu’na ne oluyor ki, buna balıklama dalıyor?
Musa Cârullah yazmış, İslamoğlu da bunu okuyucusuna örnek bir yorum olarak takdim ediyor.
Bunların âlimlikleri işte bu kadar. Esasen bunlar zaten âlim değil âlimcik…
Esasa gelelim… Hazreti Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, asla ümmetin bir ferdi gibi değildir.
Ümmet şöyle dursun, o Hazret’in makamı bütün peygamberlerden de üstündür: Makam-ı Mahmud… Bu makamı ona veren de, İslamoğlu’nun “Aşırı yüceltmeci Peygamber anlayışına” sahip olmakla suçladığı Müslümanlar değil, bizzat Hazreti Allah celle celâlühûdür.
Bu ümmeti, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olmakla suçlayan Bay İslamoğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü’nü “Ümmetin bir ferdi” gibi gösteren Musa Cârullah’ın sakîm tesbitini överken, “Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine” indirmenin vebalini hiç düşünmüyor mu acaba?
Musa Cârullah’ın, “Ümmmetin her ferdi de Peygamber gibidir” sözünden övgüyle bahseden uyanık yazar,(!) birkaç sahife sonra bu söylediklerini unutup şöyle diyor:
“Kur’an , peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder.” (sahife: 40)
E şimdi, böyle söyleyen kimseye siz şöyle demez misiniz:
“Kur’an madem peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim ediyor da size ne oluyor? Siz niçin ümmetin her ferdi de peygamber gibidir” diyerek Kur’an’a ters düşüyorsunuz?
Değerli okuyucular! Musa Cârullah’ın yaptığı gibi, Hazreti Peygamber’in diğer insanlar gibi olduğunu söylemek, açıktan açığa peygamberlik makamını küçültmek, yok saymak yani inkar etmektir. Başka bir ifadeyle, “Aşırı alçaltma” gayretinin ürünüdür.
Öyleyse şimdi yazımızın başlığını yerine koymanın tam yeri ve zamanıdır. Koyalım:
“Hazreti Resûlüllah’ın, ümmetin bir ferdi gibi olduğunu” söylemek, Hazreti Resûlüllah’ı aşırı alçaltma alçaklığıdır.
İslam inancına göre; bir peygamberi peygamberlik seviyesinden aşağıda görmek, (diğer insanlar gibi kabul etmek) onun peygamberliğini kabul etmemek olduğu gibi, peygamber olmayan birisini peygamber seviyesinde görmek de “peygamber olmayanı peygamber kabul etmek” demek olur ki, her iki inanç da küfürdür…
***
Bay İslamoğlu, kendisini galiba Peygamberimiz’i Müslümanların gözünde küçük göstermeye adamış. Bu cümleden olmak üzere Ahzab sûresinin 21. âyeti kerimesini ele alıyor.
Âyetin meâli şöyle: “Allah’ın Resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.”
İslamoğlu, burada da zihinleri bulandıracak bir açık kapı aramış ve –kendisine göre- bulmuş da.
İnsanın, her şeyi olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini, seçiçi olmak icap ettiğini yazdıktan sonra, Peygamberimiz’le ilgili bu âyeti misal vererek Kur’an’ın bile seçici davrandığını söylüyor. Diyor ki:
“Kur’an, ‘Allah’ın elçisi sizin için örnektir’ demiyor; ‘Allah’ın elçisinde güzel örneklik var’ diyor.”
Yani, “Hazreti Resûlüllah’ın bütün hayatı baştan sona örnek değil. Onda sadece güzel bir örnek var. Seçici olun. Onun her halinin örnek olmadığını bilin” demek istiyor.
Demek istiyor da, biraz aşağıda yine unutkanlığı tutup, “Peygamberimiz’in ahlâkının Kur’an olduğunu” söylemek mecburiyetinde kalıyor.
Farkında olmadan bile olsa madem böyle söylüyor, öyleyse Bay İslamoğlu’nu bir defa daha sıkıştıralım:
Hazreti Resûlüllah’ın ahlâkının Kur’an olduğunu kendin söylüyorsun. Hayatı baştan sona Kur’an ahlâkı olan Peygamberimiz’in hayatını örnek almakta Müslümanlar niçin seçici olsun? Onun hayatında yaptıklarının hiç bir tarafını gözardı etmeden niçin olduğu gibi örnek almasınlar?
Hele bir de bazı peygamberlerle kâfirleri bir kefeye koyması, yani Hazreti Âdem, Hazreti Musa ve Hazreti Yunus Aleyhimüsselamı, Hazreti Nuh’un iman etmeyen oğluyla, Hazreti İbrahim’in putçu babasıyla ve Hazreti Lut’un imansız karısıyla aynı hükümde birleştirmesi yok mu, okuyunca insanın imanı titriyor…
Anlı-şanlı Kur’an tefsircisi bu büyük müfessir(!) âyetlerin ne söylediğinden de habersiz…
***
Elimde bir kitap var. Kitabın bir bölümünde İncillerden bahsediliyor. Matta incilinden bahsederken yazar şöyle diyor: “Elde mevcut en eski metin, Hz. İsa’nın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir.” (Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED, sahife: 49)
Gördünüz mü yapılan felâketi, gördünüz mü vehameti!!!
Yazar güya Hıristiyanları ve elde mevcut muharref İncilleri tenkit eder görünürken, aslında İslam inancının bir maddesini tenkil ediyor.
Değerli okuyucular, Hazreti İsa hakkındaki İslam inancı yukarıda yazdığımız gibidir. Yani İsa Aleyhisselam ölmemiş göğe yükseltilmiştir. İslam âlimlerinin ortak görüşü budur. Onun için bu meseleyi uzun uzun münakaşaya lüzum yok. Yazara biz sadece şu soruyu soralım:
Hazreti İsa vefat ettiyse, kabri nerede?..
Biz bu soruyu sorsak da sormasak da, sayın yazar Hazreti İsa’nın ölmüş olduğunda ve yerini söyleyemese de bir kabrinin bulunduğunda israrlı. Nitekim Hıristiyanları tenkit sadedinde şöyle diyor:
“Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kiliseler ve ruhban sınıfı olurdu.” (aynı eser, sa: 62)
Ben de bütün kalbimle iddia edebilirim ki, yeryüzünde Hazreti İsa’nın kabri yoktur. Onun için, “Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse…” şeklindeki bir söz ya cehâletten veya Müslümanların Hazreti İsa hakkındaki inancını sarsmak düşüncesinden ileri gelmektedir…
***
Hırıstiyanlar, her doğan çocuğun günahkâr olarak doğduğuna inanıyorlar. Onun için doğan her çocuğu vaftiz ederler. Vaftiz suyuyla yıkadıkları çocukların günahtan temizlendiğine inanıyorlar.
Sevgili yazarımız bu konuda Hıristiyanlığı güya tenkit ediyor. Bunu yaparken de devirmedik çam bırakmıyor.
Diyor ki:
“Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil, doğuştan sorumluluk sahibidir.” (Aynı eser, sa: 57)
Gördünüz mü büyük âlimimizin ilminin derinliğini? Çam devirmek dediğimiz budur işte.
Buna sadece câhillik demek de eksik kalır. Denilse denilse cehl-i mürekkeb, katmerli câhillik demek lâzım.
Bay İslamoğlu, “insan doğuştan sorumluluk sahibidir” diyerek, henüz ıngaa ıngaa diye ağlayan ve daha konuşmayı bile bilmeyen bebekleri bile sorumluluk sahibi sayıyor.
Büyüyüp konuşabilecek seviyeye gelmiş olsalar bile, büluğ çağına gelmemiş olan sabiler asla sorumluluk sahibi değillerdir.
Hiç ilim sahibi olmayan bir Müslüman bile bunu bilir, ama sayın yazar bilmiyor…
İnsan doğuştan itibaren sorumlu olsa, büluğ çağından önce vefat eden çocukların, hatta bebeklerin bile ibâdet yapmadıkları için günahkâr olmaları icap ederdi. Ama İslam dini onlara böyle bir sorumluluk yüklemiyor.
Bunu birilerinin İslamoğlu’na öğretmesi icap ediyor…
Gelelim meselenin tahliline…
Hıristiyanları tenkit sadedinde, “Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil” diyen Bay İslamoğlu’nun sözünün bu kısmı doğru. Ancak, “İnsan doğuştan sorumluluk sahibidir” derken yanılıyor. Yanılmaktan da öte büyük bir tenakuza düşüyor ve bu sözüyle, tenkit ettiği Hıristiyanların söylediklerine çok yaklaşmış oluyor. Şöyle ki:
Hıristiyanlar doğan her çocuğu günahkâr kabul ederken, İslamoğlu doğan her çocuğu sorumlu sayıyor. Yeni doğan bebekler nelerden ve hangi şeyden sorumlu olacaklardır ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir?
Hiçbir sorumluluğu yerine getiremeyeceklerine göre, doğar doğmaz günah işlemeye mi başlayacaklardır?
Ha ne oluyor? Hıristiyanlar herkesi doğuşta günahkâr sayarken, Bay İslamoğlu insanların doğduktan sonra günah işlemeye başladıklarını kabul etmiş oluyor.
Şimdi hırisitiyânî görüş ile bu görüş birbirine iyice yaklaşmış olmuyor mu?
Öyleyse nerede kaldı Bay Yazar’ın Hıristiyanları tenkidi???
***
Bakara sûresi 253. âyet-i kerimenin meâli şöyle:
“İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık.”
Âyetin meâlinde de açıkça görüldüğü gibi, peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu beyan buyuruluyor.
Üç Muhammed isimli eserde ise, bu âyet-i kerime hakkında şöyle deniliyor:
“Kurtubî bu âyetin ‘Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür’ demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” (Aynı eser, sa: 66)
İslamoğlu’nun yazdığına göre, Kurtubî tefsiri âyetin açıkça beyan buyurmuş olduğu bir meseleye karşı çıkmış olmakta. Oysa Kurtubî tefsiri güvenilir tefsirlerden. Orada böyle bir şey olması mümkün değil.
Değerli okuyucular! Bir eserde, “Falan tefsirde şöyle şöyle yazıyor” diye bir şey okusanız inanırsınız değil mi? “Acaba gerçekten o tefsirde öyle yazıyor mu?” diye o tefsire bakmak kimin aklına gelir?..
Hangi okuyucu böyle bir yalan yazılacağını düşünür?
Ama siz siz olun, Mustafa İslamoğlu hakkında böyle düşünmekten vazgeçmeyin. O eğer “Falan kitapta şöyle şöyle yazıyor” diyorsa, ismini verdiği o kitaba muhakkak bakıp kontrol edin.
Bu zat zaten ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbat etmeye çalışıyor. Bu inancına okuyucuyu inandırmak için de Kurtubî tefsirine iftira ediyor…
Oysa Kurtubî tefsiri, İbni Abbas (r.a.) Hazretleri’nin şu sözünü aktarıyor:
“Muhakkak ki Allah (c.c.) Muhammed Aleyhisselam’ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır.”
Bu sözü aktaran bir tefsirin, “Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermediğini” söylemek hangi insaf ölçüsüne sığar değerli okuyucular?
İslamoğlu, peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün olmadığını ispata çalışarak ne yapmak istiyor?..
***
İmam Süyûtî, El-Hasâisi-i Kübrâ isimli eserinde, “Peygamberimiz’in, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin öldürüleceklerini” haber veriyor. Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan bu esere zaten çok bozulan İslamoğlu ise, eserdeki bu habere de itiraz ediyor. Şöyle diyor:
“Eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli “kader” idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu.” (Sa: 69)
Bi kere böyle bir söz ilim adına çok ayıp. İnsana gülerler. Bir kimsenin böyle bir şey yazması için ömründe kaderle ilgili hiç bir şey okumamış olması lâzım.
Evet gülünç… Çünkü adamcağız, kaderle ilgili meselelerin sorumluluk getirmeyeceğini zannediyor. Oysa kaderin dışında hiçbir olamaz. Her şey kadere bağlı. Ama, bu, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü, kader insanları iyi-kötü hiçbir şeye zorlamıyor. Bay İslamoğlu hiç olmazsa bu kadarcığını bari bilmeliydi…
Bu kadarcığını dahi olsun bilmiyor ama, öte taraftan Müslümanların, “Allah’ı cisimler dünyasına indirdiğini” söylemekten de çekinmiyor. (Sa: 70)
Müslümanlar, Peygamberimiz’in insanüstü bir varlık olduğuna inanıyorlarmış gibi, müslümanları suçluyor ve “Oysaki Kur’an Hz. Peygamber’in beşerliği üzerinde israrla duruyor” diyor. (Sa: 71)
Bütün yaratılmışların efendisi olan Peygamberimiz’in, bütün ilimleri bilmiş olacağını kabul edemiyor. (Sa: 71)
Peygamberimiz her şeyi mûcize olarak Allah’tan öğrendiği halde, harfleri insanlardan öğrendiğini, bunun mûcizelik tarafının olmadığını söylüyor. (Sa: 71)
Verdikleri değerli bilgiler kitaplarımızda yer alan ve iki İslam büyüğü olan Ka’bu’l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih’i ağır bir şekilde suçlamaktan çekinmiyor. Ka’bu’l- Ahbar Müslüman olunca, güyaYahudi kültürünü, Vehb bin Mühebbih de güya hıristiyanlık kültürünü İslama taşımışlar. (Sa: 77)
İslamoğlu’nun, bu satırları yazarken samimiyet sahibi olmadığını görüyoruz. Eğer Yahudilik kültürünün İslama taşınmasını istemiyorsa, Yahudi kültürünü tefsirine taşıyan yahudi asıllı Muhammed Esed’in tefsirine karşı olması lâzımdı. Ama karşı değil.
Karşı olmamak bir tarafa, onun sözümona meal tefsirini övüyor. Halbuki Muhammed Esed, âyetleri istediği şekilde sündürerek günümüzdeki Yahudiliğin de geçerli olduğunu usturuplu bir şekilde işleyen bir kişi.
Bunu bizim gibi her halde İslamoğlu da görüyor. Görüyor ama ses çıkarmıyor. Bununla da kalmayıp, Muhammed Esed’e karşı çıkanlara karşı çıkıyor. Yahudi kültürüne karşı olan bir insan böyle yapar mı hiç?
Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslüman olan Ka’bul Ahbar’ı, “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçluyor. Şöyle diyor:
“Yahudi avam kültürü çoğunlukla ondan gelen rivâyetlerle İslam külturüne girdi. Özellikle tefsir ve hadis rivâyetleri bunların başında gelir. İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi ilk kuşağa mensup isimlerin ondan gelen rivâyetleri nakletmiş olmaları, onun rivâyetlerinin yaygınlaşması ve tutunmasında önemli bir rol oynadı.”
İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi seçkin sahabilerin, Ka’bul Ahbar’a itibar etmeleri bile onu bu zatın aleyhinde olmaktan alıkoymuyor. Üstelik, onun söylediklerini yaydılar diye o güzide sahabîlere kızdığı da gözlerden kaçmıyor.
Öyle ya canım, bir kimse yanlış şeyler söyler, bazıları da bu yanlışları alıp yayarsa onlar da suçlu olmaz mı?
Kahramanımız, sadece yukarıda ismini verdiğim iki zatı değil, asr-ı saâdette bâtıl dinlerini bırakıp Müslüman olan diğer zatları da şöyle suçluyor:
“ Müslüman olan kitap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamberi de kendi kitap ve peygamber tasavvurlarıyla okuyorlardı.”
Dikkat ederseniz hiç bir istisna yapmadan toptan hepsini suçluyor.
İslamoğlu’na göre, Müslüman olan bu zatlara İslamın hiç tesiri olmamış ve kabul ettikleri yeni dini eski dinlerinin görüşleriyle değerlendiriyorlarmış.
Yukarıda, İslamoğlu’nun Ka’bul Ahbar’ı “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçladığını söylemiştik. Bu konuda İslamoğlu diyor ki, “İbni Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, ‘Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer (insan) nurdan yaratılmamıştır’ sözleriyle reddediyor.”
Gördüğünüz gibi, İslamoğlu’nu ancak işte böyle sözler rahatlatıyor. “Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun” sözüyle kimin kastedildiğini anlamamanız için bir sebep yok.
Tabii ki kastedilen sevgili Peygamberimiz’dir…
Ama Bay İslamoğlu, İbni Teymiyye’ye şunu söylemeyi akletmiyor:
“Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır” diyorsun.
Nereden biliyorsun? Yaratılanlar yaratılırken ezelden beri hepsinin yanında mı oldun?
***
Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Kanaatımız odur ki, Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi şiîleri tenkit ediyor olması.
Yazardan öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:
“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”
Aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, aşırı bir ifade kullanmış oluyor. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi kâfi idi. Onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyorum. Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bu huyunu bildiğim içindir…
İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnet açısından değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyor.
İyi ama böyle bir ceza bu zamanda verilemediğine göre İslamoğlu niçin gocunuyor? Nasıl olsa kendisi için böyle bir tehlike yok. Rahat olmalı…
Üç Muhammed kitabında yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:
“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”
Biz gerçi Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerimizi İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz ama, kim söylemiş olursa olsun bu söz doğrudur ve ehl-i sünnet olanların hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)
Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü işte böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:
“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)
Değerli okuyucular! Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdiği halde, Kur’an’a inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin böyle bir şey söylemesin mümkün mü? Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?
Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyor.
Bu ne demek Allah aşkına?
Kur’an Peygamberimiz’e verilen bir kitap değil midir?
Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?
Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?
Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek?
Bu söz Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” meâlindeki âyet hükmünü kendileri kabul edemeyebilirler. Buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmak veballerin en büyüğü değil midir?
***
Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de bay yazarın tenkidinden kurtulamıyor:
“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”
İslamoğlu, bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’yi, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyerek tenkit ediyor. (Aynı eser, sa: 81)
Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun âlim olduğunu bilelim.(!)
Bay Yazar, geçmişteki âlimlerin niçin kendisi gibi hadislere itiraz etmediklerini de bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde kuru ve sığ bir mantıkla itiraza kalkışıyor.
Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına itiraz ediyor…
İyi de Sayın İslamoğlu! Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?
***
Bütün gayretini bu ümmetin Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış olan Bay İslamoğlu, abartılı bir hadiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Onun abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:
“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi: Sabit b. Kays b.Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk: Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir. Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)
Onun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?
Bu ümmetin Peygamber inancını bir türlü kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.
Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.
Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki: “Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)
Ona göre asla böyle bir şey söylenmemeli…
Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama bizim inancımız böyle. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da…
***
Her şeyin en doğrusunu sadece aklını kullanarak anlayabilen (!) yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:
“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”
Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:
“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”
Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:
“Elbette ki hayır.”
Hayır derken dayandığı hiç bir ilmî dayanak yok. Keşke olsa. Olsa canımız yanmayacak ama ne gezer! Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…
Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için ilim olması lâzım değil mi? Ne yazık ki onda da o yok işte…
İlim olmadığı için de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sakim mantığıyla şöyle bir izah getiriyor:
“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”
Getirdiği bu izah herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış bir açıklamadır. Şöyle ki, Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet edemeyeceklerini düşünemiyor. Çünkü, rivayet etmeleri için, orada bulunup bu hadiseyi görmüş olmaları icap eder.
Yazar esasen burada başka bir şey demek istiyor da, garibim edebiyat fukarası olduğu için söylemek istediğini tam izah edemiyor. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek istiyor.
Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdir. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzedirler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…
Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:
Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahabinin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…
Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:
Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplamasına, Peygamberimiz veya ashabdan itiraz eden tek kişi olmuş mudur?
İnkarcı yazar ,Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, siyer kitapları Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman, o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor.
Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılırdı.
Her sahabî Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştır ama, birçokları mübârek sakalından ve saçından teberrüken birer kıl taşıyorlardı.
Bunlar da siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdendir…
***
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da üstünlükler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.
Nitekim peygamberler içinde (Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hz. Lut gibi)
Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:
Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.
Ulü’l azm peygamberler içinde sevgili Peygamberimiz makam-ı mahmud sahibidir. Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette de “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler” buyuruluyor.
Onun böyle bir peygamber olduğunu bilmeyenler gurubundan olmaktan Allah’a sığınırız…
Peygamberlerin diğer insanlara göre seçkin kullar olduğu malum. Bu âyetlerde, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye sahip olduğunu anlıyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın gereğidir.
Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülaleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle naklediliyor. İslamoğlu’nun nakline göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü hu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.
Ama hayret ki, yukarıdaki hadis-i şerifi kitabında nakleden zat, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülaleye mensup olduğunu izah için değil, buna itiraz için nakletmiş. İtirazı da şöyle:
“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)
Gördüğünüz gibi yazar, hadis-i şerifteki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre ise uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve hadis-i şerife vurmaya çalışıyor. Şerefli bir sülaleden geldiğini söylemek ona göre ırkçılık oluyor…
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde “Âhirette şefaat-ı uzmânın/büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.
Bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları da –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz? Bay yazarın bunlara ne diyeceği ve tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabından okuyarak biliyoruz.
Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:
“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”
“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”
“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”
“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”
“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”
“Gölgesi yere düşmezdi.”
Tefsirci İslamoğlu’nun içi işte bunları almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır. O ashab, Resulüllah efendimizin peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmez miydik?
ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın yazarının itirazı şöyle:
“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)
***
Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri var. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’a-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…
Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz ‘in hayatı baştan sona mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”
Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)
Aslında bu ifade İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…
İslam âlimlerinin İslama zıt böyle tavırlara girmeleri düşünülemez bile. Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi olmalı ki, hep ona çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca böyle yanlışlıklarla suçluyor.
Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:
“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki:
“Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)
Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:
“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim” iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)
Gördüğünüz gibi, bu hadiseyi kitabına alan o büyük âlimle ince bir şekilde dalga geçiyor. “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.
Evet! Ona ve onun gibi meseleye sadece madde planında bakanlara göre, tabii ki mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için pekâlâ mümkün. İslamoğlu’nu bilmem, ama bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini rahatça kabul ediyor.
Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.
Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)
Ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında verebildikleri kadar bize yanlış bilgi vermişler. Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler.
“Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)
Onun yazdıklarına inanırsak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.
***
Bay yazar, iftiralarının dışında zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:
“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)
Yanlış bilgi… Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…
Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.
“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.
Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.
Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var.
Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.
Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.
Diyemiyorsa o zaman biz diyeceğimizi diyelim:
Sayın İslamoğlu! Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar da sahih rivayetlerdir.
***
“Makam-ı Mahmud” tabirini duymayan Müslüman yok gibidir. Kelime mânâsını bilmeseler de herkes
“Makam-ı Mahmud”un Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olduğunu bilir.
Bu tabir, Kur’an-ı Kerim’de İsrâ sûresi 79. âyette “Makamen mahmûdâ” şeklinde geçer.
Âyetin mânâsı şöyledir:
“…Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.”
Elmalı tefsirinde, Fatiha sûresinin tefsiri kısmında bu hususta şu bilgiler veriliyor:
“Gerçekten de Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz’e va’d olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda “Livâü’l-Hamd” sancağı onun eline teslim olunmuştur. Âhirette Makam-ı Mahmud’un bol şefaati iledir ki, Livâü’l-Hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah’a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin duâlarının sonuda “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun” olacaktır.”
Rûhu’l-Beyan tefsirinde şöyle deniliyor:
“Makam-ı Mahmud, mahşer ehlinin tamamına şefaat etme makamıdır. O umumî şefaat sırasında herkes Peygamberimiz’e gıpta eder. Çünkü, kendisinden şefaat istenen peygamberlerin hepsi de ilk önce şefaat etmekten kaçınır ve her biri şefaat edenleri diğer bir peygambere gönderir. Sonunda bütün insanlar peygamber efendimize gelirler. Peygamberimiz (s.a.v.) de “Ben şefaat etmeye ehilim” buyurur ve büyük şefaatını yapar. Diğer peygamberler ondan sonra şefaat ederler.” (İsrâ sûresi, 79. âyetin tefsirinden)
Ömer Nasuhi Bilmen ise bu âyetin tefsirinde şu mânâyı veriyor:
“Muhakkak ki, (Rabbin seni bir makamı mahmuda) bir şefaatı kübrâ -büyük şefaat- makamına (gönderecektir). Senin dereceni bütün mahlûkâtın fevkine –üstüne- yükseltecektir.”
(Kur’anı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, c: 4 sa: 1903)
Bunlardan başka, Fî Zılâli’l-Kur’an’dan tutun da İbni Kesir, Kurtubî, Taberî, Celâleyn, Nahcivânî ve Kazı Beyzâvî tefsirlerinin hepsi Makam-ı Mahmud’un, Peygamberimiz’in âhirette yapacağı büyük şefaat olduğunu beyan ediyorlar.
Zaten bu hususta Peygamberimiz’in hadis-i şerifleri de bulunuyor.
Nahcivânî tefsiri, “Bu makam, en büyük makam olup bundan daha yüksek bir makam ve daha üstün bir derece yoktur” diyor.
Velhasıl hangi tefsire bakarsanız bakın, bundan başka bir mânâ yok.
Ancak, yukarıda isimlerini zikrettiğim meşhur tefsirleri kaleme alan büyük âlimlerden daha büyük bir âlim(!) var ki, o hiç de bu tefsirlerin yazdıkları gibi söylemiyor.
Bütün tefsirlerin yazdıklarını bir çırpıda elinin tersiyle iten bu âlimimiz Mustafa İslamoğlu…
O, “Peygamberi aşırı yüceltme yanlışı” diye bir tez tutturmuş, onun peşinde. O, Peygamberimiz’e ait olup kendisinden yüksek başka bir makam bulunmayan Makam-ı Mahmud’u kabul etmiyor. Çünkü, ey yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’un Peygamberimiz’in makamı olduğu söylenirse, ona göre Peygamberimiz aşırı yüceltilmiş olacak…
Ama neylersiniz ki, Kur’an da Makam-ı Mahmud’dan bahsediyor.
Varsın bahsetsin!.. İslamoğlu için kaçamak mı yok. O buna da bir izah getiriveriyor.
Peygamberimiz’in “Habibullah/Allah’ın en sevgili kulu” olduğuna inanan Müslümanları “Aşırı yüceltmeci” olarak suçlayarak bakın neler yazıyor:
“Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makamen Mahmûdâ” Kur’ânî ibâresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birden sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “Övgüye lâyık bir konum”dur.”
Değerli okuyucular! Burada durup, ilmî Arapçayı bilenlere soralım:
İslamoğlu, “Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir” diyor.
Ey ilim sahipleri! İlimden behresi olan bir kimse böyle söyler mi hiç?
İnsana gülerler; bunun hiç mi ilmî ifade tarzı yok da tümleç-mümleç diyoruz?
Tabii var da, o kullanamıyor işte.
Neyse, biz Bay İslamoğlu’nun âyete verdiği mânâya geçelim. İşte verdiği mânâ:
“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilâve olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye lâyık bir konuma yükseltir.”
Verdiği mânâda “belki” kelimesi geçiyor ki, bu mânâ yanlış. Âyette Hazreti Allah’a izafeten geçen “Asâ” kelimesine “belki” değil “muhakkak” mânâsı verilmeliydi. Çünkü, “Umulur ki” mânâsına gelen Âsâ” kelimesine, Allah’a izafe edildiği zaman, kâide olarak “Muhakkak” mânâsı verilir.
Bu kadarcığını, ilimden azıcık nasibi olan herkes bilir. İnsan, Kur’an tefsirciliğine heveslenmeden önce bu kâideleri öğrenmeli değil midir?
Bay Yazar madem bilmiyor, hiç olmazsa herhangi bir tefsire bakıverseydi, âyete yanlış mânâ verme hatasına düşmezdi.
Neyse… Biz onun verdiği mânânın yanlışlığını ve tatsız-tuzsuzluğunu bir tarafa bırakıp âyette geçen “Makam-ı Mahmud” ibâresiyle ilgili yazdıklarına bakalım. Şöyle diyor:
“Fakat ibâre, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır:”Makam-ı Mahmud…”
Yani Makam-ı Mahmud diye bir makam uydurulmuştur demek istiyor. Fakat bununla da yetinmeyip bu sefer de dalga geçer gibi şöyle diyor:
“Hatta, ikinci kelimenin Resûlüllah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, âdeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmudun Makamı” anlamına taşınmıştır.”
Gördüğünüz gibi, “Makam-ı Mahmud” gerçeğini, gerçek mânâsından çıkarıp başka bir mecraya çekerek tevil ediyor.
***
Yazarımız, Peygamberimiz’e salevat okuma meselesini ele almasa vazifesi eksik kalırdı. Onun için, Ahzab sûresinin Peygamberimiz’e salevat getirmekle ilgili olan 56. âyet-i kerimesini ele alıyor. Âyete kendi üslubuna göre mânâ verip değerlendirmeler yaptıktan sonra, sözü Peygamberimiz’e getirilen salât ü selamların çeşitliliğine getiriyor. Esas söyleyeceğini ise Müslümanların çok rağbet ettiği Salât-ı Tefrîciye üzerinden söylüyor. Ve, “İlginç olan, bu âyete (salevât âyetine) dayanarak daha sonra ortaya çıkan mebzul miktarda “salevat” kültür ve edebiyatıdır. Bunlar arasında Salat-ı Tefriciye gibi , ne senet ne de metin açısından hiçbir sıhhati (doğruluğu) bulunmayan…” diye devam edip gidiyor…
***
Üç MUHAMMED kitabı, “İNDİRGEMECİ PEYGAMBER TASAVVURU” kısmında, peygamberlik makamını olması gerekenden daha aşağı kabul eden Sâbiîleri ele alıyor ve onların, peygamber anlayışını aktarıyor. Şehristânî’nin kaleminden aktardığı Sâbiî peygamber anlayışı şöyle:
“Peygamberler de, tür açısından bizimle eşittirler. Fizikî açıdan bize benzemektedirler. Maddî alanda bizimle ortak, bizim yediklerimizden yiyen, bizim içtiklerimizden içen, fizyonomik açıdan paydaş olduğumuz, bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz? Bizim onlara bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” (Sahife: 145)
Gördüğünüz gibi, bu sözlerin sahipleri peygamberleri kendileri gibi gördükleri için onları itaat edilecek ve uyulacak kimseler olarak kabul görmemektedirler. İmanla bağdaşması mümkün olmayan bu ifadeler tabii ki Sayın İslamoğlu katılıyor değil.
Buraya kadar normal.
Ammaaa işin bir de başka yönü var. O da şu:
Sayın yazar, kitabının baş taraflarında hayret edilecek bir şey yapıyor. Sâbiîlerin yukarıdaki satırlarda okuduğunuz yanlış peygamber inançlarına sahip olan başka bir kimseyi basbayağı övüyor.
Bakın anlatayım…
İslamoğlu, ilk önce bir âyete mânâ veriyor. Bu âyet, Kehf sûresinin 110. Fussilet sûresinin 6. âyetitir.
Bu âyete verdiği mânâ şöyle:
“De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”
(Yazar, her zaman olduğu gibi burada da bir yanlışa düşüyor. Âyette karşılığı olmadığı halde, mânâ verirken meâle ölümlü kelimesi ilave ediyor. Buna işaret edip esas meselemize geçelim.)
Yukarıdaki mânâyı verdikten sonra, hayranı olduğu Musa Cârullah’ı övgü ile anarak şu satırları yazıyor:
“Musa Carullah (1874-1949) bu âyeti yorumlarken şu sarsıcı tesbiti yapar: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir. Bu varılacak en yüksek kemal mertebesidir.” (Sa: 28)
Şimdi söz bizde.
Sâbiîlerin peygamber inancı ile Musa Cârullah’ın peygamber inancı arasında ne fark kaldı değerli okuyucular?
Onlar da peygamberleri kendileri ile aynı seviyede görüyorlar, İslamoğlu’nun örnek âlim olarak gösterdiği Musa Cârullah da.
Sâbiîler, “Peygamberler de, tür açısından (insan olarak) bizimle eşittirler” diyor; Cârullah da, “Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyor.
Sâbiîler peygamberler hakkında, “bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz?” diyorlar, İslamoğlu da âyete fazladan bir kelime ekleyerek, Peygamberimiz’in “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” dediğini kaydediyor.
Peki şimdi zamanımızda İslamoğlu ve Musa Cârullah’ın bu cümlelerini okuyanlar, Sâbiîlerin dediği gibi, “Bizim peygamberlere bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” derlerse bunun vebali kimin olacaktır?
Ne dersiniz, acaba böyle söyleyenler çıkar mı?
Çıkmasına hiç bir engel yok ki! Bakarsınız çıkar.
Hem Cârullah hem de onu örnek gösteren İslamoğlu, “Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, okuyucuyarına diğer insanları peygamberimizle aynı seviyede göstermiyor mu?
Cârullah daha da ileri gidiyor. Hem Peygamberimiz’e iftira ediyor hem de büyük bir yanlışa düşüyor.
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” diyerek Peygamberimiz’e iftira ediyor.
Bu bir iftiradır, çünkü bir peygamber kendisinin de bir insan olduğunu söylemekle, peygamberlik makamını bir kenara bırakıp kendisini diğer insanlar seviyesinde göstermez. Zira arada diğer insanların erişmeleri mümkün olmayan peygamberlik makamı vardır.
Peygamberimiz böyle bir şey yapmadığı halde, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” demek ona iftira değil de nedir?
Gelelim yanlışına…
Cârullah’ın yanlışı yine aynı cümlesinde. O cümlesi şuydu:
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor.”
Şimdi be câhil adam demeyelim de ne diyelim!
Âyet peygamber sözümü ki, bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim etmiş olsun?
Böyle bir kimseye bir de âlim nazarıyla bakmaları yok mu, insanın hepten kahrediyor yani…
***
Elimizdeki eşi menendi bulunmayan ÜÇ MUHAMMED isimli kitap, peygamberler hakkında eşi menendi bulunmayan daha değişik bilgiler veriyor. Diyor ki.
“Her peygamber , biri akîdevî (inanç) diğeri sosyal olmak üzere, iki amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.” (Sa: 148)
Peki ibâdet nerede? Akîdeyi anladık da ibâdet nerede? Yok!!!
Peki ibâdetsiz din olur mu? İbâdeti olmayan bir îman insanı cehennemden kurtarmaya kâfi mi? Asla!!!
Öyleyse, yukarıdaki yanlışlığı şu şekilde düzeltmek bizim vazifemizdir:
Bütün peygamberler, hem doğru imanı/inancı gerçekleştirmek, hem de insanları Allah’a ibâdete yönlendirmek için gelmişlerdir.
***
Bir yazar veya hatip, muhatabının anlayış seviyesini bildiği halde, bile bile onun anlayış seviyesinin üstünde bir üslup kullanıyorsa, onun gayesi karşısındaki şahıslara bir şeyler anlatmak değildir.
Ya nedir? Belli ki kendisinin bilgiç bir kimse olduğunu hissettirmek ve “Vay bee! Neler biliyor” dedirtmek istemektedir. Yoksa aklı başındaysa niçin anlaşılmaz kelimeler kullansın ki!
Meselâ, dinî kitaplarda kullanılan kelimeler bellidir. Bu kelimelerle yapılan konuşmalar ve kaleme alınan yazılar, muhataplar tarafından kolayca anlaşılır. Peki Peygamberimiz’le ilgili bir kitap okurken, “Semantik, hermetik, hermenötik, ideomatik, metaforik, ironik, ereksel vb…” gibi kelimelerle karşılaşsanız ne anlarsınız?
Tabii ki hiçbir şey.
Belki siz anlarsınız ama birçok kimsenin bu kelimelerden bir şey anlamayacağı açık.
Niçin? Çünkü bu kelimeler İslâmî meseleleri anlatırken kullanılan kelimeler değil de ondan.
Gelin görün ki yazar Mustafa İslamoğlu ÜÇ MUHAMMED kitabında okuyucularını bu kelimelerle baş başa bırakıveriyor.( sa.111, 112, 113, 125, 144)
***
İsmini yazmaya bile ihtiyaç duymadığım Bay Yazar’ın kitabı, sonundaki “Kaynakça”sıyla beraber 292 sahife. Ben şu anda kitabın 146. sahifesindeyim.
Yazar bu sahifede sözü velilerin büyüklerinden Muhyiddin-i Arabî kuddise sirruh Hazretleri’ne getirerek, “Pisagorcu Hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiş olan İbn Arabî…” diye başlıyor.
Gayesi belli; karalamak. Ama bir bahane bulması lâzım. Buluyor da. Mübârek zatın, “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi ki” sözünü ele alıyor. Bu sözü şöyle değerlendiriyor:
“Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Çünkü, ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar ve ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi…”
Yazar, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin böyle söylemekle kendisini peygamber gibi gördüğünü söylemek istiyor. Ama onu tenkit edeceğim derken daha ilk adımda kendisi yanlışa düşüyor.
Önce şunu hatırlatalım:
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, yanlış kanaatlara sahip olacaklarını bildiği için, kendisini anlamayanların eserlerini okumalarını zaten uygun görmüyor. Zira tasavvufun tadından tatmayanlar, tasavvuf erbabının sözünü de anlayamazlar. Onun için, Bay Yazar’dan da Muhiddin-i Arabi Hazretleri’ni anlamasını bekleyemeyiz.
Ancak, yukarıdaki “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözü, öyle derin mânâlar taşıyan bir söz olmadığı için anlaşılmayacak bir söz değil. Mübârek zatın ne dediği, ne demek istediği ortada. Bunu anlamak için azıcık ilim, azıcık dikkat ve en önemlisi azıcık iyi niyet yeter. Yeter ki, okuyan iyi niyetle okusun ve okuduğunu anlayabilecek kadar bir kabiliyete sahip olsun.
Ama Bay Yazar anlayamıyor veya anlamak istemiyor, onun için de tenkide yöneliyor. Anlayamadığına göre, acaba onda eksik olan ne? İlim mi, iyi niyet mi yoksa anlama kabiliyeti mi?
Eksik olan hangisi olursa olsun, bu hal, İslam topluluğunu, “Anlama problemi hastalığı taşımakla” suçlayan bir yazara, hiç mi hiç yakışmıyor…
“Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünü ele alan Yazar, kendince değerlendirmeye kalkışarak, “Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyerek gülünç duruma düşüyor.
Şimdi gelelim Bay Yazar’ın anlama problemli hatasına ve gülünç haline:
Yazar bir kere, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünden, onun kalbini okumaya kalkışıyor ve “Bana vahiy geldi” demek istediğini iddia ediyor. Buna itiraz olarak da, “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyor.
Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek iddiasındaki bir kişinin böyle bir değerlendirmeye gitmesine sadece gülünür. Çünkü, vahiy alanlar sadece peygamberler değildir. Buna birçok âyet delildir.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
a) “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve (halkın sizin için) kurdukları çardaklardan (göz göz) evler edin.” (Nahl sûresi, âyet: 68)
b) “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.” (Fussılet sûresi, âyet: 12)
c) “Çünkü şüphe yok, Rabbin ona (yeryüzüne) vahyetmiştir.” (Zilzal sûresi, âyet: 5)
d) “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ki ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu.” (Enfal sûresi, âyet: 12)
Demek ki, Rabbimiz bal arısına da vahyediyormuş, göklere, yeryüzüne ve meleklere de vahyetmiş.
Yani, Bay Yazar “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” derken, sadece fena halde yanılmakla kalmıyor, Kur’an ilminden bîbehre ve âyetlerden habersiz olduğunu da ortaya koymuş oluyor.
Sadece bu yanlışıyla kalsa iyi. Peygamberler hakkındaki, “Ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi” sözü de yanlış…
Cebrâil Aleyhisselam, Allah ile peygamberleri arasında Allah’ın kelamına aracılık etmemiş midir?
Böyle sayısız yanlışlarına bakmadan, bir de Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni İslama zıt fikirlerle suçlaması yok mu, eh bu kadar olur yani.
Ama hızını alamayıp bununla da kalmıyor ve Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni aynı sahifede acımasız bir şekilde, İslam dışı bir vasıfla, kâhinlikle, kehânette bulunmakla suçluyor.
***
Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir sözünü okumuş, bilgi eksikliğinden dolayı anlayamamış, oturup bilgisizliğini gidermek için çalışması gerekirken basmış itirazı. İtiraz ettiği söz şu:
“Allah’ın büyük kulları, kendi zamanlarında nübüvvet devrine nisbetle nebiler mesabesinde olmaktadır.”
Bay Yazar, eğer Peygamberimiz’in “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifini ve “Benim ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir” hadisini öğrenip içine sindirebilseydi, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin sözünün bu hadis-i şereflere ters düşmediğini bilir ve ilim sahibi olmayanların bile düşmeyeceği böyle basit yanlışlara imza atmaz ve gülünç duruma düşmezdi…
***
Değerli okuyucular, felsefe ayrı İslam ayrıdır. Çünkü İslam ilâhîdir felsefe ise insânî. Onun için İslam itikadı, felsefeyle taban tabana zıttır. İslam itikad/inanç kitaplarında, sıkı sık “İslam âlimleri şöyle diyorlar, felsefeciler ise şöyle söylüyorlar” cümlelerine rastlanır.
Din, geldiği toplumun hayatını Allah’ın istediği şekilde değiştirme gayesini güttüğü halde, felsefede bu yoktur. Nitekim Bay Yazar da, “Felsefe doğası gereği hayatı değiştirme iddiası taşıyamaz” diyerek bu gerçeği kabul ediyor. (Üç Muhammed, sa: 148)
Ediyor etmesine de, tenakuzlardan/çelişkilerden bir türlü kurtulamadığı için, aynı sahifenin ilk satırına “Çağdaş bir İslam felsefecisi” tabirini oturtarak, bir tenakuza daha imza atıyor, tenakuz yumağına bir yenisini daha ekliyor..
***
Dinlerarası Diyalog fedaileri, “Peygamberimiz’e inanmayanların da cennete gideceklerini” söylüyorlardı, Mustafa İslamoğlu ise “Peygamberimiz’in peygamberlik misyonunu yok sayanlar” hakkında tereddütte…Bakın ne diyor:
“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)
Gördünüz mü büyük tefsircinin(!) yazdıklarını!!!
Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz’e inanmayanların kâfir olduklarını bildirdiği halde, Bay İslamoğlu aksi iddiada bulunarak “Bu mesele tartışmalıdır” diyor.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisinin peygamberliğini kabul etmeyenlerin imansız olup cehennemde ebedî olduklarını bildiriyor, Mustafa İslamoğlu ise, “Böyle kimselerin Müslümanlıkla ilgilerinin tartışmalı olduğunu” söylüyor.
***
Kitapta şöyle bir başlık var: “ÜÇ DİSİPLİN VE ÜÇ AYRI PEYGAMBER TASAVVURU” (Sa: 194)
Yazar, bu başlık altında, örnek olarak Ebû Zerr (r.a.)den şu hadis-i şerifi naklediyor:
“Rasûlüllah ile birlikte, gün batımı vaktinde mesciddeydim. Bunun üzerine o dedi ki: “Güneşin nereye battığını biliyor musun?” Ben de “Allah ve Elçisi doğrusunu bilir” dedim. Bunun ardından dedi ki:
Allah’ın hükümranlığı altında (tahte’l-arş) secde etmeye gitti. İşte yüce Allah’ın “Ve güneş de kendine ait sabit bir güzergâhda akıp gider; bu, İzzet sahibi ve Her Şeyi Bilen’in iradesinin sonucudur.” (36.38)
Cümle düşüklüğü yazara ait. Ben sadece naklediyorum. Yazar, “Bu haber karşısında, farklı düşünce yapılarına mensup insanların alabilecekleri muhtemel tavırları dört maddede toplayabiliriz” deyip değerlendirmeye geçiyor. Bu dört gurup içinde, kitap boyunca en çok kafa taktığı gurup, kendi isimlendirmesiyle “Yüceltmeci tavır”a sahip olanlar.
Yazar kimseden bir şey duymadığı halde, tahminine göre bu kimselerin yukarıdaki hadis-i şerif hakkında şöyle söyleyebileceklerini yazıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem söylemişse öyledir, ben bunu bilir buna inanırım; bilim milim boş. Güneş secde etmeye gitmiştir.” (Sa: 195)
İslamoğlu burada, Peygamberimiz’in her söylediğine kayıtsız şartsız inanan kimseleri basit göstermek için bir kurnazlık yapıyor. Böyle kimselerin ilme bilime değer vermeyecek kimseler olduğunu îmâ ediyor.
Halbuki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” diyen bir insan, “Bilim milim boş” der mi hiç? Ama kurnaz yazarımız, Resûlüllah’ın her sözüne inanan kimseleri işte böyle göstermek gayretinde.
Bir müslümanın, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”demesinden daha normal ne olabilir? Peygamberimiz Mirac’dan döndükten sonra, müşrikler Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e gidip, “Seninki ne diyor biliyor musun? Bu gece Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıktığını söylüyor” dediklerinde, O, “Bu söylediklerinizi O mu söylüyor?” diye sordu. Müşrikler, “Evet o söylüyor” dediklerinde, Hazreti Ebûbekir, “O söylüyorsa doğrudur” demiş, bunun üzerine kendisine “Sıddık” ünvanı verilmiştir.
Bir müslümanın, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” demesi zaten imanının gereği. Diğer Müslümanlara düşen de bu sözün sahibini küçümsemek değil takdir etmek…
Ama yazar İslamoğlu hiç de öyle yapmıyor. Aksine, böyle söyleyeceğini kabul ettiği Müslümanları, “Bilim milim boş” diyecek olan câhil ve anlayışı kıt kimseler olarak tanıtıyor. Demek istiyor ki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”diyecek olanlar, “Bilim milim boş” diyecek olan basit kimselerdir.
İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerif karşısında müslümanın tavrının nasıl olması gerekteğini “Makul mü’min tavrı” başlığıyla şöyle izah ediyor:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım. Orda da sorun yoksa o zaman bizde bir anlama problemi” var demektir; anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim.” (Sa: 195)
Değerli okuyucular! Son kısım hariç buna kim itiraz edebilir!.. Keşke imkanımız olsa da araştırsak…
Önce yazarın sözünün, kabul etmediğimiz son kısmından başlayalım. Orada, “Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” demek icap ettiğini söylüyor. Kendince kurnazlık yapıyor ama gülünç duruma düştüğünden haberi yok.
“Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” ne demek? Bu hadisi bir ömür boyu anlamazsak kabul etmeyecek miyiz???
İslamda; sebep ve hikmetini anlayamadığımız bir sürü mesele var. Her meseleyi araştırıp anladıktan sonra mı kabul edeceğiz? Buna ömür yeter mi? Anlayamadıklarımızı ret mi edeceğiz?
Bize düşen, anlasak da anlamasak da gerçeklere teslim olup önce toptan kabul etmektir. Sonra Allah lütfeder anlatırsa ne âlâ. Anlatmazsa, anlamadan da inanır kabul eder ve öyle yaşamaya devam ederiz. Dinimiz teslimiyet dinidir. Bâtıla ve düşmana değil gerçeğe teslimiyet…
Yazar, hadis-i şerifi hemen kabul etmeyip önce şöyle denilmesini istiyordu:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”
Buna kimsenin bir şey diyeceği olmaz da, kurnazlık yapmaya da lüzum yok Bay İslamoğlu.
Çünkü:
Hadis-i şerifler 14 asır önce söylenmiş olan Peygamber sözleridir. 14 asırdır da biliniyor. Bütün hadis-i şerifler hakkında, çoktan “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” denilmiş, araştırılmış ve hadisler nakd-i rical, metin ve râvi tenkidini geçmiş ve Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bulunuyor.
Bunun böyle olduğunu siz da bal gibi biliyorsunuz. Bildiğiniz halde, 14 asır sonra ne demeye meseleyi hâlâ kurcalayarak “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım”diyorsunuz?
Hani siz hadisleri dışlayanları tenkit ediyordunuz?
Ne oldu da 14 asır sonra kendiniz böyle bir araştırmaya ihtiyaç duyuyorsunuz?
Yoksa, “Eski âlimlerin yaptıkları kâfi değil; hadisler yeni baştan tekrar araştırılmalı. Onu da yapsak yapsak biz yaparız” mı demek istiyorsunuz?
Doğrusu teklifinizden ciddi mânâda işkilleniyorum. Çünkü, baksanıza bir hadis-i şerifin Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğru olmasını kafi görmüyor, ondan sonra “Doğru olsa bile bu metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım” diyorsunuz.
Buyurun araştırın, ama bir hadisin Hazreti Resûlüllah tarafından söylendiği kesinse daha neyi araştıracaksınız?
Hâşâ, Hazreti Resûlüllah’ın sözünün Kur’an’a ve ve fiilî sünnete ters olup olmadığını mı?
Hazreti Resûlüllah’ın, sözünün fiiline ters düşmesi mümkün mü?
Resûlüllah’ın söylediği başka yaptığı başka olabilir mi ki, onun ağzından çıkan bir sözün kendi yaptığına da uyup uymadığına bakacaksınız?
Hazreti Resûlüllah’ın sözü özü bir olmayacaksa kimin olacak?
Siz Hazreti Resûlüllah hakkında böyle bir ihtimal mi görüyorsunuz ki, “Söylediği kesinse fiilî sünnete yani yaptığına uyup uymadığına da bakılması gerektiğini” söylüyorsunuz?
Bu nasıl bir Müslüman tavrıdır Allah aşkına?
***
Din insanın her hâl ve kâline, her söz ve hareketine müdahale ettiği için, peygamberler her konuda konuşmuş, dinin her konudaki hükümlerini bildirmişlerdir. Peygamberler insanlara dinî meseleleri el kol hareketiyle değil konuşarak tebliğ etmişlerdir. Tabii ki Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de öyledir. O da her vesileyle İslamın hükümlerini ashabına konuşarak ve anlatarak bildirmiştir. Ve bu vazife, vefatlarına kadar tam 23 sene devam etmiştir. Hadisleriyle de hâlâ devam etmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Peygamberimiz’in, konuşması icap ettiği halde konuşmadığı, yapması icap ettiği halde yapmadığı ve yanlış bir şey gördüğü halde ikaz etmesi icap ettiği halde ikaz etmediği hiçbir mesele yoktur.
Ve onun sözleri –hâşâ- münasebetsiz ve durduk yerde bir konuşma değil, gerektiği yerde yapılan gerekli konuşmalardır. “O arzusuna göre konuşmaz. O(nun sözleri, ilhamdan ve) vahiyle bildirilenden başkası değildir.” (Necm sûresi, âyet: 3-4)
Hadis âlimleri, Peygamberimiz’in söz ve tavırlarını eserlerinde toplamışlardır.
Aklı sahibi herkes bilir ve kabul eder ki, hangi insan olursa olsun, bir insanın 23 senede zaman zaman yaptığı konuşmalar yazıya dökülürse, bu sözler büyük bir yekün teşkil eder. Hele konuşan zat bir peygamber ise, onun konuşması daha da çok olacaktır. Çünkü peygamberler, söylediklerine yer yer açıklama getirir, yer yer sorulan sorulara cevaplar verir, yer yer de geçmişe ve geleceğe ait bilgiler aktarırlar.
Böyle olunca da haliyle sıradan insanlardan daha çok konuşmuş olurlar. Bu durumda, onun vereceği bilgilerin sıradan bir insanın konuşmalarından çok olacağı açıktır…
Hazreti Resûlüllah’ın bulunduğu mecliste, herkes susar o konuşurdu. İnsanlar sorar o cevap verirdi.
Böyle olunca da haliyle onun mübârek ağzından çıkan sözler elbette büyük bir yekün teşkil etmiştir…
Gerçek bu iken, Müslümanlar içinde biri çıkar da, hadislerin çokluğuna itiraz ederse ona siz ne dersiniz?
Ne denilmesi icap ettiğini bir tarafa bırakalım da Müslüman câmia içinden hadis âlimlerini tenkit eden bir itirazcının garip bir itirazını nakledelim.
İtirazcı yazara göre, “Hadisçilerin peygamber tasavvuru (düşüncesi)” şöyle imiş:
“Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur.” ( Üç Muhammed, sa: 197)
Yazarın bir taraftan abartılı bir taraftan iftira dolu bu cümlelerini teker teker ele alalım.
Hadis âlimleri Peygamberimiz’i güya, “Hep konuşan bir peygamber” olarak anlamış ve anlatmışlar.
Bi kere bu açık bir iftiradır. Çünkü Peygamberimiz’in hiç durup dinlenmeden, uyumadan, 24 saat boyunca, “Hep konuşan bir peygamber” olduğunu iddia eden hiçbir hadis âlimi yok…
Evet… Peygamberimiz (s.a.v.) vazifesi icabı, İslamın inanç, ibâdet, muâmelât ve ukûbât velhasıl bütün meselelerini elbette ki anlattı. Bunu yaparken tabii ki susmadı, gerektiği kadar da konuştu. Çünkü onun görevi her meselenin İslamî şeklini anlatmak, önüne gelen, kendine sunulan ve sorulan hiçbir meseleyi halletmeden bırakmamaktı. Öyle de yaptı ve vazifesini tam ve eksiksiz olarak yerine getirdi…
Zaten bir müslümanın, inandığı peygamber hakkında taşıması gereken inanç da böyle olmalıdır. Ama Bay Yazar bu durumu nedense anormal görüyor. Ve itirazını da şöyle dile getiriyor:
“Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan” bir peygamber…
Ya ne olacaktı Beyefendi? Bazı Peygamberimiz bazı meseleleri halletmeden muğlak mı bırakacaktı?
Ashabına, “Benim bu hususta söyleyecek bir sözün yok. Bana ne kardeşim, ne haliniz varsa görün. Sizin bütün meselelerinizi ben mi halledeceğim!” mi demeliydi? Bu nasıl bir Peygamber inancıdır!
Siz, İslama göre, bir Müslümanın Peygamber inancının böyle olmaması gerektiğini bilmiyor musunuz?
Bir Peygamber, her meselede tebliğ ettiği dine uygun şeyler söylemeyecek de, ne yapacaktı? Susacak mıydı?
Ama siz bu itirazınızla da kalmıyor, bir de “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru” kabul ettiklerini söyleyerek İslam âlimlerine iftira ediyor, bununla da yetinmeyip kendi iftiranızı gerçek kabul ederek “Gerçekten garip bir tasavvur” diyorsunuz.
Bay İslamoğlu! Hadis âlimlerinin değil esas sizinki gerçekten garip bir peygamber tasavvuru…
Peygamberimiz’i, “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlatmak, -hâşâ- Peygamberimiz’i münasebetsiz bir kimse olarak göstermektir. Söyler misiniz, bu terbiyesizliği ve alçaklığı hangi hadis âlimi yapmıştır?
İnsan, asırlardır Peygamberimiz’in hadislerini bizlere ulaştıran hadis âlimlerine iftira ederken, biraz irkilir. On parmağına kara sürerek iftira yapmadan önce, iftira günahının cehennemdeki cezasını düşünür…
İftira ettiğinizi ve müfteri olduğunuzu kabul etmiyorsanız, kimin Peygamberimiz’i “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlattığını açıklamaya mecbursunuz. Yoksa bu yaftadan kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Bu dünyada olsa âhirette olmayacaktır.
Değerli okuyucular, meseleyi toparlayalım!
Üç Muhammed kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’nun, hadis âlimlerine attığı bu iftiranın sebebini açıklayayım:
Yukarıda aktardığım yanlış satırlarından önce, kitabının aynı sahifesinde 6 madde halinde hadis kitaplarında geçen hadislerin adetlerinden bahsediyor. Kitaplarda tabii ki milyona varan hadis var.
Sayın yazarın aklı bu kadar hadisin varlığını kavrayamıyor. Kavrayamadığı için de bu kadar hadisin varlığını kabullenemiyor.
Yani sizin anlayacağınız, itiraz ve iftirasını onun için yapıyor.
Bay Yazar’ın durup duracağı yok ki! İtirazı sadece hadisçilere değil ki. Fıkıhçılara da itiraz ediyor.
Onlar hakkında da diyor ki, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir.” (Sa:198)
Ya nedir peki? Hazreti Resûlüllah her ilimin hazinesi değildir de nedir!!!!!
(Fıkıh, hukuk manasına da geliyor. Onun için hukuk kelimesini kullanıyor.)
Allahın kendisine gelmiş ve geleceklerin ilmini verdiği Kâinatın Efendisi hukuk definesi değil de, ondan 14 asır sonra gelen zıpırlar mı hukuk definesidir?
Siz nasıl biliyorsunuz? İnsanlık her şeyin en iyisini ve en doğrusunu O’ndan öğrenmeye muhtaç değil midir?..
Değerli okuyucular! Yukarıdaki itirazı yapan yazar, bir sahife sonra anlattığı bir hadisenin arkasından kullandığı bir cümleyle tam zıt bir tavır sergileyerek kendi sözlerine ters düşüyor. Anlattığı hadise şu:
Peygamberimiz zamanında ashabtan bir kısmı sefere çıkmış. Seferde, içlerinden birinin kafasına taş değip kafası yarılmış. Sonra bu zat cünüp olmuş. Yanındakilere, “Teyemmüm yapıp yapamayacağını” sormuş. Onlar da suyu kullanabilecek durumda olduğunu ve teyemmüm yapmasının câiz olmayacağını söylemişler. O zat da su ile gusletmiş ama sonunda vefat etmiş.
Bu hadiseyi duyan Peygamberimiz buyurmuş ki, “Yıkılıp ölesiceler; onu öldürdüler. Hadi bilmiyorlardı diyelim, o zaman soramazlar mıydı”
İslamoğlu’nun anlattığı hadise bu. Buna itirazımız yok…
Ama biri çıkar da, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” diyordunuz. Peki o zatlar, “-Hâşâ- Bir hukuk definesi olmayan bir peygambere mi soracaklardı?” derse, Bay Yazar ne cevap verecek acaba?..
Sayın Yazar yazılarına devam ederken kurnazlığı da elden bırakmıyor. Kurnazlığını anlatayım:
Hani İslama ve Müslümanlara dil uzatan bazı kimseler vardır. Kendilerince kurnazlık yaparak, “Biz İslama değil şeriata karşıyız” derler, “Biz Müslümanlara değil İslamcılara karşıyız” derler. Bay Yazar da öyle yapıyor. Fakıh(fıkıh âlimi) olanları değil fıkıhçı olanları tenkit ettiğini söylüyor. Açık vermemek için, “İslam medeniyeti “fıkıh medeniyeti”dir” demeyi de ihmal etmiyor. İlâveten, “İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayasızlıktır” diyor.
Bu sözü elhak doğrudur. Ama sormadan geçemeyiz:
Peki, Hanefî olduğunuzu söylediğiniz halde Hanefî fıkhına niçin uymuyorsunuz?
Bir kimsenin, bağlı olduğunu söylediği mezhebin fıkhına uymaması fıkıhsızlık olmaz mı?
Niçin şiîleri herkes gibi şiî olarak anmıyor da, şiîliklerini gizleme gayretiyle onları “Ehl-i beyt imamları” diye anıyorsunuz?
Ehl-i sünnet imamları, ehl-i beyt imamı değil de ehl-i beyte karşı mıdırlar?
Hepsi neyse de, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” ne demek? Sizce Hz. Peygamber bir hukuk definesi değil mi? O değilse kim?
***
Herkesin bildiği gibi, Müslümanlar asırlardır ibâdetlerini 4 mezheb imamının tedvin ettiği fıkhî ölçülere göre yerine getiriyorlar. Ve inanıyorlar ki, bu mezheblerin hükümleri sadece bir asra göre değil bütün zamanlara göredir de.
Ama Bay İslamoğlu öyle demiyor. Ağzındaki baklayı çıkararak bakın ne diyor:
“Başta İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik olmak üzere büyük imamlar, sünnet ve hadis mirasını kendi çağları için geçerli bir hayata dönüştürmenin yollarını aramışlardır.” (Sahife:200)
Şimdi anlaşıldı mı gayesinin ne olduğu, ne yapmak istediği, nereye varmak istediği?
Demek ki ona göre, Mezhebler sadece mezheb imamlarının çağları için geçerli imiş…
Şimdi faş oldu mu Mustafa İslamoğlu’nun sünnet/hadis ve fıkıhçılara karşı çıkmasındaki gaye?
İyi ama o zaman da akla şu soru geliyor değil mi:
Diyelim ki onun dediğine uyduk ve mezhebleri bıraktık. Peki ibâdetlerimizi neye ve kimin tarifine göre yapacağız?
Canım o da iş mi değerli okuyucular? Şu sizin düşündüğünüze bakın hele? Hâlâ anlamadınızsa yazık…
Hadis, fıkıh ve tasavvufçulara karşı çıkan böyyük zamane âlimleri ne güne duruyor? Onlara uyacaksınız.
Değerli okuyucular! Yukarıdan beri yazdıklarımızı okuyupta hâlâ ağzınız açık kalmadıysa, buyurun İslamoğlu’nun bir de şu cümlelerini okuyun:
“Hz. Peygamber’i her davranış ve sözünü yasa ya da norm olarak ortaya koyan formel bir değere indirgeyen bir damar hep olagelmiştir.” (Sa. 200-201)
Gördüğünüz gibi Bay Yazar, Hazreti Peygamber’in her davranış ve her sözünün yasa ve norm olarak kabul edilmesini de kabullenemiyor.
Yasanın kanun demek olduğun biliyorsunuz. Norm ise, “Davranış prensibi, ölçü, kural, nizam” demek. Yazara bakarsak, Peygamberimiz’in her söz ve davranışını ölçü ve kural olarak almamız yanlış. Ona göre demek ki, Peygamberimiz’in davranış ve sözlerinin bazısını alıp bazılarına kayıtsız kalmalıyız.
Efendim herkes kendi kabulünü ortaya koyuyor. Ne yapalım, demek ki Yazarın kabulü de böyle işte.
O öyle söylüyor da, Peygamberimiz’in söz ve davranışları karşısında nasıl hareket etmemiz icap ettiği hakkında acaba kâinatın sahibi ne buyuruyor?
Kâinatın sahibinin emri de şu:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da vazgeçin.” (Haşr sûresi, âyet: 7)
Öyleyse kim ne derse desin, bizim için her hareketine uyulacak tek örnek Sevgili Peygamberimizdir.
Çünkü rabbimiz öyle buyuruyor:
“Allah’ın resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab sûresi, âyet: 21)
Öyleyse biz, başkalarına değil en güzel örneğe uymaya çalışırız.
***
İslâmî bir kelime olan tasavvuf kelimesini Avrupalılar ve Hıristiyan âlemi pek kullanmaz. “Tasavvuf”un tam karşılığı olmasa da, bu kelimenin yerine, ona yakın bir mânâya gelen “Mistik” kelimesini kullanırlar. Mistik, doğuda yani İslam âleminde kullanılan “Tasavvufî” kelimesinin batıdaki karşılığıdır. Mistisizm de tasavvuf demek…
İslam toplumu içinde tasavvufu içine sindiremeyenler, tasavvufu yaşamamakla kalmaz, bu kelimeden de köşe bucak kaçarlar. Güpgüzel o İslâmî “tasavvuf” kelimesi varken, onu bırakır da gider elin Fransızca mistik veya mistisizm kelimelerini kullanırlar.
Nedir bunun sebebi? Batı hayranlığı mıdır, Avrupâî kelime kullanma hevesi midir, yoksa “Bakın ben bu kelimeleri de biliyorum” düşüncesi midir bilmiyoruz.
Tasavvuf ve tasavvufî kelimelerinden kaçıp israrla mistik kelimesinin kullanıldığını, yazar Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında sık sık görüyoruz. O da tasavvuf veya tasavvufî demiyor ille de mistik diyor…
Tasavvuf kelimesini hiç kullanmıyor değil. Mistik demeyi unuttuğu zaman tasavvuf dediği de olmuş. Ama ille de mistik…
Kitabında, MİSTİK PEYGAMBER TASAVVURU başlığı altında, tasavvuf âlimlerinin Peygamber inancını şöyle tenkit ediyor:
“Buna “Resûlüllah’ın buharlaşması” da diyebiliriz.”
“Çünkü mistik peygamber tasavvurunda, Hz. Peygamber’in insanî varlığı garip bir biçimde ortadan kaldırılmaktadır.
…Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur, bu işi yaparken kendisine özgü bir dil geliştirir. Bu dilde Hz. Peygamber gider, onun yerini Nur-u Muhammedî veya Hakikat-i Muhammediye adı verilen soyut kimlik alır.” (Sa: 204)
Yazar İslamoğlu, “Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur” derken, tasavvufçuların “Peygamberimiz’in maddî vücudunu yok saydıklarını” söylemek istemiyor. O da biliyor ki, tasavvufçular Peygamberimiz’in bir insan olduğunu zaten kabul ederler. Tasavvufçuların kabul ettikleri başka bir şey var: Nur-u Muhammedî. Yani Peygamberimiz’in nur merkezi olduğu…
Değerli okuyucular! Tasavvufçular eğer Peygamberimiz’i diğer insanlardan farksız bir insan kabul etseler, İslamoğlu itiraz etmeyecek. Onun itirazı sadece Nur-u Muhammedî inancına. Bu itirazını da zaten gizlemeden açıkça ortaya koyuyor.
Ancak, bütün Müslümanlar bilir ve inanırlar ki, elbette Peygamberimiz’in nuru yani Nur-u Muhammedî vardır. Hatta onun vücudu baştan aşağı nurdur. Bunu isbat için uğraşmaya lüzum yok. Çünkü nihayet bu bir inanç meselesidir. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Biz İslamoğlu’nun bu itirazını bir ibretlik levha olarak okuyucularımıza sadece arz ediyoruz…
Ama şu cür’etine temas etmeden de geçemeyeceğiz:
Nur-u Muhammedî meselesini anlatırken, Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin torununun oğlu olan Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’nin el-İnsanü’l-Kâmil isimli eserinden kısa alıntılar yapıp arkasından yapacağını yapıyor yani hükmünü basıyor.
Abdülkerim Cîlî Hazretleri’ne revâ gördüğü hüküm ve yaptığı suçlama şöyle:
“Gerçekten tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği.” (Sa: 205)
Varsın o tasavvuf erbabını, “Kur’an’ın sunduğu Hz. Peygamber portresiyle çoğu zaman tam karşıt kutuplarda…” diyerek suçlamaya devam ededursun, biz de yavaş yavaş “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” verenin Abdülkerim Cîlî mi yoksa esas yazarın kendisi mi olduğunu cevaplamaya hazırlanalım.
O hızını alamayıp, “Mistik tasavvura göre, Hz. Peygamber beşer kılığına girmiş bir nurdur” derken, bizim de kendisine cevap verme zamanımız gelmiş oldu.
Söze başlayalım…
Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphe yok ki, size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide sûresi, âyet:15)
Burada bahsedilen kitabın Kur’an-ı Kerim olduğu belli de “Nur” denilen nedir?..
İşte bu soru Mustafa İslamoğlu’nun dilini lal eder. Ama olsun. O lal olsa da, büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen söyleyeceğini söylemiş. Mâide sûresinin 15. âyetinin tefsirinde şöyle diyor:
“Size Allah tarafından bir nur gelmiştir ki, o da bütün âfaka hidayet zıyalarını (ışıklarını) neşreden Hâtemü Enbiyâ Hazretleri’dir.” (Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, cild 2, Sahife: 744)
Şimdi değerlendirmeye geçelim:
Hıristiyanlar’ın, Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçekleri kabul etmediğini biliyoruz.
Bu âyette Peygamberimiz’in bir nur olduğu bildiriliyor ama İslamoğlu Nur-u Muhammedî’ye itiraz ediyor.
Öyleyse, İslamoğlu’nun yukarıdaki “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” sözünü hatırlamanın tam zamanı değil mi?
Bay İslamoğlu, Ömer Nasuhi Hoca’ya sakın itiraz etmeye kalkışmasın. Çünki, kendisinin sık sık kaynak gösterdiği Tefsir-i Kebir de aynı mânâyı veriyor.
Celâleyn Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.
Kurtubî Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.
Ona göre kaynak sayılmasa da tasavvufî bir tefsir olan Rûhu’l-Beyan da aynı mânâyı veriyor…
***
On parmağında on kara olan yazar, iftira etmekten hiç çekinmiyor. Yazdığına bakılırsa, tasavvufçulara göre, “Hazreti Peygamber, ulaşılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı gibi algılanmakta” imiş. “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.
Görülüyor ki, insan yazdığını hırsla yazarsa, fikrî dengeyi tutturamayabiliyor…
Hazreti Resûlüllah’a ulaşmak ne demek? Hem belli değil hem mânâsız.
Resûlüllah hayattayken ona maddeten ulaşmak yasak değildi. Bunu tasavvufçular inkâr etmiyorlar.
Vefatından sonra maddeten ulaşmak ise zaten mümkün değil.
Hayattayken olsun vefatından sonra olsun mânevî makamına ulaşmak ise yine mümkün değil
Öyleyse Bay Yazar’ın “Hazreti Peygamber’e ulaşmak” sözü laf ola beri gele…
Yoksa yazar, Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmayı kastediyor da tasavvufçuların,
“Peygamberimiz’in makamına ulaşmak mümkün değildir” dediklerini mi söylemek istiyor?
Bunu söylemek istiyorsa haklıdır. Gerçekten tasavvuf erbabı, hiçbir kimsenin Peygamberimiz’in makamına ulaşamayacağını söylerler.
Yoksa Bay İslamoğlu, diğer insanların Peygamberimiz’in makamına ulaşabilecekleri iddiasında mıdır?..
Tasavvufçular bir de güya Peygamberimiz’i anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı olarak görüyorlarmış.
Bu iddia ve iftirasının tarihte hiçbir nümûnesi yok…
Böyle bir iftirayı şimdiye kadar Avrupalı misyonerler yapmadı, tenezzül de etmediler. Bu masal kahramanı iftirasını sadece İslamoğlu’ndan gördük…
Efendim neymiş? Tasavvufçulara göre Peygamberimiz, “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.
Mantıksız bir iftira…
İftiradır, çünkü Peygamberimiz’e sadece hayranlık duymuş ama örnek almamış hiçbir tasavvuf erbabı yoktur.
Mantıksızdır, çünkü hayran olmak örnek almaya engel değildir. Aksine, insan hayran olduğu kimseyi elinden geldiği kadar örnek almaya çalışır.
Ama Bay Yazar, örnek almakla hayran olmayı birbirinden irtibatsız şeylermiş gibi gösterip bu bahaneyle tasavvufa ve tasavvuf erbabına hücum ediyor.
Ve sonunda iyice haddini aşıyor.
Hem Kur’an hem Peygamberimiz namına hüküm vermeye kalkışıyor. Şöyle diyor:
“Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e sorsaydık “hangisini tercih edelim diye”, kesinlikle bize yukarıdaki mistik tasavvurun tam aksi bir “peygamber portresi” çizerlerdi.” (Sa: 206)
Böyle söylemekle, Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in, kesinlikle tasavvufu reddettiğini de söylemiş olmakla 1400 senelik İslam tasavvuf kültürünü bir çırpıda yok sayıyor…
Yazarın, altını çizdiğim kesinlikle kelimesine dikkatinizi çekerim.
Sanki kesinlikle, Kur’an ve Hz. Peygamber, Bay Mustafa İslamoğlu’nun söylediğini söylerlermiş…
Haşâ! Milyon kere hâşâ!…
***
Peygamberler arasında da derece farkları vardır. Rabbimiz Teâlâ onların bazısını bazısından üstün kıldığını haber veriyor. (Bakara sûresi, âyet: 253)
Derecesi en üstün olan peygamberler “Ulül azm” denilen peygamberlerdir. (Ahkâf sûresi, âyet:35)
Bunlar, İbni Abbas radıyallâhü anh Hazretleri’nin beyanına göre beş Peygamber olup Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Aleyhimüsselam hazırâtıdır.
Bu peygamberlerin içinde en üstün makamın yani Makâm-ı Mahmûd’un sahibi olan da Habîbullah, Allah’ın sevgilisi olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’dir… (Allah celle celâlühû şefaatından mahrum etmesin. Âmîn)
Onun makamından daha üstün bir makam olmadığı gibi, yaratılanlar içinde onun makamından daha yüksek bir makam da düşünülemez..
Şimdi yukarıdan beri anlattıklarımızı sıralayarak şöyle bir özetlemeye geçebiliriz:
En altta inançsızlar, yani kâfirler var. Bunların hiçbir üstünlükleri ve dereceleri yoktur. Onlar için derece değil dereke (sıfırın altı – cehennem çukuru) vardır.
İnanç sahipleri ise kademe kademe, derece derece şöyle sıralanıyor:
Îbâdet edenler,
İbâdetlerini ihlasla yapanlar,
İhlasta ileri olanlar,
Îhlas ve samimiyetle ibâdet ve kulluk etmekle beraber nâfile ibâdetleri de yapanlar,
Farz, vâcib, sünnet ve nâfile ibâdetlerde, hayır ve hasenatta ileri giderek evliyalık derecesine ulaşanlar,
Derecesi yüksek veliler,
Peygamberler,
Ulül azm peygamberler,
Ve son peygamber, Habîbullah/Allah’ın sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri…
Yani, insanlığın ve yaratılmışların en ucu, zirvesi, Allah’ın Habîbi/sevgilisi…
Allah (c.c.) O’nu o kadar sevmekte ve değer vermekte ki, Kelâm-ı Kadîm’inde onu bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildiriyor. (Enbiyâ sûresi, âyet: 107)
O’na itaat etmeyi, kendisine itaat kabul ediyor. (Nisâ sûresi, âyet:80)
Onun kendiliğinden konuşmadığını, tebliğ ettiği âyetlerin sadece vahiy olduğunu bildiriyor. (Necm sûresi, âyet: 3-4)
Bu gerçeklere rağmen, müslümanlar içinde gördüğümüz bazı kimseler, Peygamberimiz’in Müslümanlar tarafından lüzumundan fazla yüceltildiğini söyleyebilmekte ve Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını yazabilmektedirler.
Müslümanlar Peygamberimiz’i son derece sevmeyip de ne yapsınlar?
Lâ ilâhe illallah Muhammedür resûlüllah diyerek, adını Allah’ın ismiyle beraber andıkları zatı, Allah’dan sonra ikinci varlık olarak sevmesinler mi?
Ama bazı kimseler nedense, Müslümanların Peygamberimiz’i bu derece fazla sevmelerinden pek fazla rahatsız oluyorlar. İlim sahibi olmayanların ilk nazarda anlayamayacakları âyetleri ele alarak, Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlar.
Bu kimselerin gayesi, “Allah’ın, Peygamberimiz’i azarladığını söyleyerek” Peygamberimiz’i Müslümanların zihninde küçük düşürmek değilse, nedir?
Halbuki, onların “Allah, Peygamberi azarlıyor” dedikleri âyetlerde, Peygamberimiz’i azarlama değil, ikaz ve hatırlatmalar var. Hatta azarlama var dedikleri bazı âyetlerde onların söylediklerinin tam tersi bir mânâ bile mevcut.
Bunu misallendirelim. Böyle diyenler kimler?
Peygamberimiz’in, Allah (c.c.) tarafından azarlandığını yazanlardan biri, ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu.
İslamoğlu, adı geçen kitabının 216. sahifesinde, “Tevbe sûresinin 43. âyetinde Peygamberimiz’in azarlandığını” söylüyor. Oysa mesele onun söylediği gibi değil, hatta tam tersi.
İslamoğlu’nun, Peygamberimiz’in azarlandığını söylediği âyetin meâlini görelim. O âyette Peygamberimiz’e hitaben şöyle buyuruluyor:
“Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?” (Elmalı Tefsiri, c: 4, sa: 349 sadeleştirme)
Mesele şu: Tebük Seferi’ne çıkılacaktır. Bazıları Peygamberimiz’e gelip, harbe gitmemek için mazeretlerini beyan ediyorlar. Peygamberimiz de onların söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmadan onlara izin veriyor. Âyet bu meseleyle ilgili.
Bu âyette, İslamoğlu’nun söylediği gibi Peygamberimiz’i azarlama falan yok. Ama bunu biz söylemeyelim de kendisinin eserlerinde sık sık kaynak olarak gösterdiği Tefsir-i Kebir müellifi Fahreddin Razî söylesin.
İslamoğlu’nun “Peygamberi’i azarlıyor” dediği Tevbe sûresinin 43. âyetinin tefsirinde Tefsir-i Kebir bakın ne diyor:
“Bu, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber’i iyice ta’zim edip (büyüklüğünü gösterip) yücelttiğine delâlet eder. Bu tıpkı, bir adamın kendi nezdinde çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşı senin cevabın nedir? Allah sana âfiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin” demesi gibidir. Binâenaleyh, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten (yüceltmekten) başka bir şey değildir.”
İslamoğlu’nun ileri sürdüğü mesele yeni bir şey değildir. Tarihte, onun gibi “Peygamberimiz’in Allah tarafından azarlandığını” söyleyenler olmuştur. Fakat Tefsir-i Kebir’de Fahreddin Râzî Hazretleri onlara gereken cevabı veriyor. O cevaplar aynı âyetin ( Tevbe 43) tefsirinde zikrediliyor.
Eserlerinde iki de bir Tefsir-i Kebir’e atıf yapan Bay İslamoğlu, mesele Peygamberimiz’in azarlanması olunca, Tefsir-i Kebir’in ne dediğine hiç itibar etmiyor.
İslamoğlu, Hazreti Allah’ın Peygamberimiz’i azarladığını söylese de, ehl-i sünnet âlimleri tam tersini söylüyorlar. Meselâ büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen, bahse konu âyetin ifadesinin, Peygamberimiz’i azarlama değil aksine iltifat olduğunu söylüyor. Ömer Nasuhi’nin ifadesi şöyle:
“…Bu bir iltifattır ve söze başlamak mukaddimesidir.” (Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, c: 3, sa: 1273)
***
İslamoğlu şöyle diyor:
“Hz. Peygamber’in muhteşem bir ahlâk üzere olduğunu söyleyen âyetin içinde bulunduğu Kalem sûresi, Süyûtî gibi Kur’an ilimleri otoritelerine göre ilk inen beş âyetin ardından indirilen ikinci sûredir. Ne ki bizim kanaatımız, bu sûrenin Müddessir’den sonra üçüncü sûre olarak indiği yönündedir.” (Sa: 224)
Şimdi kurnazlığa bakın.
Söylediği gibi, İmam Süyûtî gerçekten Kur’an ilimlerinde otorite. İslamoğlu önce onun Kur’an ilimlerinde otorite olduğunu söylüyor. Sonra sözü bu otorite âlimin söylediğinin isabetsiz olduğuna getirip, “Bizim kanaatımız” diyerek kendi kanaatını ortaya koyuyor.
Demek istiyor ki, “Evet, Süyûtî Kur’an ilimlerinde otoritedir. Ama ben daha otoriteyim. O öyle söylese de yanılıyor. O öyle söylüyorsa da ben böyle söylüyorum. Kur’an ilimlerinde otorite olan Süyûtî’ye göre öyle ise bana göre de böyle” diyor.
Âlim dediğin, işte böyle tevâzû sahibi olmalı değil mi değerli okuyucular.
Bu derece tevâzû da fazla yani. Bu tevâzû karşısında insanın gözleri yaşarıyor…
Ancaaak!
Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, kendisinin aslında İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul etmediğini ortaya koyacağım.
Evet onu otorite olarak kabul etmiyor. Sadece basamak olarak kullanıp kendisini ortaya koyuyor.
Fî tarihinde, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz meselesini de nereden çıkarıyorlar!” diye bir yazı yazdı.
O sırada ikimiz de aynı gazetede yazıyorduk. Kendisine derhal gereken cevabı verdim. O da, İmam Süyûtî’yi Kur’an ilimlerinde otorite kabul ettiğini söyleyerek, o zatın El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinden bir yeri delil getirerek bana cevap vermeye kalkıştı.
Halbuki, İmam Süyûtî orada, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın câiz olduğunu” değil “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olduğunu” yazıyordu.
Zaten bizim ona bir itirazımız yoktu. Çünkü abdestsiz olarak ezbere Kur’an okunabilirdi.
Aramızdaki mesele ise, “Abdestsiz olarak ezbere Kur’an okumanın câiz olup olmadığı”değil, “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulup dokunulamayacağı” idi.
Süyûtî’nin, delil olarak sunduğu El-İtkan kitabında ise “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın haram olduğu” açıkça yazılıydı.
Kitabın cild ve sahife numarasını bildirerek kendisine cevap verdim…
Kendisinin Kur’an ilimlerinde otorite olarak kabul ettiği İmam Süyûtî’, onun söylediğinin tam tersini söylüyordu.
Bu durumda, “Madem Süyûtî öyle yazıyor, öyleyse doğrudur. Çünkü o Kur’an ilimlerinde otoritedir” deyip kabul etmesi icap etmez miydi?
Etmedi…
Hâlâ da etmiyor…
“El elden üstündür tâ arşa kadar” denildiği gibi, galiba o da “Otorite otoriteden üstündür” diyerek kendisini acaba İmam Süyûtî’den üstün mü görüyor ki onun dediğini kabule yanaşmıyor.
Şimdi bu tavır ilmî dürüstlük mü oluyor?..
***
Elimde, ismini biraz sonra arz edeceğim bir kitap var. Kitapta, yukarıda temas ettiğim gibi, birbirinin tam tersi olan ifadeler yer alıyor. Şimdi bu iki ayrı yeri görelim.
1- Kitabın 207. sahifesinde üç yerde ayrı ayrı cümlelerde şöyle deniliyor:
a- “Hz. Peygamberin tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedî denilemez.”
b- “Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez.”
c- “Kur’an’ın tebliğ ettiği İslam’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlış…”
2- Şimdi de aynı kitabın 229. sahifesine bakalım. Orada da tam tersi ifadeler mevcut:
“Yunan-Batı ahlâkı, sınıf temelli bir ahlâktır ve olanı esas kabul eder. Oysa ki olan, olması gerekenden farklı olabilir ve ahlâkın ilkeleri Atina sitesinin zulme dayalı kast sisteminden yola çıkılarak tesbit edilemez. İşte, Muhammedî davetin kadîm Arap ahlâkına getirdiği itiraz da bu olmuş, vahiy, onu baştan sona ilden geçirerek ıslah etmiştir.”
“Muhammedî davet, cahiliyyenin kabileci fikrine dikey ve yatay iki pencere açtı.”
1. ve 2. maddedeki cümlelerdeki altı çizili kelimelere dikkat ederek lütfen tekrar bakalım…
1. maddedeki cümlelerde söylenenle 2. maddede söylenenler birbirine uyuyor mu? Uymadığı ortada…
1. maddedeki üç cümlenin üçünde de “İslam dinine Muhammedîlik, müslümana da Muhammedî denilemez” denildiği halde, 2. maddedeki cümlelerde “Muhammedî davet” kelimesini yazar bizzat kendisi kullanıyor. Yani olamaz dediğini bizzat kendisi yapıyor.
Şimdiii… Aynı kitapta, böyle birbirine uymayan iki ayrı hükmü okuyan okuyucu ne diyecek?
Yukarıda söylediğimiz gibi, “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demeyecek mi? Derse, suçlayacak mıyız?
***
Bazı kimseler, kısır ilimlerini artırmak yerine, ehl-i sünnet itikadını kitaplarına derc eden okyanus gibi âlimlere saldırmayı tercih ediyorlar.
Niçin?
Ehl-i sünnet inancını içlerine sindiremedikleri için.
Böyle olunca da, ehl-i sünnetin okyanus gibi âlimlerine saldırmak onlara vazife oluyor…
Bu saldırıda muvaffak olurlarsa bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar:
1- Bu âlimleri küçük göstererek, onların ilimlerini Müslümanların zihninde geçersiz ve değersiz kılmak.
2- Bu âlimleri zihinlerden silerek, onların eserlerinde anlattıkları ehl-i sünnet inancını silmek…
Bu hususta alabildiğine hırslılar.
İşte bu hırs, onlarda o kadar ileri ki, -yukarıda okuduğunuz gibi- aynı kitapta hırsla birbirine uymayan şeyler yazarak kendi kendileriyle tenakuza / çelişkiye düştüklerinin farkında bile olmuyorlar.
Âlimlere saldırıyorlar dedik ya, hazır laf açılmışken, buna dair bir misal verelim.
İslam âlimlerinden bir zat var: İmam Mâverdî.
Hicrî 4. ve 5. asırda yaşamış olup Şâfii mezhebi üzere pek çok eserler vermiş olan bu zat, şimdi kendi aleyhinde olanlar gibi yazarlık hevesinde olmadığı için, hayatındayken hiçbir eserini açığa çıkarmamıştır. Eserleri, isteği üzerine vefatından sonra yayıldı.
İşte bu büyük âlim hakkında önümüzdeki kitapta bakın hırsla neler yazılmış:
“Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi. Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar. İlâhî adâletle beşerî adâletin arası açıldı. Adâlet sadece âhirete hasredilerek, insanın âdil bir dünya kurma iddiası yok edildi.” (Sa: 229)
Şimdi siz ne dersiniz bunları yazan kişiye?
Yukarıda anlattığım yanlışlarını yani kendi gözündeki merteği görmüyor, başkalarının gözündeki kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
Kaldı ki kendi gözündeki mertek, görüşünü tamamen kapattığı için, başkalarını zaten göremiyor. Bu görüş kıtlığıyla bir de başkalarının gözünde, var olduğunu zannettiği fakat aslında hiç olmayan hayâlî kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
İnsan önce kendi haline bir bakar da ondan sonra başkasını tenkide kalkışır değil mi?
Hem de nedir o öyle İslâmi olmayan kelimeleri bu derece kullanma hırs ve hevesi?
İslâmî meselelerin ele alındığı bir kitapta bu kelimelerin ne işi var?
İslamı, İslâmî kelimelerle anlatabilme kapasiteniz yoksa, ne demeye kitap yazmaya hevesleniyorsunuz?
Nedir o yabancı kelimeler?
Düalist ne demek?
Mistik ne demek?
Formelizm ne demek?
Bu Frengistan menşe’li kelimeleri kullanmak çok mu lezzet veriyor size?
Bunun yanında bir de İslâm âlimlerine ve Müslümanlara iftiranız var ki asıl felâket işte o.
Meselâ, “Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi “ ne demek?
Sanki Müslümanlar kandırılmaya hazır bir topluluktu. Bir Mâverdî çıktı, Müslümanları ikiye böldü. Onlar da bölünüverdiler öyle mi?
İmam Mâverdî, din edebiyle dünya edebini birbirinden ayırmak gibi bir ihanette mi bulundu İslama?
Müslümanları, fıkıhçılar ve mistikler (tasavvuf erbabı) diye esas siz ikiye ayırmıyor musunuz?
Bu iki gurup iki ayrı inanç sahipleri midir ki ayrı ayrı topluluklar gibi ele alıyorsunuz?
Tasavvuf erbabı aynı zamanda fıkıh erbabı değil mi? Olamaz mı?
Tasavvuf erbabı olanların fıkıhla alâkası kesiliyor mu?
Tasavvuf erbabı ibâdetlerini fıkha göre yapmıyorlar mı?
“Fıkıhçılar” denilmesine gelince…
Tasavvufçular aynı zamanda tasavvuf erbabı olamaz mı? Buna bir engel mi var?
Nitekim tarih boyunca olmamışlar mıdır?
Tarihte sayısız kimseler hem fıkıh âlimi olup hem tasavvuf hayatı yaşamadı mı?
Bakın bakın, şu cümlelerdeki iftiralara bakın:
“Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.”
Bir insanın bunları yazabilmesi için, sadece şiddetli bir tasavvuf ve fıkıh muarızı olması kâfi gelmez aynı zamanda büyük bir iftira hazinesinin de sahibi olması lâzım. Aksi takdirde böyle şeyler yazamaz.
Yazara göre, tasavvufçular “İyilik ve takvâyı sosyallikten çıkaran bir ahlâkı benimseyerek” İslamın bir tarafını çökertirken, fıkıhçılar da “bireysel terbiyeyi, ruh terbiyesini ve nefis tezkiyesini görmezden gelerek” İslamın başka bir tarafını çökertip yıkmışlar…
Fıkıhçılar ile tasavvufçular meğer ne şiddetli İslam düşmanı imişler. (!)
Demek, bunların her biri İslamı ayrı cihetlerden bozan guruplarmış da biz bilmiyormuşuz(!)
***
Peygamberimiz’in müşriklerle yaptığı üç mühim harpten birisi Uhud Harbi’dir. Bu harp, Medine dışında, şehre yakın Uhud Dağı eteğinde yapıldı. Yazar Mustafa İslamoğlu, Uhud Harb’i öncesini Üç Muhammed isimli eserinde şöyle anlatıyor:
“Hz. Peygamber düşmanı içeride karşılayıp savunma savaşı yapmak niyetindedir. Fakat, savaş konseyinde bulunan tüm gençler, düşmanla şehir dışında karşılaşıp meydan savaşı yapılmasında israr ederler. Hz. Peygamber, kendi görüşünün tersi olmasına rağmen çoğunluğun bu israrını geri çevirmez ve hazırlık emrini verir. Hatta tam savaşa çıkılacakken, bazıları yaptıklarının stratejik açıdan yanlış olduğunu düşünerek, Hz. Peygamber’e kendi görüşünü uygulamasını teklif ederler. Fakat bu kez de o, “Bir peygamber giydiği zırhı çıkarmaz” diyerek orduya hareket emrini verir.”
Bir-iki yanlışı yok sayarsak, yazarın bu yazdıkları doğru.
Önce şu iki yanlışa işaret edip esas konumuza devam edelim:
a- Düşmanla şehir dışında karşılaşıp meydan savaşı vermek isteyen gençler, yüz yüze savaşmak için can atan heyecanlı genç sahâbîler olup yazarın yazdığı gibi savaş konseyinde bulunan kimseler değillerdi.
b- Yine o gençler, yazarın yazdığı gibi, tam savaşa çıkılacakken yaptıklarının yanlış olduğunu düşünerek kendiliklerinden gelip Peygamberimiz’e kendi görüşünü uygulamasını teklif etmediler. Resûlüllah’a karşı nasıl tavır takınılacağını daha iyi bilen bazı ileri seviyedeki sahâbîler, o gençlerei“Resûlüllah’a karşı yanlış yaptınız. Ona, Yâ Resûlallah! Siz nasıl münasip görüyorsanız öyle yapınız demeliydiniz.
Resûlüllah’tan özür dileyin ve madem şehir içinde müdafaada kalmamızı uygun görüyorsunuz, öyle yapınız deyin” diye uyarmışlar, onlar da bu teklifle Peygamberimiz’e gelmişler, fakat Peygamberimiz (s.a.v.) de bu sefer “Bir peygamber giydiği zırhı çıkarmaz” buyurmuştur.
Bu iki yanlışı böylece düzeltmiş olalım.
Bu yanlışlar gerçi insanın itikadını bozacak ve imandan çıkaracak yanlışlar değil. Böyle yanlışlar sadece bunu yazanın iyi bir siyer bilgisine sahip olmadığını gösterir ve yazar için bir ayıp sayılır. Çünkü, insan iyi bilmediği konulara girmemelidir. Girmesi ayıptır.
Uhud’da önce İslam ordusu gâlip durumdayken, Peygamberimiz’in önceden verdiği tenbihin tutulmaması sonucu bir bozgun yaşanmıştı. Bundan sonrasını Mustafa İslamoğlu şöyle yazıyor:
“Uhud Savaşı’nın bilinen safahatının ardından, Müslüman ordusu bozulunca savaş alanını ilk terkedip uzaklaşanlar, savaş konseyinde düşmanla yüzyüze karşılaşma konusunda en çok israrcı olanlardır. Bunlardan biri olan Hz. Ömer…” (Üç Muhammed, sa: 232)
Hazreti Ömer’e nasıl dil uzatıldığını görüyorsunuz değil mi? Öyleyse, yazımızın başlığının bir defa daha okunmasının tam zamanı…
Değerli okuyucular! Önce bir kâideyi ortaya koyalım:
Bir kimse, Hanefî mezhebinden ise Hazreti Ömer radıyallâhü anh hakkında böyle bir ifade kullanamaz; kullanmış ise o zaman da o kimse Hanefî mezhebinden değildir. Çünkü bu ifade Mâtürîdî mezhebine aykırı olup Hanefîler de itikadda Mâtüridî mezhebine mensupturlar.
Oysa, Hazreti Ömer (r.a.) hakkında bu ifadeyi kullanan zat kendisinin Hanefî mezhebinden olduğunu söylüyor.
Bi kere, yazarın ne demek istedi gayet açık. “Hazreti Ömer savaştan önce, düşmanla yüzyüze karşılaşmakta kendisi israr ettiği halde, ordu bozulunca savaş alanından kaçan da yine kendisi oldu” demek istiyor.
Peşinen, iftiranın bu kadarına da pes doğrusu diyelim…
Çünkü bu, yukarıda bahsettiğim türden basit bir yanlış değil, bir hâdiseyi istismar ederek yapılan açık bir iftiradır.
Savaştan önce düşmanla yüz yüze karşılaşmak isteyenlerin, cihad aşkıyla yanıp tutuşan heyecanlı genç sahâbîler olduğunu söylemiştik. Onların içinde Hazreti Ömer yoktu; bu bir.
İkincisi: Hazreti Ömer radıyallâhü anh asla savaş alanından kaçmamıştır…
Zaten siyer kitapları Bay İslamoğlu’nu yalanlıyor!
Siyer kitapları, Hazreti Ömer’in savaş meydanından kaçmaması şöyle dursun, Uhud’da Peygamberimiz’in yanından ayrılmayan 15 sahâbî içinde Hazreti Ömer’in ismini de zikrederler.
Her biri ayrı asırlarda yazılan bu kitapların yazarları, ruhlar âleminde haberleşip de böyle bir yalan yazmakta anlaştılar mı yani!…
Ve onların topu yanlış ve yalan yazdı da sadece İslamoğlu mu doğru yazıyor?
İslam ehli sünnet mezheblerine mensup olan âlimler içinde, Hazreti Ömer hakkında İslamoğlu’nun kullandığı ifadeyi kaleme alan hiçbir siyer âlimi bulunamaz. Ama Şiîlerde bulunur. Onlar amansız bir Hazreti Ömer düşmanı oldukları için uydurmayacakları yalan yoktur.
Zaten acem (İran) yalanı meşhurdur ya. Dedelerimiz, akıl almaz yalan uyduranlara, “Senin söylediğin acem yalanını geçti” demezler miydi?
Değerli okuyucular! Sayın İslamoğlu, Hazreti Ömer’in savaş meydanından kaçtığını yazmakta yalnız değil. Şiî yazar Ali Şeriatî de aynı şeyi yazıyor.
Kimdir Ali Şerîatî?
İslamın 5 şartından biri olan Hac ibâdeti hakkında “En mantıksız bir eylem” diyen bir pespâye.
Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz hakkında, “O, hayatı boyunca normal bir rûhî yapıya sahip değildi” diyebilen bir rezildi. Toprağı bol olsun…
Nedense, Hanefî mezhebinden olduğunu söyleyen İslamoğlu, Ali Şerîatî’yi öve öve bitiremiyor.
Yine ne hikmetse, Hanefî olduğunu söyleyen İslamoğlu’nun söylediklerinin birçoğu Şiîlerin söyledikleriyle paralellik arzediyor.
Önce Hazreti Ömer radıyâllâhü anhin kim ve nasıl bir zat olduğunu sonra da harp meydanından kaçtığı meselesini ele alalım.
Hazreti Ömer radıyallâhü anh kimdir?
1- İslam ehli sünnet itikadına / inancına göre, Âdem Aleyhisselam’dan itibaren kıyâmete kadar gelecek olan insanlar içinde, peygamberlerden sonra en üstün birinci insan Hazreti Ebûbekir radıyâllâhü anh, ikincisi de Hazreti Ömer radıyâllâhü anh Efendilerimizdir.
2- Peygamberimiz (s.a.v.) bir meseleyi istişâre edeceği zaman ilk önce bu iki zat ile konuşurdu.
3- Bir yerde oturduklarında, Hazreti Ebûbekir (r.a.) Efendimiz Peygamberimiz’in sağında Hazreti Ömer (r.a.) Efendimiz solunda otururdu.
4- Bu iki zattan başka, ashab-ı kiramdan hiçbir kimse, sohbetleri sırasında Peygamberimiz’in yüzüne rahatça bakamazdı.
5- Hazreti Ömer (r.a.) bir mesele hakkında âyet inmesini arzu etse, inerdi. Onun için Peygamberimiz, (s.a.v.) “Allah, hakkı Ömer’in dili üzerine koymuştur” buyurmuştur.
6- Peygamberimiz (s.a.v.) “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer peygamber olurdu” buyurmuştur.
7- Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz, Medine’de Hücre-i Saâdet’te Sevgili Peygamberimiz’le yan yana bulunuyorlar.
Hazreti Ömer Efendimiz’in Peygamberimiz’in yanına defnedilmesine müsaade eden de bizzat Hazreti Âişe Vâlidemiz’dir.
(Gerçi buna Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ Vâiledimiz’in izin vermiş olması sadece bizim için mühimdir. Yoksa şiîler ve şiî-severler için bir şey ifade etmez. Çünkü onlar Hazreti Âişe Vâlidemiz’i sevmezler. )
8- Her sene milyonlarca Müslüman hacca gidiyor. Peygamberimiz zamanından beri 14 asırdır da devamlı hac yapılıyor. 14 asırdır hacca giden Müslümanların sayını milyarlara ulaşmıştır.
Peygamberimiz’i defalarca ziyaret eden bu milyarlarca hacının, her defasında Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz’i de ziyaret edip onlara da selam verdiğini ve onların ruhlarına da Fâtihalar okuduğunu düşünelim…
Bu ne büyük saâdettir.
Kısaca hatırlatmaya çalıştığımız Hazreti Ömer radıyallâhü anh işte böyle bir zat.
Şiîlerde olsun, şiîyyül-meşreb yani şiî-sever olanlarda olsun, Hazreti Ömer’e buğz ve kin hat safhadadır.
Meselâ, Hazreti Ömer’i hançerleyip şehid olmasına sebep olan değirmen ustasının kabri Arabistan da olmasına rağmen, İran’da görkemli bir makam kabri vardır ve ziyaret edilmektedir.
Şiîlerdeki Hazreti Ömer düşmanlığına bir başka örnek:
İran’a giden bir arkadaşım kendisi görmüş. Gördüğünü aynen anlatıyor.
İran’da bir meydanda, mermere “İnnemâ ya’mürü mesâcidallâh…” âyeti kazınmış. Âyetteki “ya’mürü” kelimesi bildiğiniz gibi, dört harfle yazılır: Ye, Ayın, Mim, Re.
Baştaki Ye harfini kaldırırsanız, Ayın, Mim ve Re kalır. Onlar da “Ömer” okunur.
Bu üç harf Ömer okunduğu için, şiînin birisi gidip çekiçle o Ayın, Mim ve Re harflerini kırmış.
Hazreti Ömer Efendimiz’e bu derece düşmandırlar.
Onlar neyse ne de, Türkiye’de basılan ve sünnî / ehl-i sünnet Müslümanlara arz edilen ÜÇ MUHAMMED isimli eserde, Hazreti Ömer’e iftira edilmesi ne oluyor?..
***
Kişinin söyledikleri madem kendisinin tarifiymiş, öyleyse ben de siz okuyucularımıza bir yazarın İslâmî meselelerle ilgili bazı sözlerini aktarayım da siz de bu sözlerden o yazarın tarifini çıkarın.
O yazar şöyle diyor:
1- “…bu nasları (âyetleri) Hz. Peygamber’in okuyuşu (anlayışı demek istiyor) bir “hukukçu” gibi değil bir “peygamber” gibi olmuş…” (Sahife: 242)
Dikkaaat!
Ne demiş, ne demiş!
“Bir peygamber olarak” dememiş de “peygamber gibi” demiş.
Peygamberlerin şahı olan Resûlüllah Efendimiz hakkında, “peygamber gibi” diyerek onu peygambere benzetmek olur mu hiç!
“Peygamber gibi” demek ne demek?
Bir peygamber, peygamber gibi değildir, bizzat peygamberdir.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem zaten peygamber olduğu için kendisine inzal edilen âyetleri “bir peygamber gibi” değil, bizzat “bir peygamber olarak” okumuş, “bir peygamber olarak” anlamış “bir peygamber olarak” tatbik etmiş ve “bir peygamber olarak” da tebliğ etmiştir.
Bu sözün sahibi olan yazar, “Efendim ben peygamber kelimesini parantez içine alarak zaten sizin kastettiğiniz mânâyı kastettim” dese de bu izah hatasını ortadan kaldırmaz.
Eğer o mânâyı kastettiyse, kastettiği mânâyı açıktan açığa yazmasına ne engel vardı da yazmadı?
Yazmalıydı. Yazsaydı ya! Yazmamış, teşbihe / benzetmeye gitmiş.
İmanımız odur ki bütün peygamberler Allah’ın âyetlerini bir peygamber olarak okuyup anlamışlardır. Zaten başka nasıl olacak ki?
Onun için, “Bir peygamber gibi” diyerek teşbihe / benzetmeye gidilmesi kabul edilemez.
Bu usül yani Peygamberimiz’in, âyetleri “bir peygamber gibi” yani peygambere benzer şekilde okuyup anladığını söylemek de yeni çıktı.
Okuyuculara yoksa peygamberimiz hakkında başka ihtimallerin de olduğu mu düşündürülmek isteniyor?
Sevgili peygamberimiz, âyetleri katiyen “bir peygamber gibi” hâşâ bir peygambere benzer şekilde değil doğrudan doğruya bir peygamber olarak okumuştur.
Yazar, şu veya bu şekilde yukarıdaki sözünde bir hata veya bir art niyet olmadığını söylemeye yeltenecek olsa bile diğer sözleri sırada duruyor. Onlar da aynı kitapta. Onlara ne izah getirecek?
Buyurun bir başkasına geçelim:
2- Zina ettiğini itiraf eden veya gördüklerine dair dört şahidin açık beyanıyla zina ettiği kesinleşen evli kimseler, İslâm hukukuna göre kadı / hâkim tarafından recm cezasına çarptırılırlar.
Recm, taşlanarak öldürmektir.
Recmde önce kadı ve şâhitler taş atarlar. Bunlardan herhangi birisi taş atmaktan çekinir veya vaz geçerse, recm cezası düşer ve o kimse recmedilmez.
Peygamberimiz zamanında kendisine recm cezası tatbik edilen kimseler olmuştur. Yukarıdaki sözlerin yazarının da yazdığı gibi, Maiz isminde bir zat Peygamberimiz’e gelip zina ettiğini itiraf etmiş ve kendisine recm tatbik edilmiştir.
Zamanımızda insanlar tarafından recm’in ne demek olduğu biliniyor. Yine zamanımızda –tatbik edilmiyor olsa da- bu İslâmî cezayı ağır gören bazı kimseler “yarası olan gocunur” kabilinden recm üzerinden İslama dil uzatıyorlar.
Sayın Yazarın böyle itirazları bilmediğini söylemek saflık olur. Yazarımız bunu biliyor ve ihtimal ki tepki almamak için kitabında Peygamberimiz zamanında tatbik edilen recm hadisesinden bahsederken recm kelimesini kullanmaktan özellikle kaçınıyor. Recm demiyor da “zinanın en ağır cezası” demeyi tercih ediyor.
Yani kitaplarda açık açık beyan edilen bir cezanın adını anmayıp sükûtla geçiştiriveriyor.
Oysa kitaplarda bu cezanın adı recm olduğuna göre, bundan bahsedilirken de elbette ki recm denilmesi icap eder.
Biz, yazar hakkında hüsn-i zanda bulunarak, -hadi neyse- tenkitlerden çekindiği için recm kelimesini kullanmadığını söylemekten vaz geçelim. Hatta daha ağırını düşünmeyip, “Recm cezasını içine sindiremediği için recm yazamıyor” da demeyelim.
Yazarın, geçmişte aynı cins ve fakat bundan daha ağır bir suçtan ceza alıp hapiste yattığı üzerinde falan da duracak değiliz. Başkaları bu meseleyi kaşısalar da biz “Geçmişte olan bir şey bizi ilgilendirmez. Doğrusunu da yanlışını da Allah bilir. Zaten cezasını da yatıp çıkmış” der geçeriz. Yani işin bu tarafı bizi ilgilendirmiyor.
Ama bizi yazarın recm kelimesini kullanmaktan niçin kaçtığı ilgilendiriyor. İlgilendirdiği için de recm yerine niçin “zinanın en ağır cezası” dediğini kendisine sorup cevabını da bekliyoruz…
3- Az yukarıda “Recm cezasını içine sindiremediği için recm yazamıyor” demediğimizi ifade etmiştik. Fakat yazarın sözlerini üst üste koyunca insan bir yere geliyor ve “Bu zat yoksa recm cezasını içine sindiremiyor mu? Niçin bir türlü recm kelimesini telaffuz edemiyor?” diye düşünmekten de kendini alamıyor.
Çünkü yazar, İslâm hukukunda meşrû bir ceza olan recm hakkında yukarıdaki sözüyle kalmıyor, biraz aşağıda yine recm hakkında “Linçe benzer infaz” diyor.
E canım! Şimdi onun bu cümlelerini okuyanlar, “Bu zatın dili bir türlü recm demeye varmıyor” derlerse haksız mıdırlar?
Baksanıza…
Recme kâh “zinanın en ağır cezası” diyor, kâh “linçe benzer infaz” diyor ama bir türlü cezanın orijinal ismi olan “Recm” kelimesini kullan(a)mıyor.
Recm’e “linçe benzer infaz” demesi ise başlı başına bir saptırma ve İslâm hukukuna iftiradır.
Çünkü linç başka recm başkadır.
Recm, İslâmî kanun ve nizamlara uygun olarak verilen meşrû bir ceza, linç ise bunun tam tersidir.
Linç nedir?
Linç, “Halkın galeyana gelerek bir suçluyu veya suçlu sandığı bir kimseyi yargılamaksızın öldürmesidir.”
Biri tamamen kânûnî, diğeri ise tamamen kanunsuz.
Linç edilen insan suçlu bile olsa, onu cezalandırmak hakkı halkın değil kanunundur.
Velhasıl, tamamen kânûnî ve hukûkî olan recm, yazarın dilinde adâlete uygun bir ceza olmaktan çıkıp kâh “zinanın en ağır cezası” kâh “linçe benzer infaz” oluyor.
4- Yazar, dengesini kaybeden ve nereye yumruk salladığının farkında olmayan bir boksör gibi, Peygamberimiz’in “Had âyetlerinin hükmünün infazını bir “ibâdet” olarak değil bir “önlem” olarak gördüğünü…” söylemek gibi sakim bir değerlendirmede bulunuyor.
Aman Allahım! Bu ne biçim bir değerlendirmedir!
Peygamberimiz, âyetlerin hükmünü bir kötülüğe önlem / engel olarak yerine getirecek de bunu bir ibâdet olarak görmeyecek ha!
Peygamberimiz’in böyle bir şey yapması düşünülemeyeceği gibi, bir müslümanın Peygamberimiz hakkında böyle bir şey yazabilmesi de düşünülemez.
Çünkü, bir kötülüğe engel olmak zaten başlı başına bir ibâdettir.
Dolayısıyla, âyetlerin hükmünü bir kötülüğe “önlem olarak” yerine getirmek, o icraatın ibâdet olmasına engel değildir. Kötülüklere önlem almak zaten en büyük ibâdet değil midir?
Velhasıl, had (ceza) âyetlerinin hükmünün bir kötülüğe önlem olarak tatbik edilmesi, o icraatı ibâdet olmaktan çıkarmaz.
Peygamberimiz’in, yazarın değerlendirmesine uygun hatta ona yakın hiç bir sözü de mevcut değildir.
İslâmî olmaktan fersah fersah uzak olan yukarıdaki değerlendirmeyi, günahıyla sevabıyla değerlendirmenin sahibine bırakıp devam edelim.
5- İnsanlığa İslâmı tebliğ eden Sevgili Peygamberimiz’in kendisi olduğu için, Kur’anı da İslâmı da en iyi anlayan ve anlatan da tabii ki yine Sevgili Peygamberimiz olacaktır.
Her Müslümanın inancı ve imanı da zaten böyledir. Bu husustaki bir tereddüt insanın imanını kökünden sarsar.
Peygamberimiz’in Kur’an’ı ve İslâmı nasıl anladığı hakkında değerlendirmeye gitmek bile -en hafif tabiriyle- haddini aşmaktır. Peygamberimiz hakkında, “Kur’an’ı doğru anladı” veya “Şu meseleyi doğru anladı” gibi değerlendirmeye gidenler, peygamberlik müessesesini de İslâm âdâbını da bilmeyen câhil üstü câhil kimselerdir.
Kimin ve hangi densizin haddinedir ki, Peygamberimiz hakkında böyle bir değerlendirmede bulunsun.
Onun için, muhatap aldığımız yazarı biraz daha yakından anlamaları için okuyucularımızın bu beşinci maddeyi ayrı bir dikkatle okumalarını istirham ediyorum.
Şimdi size, bahsettiğimiz yazarın Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında bir değerlendirmesini sunuyorum.
Bakın Peygamberimiz hakkında ne diyor:
“İlk hırsızlık cezasında, hırsızı malı üzerinde yakalayıp getirene çok sert biçimde çıkışacak, kendisine suçunu itirafa geldiğini anladığı bir adamı daha yaklaşmadan “Aman itiraf etme” diye uyaracaktır. Bütün bunlar, onun “oku” emrini, maksadı okuma şeklinde doğru anladığının bir göstergesiydi.”
Gördünüz mü değerlendirmeyi!
Gördünüz mü haddini bilmezliği!
Adam, Kur’an’ın “oku” emrini ve âyetteki maksadı “Peygamberimiz’in doğru mu yanlış mı anladığını” değerlendirmeye kalkışıyor ve –hele şükür ki- doğru anladığını söyleyebiliyor.
Peygamberimiz’e ne mutlu ki(!), kendisinden 14 asır sonra gelen böyyük bir yazar, Kur’an’ın “oku” emrini ve Allah’ın maksadının ne olduğunu Peygamberimiz’in doğru anladığını kabul ediyor…
Şimdi siz demez misiz: Be adam!
Sen kim oluyorsun…
Bütün insanlar kim oluyorlar…
Kâinattaki bütün varlıklar kim oluyorlar ki, Kâinatın Efendisi’nin âyetleri doğru anlayıp anlamadığı hakkında değerlendirmede bulunabilesiniz?
Peygamberimiz hakkında yanlış anlama ihtimali mi görüyorsunuz ki, “Doğru anlamış” diyorsunuz.
Kur’an’ı da İslamı da Peygamberimiz doğru anlamayacak da kim anlayacak?
Hem de …
Sen O’ndan daha mı üstünsün ki, O’nun tavrının doğru veya yanlış olduğuna karar vermek cesaretini gösteriyorsun!
Her hali, sözü, fiili ve icraatı Allah’ın kontrolü altında bulunan, hatta maddî vücûdu bile de Allah’ın koruması altında olan ve Kur’an’ın bildirdiğine göre, “Asla kendiliğinden konuşmayan, konuşması sadece vahye dayalı olan” Allah Resûlü, İslamı ve Kur’an’ı doğru anlamayacak da O’nun nasıl anladığını tespite yeltenen haddini bilmezler mi doğru anlayacak?
Bir hâkimin bir kimseyi karşısına alıp, o şahıs hakkında hüküm vermesi gibi, sen de Peygamberimiz’in icraatını önüne koymuş hüküm veriyorsun: “Doğru anlamış.”
Onun hakkında Allah’tan başka hüküm verecek bir varlık var mıdır?
Siz kendinizi nerede ve nasıl bir makamda görüyorsunuz ve bu cesareti nereden alıyorsunuz da bu cürme cesaret edebiliyorsunuz!
14 asırlık İslâm ilim çevrelerinde, sizin üstlendiğiniz bu cürme cesaret eden tek bir âlim var mıdır!
Yoktur! Gösteremezsiniz!
Demek ki Peygamberimiz hakkında işlediğiniz bu cürüm hakkında eşsizsiniz, teksiniz, yegânesiniz…
Bu da size âhiret sermayesi olarak yeter de artar…
Ama siz bununla da yetinmiyor, benzer cürümleri işlemeye devam ediyorsunuz; “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” diyorsunuz. (Sa: 245)
Bu ne demek yani? “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” ne demek?
Onun kendisine göre, hâşâ kendi kafasına ve değerlendirmesine göre bir din anlayışı mı var?
Din Allah’a aittir ve Allah nasıl bildirdiyse Hazreti Resûlüllah’ın tebliğ ettiği din aynen odur.
Bunun hâricinde, Resûlüllah’ın kendine mahsus bir din anlayışı mı vardır ki “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” gibi bir söz söylenebilsin.
Ona dini Cebrâil Aleyhisselam vasıtasıyla bizzat Allah celle celâlühû bildirmiş, öğretmiş, belletmiş ve ilham etmiş olduğundan, Resûlüllah’ın kendine mahsus bir din anlayışı olduğunu söylemek asla doğru değildir ve en büyük veballerdendir.
Çünkü din hakkında Allahü Teâlâ’nın muradı ne ise Resûlüllah’ın dini odur. Onun için “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” demek bir mânâda hâşâ “Cebrâil Aleyhisselam’ın dînî anlayışı” ve “Allah’ın dînî anlayışı” demenin başka bir çeşididir.
Ve bunun vehâmeti de ortadadır.
***
Kur’an uzmanı olarak tanınma sevdasında olan bir zat var. Aşağıda ismini vereceğim kitabının 250. sahifesinde Müddessir sûresinin ilk âyetlerine güya mânâ vermiş.
Güya diyorum, çünkü tahmin ettiğiniz gibi verdiği mânâ yanlış. Ayrıca gülünç…
Müddessir sûresinin iki kelimeden müteşekkil 2. âyetine şöyle mânâ vermiş:
“Kalk! (İnsanları) da kaldırıp uyar!”
Mânâ vermeye kalkıştığı âyette iki kelime var. Bu iki kelime Peygamberimiz’e iki emirdir:
Kum fe enzir…
Mânâsı şöyle:
Bahsettiğimiz yazar ise âyete kitabında, “Kaldırıp uyar” şeklinde mânâ vermiş.
Önce şunu bilelim: Âyete eksik mânâ vermek de mânâda fazlalık yapmak da yanlış. Yazarın verdiği mânâda ise hem bir fazlalık yani yanlışlık hem de bir gülünçlük var.
Âyetde “Kalk, (insanları) uyar” buyuruluyor ama, “Kaldırıp uyar” buyurulmuyor. Yani “Kaldırıp” kelimesinin âyette karşılığı yok.
Gülünçlüğe gelelim:
Peygamberimiz’e niçin “Kaldırıp uyar” emri verilmiş olsun ki?
Peygamberimiz gidip insanları yataklarından kaldırıp mı uyaracak?
Veya onlar otururken önce onları ayağa kaldırıp ondan sonra mı uyarma vazifesini yapacak?
Gülünçlük işte bu.
Peki niçin böyle mânâ verirler?
Onu kendilerine sormalı. Olsa olsa farklı görünme, farklı tanınma, farklı bilinme hevesi…
İkinci misal:
Tebbet sûresindeki “Hammâletel hatab” âyetine “Odun taşıyıcı” mânâsı vermesi gerekirken “Laf taşıyıcısı” diye mânâ veriyor. (Sahife: 252)
Yani “Hatab” kelimesi “Odun” mânâsına iken, o “Laf” mânâsı veriyor.
Bu da yanlış…
Gerçi insanlar arasında lâf taşıyanlar hakkında mecâzen “Odun taşıyor” denir ama bu ilk mânâ değildir. Aslolan, âyetin ilk ve esas mânâsını verip ondan sonra gidilecekse mecâzî mânâlara gitmektir.
Âyetlere mânâ vermeye soyunan kimselerin bu usulü bilmeleri icap ederdi.
Yukarıda, ”Önce hafifinden başlayalım“ demiştik ya şimdi hafifler bitti.
Artık yavaş yavaş ağırlarına geçelim:
Yazar, kitabında (Sahife: 255) Fussılet sûresinin 33 âyetine şöyle mânâ vermiş:
“(İnsanları) Allah’a davet eden, değer üreten ve (Allah’a) kayıtsız şartsız teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”
Buradaki “değer üreten” ifadesine dikkat!
İslamda “Amel-i sâlih” denilen bir kavram var. Bu, “Sevap olan ve Allah’ın sevdiği iş ve hareket” demektir. Yazarın “değer üretmek” diye mânâ verdiği, işte “amel-i sâlih”tir.
Yazar, “Amel- sâlih”imizi “Değer üretmek” diyerek değersiz ve anlaşılmaz bir hale getirmiş…
Kabul edilmesi imkânsız….
Yanlışlar Mâûn sûresine verdiği mânâda da devam ediyor.
Bu sûredeki “Namaz kılanlar” mânâsına gelen “Musallîn” kelimesine, “İbâdet edenler” mânâsı verilmiş.
Evet namaz da bir ibâdettir ama verilen mânâ yanlış.
Namaz ile ibâdet arasında “Umum husus mutlak” vardır. Yani her namaz ibâdettir ama her ibâdet namaz değildir. Meselâ hac, zekât ve oruç da bir ibâdettir ama namaz değildir.
Hazreti Allah “Namaz kılanlar” buyuruyor, yazar “İbâdet edenler” mânâsı veriyor. Eğer namaz yerine ibâdet denilecek idiyse Hazreti Allah “Namaz kılanlar” yerine “İbâdet edenler” buyuramaz mıydı? Öyle buyurmamış ve “Namaz kılanlar” buyurmuş.
Bunu değiştirmeye kimin hak ve salâhiyeti olabilir?
Yazar, Mâûn sûresinin Mekke’de bir bütün olarak indiğini kendi kendine bir sebep olarak görerek, hiçbir kâideye dayanmadan bu âyet hakkında, “İbâdet edenler şeklinde çevrilmesi gerekir” diy(ebiliy)or.
İlim haysiyeti bu olmasa gerek…
Hele bir de kendince namazı ve Peygamberimiz’i güya övücü ifadeleri var ki, Yazar’ın İslâmî şuura uzaklık ve yakınlığının tam bir tarifi durumunda.
Şu ifadeye bakınız:
“Namaz, insanda yepyeni bir hayat tasavvurunun oluşmasını sağlar; Allah kaygısını önceleyen bir hayat tasavvuru…”
Allah aşkına, Allah kaygısı ne demek?
Namaz ehli bir kimsede hiç Allah kaygısı olur mu?
Sayın Yazarın İslâmî ifadelere bu derece yabancı olmasını anlamak mümkün değil.
Bir Müslümanda Allah kaygısı değil Allah sevgisi olacağını bu zat nasıl bilemez, nasıl düşünemez hayret!
Bakın Yazarımız nasıl devam ediyor:
“Hz. Peygamber işte bu tasavvur ve bilincin kendisinde mükemmel bir biçimde oluştuğu insandı.”
Mükemmel biçimde oluşmayacak da ya ne olacaktı? Tabii ki öyle olacak. Çünkü O bir peygamberdir ve üstelik kâinatın efendisi olan son resûldür. Her güzelliğin onda en mükemmel şekilde olacağını söylemeye ihtiyaç mı var?
Yazarımız aynı yanlışlığa devam ediliyor:
“Namazın bu gücünü keşfettiği için namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü.”
Allah Allah! Yazarımız “Peygamberimiz’in, namazın gücünü keşfettiğini, namazın kendisine külfet değil haz ve neşe olduğunu” yazmış da biz de öğrenmiş olduk.
Namaz Peygamberimiz’e haz ve neşe kaynağı değil de ya ne olacaktı değerli okuyucular!
Bu sözler, Peygamberliği de peygamberleri de hiç anlamamanın ve anlayamamanın ifadesidir.
Bir peygamber hakkında, “O, Allah’a gerçekten inanıyordu” demek ne kadar yersiz ve ne kadar abes ise, Peygamberimiz hakkında “namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü” demek de o kadar yersiz ve o kadar abestir.
Tarihte hiçbir müslüman yazarın Peygamberimiz’i övme sadedinde böyle bir değerlendirmeye gittiği ne görülmüş ne duyulmuştur.
Bu tür sığ, basit ve zorlama değerlendirmeleri, bırakalım bu dini yaşamayıp İslamı sadece kitaplardan öğrenen gayr-i Müslimler yapsınlar. Bize ne oluyor?
Onun için, Sayın Yazar’ın bu satırları nasıl kaleme aldığını anlamak tarafımızdan mümkün olamamıştır.
Sonra, böyle değerlendirmeler Hazreti Resûlüllah hakkında değil onun ümmetleri hakkında yapılır. Peygamberimiz hakkında ise böyle bir değerlendirmeye gitmeye asla yol yoktur.
Öbür taraftan, bu sözler Peygamberlik müessesesini hiç mi hiç bilmemenin ispat ve ifadesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu sözler, Peygamberimiz’i değil, sahibi olan yazarın Peygamberlik anlayışını anlatan ifadeler olmuştur.