“İlim, İlim İçindir” Anlayışı Bizi Kurtarmaz!
(İLİM ADAMLARIMIZA AÇIK MEKTUP!)
Müslüman toplumun en önemli dinamikleri, “ulemâ” (âlimler), “ümerâ” (yöneticiler) ve “ağniyâ” (zenginler) dan oluşmaktadır.[1] Toplumun huzur ve saadete kavuşması, düzen ve intizamın tesis edilebilmesi, bu üçlü gruptan her birinin görevini bihakkın yerine getirebilmesine bağlıdır. Bu dinamiklerden herhangi biri, üzerine terettüp eden sorumlulukları ihmal ederse, o toplumda düzen ve asayiş sarsılır.
Bu üç sınıftan, ilahi ölçüleri hatırlatma ve manevi dinamikleri koruma adına en önemli sorumluluk, ulemanın sırtındadır. Ulemânın toplumu irşad etme görevi yanında, ümera ve ağniya’ya karşı da ayrıca sorumluluğu vardır. Cenâb-ı Hakk, sorumluluklarını yerine getireceklerine dair ilim sahiplerinden ezelde söz almıştır.[2] Ulemâ sorumluluğunun farkında olmaz da yanlışlar karşısında susarsa, ümerâ ve ağniya’nın hataya düşmesine sebebiyet verir. Neticede bu üç sınıfın ihmal ve hatasının kötü sonuçları ise bütün topluma yansır. Bu konuda İzzet Molla’ya nispet edilen; “Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harab; Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb“ sözü, oldukça anlamlıdır.[3]
İmam Buhâri (r.aleyh) de Sahih’inde şöyle demektedir:
“Devlet idarecileri, icra edecekleri mubah işlerini güvenilir ilim ehliyle daima istişare ederlerdi. Kur’an ve sünnet’te açıkça belirtilen konularda ise haddi aşmaz, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uyarlardı.”[4]
Ulemanın üzerindeki sorumluluk, ilahi mesajı saptırmadan ortaya koymak ve yeri geldiğinde ümera ve ağniya’ya bu mesajı usulünce hatırlatmaktır. Bunun karşısında ümera ve ağniya’ya düşen görev ise, kendilerine bildirilen ilahi mesaja kulak vermektir. Ümerâ bu uyarıya kulak vermek yerine, ulemaya ayar vermeye yeltenirse, bu yanlış tutum bütün toplum hakkında vahim sonuçlar doğurur. Buna göre toplumda sorumluluğun ilk ve en önemli basamağı, ulema üzerinde dönüp dolaşmaktadır. İlim sahibi bir şahsiyetin, ilahi mesajla örtüşmeyen hata ve uygulamalar karşısında hatırlatıcı rol üstlenmesi şöyle dursun, bir de kötü manzara karşısında memnuniyet ızhar etmesi, Allah’ın apaçık yasakladığı fiillerin icrasını keyfi te’villerle ört bas etme yoluna gitmesi, en başta Allah’a, ondan sonra da topluma ve ümeraya karşı apaçık bir ihanettir. Onun içindir ki Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz, “ümmetim hakkında en çok korktuğum, lisanı bilgelik saçan münafıklardır” buyurmuştur.[5] Aleyhissalatu vesselam Efendimiz, aynı endişesini, “el-eimmetü’l-mudıllûn” dediği “saptrıcı idareciler/imamlar/önderler” hakkında da dile getirmiştir.[6]
O halde toplumda âlimin görevi, ilahi mesajın ışığıyla hadiselere ayna tutup halkı ve idarecileri aydınlatmaktır. Bu ağır ve önemli sorumluluğu ifa edebilecek kişinin öncelikle gerçek bir alim sıfatını haiz olması gerekir. Dini ilimleri yeterli düzeyde Allah rızası için tahsil edip, tahsil ettiği bu ilmi öncelikle kendi nefsinde ihlas ile yaşayan ve sonra da ilmiyle irfanıyla halkı irşad eden bir kimse, gerçek âlimdir. Rabbimizin, “Allah’ın kulları içerisinde Allah’tan korkanlar, ancak alimlerdir”[7] buyurduğu bu özellikteki ilim ehlidir. Bu bağlamda Rasülüllah Efendimiz (s.a.v.), ulemâ ile boy ölçüşmek, sefihlerle tartışmak yahut da insanların itibarını kazanmak için ilim öğrenmeyi nehyetmiş, İslami ilimleri Allah rızası dışında tahsil edenleri de inzâr etmiştir.[8]
Kur’an-ı Kerim; ilim, hikmet ve peygamberlik verilen bir kimsenin, insanları kendine kulluğa çağırmayacağını, sadece ve sadece Allah’a kulluğa çağıracağını haber vermektedir.[9] Bundan dolayı âlimin, yapacağı manevi hizmet karşılığında dünyalık bir menfaat gözetmemesi ve Allah rızası dışında amaçlara yönelmemesi gerekir. Aksi halde, “âlim” sıfatını yitirir ve ilimden kaynaklanan farklılığını kaybeder. En sonunda da şahsiyet zaafına uğrar.
Bu konuda Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz şöyle demiştir:
“Üç şey vardır ki onlar dini yıkar perişan eder: Alimin şahsiyetsizliği, münafık kimsenin Kur’an hakkında tartışması ve saptırıcı idareciler/önderler/imamlar.”[10]
İlim, toplumun en önemli hayat damarıdır. Toplumda bütün ilim dallarında uzman kişinin yetiştirilmesi farz-ı kifayedir. Bunlar içerisinde, ahiret boyutu ve yaratılış amacına da yönelik olması hasebiyle İslami ilimlerin ayrı bir yeri vardır. Yaratılış gayesini unutmuş ya da önemsemez hale gelmiş bir toplum, manen ölü toplumdur. Yukarıda belirtilen görevleri dahilinde topluma manevi hayatı kazandıracak şahsiyet, “İslam âlimi”dir. Toplumda yeterli düzeyde ve sayıda “gerçek âlim” varsa, o toplum manen diri toplum namzedi demektir. Toplumun manevi hayatını koruması amacına yönelik olarak Cenâb-ı Hakk, topluca savaşa giderken bile, savaş dönüşü toplumu irşat etmek üzere bir grubun seferden geri kalarak yurtlarında ilim tahsil etmelerini, dolayısıyla o grubun savaşa katılmamalarını bir nevi emretmektedir.[11] Demek ki, ilim tahsili ve toplumun irşadı, farz olan seferberliğe bile katılmaya mâni olacak kadar önemli bir husustur.
Ya savaş dahi yokken, yeterince ilim tahsil edilmiyorsa yahut ilim tahsil eden kimseler, ilahi bir emir ve en kutsal görev olan irşad vazifelerini ihmal ederek toplumda sıradan biri gibi yaşıyor hale geldilerse, ayet-i kerimedeki hassasiyet karşısında bu durum nasıl izah edilebilir acaba? Âlimler toplumda irşad vazifesini yerine getirmiyorlarsa, sıradan halk gibi gündelik hayatın girdabında kaybolup gitmişlerse, herkes gibi akıntıya kürek çeker hale geldilerse,[12] yok hükmünde değiller midir?.. “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir”[13] denilmişse, sorumluluğunu ifa etmeyen âlimlerle (!) dolup taşmış bir toplum da ölmüş gibidir diyebilir miyiz? Ha toplumda alim olmadığından dolayı toplum çığırından çıkmış; ha âlim vazifesini yapmadığından dolayı toplum çığırdan çıkmış! Her iki durumda da sonuç aynı değil midir? Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz, ahir zamanda ilmin kaldırılacağını haber veriyorsa,[14] âlimin vazifesini yapmadığı zamanda da ilim kaldırılmış gibi olmaz mı? Bu durumda, “ne âlimsiz bir toplum tasavvur etmeye gerek var, ne de alimin vefatını beklemeye gerek var” demek mübalağa olmasa gerektir! Bu noktada, “saptıran alim görüntülü zındıkların kol gezdiği bir dünyada, saptırmadan yerinde oturan âlimin dahi elini öpeyim” diyenler de olabilir…
Bilindiği gibi, kıyamet alametlerinden söz eden hadisi şerifte, ahir zamanda ilk kaldırılan emanetin, “ilim” olacağı haber veriliyor.[15] İlim kaldırıldıktan sonra onu takip edecek afetler bellidir: Cehalet, zina, içki, bencillik, cimrilik, hırs ve tamah, kargaşa ve kaos gibi ferdi ve içtimaı felaketler… Zira ilmin ortadan kaldırıldığı bir dünyada artık “âlim” de yok demektir. Dolayısıyla toplumu ve olayları ilahi mesajla aydınlatacak şahsiyet de kalmayacaktır. Bunun neticesinde toplum, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edemeyecek ve sürekli yanlışlara sapacaktır.
Ne yazık ki günümüz şartlarında yeterli düzeyde ve sayıda alim yetiştirebildiğimizi söylemek mümkün değildir. Her geçen gün de durum kötüye gitmektedir. Herkesin alabildiğine dünyaya meylettiği bir ortamda, Allah rızası için İslami ilimlere talip olanı bulmak oldukça az. İslami ilimlere destek verilmesi hususunda da aynı manzara hâkim. Bugün dini yüksek tahsil veren fakültelerdeki yerleşik düzen, ilim yolcusu olması gereken genç beyinleri en verimli çağlarında, lüzumlu olanı öğrenmeye değil bir an önce “titr” kazandıracak tek yönlü ve tek konulu araştırmalara sürüklemektedir. İster istemez çoğu aday bu olumsuzluktan nasibini almaktadır. Neticede bu durum adayı, “ilim, Hakk için ve halk için” anlayışına değil, “ilim, ilim içindir” ya da “ilim, birey içindir“ anlayışına sürüklemektedir. Dolayısıyla çoğu kere bu çalışmalardan Müslümanın kandiline yağ damlamamaktadır. Kandile yağ damlaması şöyle dursun, pekâlâ müşahede ettiğiniz gibi bu temelsiz ve lokal çalışmalarla, geleceğin rehberi olacak dimağlar bile zehirlenebilmektedir. Başka bir ifadeyle bu durum, İslami ilimlerde tekemmül etmemiş bir adayın sapmasına dahi yol açabilmektedir. Kur’an’ı, sünnet’i, İslam fıkhını ve akaidini yeterince tanıyıp öğrenmeden belli bir “titr” ile halkın ve öğrencinin karşısına hoca sıfatıyla çıkmak, “geliyorum” diyen facianın başlangıcını oluşturmaktadır. Bugün ekranlarda avaz avaz sesleriyle halkın temel inançlarıyla dalga geçerek onları inkâr etmeyi terakki ve hizmet kabul eden teologların veya hoca kılıklıların serüveninde, bu gerçeğin rolü büyüktür.
Bütün bu problemlerin yanında, günümüz dünyasının mevcut şartlarının ve İslami ilimlere bakış açısının, içerik ve amaçlılık yönüyle bu ilimlerin tahsilini erozyona uğrattığını da söyleyebiliriz. Önceki mevcudun 4 katına varacak derecede ilahiyat fakültelerinin sayısının kısa sürede artırılması da kanaatimizce bu sorunu tetiklemiştir.
Kulakları çınlasın, 28 yıl önce ilahiyatı bitirip yüksek lisansa başladığımızda, gerçekten “üstad” ve Profesör bir hocamız,[16] bizimle yaptığı bir toplantıda, “çocuklar, ömrünüz, iğne ile hep derin kuyu kazmakla geçmesin! Yapacağınız çalışmada bizim kandilimize de yağ damlasın” demişti. Ne kadar güzel bir öğütmüş, meğer. Allah kendinden razı olsun, hayırlı hizmetlerle sağlıklı ömürler bahşetsin. Hocamız’ın bu sözü o günden bugüne kulağımda çın çın ötmüştür. Bu sözün kıymetini bugün daha da iyi anlayabiliyorum…
İlim dünyasının sorunları bunlarla da sınırlı değil. Ne yazık ki yetişmiş ilmi şahsiyetlerin çoğunun, toplumda ortaya çıkan olumsuzluklar karşısında sürekli olarak susmayı tercih ettikleri ve yanlışlara parmak basmaktan çekinir hale geldikleri görülmektedir. İlim adamlarının, yanlışlar karşısında suskun kalmalarının, toplum açısından son derece zararlı bir tutum olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu suskunluğun nedeni, nemelazımcılık mıdır, eyyamcılık mıdır, üzerimize ölü toprağı serpilmiş olmak mıdır, yoksa rızık ve istikbal endişesi midir bilinmez… Bu hususun istisnaları varsa da kâfi oranda değildir. Özellikle dünyalık beklentiler dolayısıyla akıntıya kürek çekmek, hiçbir zaman âlime de sıradan mü’mine de yakışan bir tutum ve davranış olamaz.
Muhterem hocalarımız incinmezlerse bu hususla ilgili güncel ve somut bir örnek de vermek isteriz: Diyanet’te son 15 yılda cereyan eden, “ılımlı İslam” hareketi ve “dinler arası diyalog” olarak değerlendirilen olumsuzluklar karşısında genel olarak hocalarımızın ya sessiz kaldıklarını yahut da sadece kendi aralarında adeta fısıltıyla konuşmayı tercih ettiklerini müşahede etmişizdir. Zaman zaman, sanki hırsızı değil ev sahibini suçlamaya benzer uyarı ve tepkilerle de karşılaşmışızdır. Dahası, bundan daha beteri de var: Diyanet’te belli kimlikleriyle üst düzey görev yapmış ve halen yapmakta olan bazı seçkin hocalardan, kurumdaki kitap ve kayıtlarla sabit olan İslam itikadına karşı olumsuzlukları bizzat bilip-görmelerine rağmen, Diyanet faaliyetlerini ve o günün Diyanet temsilcilerini gazetelerde boy boy savunan ilim ve tasavvuf ehline dahi rastladık!.. Hangi sâikle bunu yapabildiler anlamak mümkün değil… Ne yaptıklarının farkında olmalılar ki, sabık Diyanet yönetimi görevden uzaklaşmaya yüz tutunca, pür manşet verdikleri röportajı ilgili gazetenin internet sayfasından sildirmek zorunda kalabildiler!..
Âlimler vazifesini yapmazsa, gerçekleri saklarlarsa, bir de bunu halkın gözü önünde dini kisveleriyle yaparlarsa, üst düzey devlet adamlarının olumsuz gidişattan haberdar olmaları ve gerekli tedbirleri almaları ne mümkündür!
Görüldüğü gibi, ahir zaman toplumu olarak belki bugün bizim en büyük problemlerimizden birisi “nemelazımcılık”tır. Yukarıda arz ettiğimiz gibi âlim bir zatın, halkın peşine düştüğü gündelik biteviye tartışmalar içerisinde kaybolması, toplum için son derece zararlı bir tutumdur. Alim vasfı taşıyan bir zatın, halktan farklı bir sorumluluğu olduğuna göre, söylem, tavır ve davranışlarını da ona göre belirlemesi gerekir. Bu yüzden âlim, ilmi sorumluluğunun gereği olarak, kötülükle mücadele ve irşat misyonunun farkında olmak zorundadır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[17] ayet-i kerimesine bu yönden de bakmak lazım. Bu misyondan uzak olan bir âlim, meyve vermeyen ağaca benzer. O ağaç, ister baştan meyvesiz olsun, isterse meyvesini saklayıp çürütmüş olsun, netice değişmez.
Sözü edilen problemlerin başlıca nedeni, bugün ilmin gayesinin çoğunlukla dünyalık araç haline getirilmiş olmasıdır. Dünyalık gayelerin esiri olmuş bir ilim adamı, konjonktürel olmaktan öte geçemez. Böyle bir ilmin, değil toplumu, kişinin kendisini bile kurtarması zordur. İslami ilimleri, dünyalık maksatla tahsil etmek veya tahsil edilen ilmi bu uğurda kullanmak, en büyük talihsizliktir. Bu yüzden dini ilimleri dünyaya alet etmek, pek çok hadis-i şerifte zemmedilmiş ve bu hataya düşenleri ahirette kötü sonuçların karşılayacağı haber verilmiştir.[18]
Toplumda ortaya çıkan hataları, ilmin aydınlığında ıslaha çalışmanın kolay ve ucuz bir iş olmadığını da biliyoruz. Zira işin sonunda “aforoz” edilmek de vardır! Aforoz edilmekten öte, tarih, İslam alimlerinin başına gelen akla hayale gelmedik tecziye ve işkence örnekleriyle doludur. En büyük imamlarımızın yaşadığı acı gerçekler, ibretlik birer anı olarak kitaplarımızda yerini muhafaza etmektedir. Asırlar boyu Müslüman dünyaya rehber olmuş ve halen de bu misyonları devam eden mezhep imamlarımız, sözde İslami idareyi temsil edenler tarafından zindanlara atılmış, kırbaçlara maruz bırakılmıştır. Bu imamlardan, işkenceden veya uzun süre zindanda kalmaktan mütevellit hayatını kaybedenler de olmuştur. Tarih şuna da şahit ki, o günün âlimleri, bu haksız cezalandırmalar karşısında dahi sorumluluklarını ihmal etmemişler, ölmek pahasına da olsa kara kaplı kitabın ortasından okumaya devam etmişlerdir.
Öyleyse gerçek âlim, sonucu ne olursa olsun her halükârda görevini îfâ etmeli, dünyanın faniliğini ve hesap gününü unutmamalıdır. Zira “emr i bi’l-ma’ruf” ve “nehy i ani’l-münker”, Kur’an-ı Kerim’de “azmedilmeye değer işler“ cümlesinden anılmıştır.[19] Aksi halde, âlimin örnek yaşantı sergileyemeyişi ve sorumluluğunu ihmal etmesi, yukarıda belirtildiği gibi dünyanın fesatla dolmasına yol açar. Allah da bu fesada sebebiyet verenleri Ahirette rezil ü rüsvay eder. Neticede sabıkalı kul, o gün, ya Allah’ın huzurunda kendi kendine hakaret eder[20], ya bağırsakları karnından fırlamış halde değirmen taşı döndüren merkepler gibi insanların arasında dolaşır,[21] yahut da başka bir perişanlık içerisinde rezil olur. Allah muhafaza eylesin!
Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in, toplumun fesadı zamanında insanları ıslaha çalışanlar hakkında müjdelediği[22] “guraba/garipler” dan olmak varken, ilim tahsil etmiş bir kimsenin, Ahirette rezil ü rüsvay olması ne büyük kayıptır! Öyleyse bu müjdeye nail olabilmek için, mümin kişi olsun âlim kişi olsun, el birliği içerisinde insanlığı ıslaha koyulmalıdır. Bu “ıslah”a kimi ilmiyle, kimi maddi desteğiyle, kimi de nüfuzuyla katkıda bulunabilir. Hiçbir bir imkânı bulunmayan ise duasıyla destek verir.
Mevla bizleri, önce kendimizi, sonra da toplumumuzu ıslah edebilenlerden eylesin. Ahir zamanda müjdeye nail olan ıslah ehli “gurabâ“dan eylesin. Bizleri, ihlas dolu sâlih amellerle müzeyyen kılsın. Neslimizi de yolundan ayırmasın. Ve Ümmet-i Muhammed’i, sorumluluğunu müdrik âlimlerden mahrum etmesin. Âmin!
“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan/korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım!”[23]
Sürç-i lisan oldu ise affola!
24.11.2017
Dr. Ahmet Gelişgen
www.ahmetgelisgen.com
[1] Konu ile ilgili bazı hadis-i şerifler için bkz. Buhâri, İ’tisam , 28; Ebu Davud, Fiten, 1; Tirmizi, Fiten, 38, 51; İbn Mâce, Fiten, 9; Ahmed, I/22, 42, 44; III/321, 399; V/145, 278, 284; VI/441; Darimi, Mukaddime, 23. [2] Âli-İmrân, 3/187. [3] Sözün anlamı: “Malumdur ki, dünya günah işlemekle harap olmaz; dünyayı asıl harap eden sebep, alimlerin yağcılığıdır.” [4] Buhâri, İ’tisam, 28. [5] Ahmed, I/22, 44. [6] Ebu Davud, Fiten, 1; Tirmzi, Fiten, 51 (Tirmizi hadisi, hasen-sahih olarak nitelemiştir); İbn Mace, Fiten, 9; Dârimi, Mukaddime, 23; Ahmed, I/42; V/145, 278, 284; VI/441. [7] Fâtır, 35/28. [8] İbn Mace, Mukaddime, 23; Dârimî, Mukaddime, 34; Ahmed, I/190. (Hadisi, Tebarani de de rivayet etmiştir.vardır. Şahidleriyle birlikte hadis makbuldür. [9] Ali İmrân, 3/79. [10] İmam Şatibi, İ’tisam, s. 545. [11] Tevbe, 9/122. [12] Bkz. Müzzemmil, 74/45. [13] Hadis olarak kaydına rastlamadık. [14] Bkz. Buhârî, Tefsîru Sûre 2/47; Ahmed, III/30, 47, 73, 91. [15] Bkz. Buhârî, Tefsîru Sûre 2/47; Ahmed, III/30, 47, 73, 91. [16] Selçuk Ünv. İlahiyat Fakültesinden emekli Prof. Dr. Ali Osman KOÇKUZU hocamız. Allah sağlıklı ömürler bahşetsin! [17] Zümer, 39/9. [18] Bkz. Buhâri, Bed’ü’l-Halk, 10; Fiten, 17; Müslim, Zühd, 51; Ahmed, V/205, 2017, 209; Tirmizi, Fiten, 38, (No: 2211). Kıyamet günü ilk hesaba çekilecek üç sınıf insan için bkz. Müslim, İmâre, 152; Tirmizi, Zühd, 42; NeSâî, Cihad, 22; Ahmed, II/322. [19] Lokman, 31/17. Aynı ayetten, bu vazifeyi icra etmekten ötürü, kişinin başına sabır ve tahammülü gerektiren bir derdin de gelebileceği hatırlatılmaktadır. [20] Buhârî, Tefsîru Sure 2/47; Ahmed, III/30, 47, 73, 91. [21] Buhâri, Bed’ü’l-Halk, 10; Fiten, 17; Müslim, Zühd, 51; Ahmed, V/205, 2017, 209. [22] Tirmizi, İman, 13. (Tirmizi, hadisi, hasen-sahih olarak nitelemiştir). [23] Müslim, Zikr, 73; Ebu Davud, Vitr, 32; Tirmizi, Daavât, 68; Nesâî, İstiâze, 3, 13, 18, 21, 64; İbn Mâce,Mukaddime, 23; Duâ, 2; Ahmed, II/192, 255, 283; IV/371, 381.