Ali Eren

Hizmet Mi Hezimet Mi? Hizmetse Neye Hizmet?

Köşe yazarlığı yaptığım Vakit Gazetesi’nde, bundan 10 sene önce 1/7/2004 tarihinde,Rus Emine ve Müslüman Falanlar” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıyı sizlere takdim etmek istiyorum da, önce o yazıyı siz değerli okuyucularımıza arz edip ondan sonra değerlendirmesine geçmeyi düşünüyorum.

İşte o yazı:

“Hayret ve dehşetle okuyacağınız aşağıdaki hadise, Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’ya giden ve şu anda Nijninograt şehrinde ticarethane işleten bir arkadaşımın ağzından.

Hadise, arkadaşımın Müslüman arkadaşıyla onun sonradan Müslüman olan, 20-22 yaşlarında Emine ismindeki hanımıyla ilgili. Emine ismini, Peygamberimiz’in annesinin ismi olduğu için özellikle seçmiş. Emine’nin kocası, Tataristan’ın Kazan şehrinden ve Moskova müftülüğüne bağlı Moskova (İslâmî) İlahiyat okulundan mezunmuş.

Arkadaşımın anlattıkları:

“Bu ilahiyat mezunu Rusyalı arkadaşım, bir gün bizim dükkâna geldi. Yanında da bizim Müslüman hanımların kapandığı şekilde kapalı genç bir hanım vardı. Rusya’da o şekilde giyinen bir hanım yok gibidir. Öyle İslâmî bir kıyafetle görünce memnun oldum ve ayrıca ilgi ve hürmet gösterdim.

Bu kapalı hanım, arkadaşımın karısıymış. Arkadaşım hanımının sonradan Müslüman olduğunu anlattı. Sohbete başladık. Derken konuşmaya hanımı da katıldı.

Türkçeyi gayet güzel konuşuyordu. Kocası Tatar olduğu için, ‘Siz Tatar olmalısınız; Türkçeyi bu kadar iyi nerede öğrendiniz?’ dedim. ‘Hayır, ben Rus’um’ dedi.

Defalarca Türkiye’ye geldiğini, orada bayağı kaldığını söyledi. Türkiye’de İslâmî bir gruptan insanlarla tanışmış, Müslüman olmalarına onlar sebep olmuşlar.

Kendisine, Kazanlı olduğu için, Kazan’da da Türkiye’den gelen ailelerin bulunduğunu anlattım ve onlarla temasa geçerse o cemaatten hanımların kendisine İslâmiyet hakkında yardımcı olabileceklerini söyledim.

Bahsettiğim cemaatin ismini verir vermez, ilk anda sebebini anlayamadığım şiddetli bir tepki gösterdi. Yatıştırmaya çalıştım. Tepkisinin sebebini sorunca, ‘Bana onlardan, o cemaatten bahsetme!’ dedi. ‘Hayrola, nedir? Ne oluyor?’ deyince şunları söyledi:

‘Ben bir Hıristiyandım. Hıristiyanlığın ne olduğunu ben iyi bilirim. Bildiğim için onu bırakıp Müslüman oldum. Müslüman olmanın verdiği heyecanla buralarda okulları olan o sizin görüşmemi istediğiniz kimselere gittim. Müslüman olduğumu söyledim. Bana, “Niye Müslüman oldun! Ne lüzum vardı! Kendi dininde kalsaydın. O da hak dindir!” gibi şeyler söylediler. Onlar burada Hıristiyanlık propagandası yapıyorlar.”

Değerli okuyucular!

Bu hadise Dinlerarası Diyalogla hangi gaye ve neticenin hedeflendiğine canlı bir örnektir.

Niçin canlı?

Çünkü bu hadiseyi anlatan arkadaşım şu anda Türkiye’de ve 15 gün kadar burada kalacak. İsteyen kimselerle görüştürebilirim.

Dinlerarası Diyalog aşıkları, “Rusya’nın bilmem hangi şehrinde olan şahsî bir hadiseden bahsediyorsun. Ne bilelim doğru olduğunu. Koskoca Rusya’da bir kadın ve kocası? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” demeye kalkışmasınlar, mahcup olurlar. Çünkü, gelecek itirazlara cevap tedbirimiz hazır. İspat edemeyecek olsaydım yazmazdım.

Arkadaşıma, “İcap ederse o kadın ve kocasına ulaşmak mümkün mü?” dedim. “Tabiî ki. Kocasıyla zaten senelerdir tanışıyoruz. Her zaman isteyen kimselerle görüştürebilirim” diyor.

Bu konu, fürûattan değil, imânî bir mesele olduğu için ele aldım. İçki, şarkı-türkü, başörtüsü gibi fürûattan olan meseleleri hiç dile getirmiyorum.

Yoksa, “Kazakistan’da Cumhuriyet’in 75. yılını kutlamak için Türkiye’den şarkıcı kadınlar götürmek neydi? Kazaklara içki ikram etmek neyin nesi?” gibi sorular da sorabilirdim.

Hatta, TÜYAP Kitap Fuarı’nda,“Takma kafanı Ali Bey. Kazakistanlılar zaten içkiye alışmışlar. İçki içen bir kimseye içki ikram etmekten daha normal ne var?” diyen televizyon programcısının ismini de verebilirdim.

“Aksi” bir “yön”de giden mecmuanın haber müdürünün, “Yurtdışındakilere, oralarda niçin namaz kılmamaları söyleniyor?” soruma, “Arkadaşlar, yurtdışında namazlarını kaş-göz ile kılıyorlar” gibi gülünç bir cevap verildiğinin üzerinde de durmuyorum.

Değerli okuyucular, geçen hafta “Bundan daha dehşetli olanı da var” dediğim, bunlar değil. Nasip olursa, Dinlerarası Diyaloğun nimeti(!) olan o dudak uçuklatacak sözleri de yazacağım.”

( Yukarıdaki “Takma kafanı Ali Bey” diye başlayan sözlerin sahibi olan arkadaşımız, bir zamanlar bir televizyonda program yöneticiliği yapıyordu. Sonra bazı gazetelerde yazı yazmaya başladı. Yazılarına son verildiği için, 2014’ün başından itibaren de yazmamaya başladı. İsmi, kendisinin “Öz” bir “soy”a mensup olduğunu söylediği profesörün, “Sandalyede namaz” ile ilgili yazısı hoşuma gitmişti. )

***

Evet değerli okuyucular, bahsettiğim 10 sene önceki yazım işte bu…

Yukarıda da okuduğunuz gibi, bu yazıma itiraz edecek olanlara 15 gün süre vermiştim. İsteyen o süre içinde itiraz edebilirdi. Kimse itiraz etmedi veya edemedi.

Aradan birkaç sene geçmişti. İnternette yazıştığımız ve bu yazıdan rahatsız olan bazı dostlar, yazdıklarıma itiraz sadedinde, “Rusya’daki o kadın kimmiş? Ona bu sözleri kim söylemiş? Yalan olmadığını ne bilelim? İspat et” gibi yazılar yazmaya başladılar.

Bilmem kaç sene önceki bir hadiseyi nasıl ispat edebilirdim ki. Edemeyeceğimi düşünerek kendilerine “Kardeşim, aradan bu kadar sene geçti, ben o kadını şimdi nasıl bulayım?” diye cevap verince, ellerine fırsat geçmiş oldu ve beni internet yoluyla sıkıştırmaya başladılar. Ben de gerçekten sıkıştım. Çünkü yazdığımı ispat edemezsem onların karşısında senelerce sonra da olsa müfteri durumuna düşmüş olacaktım.

Ama kurban olduğum Allah ne yaptı biliyor musunuz?

Beni onların karşısında zor durumda bırakmadı ve suskun kalan yine kendileri oldu.

Bakın nasıl?

Rusyalı Emine meselesini bana anlatan arkadaşım devamlı olarak Rusya’da. Geleceğini hiç beklemezken, bir Kurban bayramı çıkageldi. Hemen Emine ismindeki o kadına ulaşıp ulaşamayacağımızı sordum. Bahattin ismindeki arkadaşım, “O kadın, kocasıyla beraber benim bulunduğum şehirden 400 kilometre uzaklıktaki başka bir şehre taşındı. Ama irtibatımız devam ediyor. Madem mesele bu kadar mühim, isteyen kimseleri onlarla görüştürebilirim. Emine Hanım, kendisine o cemaatten kimin ve nerede “Niye Müslüman oldun! Ne lüzum vardı! Kendi dininde kalsaydın. O da hak dindir!” dediğini biliyor” dedi.

Rahatlamıştım. Bana “Rusya’daki o kadın kimmiş? Ona bu sözleri kim söylemiş? Yalan olmadığını ne bilelim? İspat et”diyenlere, internetten şöyle cevap verdim:

“Oradaki arkadaşlarınıza bildirin, istedikleri zaman o kadınla görüştürebilirim.”

Bu sefer ne dediler biliyor musunuz?

“Lüzum yok.”

Tabii ki lüzum yok diyecekler. Çünkü suçlarını biliyorlar.

İşte bunların tavrı böyle. Şimdi, bu tavra ne dersiniz siz? Bu tavırda hiç samimiyet görebiliyor musunuz?

Yukarıdaki satırlara, o senelerde Bursa İnegöl’de olan M…. Y….. ve benimle ilk defa yazı polemiğine giren hanımı C…… Y….. ne der acaba?

Oralardaki hizmetlerini(!) göstermek için önce beni Fildişi Sahili’ne götüreceğine söz verip, sonra bende hidayet emaresi görmediği için(!) sözünden vaz geçen M. Y.’a selam olsun…

 

GERÇEK İKİ:

 

Bir gün Vakit Gazetesi’ndeyiz. Gazete’nin bünyesinde çıkan Cuma dergisi ile vazifeli olan arkadaşımız Selim Çoraklı, “Hocam biraz gelir misin?” diye beni masasına çağırdı.

Yanına varınca, “Hocam, Peygamberimiz’e inanmayanlar, Hıristiyanlar cennete girebilirler mi?” dedi.

Ben de “Olur mu canım! Peygamberlere, dolayısıyla Peygamberimiz’e inanmak imanın şartındandır. İmanı olmayanlar cennete giremez” dedim.

Yanında bir genç vardı. Ona dönerek, “Bak görüyor musun?” dedikten sonra bana dönerek, “Hocam bu meseleyi Ahmet’e izah eder misin?” dedi.

Meğer yanındaki o genç, Zaman Gazetesi bünyesinde çıkan Aksiyon dergisinin haber müdürü Ahmet Dinç imiş, “Hıristiyanların cennete gireceğini” söylüyormuş.

Meseleyi Ahmet Bey’le konuştuk, ama bitiremedik. Vakit akşamdı, mesai de bitmişti. Daha sonra randevulaşıp buluşmak ve bu meseleyi daha geniş görüşmek üzere ayrıldık.

Ahmet Bey bana kartvizitini verdi. Oradaki telefon numaralarından görüşüp randevulaşacaktık.

Ahmet unutmuş olabilir, hatırlatayım: Kartvizitin rengini bile hatırlıyorum. Koyu renkli idi.

Daha sonraki günlerde bu meseleyi konuşmak üzere Ahmet Bey’i aramaya başladım. Kaç defa aradığımı bilmiyorum ama Ahmet Bey bir türlü müsait olamıyordu.

En son bir telefon konuşmamızda bana “Abi bişey mi vardı?” demesin mi?

“Yahu Ahmetciğim! Seninle Hıristiyanların cennete girip giremeyeceğini konuşmayacak mıydık?” dedim.

Bu sefer de, “Müsait değilim” dedi.

“Öyleyse acelesi yok” dedim. “Sen ne zaman müsait olursan beni o zaman ara, ben her zaman müsaidim.”dedim.

Bu sefer de bekle babam bekle; aramaz…

Aylar geçti. Ama ben meselenin peşini bırakmıyorum.

Aksiyon, Zaman gazetesiyle aynı binada ve iç içe. Baktım olmayacak. Bir gün çat kapı Zaman gazetesine gittim ve Ahmet Bey’in ziyaretçisi olduğumu söyledim. Ahmet yukarı kattan geldi. Böylece oldu-bittiye getirerek görüştüm.

Bütün bunları niçin mi anlattım? O görüşmenin özetini yani can alıcı noktasını söylemek için. O görüşmenin can alıcı kısmı şu:

Ahmet Bey görüşmemizde, “Hoca Efendi, yurtdışındaki okullarda öğretmenlik yapan arkadaşlara, namazlarını kaş-göz ile kılmalarını söylüyor” dedi.

Eğer onun dediği gibiyse, -ki Ahmet Bey niçin yalan söylesin- bu söz, gençlere “Namaz kılmayın” demektir. Çünkü, Hanefi fıkhına göre kaş-göz ile namaz kılmak câiz değildir ve o şekilde kılınan namaz, namaz olmaz.

“Ben kıldım, oldu” demenin de hiçbir geçerliliği yoktur.

 

GERÇEK ÜÇ:

 

Bacanağımın damadının bir kardeşi var. Bilinen yurtlarda kaldı ve oralarla alâkalı okullarda senelerce öğretmenlik yaptı. İlerledi “abi” oldu. Son senelerde, İstanbul’un Avrupa yakasında, İstanbul çıkışındaki merkezî ilçelerinden birindeydi. Geçen sene Trakya’da bir ilçede lise müdürü olmuş.

Bu halim-selim, ağzından lokmasını alsan ses çıkarmayacak bir ahlâkta olan sessiz sedasız akrabam, mesele Hıristiyanlık olunca değişiveriyor. Müslümanların, “Hıristiyanlar cennete giremez” demelerinden, haliyle benim de öyle dememden çok rahatsız. Bakın bana ne diyor:

“Hocam! Allah’ın cenneti geniş. Hıristiyanlara cenneti niye yasaklıyorsunuz?”

Kendisine, “Kardeşim, hâşâ cennetin sahibi biz miyiz? Cennetin sahibi Hazreti Allah. O,  kâfirlerin cennete giremeyeceğini söylüyor, biz de onu söylüyoruz” dedim.

“Onlar kâfir değil ki” dedi.

“Ya ne?” dedim.

“Onlar ehl-i kitap” dedi.

O zaman kendi kendime, “Şunu kendi sözüyle bağlayayım” diye düşündüm ve şöyle dedim:

“Peki bu ehl-i kitap dediğin kimseler, Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanıyorlar mı?

Bu sorunun cevabını doğru verdi. “İnanmıyorlar” dedi.

“Öyleyse sana soruyorum” dedim: “Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayanlar kâfir mi değil mi?”

Bu sorunun cevabı gayet açık değil mi değerli okuyucular? Hiç dinî ilme sahip olmayan sıradan Müslümanlar bile ““Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayanlar tabii ki kâfirdir” demez mi?

Ama benim bu akrabam “Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayanların kâfir olduklarını” bir türlü söyleyemedi ve şöyle cevap verdi:

“Onlar bilmedikleri için inanmıyorlar. Bilseler inanırlar.”

Eh işte… Laf ola beri gele…

Sanki, masum göstermek istediği Hıristiyanların ücretsiz dava vekili…

Bilseler inanırlarmış…

Bu mantığa göre, dünyanın birçok ülkesinden Müslüman ülkelere büyükelçi ve konsolos olarak gelenler ve onlarla beraber gelen binlerce gayr-i müslim, senelerce Müslüman ülkelerde bulunmalarına rağmen İslam diye bir dini hiç duymuyor ve bilmiyorlar. Günde 5 defa okunan ezanları hiç işitmiyorlar. Onun için de İslama inanmıyorlar demek ki. Bilseler hemen inanıverecekler. Bilmedikleri için de mazur ve masumdurlar…

Vah bu mantığa vah! Vah böyle inanca vah!

Değerli okuyucular!

Türkiye Protestanları Basın sözcüsü olan Hıristiyan bir vatandaşımız var: İsa Karataş.

Matbaacılık yapıyor. Bir de ortağı var.

Ona sordum: İsa Bey! Bizden bazıları siz Hıristiyanların cennete gireceğinizi söylüyorlar. Sizin inancınıza göre bizim durumumuz nedir?

Ortağı da kendisi de hemen cevap verdiler: Bize göre Müslümanlar cehennemlik.

Evet, Hıristiyanların bizim hakkımızdaki inançları böyle…

Onlar biz Müslümanları böyle görüyor, bizimkiler ise, Kur’an tam tersini söylediği halde onları cennete sokmaya uğraşıyorlar. Hıristiyanların dertleri bunlara kalmış.

Nitekim 2004’te Mardin’de yapılan Dinlerarası Diyalog toplantısında, Hıristiyan ve Yahudilerin cennete nasıl gireceklerinin tatbikatını yaptılar. Bu tatbikatın resimleri bendedir.

İnşallah bu meseleden başka bir makalemizde bahsederiz.

 

GERÇEK DÖRT:

 

2013 senesi Mayıs ayı. Bir kermesteyiz, yani bir hayır çarşısında.

Kermes kalabalık. Oğlum bir mesele konuşmak üzere beni telefonla aradı. Buluştuk.

Arama sebebi şuymuş:

Kendisinin bulunduğu müessesede çalışan, üniversiteden yeni mezun olan bir kız varmış. Şu bilinen malum yurtlarda yetişen bu kız, Hıristiyanlar hakkında yanlış bir kanaata sahipmiş. Oğlum meğer onun bu yanlış inançtan kurtulması için benimle konuşturmak istiyormuş.

Kızcağızla konuştuk. Kızın Hıristiyanlar hakkındaki inancı gerçekten yanlış. Ezcümle şöyle söyleyeyim. Kıza Hıristiyanlar hakkında nasıl bilgi verildiyse, kız şöyle diyor:

“Hıristiyanların kâfir olduğunu söylersem günahkâr olacağımdan korkuyorum.”

Zavallı bilmiyor ki, aksine Kur’an’ın “kâfir” olduğunu bildirdiği Hıristiyanlara kâfir dememek, imana zarar verir…

Değerli okuyucular!

Bütün bu gerçekler bize neyi anlatıyor?

Cevabı içinizde kalsın.

 

GERÇEK BEŞ:

 

Sene 2004, aylardan Mayıs…

13-14 Mayısta Mardin’de yapılan Dinlerarası Diyalog toplantısı, 15/16 Mayısta İstanbul Çemberlitaş FKM’de (Fırat Kültür Merkezi) devam ediyor. Konferans salonunun duvarlarına, hilâlin yanında haç ve siyon/yahudi yıldızı yapıştırılması kâfi görülmemiş olmalı ki, tavanlara da haç ve siyon yıldızları asılmış. Arkasından da ışık verilerek haç ve siyon yıldızının gölgeleri sahneye aksettiriliyor.

O sırada sahnede sinevizyon ile Ayasofya görüntüsü getiriliyor.

Ama o da ne!…

Diğer fotoğraftaki Sultanahmet Câmii üzerinde gördüğünüz gibi bir görüntü…

Tavanda asılı bir haçın arkasından verilen ışık vasıtasıyla, Ayasofya’nın kubbesi üzerinde kocaman bir haç görüntüsü…

Hemen fotoğraflıyoruz.

Ancak, biraz sağ tarafta oturduğumuz için, fotoğraftaki haç görüntüsü Ayasofya’nın kubbesinin tam üzerinde değil. Eğer biraz sol taraftan çekebilmiş olsaydık, haçın Ayasofya’nın kubbesinin tam üzerinde olduğu görülecekti.

Ayasofya fotoğrafının altında gerekli bilgi veriliyor ama orada çok çok önemli bir eksiklik var. O da şu:

Haç görüntüsü, tam Ayasofya’nın üzerine düşürüldüğü sırada biz Müslümanları kahredecek bir şey oldu…

Dinlerarası Diyalogcular tarafından bir alkış tufanı koptu…

 

GERÇEK ALTI:

 

Sene 2007… Şubatın 17’si…

İstanbul’da, Cemal Reşit Rey Konferans Salonu’nda, Hans Küng isimli bir Hıristiyan, “Arzın Merkezinde Buluşmalar” başlıklı bir konferans verdi. Ben de dinleyiciler arasındaydım.

STV (Samanyolu televizyonu) bu konferansı, aynı akşam 19.00 haberinde bildirdi.

Haberi verirken, ekrana önce Sultanahmed Câmii geldi. Sonra fotoğrafta gördüğünüz gibi, tam câminin kubbesinin üzerine kocaman bir haç indirildi. Sonra câmi belirli belirsiz hale getirildi. En sonunda, cami tamamen belirsiz hale geldi ve üstünde bir güvercin olan haç açık ve net bir şekilde kaldı.

Bu anlattıklarım, tarafımızdan çekilen birkaç karedir. Fazla yer kaplamaması için, bu makalede karelerden sadece birini yayınlıyoruz.

Bendeniz, bunu o zamanki İstanbul Müftüsü Sayın Mustafa Çağrıcı’ya da gösterdim. Hayret etti. Bu görüntüyü, Dinlerarası Diyalog heyetinden Prof. Suat Yıldırım’a sormuş, “Bu nedir? Siz ne yapmak istiyorsunuz?” demiş.

 

GERÇEK YEDİ:

 

Sene 2009, Nisanın 21’i…

Samanyolu televizyonu akşam haberlerini veriyor…

Ekranda Fethullah Gülen’in fotoğrafı var. Haberle ilgili şu alt yazı geçiyor:

“Gülen Ukrayna gündeminde.

Favorit dergisine kapak oldu.”

Haberin aslı şöyle:

Ukrayna’nın Odessa şehrinde, Favorit isminde bir dergi çıkıyormuş. Bu dergi, Fethullah Gülen’le “Hıristiyanlık hakkında” bir röportaj yapmış. Haber bu röportajla ilgili.

Biz, Diyalogcularımızın huyunu biliriz. Onlardan asla yalan söz sadır olmaz. Bu dürüstlüklerini gözlerimizle de görmek için taa Ukrayna’dan Favorit dergisinin o sayısını getirttik. Bir de ne görelim; Fethullah Gülen STV’nin söylediği gibi Favorit dergisine kapak falan olmuş değil. Gülen’in fotoğrafı, derginin bir sahifesinde sadece birkaç santimlik bir yeri işgal ediyor, o kadar.

Ama sevgili Diyalogcular yalan falan söylemiyorlar tabii. Sadece farkında olmadan mini minnacık bir yanılgıya düşmüşler. O kadar…

Şimdi biraz ciddileşelim.

Samanyolu, Gülen’in sözlerini alt yazı olarak veriyor. Okuyoruz. Gülen şöyle diyor:

“Odessalı Hıristiyanların elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler.”

(Gülen’in sözlerinin devamı var. Şimdi cümle cümle cevaplandıralım: Gülen’in, Hristiyanların rehberleri ve din büyükleri dediği papazlardır. Hıristiyanlara söylenmesi gereken de tabii ki Hıristiyanlıktır.)

Gülen devam ediyor:

Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslümanın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum.”

( Dikkat! Bir Müslümana göre dinlerin temel birliği diye bir şey olmaz. Çünkü Allah indinde “dinler” yoktur, “din” vardır. O tek din de İslamdır. Allah birdir, Allah’ın dini de birdir. Yoksa Allah’ın çeşit çeşit dini olup, onların temel birliği de aynıdır demek, kabul edilemez.

Onların/papazların anlattıkları Hıristiyanlıktır. Onların söylediklerinin bir Müslümanın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum”demek, “Hıristiyanlık ile İslam arasında fark yok” demektir. Yani “Ha Hıristiyanlık ha İslam” denilmiş olur. Arkasından “Ha Kur’an ha İncil” sözü gelir.

O zaman şu mânâ çıkar:

Ey Müslümanlar! Papazların anlattıklarından o kadar kaçınmanıza lüzum yok. Hıristiyanlığın kötü bir tarafı yok. Çünkü papazların anlattıkları ile bir Müslümanın /müftünün anlattığı arasında fark yok…

İyi de, Hıristiyanlık, Müslümanlara cici gösterilmek istense bundan daha âlâ nasıl gösterilir?)

Gülen devam ederek Hıristiyanları şöyle övüyor:

“Hz. İsa gibi… en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapabilecek en güzel şeylerdendir.”

(Bi kere, üç ilahın varlığına inanan Hıristiyanlar Hazreti İsa’nın peşinden gitmiyorlar. Dolayısıyla, Hıristiyanları onun peşinden giden kimseler olarak göstermek, büyük bir cürüm ve büyük bir yanıltmadır. )

Rabbimiz Rahman sûresinde tekrar tekrar (31 defa) şöyle buyuruyor:

“Şimdi Rabbinizin hangi lütuflarına yalan dersiniz?”

Biz de şöyle diyoruz:

Ey yukarıda zikredilen yedi gerçeğin muhatapları!

Bunların hangisine yalan diyebilirsiniz?

***

Makalemizi, Peygamberimiz’in bir hadis-i şerifiyle bitirmek istiyoruz.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Muhtarul Ehâdîs isimli eserdeki 80 numaralı hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

“Bir kulun kötülüğü son haddini bulduğu zaman, o kul iki gözüne hâkim olur. İstediği zaman ağlar.” (Ukbe b Âmir, İbn-i Adiy’den rivâyet ediyor.)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu