İngiliz Casusu Hempher’in İtirafları
Bu bölümde ise, tarihi gerçekleri dikkatlice okuyunca İngiliz casusu Hempher’in itiraflarını ve vehhabiliğin fikir babasının aslında kimler olduğuna dair ön bilgilere sahip olacaksınız. Hempher’in, Muhammed bin Abdulvahhab’ı nasıl kandırıp yoldan çıkardığını anlayacaksınız. Ayrıca, Hempher’in bu işi yaparken pek de zorlanmadığını göreceksiniz. İkisi de aradıklarını biribirlerinde bulmuşlardır. İngiliz casusunun istediği fitne çıkartacak bir adam, Muhammed bin Abdulvahhab’m istediği ise maddi menfaat ve her türlü destektir.
Aşağıdaki bilgiler “İngiliz Casusunun İtirafları”1 adlı kitaptan özetlenerek alınmıştır.
Hempher, sömürge bakanlığından aldığı casusluk vazifesiyle daha Önce de bildiği Türkçe’yi, daha iyi konuşabilmek için İstanbul’da iki yıl kaldı. Burada Türkçe ile birlikte Kuran-ı Kerim okumayı ve İslam Dininin inceliklerini, Ahmet Efendi isminde bir alimden, kendisini Muhammed admda bir müslüman gibi tanıtarak öğrendi. Bu iki yıl sonunda Londra’ya dönüp hilafet merkezi ile alakalı bir rapor sunup yeni emirler alarak müslümanlar araşma ihtilaf sokmak amacıyla Basra’ya doğru yola çıkan Hempher, anlatmaya devam ederek; son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittiğimde, İngiliz Sömürge Bakanlığı Sekreteri, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
“Hempher! Bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hükmedebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, halkı, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir/’ Müslümanların birlik beraberliği ve kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz,” dedi. Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve biraz da Hıristiyan vardı.
Bir marangozun yanmda çok az bir ücretle bir iş bulup oraya yerleştim. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanmda toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi. Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkmdan zannediyorlarmış.
Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arapça, Farca, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdulvahhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?
Necid’li Muhammed, sünni idi. Sünnilerin çoğu, şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necid’ii Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve “Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok/’ diyordu. Bu husustaki hadislere de hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necid’ii genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.
Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’am ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalanndandı. Bu mağrur genç nerede, Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.
Necid’ii genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, “Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum,” derdi.
Ben, Necid’ii genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona: “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin,” dedim.
Onunla Kur’an-ı; sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’am okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.
1 İngiliz Casusunun itirafları ve İngilizlerin islam düşmanlığı, Tercüme: M. Sıddık Gümüş, Hakikat Kitabevi yay. 63. Baskı, İstanbul-2009. Bu kitap Hempher’in anıları, “Ortadoğu için İngiliz Casusu” başlığıyla, Alman Spiegel dergisinde yayınlanmış. Sonra Bir Lübnanlı doktor bu belgeyi Arapçaya tercüme etmiş ve oradan İngilizce ve diğer dillere tercüme edilmiştir.
Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müt’a nikahı caizdir, dedim. İtiraz etti ve Hz. Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan mut’a nikahını yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi, dedi. Ben, sen hem Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer; Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum, demiştir.1 Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun, dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel mut’a nikahı ile birer kadm alalım. Onlarla eğleniriz, dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadm bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada müslüman gençleri yoldan çıkarmak için, sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, hıristiyan kadınların yamna gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necid’li genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necid’li genç için bir haftalık mut’a yaptık. O da kadma ücret olarak biraz altm verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necid’li genci avlamaya başladık.
Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.
Mut’a nikahının üçüncü gününde, Âyet ve Hadis’lere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve “içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir” dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, “Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı,” dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakam ile vedalaştığım zaman bana, “Biz İspanya’yı müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım,” demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.
Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, “Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?” dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkma tecavüz etmemektir. Peygamber, “Din sevgidir” dememiş mi? dedim.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularım Safiye sayesinde, ele geçirdim.
Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu? dedim. “Evet”, dedi. Bunun üzerine, İslam’m ahkamı geçici mi, devamlı mı? dedim, “devamlıdır. Zira Peygamberin helali kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır,” dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk. O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.
Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necid’li genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu. Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşıla maktı. İstikbalinin çok parlak olacağmı söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum:
– Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. “Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin,” dedi. Siz, “Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?” dediniz. Peygamber cevaben, “Sen büyüksün, hiç korkma,” dedi. Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa “doğru mu,” diye sordu. Ben de, her seferinde yemin ettim ve elbette doğrudur, dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.
Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onlarm ilim ve ruhaniyet merkezi Kerbela ve Necef şehirlerine gitmek için, Londra’dan emir geldi. Necid’li genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamm, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.
Nihayet Londra’ya dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyet-lerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun raporlar vermişler. Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.
Bakan, Necid’li genci elde ettiğime çok memnun oldu. “O, bakanlığımızın aradığı bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer,” dedi.
Ben de: “Necid’li genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir,” dedim. “Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden dönmemiştir. İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir,” dedi. Kendi kendime dedim ki: “Necid’li genç nasıl sırlarını başkasma anlatabilir!” Bunu bakana sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necid’li genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve “Ben Şeyh Muhammed’in [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi,” diyerek, Necid’li Muhammed’i aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.
Necid’li Muhammed bana: “Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla müt’a nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müt’a ile, hayatımm en neşeli dakikalarını geçirdim” dedi.
Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, bakanlığın hıristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup, bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necid’li genci ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.
Londra’da bir ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necid’li Muhammed ile görüşmek üzere, Irak’a gitmek için emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana dedi ki: “Necid’li Muhammed hakkmda bir ihmalkârlık yapmayasm! Casuslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı gibi o, planlarımızı gerçekleştirmek için çok uygun bir ahmaktır. Onunla açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur: Görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarmdan ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır. Bakanlık da, bu şartları kabul etmiştir.”
Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta, ne yapmam gerektiğini sordum. Cevabmda: “Necid’li Muhammed’in tatbik etmesi için, bakanlık ince bir plan hazırlamıştır.”
Şöyle ki:
1. Bütün Müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin ve mallarını ellerinden almanın; namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle ve hanımlarım cariye yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.
2. Hac ibadetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp, mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.
3. Müslümanları, Halifeye itaat etmekten men etmeye çalışacak. Onları Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak.
4. Mekke, Medine ve diğer İslam ülkelerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk olduklarım söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan edecek.
5. İslam ülkelerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.
6. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışacak.
Sekreter, yukarıdaki altı maddelik planı söyledikten sonra dedi ki: “Bu büyük program seni korkutmasm. Çünkü vazifemiz, İslamiyet’i yok etme tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesiller gelecektir. İngiliz hükümeti, sabretmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmiştir.”
Bir kaç gün sonra, bakan ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma veda ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Yorucu bir seferden sonra, nihayet geceleyin Basra’ya vardım. Abdürrızanın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana: “Necid’li Muhammed bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti” dedi. Mektubu açtım. Memleketi olan Necid’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıktım. Onu evinde buldum.
Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de geri döndüğümü herkese söylemek için anlaştık. Beni halka böyle bildirdi.
Onun yanmda iki yıl kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık. Nihayet, 1730’da, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için, etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim. Düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini arttırıyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek istiyordu. Ama onu yalnız bırakmıyor, azmini kamçılıyordum.
Biz daima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Bundan dolayı muhaliflerine karşı, parayla satm aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar vermek istediğinde, onlar beni haberdar ediyor, ben de zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum.
Planın 6. maddesini icra edeceğini bana vaad etti: “Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim” dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini yapması mümkün değildi. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşir etmeyi de red etti. Bu hususta, en çok Mekke’deki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu. Bana, “Bu hususu açıkladığımız taktirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz kalacağız,” dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar müsait değildi.1
Sömürgeler bakanlığı, birkaç yıl sonra Deriyye emiri Muhammed bin Suud’u da safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bu haberi vermek ve her iki Muhammed’in arasmda muhabbet ve yardımlaşmayı tesis etmek için, bir haberci gönderdi. Müslümanların kalplerini ve itimatlarım, dini yoldan temin için, Necid’li bizim Muhammed’den; siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Suud’dan istifade ettik.
İngilizler, bu ikisi arasında yakınlık kurabilmek için akrabalık bağı oluşturmuşlardır. Nitekim; Muhammed bin Suud, Muhammed bin Abdulvahhap’m eniştesidir.2
Böylece, devamlı kuvvetlendik. (Necid bölgesinde olan) Deriyye şehrini merkez yaptık. Din olarak da VAHHABİLİK dinini tesis ettik. Bakanlık, yeni vahhabi hükümetini gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet: Arapçayı ve çöl muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 İngiliz subayım, köle ismi altında satın aldı. Planları, biz bu
1 Daha sonra gelen vahhabiler anlaşmanın bu maddesini de yerine getirmişler ve bir çok
Ayet-i Kerime’lerin manalarını kendi istedikleri gibi değiştirerek çarpıtmışlar. Günümüzde, “Kuran-ı Kerim’i 20. Yüzyıla göre yeniden tefsir edelim,” diyenlerde aynı amaca hizmet etmektedirler.
2 Ebu Zehra, İslam’da Siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler tarihi, Mütercim: Abdulkadir
Şener, Hisar yay. İstambul s. 261.
subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her iki Muhammed de, gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Bakanlığın özel bir emri olmadığı zaman, konuları biz karara bağlıyorduk.1
Kısacası, İbn-i Teymiye’nin fikirleri ile İngiliz casuslarından Hempher’in yalanlarının karışımına Vahhabilik, denilmektedir. Görüldüğü üzere vahhabilik, bir çok batıl fikrin karışımıdır. İslam’m en büyük düşmanının, kimler olduğu, bütün dünyadaki müslümanlarm itikadını bozmaya çalışan ve hızla yayılan Vahhabiliği, aslmda kimlerin kurdurduğu ve onları nasıl beslemekte olduğu çok net görülmektedir.
Eyüp Sabri Paşa ve o zamanın Safi müftüsü Ahmet bin Zeyni Dahlan; vehhabiliğin, İngiliz altın ve yardımları ile kurulduğunu olayların başından beri söylemekteydiler. İngiliz casusunun itirafları ise çok daha sonraları yayınlanmıştır. Dolayısıyla bu durum, Eyüp Sabri Paşa ve zamanm müftüsünün verdiği bilgilerin ne kadar doğru ve güvenilir kaynaklardan alındığının en önemli göstergesidir. Çünkü; İngiliz casusu bu zaatların söylediğine paralel bu
bilgileri, uzun yıllar sonra itiraf etmiştir.
1 Bu söz, Hemper’in Muhammed b. Abdulvahhab’ı kandıra bilmek için söylediği bir yalandır. Mut’a nikahı gerçekte ise bizzat Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) tarafından yasaklanmıştır