Hatlar ve saflar ayrılırken
19 Temmuz 2015 tarihli Star Açık Görüş’te yayınlanan “Sünnîlik ile Haşhaşîlik Arasında İslâmcılık” makalemize gelen tepkiler, ciddî eleştirilerden ziyade sosyal medyanın puslu dünyasından bayağı sataşmalar şeklinde oldu. Nefsin karanlık yüzünün inkişaf ettiği bir bataklık olarak gördüğüm için sosyal medyadan uzak duran biriyim. Normalde “kalem kavgası” denen polemik, düzgün yazılar arasında olur. Abdullah b. Abbas’a atf edilen “Hayâ, insanların gözlerindedir; göz gözden utanır” sözünün belirttiği üzere, sosyal medyada göz gözü görmediği, hayâ ortadan kalktığı için nefislerin azgın ihtirasları çarpışıyor. Sataşma kabilinden de olsa öğrencilerimin derlediği bu tepkileri din anlayışlarıyla ilgili temel bazı tespitler yapmaya bir vesile olarak aldım.
Öncelikle deontolojik ilkeleri hatırlatacak olursak, bir içtimaî münasebetler ağı içinde yaşayan hiç kimse, bu tür tartışmaları tamamen siyasetin gölgesinden uzak pür-hakkaniyetle yaptığını iddia edemez; bu, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bize düşen, ileride utanacağımız bir duruma düşmemek ve hakka en yakın gördüğümüz tavrı almak suretiyle adalet ve fazileti yakalamaktır. Bu bakımdan yazılarımızda vurguladığımız ihlasın hakkını verdiğimiz gibi bir iddiamız olamaz.
Tabiatıyla siyasî ve güncel bir bağlamda polemik tonuyla yazıldığı için yazımızın üslubunu sert, Haşhaşî vurgusunu aşırı bulanlar çıktı. Değil din kardeşlerini, ebeveynle evladı karşı karşıya getiren böyle bir gerginliği kimse istemezdi, ama oldu, İngiliz oyunuyla saflar kaçınılmaz olarak ayrıştı. O yüzden yazıdaki keskin üslubumuz, “kabaran” hamiyetimize verilmeli. Bizim bu konularda yaptığımız ilmî çalışmalarımız ortada, ancak maalesef güncele boğulmuş insanımız, ilmî çalışmalar yerine ancak bu tür polemiklerle bazı gerçeklerden haberdar oluyor. Ne hikmetse yazımıza asıl eleştiri konusu hareketten ziyade büyük ölçüde Nurcu ve kısmen İslâmcı kesimden tepki geldi. Bu arada takdire şâyân bir tutumla yazımıza nisbeten en makul eleştirileri getiren -nisbeten seviyeli bir eleştiri kültürünün yeşerdiği ABD’de yaşayan- Mücahit Bilici oldu.
Kritikten krize
Yazımıza verilen tepkiyi “hatların ve safların ayrılmasından duyulan rahatsızlık, kritikten krize” olarak özetleyebilirim. Burada hatlardan kasıt, kimliklerin kaynaklandığı din anlayışları, saflardan kasıt ise bunlara aidiyetlerdir. Hat, ehl-i sünnet ve cemaat deyimindeki inanç/tabiiyetin (sünnet), saf ise aidiyet/mensubiyetin (cemaat) karşılığı sayılabilir. Kimliğin inanç/tabiiyet unsurunu oluşturan sünnet ise inanış ile yaşayış tarzı olarak iki boyuttan oluşur. Nisbeten istikrarlı bir toplulukta meşrûiyet denen tabiiyet ile aidiyet, inanış ile yaşayış tarzı arasındaki uyumla anlamlılık ve öznelik sağlanır. Ancak modernleşme ile birlikte hızlanan sekülerleşme sürecinde tabiiyet ile aidiyet, inanış ile yaşayış tarzı arasında çelişkilerin zuhuruyla hatlar ve saflar karışır.
Aristo’nun “İnsan tab’an medenîdir” sözünün belirttiği üzere, beşerî tabiat ve tecrübe açısından aidiyet asıl olduğu için insanlar meşrûiyet krizine karşı sekülerleşmeyle inancını dönüştürerek, değişen yaşayış tarzına uydurarak aidiyetini korumaya çalışır. “Liberal, muhafazakâr ve en sonunda ateist Yahudi, Hıristiyan, Müslüman vb.” gibi deyimler, inanç ile aidiyet arasındaki bu çelişkileri, aidiyetin inanca galebesini yansıtır. İlerleyen siyasî modernleşme sürecinin dönemeçleri ise bu sekülerleşme örüntüsünü sarsarak saflar ve hatları ayrışmaya zorlar. Bir şekilde sekülerleşme sürecinden geçen insanlar bu gerçekle yüzleşmekten kaçındıklarında iki temel tavır gösterirler: Başını kuma gömme/aynaya kızma.
Başını kuma gömme/gerçeklere sırt çevirme dediğimiz birinci tavırda insanlar kimliklerini gözden geçirmeyi gerektirecek safların ve hatların tefrikine direnerek krizi olabildiğince atlatmaya çalışırlar. Özellikle Almanca literatürde görülen “kritik ile kriz” kelimeleri arasındaki etimolojik ve semantik ilişki bunu gösterir. Arapça karşılığı tenkid=intikad, nekkâdın (sarrâfın) akçe (madenî para) anlamına gelen nakdin hâlisini mağşûşundan ayırması demek olduğu gibi kritik de doğru ile gerçek arasındaki farkı gösterir; bu farkın bilincine varmak ise krize yol açar. Arapça’da “Hâlisini mağşûşundan ayırmak için altını ateşe tutma” anlamına gelen fitne kelimesinde kriz esprisi daha açık görülür.
Bu bakımdan tenkit, kimliklerin kaynaklandığı din anlayışlarının tefrikini gerektirir. Bu tefrik, yazımıza yönelik tepkilerde iddia edildiği gibi Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak demek değildir. Modernleşme sürecinin gerektirdiği bu işi herhangi bir ilim adamı yapacaktır. Buna tepki göstermek, kritiğin doğurduğu krizle “aynaya kızmak” demektir. Türkiye’de köylerden kentlere göçün başladığı 1960’lı yılların sonunda Millî Görüş hareketinin çıkışı, 1979 İran Devrimi, 28 Şubat darbesinin ardından 2001’de AK Parti’nin kuruluşu ve bilahare 17-25 paralel darbesi, bütün bu dönemeçler, kimliklerin sorgulanmasını, saflar ve hatların tefrikini zorunlu kılmıştır.
Örneğin ulus-devletleri çağının karakterinden dolayı bazı aydınlar için kullanılan “milliyetçi, mukaddesatçı” tavsiflerinde olduğu gibi, Türkiye’de uzun süre 1950’lerde Demokrat Parti, 1960’larda da Adalet Partisi’nin temsil ettiği merkez sağ partiler içinde İslâmcılık ile milliyetçilik içiçe geçmişti. 1969 yılında MHP ve 1970’te MNP’nin kuruluşuyla İslâmcılık ile milliyetçilik ayrışmaya başladı. Bilahare 1979 İran Devrimiyle İsmet Özel örneğinde olduğu gibi İslâmcılık ile Müslümanlık, AK Parti’nin kuruluşuyla İslâmcılık ile muhafazakârlık ve bilahare 17-25 Aralık paralel darbesiyle Sünnî ile Protestan İslâmcılık, dahası Nurcular sayesinde Nurculuk ile Gülencilik arasında ayrışma gerçekleşmiştir.
Bu sürecin son safhasını idrak eden ilim adamlarına düşen ise bütün bu ayrışmaları bir kavramsal çerçeveye yerleştirerek tasnif etmektir. M.Weber tarafından muhafazakârlık gibi kavramlar, içtimaî dünyanın karmaşıklığını yönetecek, fertlerin belli bir tarzdaki eylem-yönelişlerini tasvir edecek ideal tipler olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla sekülerleşme sürecini tahlil için din anlayışlarına ilişkin daha rafine kavramsallaştırmalara ihtiyaç vardır. Gelişigüzel kullanılan muhafazakârlık kavramının bile “dinî, yarı-dinî ve seküler” olarak üç türü ayırt edilebilir. Hatta âyet ve hadislerden bile mü’minlerin dindarlık derecelerini ölçmeye yarayacak bir “takva-metre” çıkarılabilir.
Maalesef bizde sosyal bilimcilerimiz arasında bile kavramsal düşünme melekesi zayıftır. Günümüz literatüründe modernleşme ve sekülerleşme gibi en temel kavramlar arasında bile net bir ayırım bulunmaz; sosyologlarımız acze düştüklerinde olguları kavramlar yerine el yordamıyla tahkiyeyle ifadeye çalışır. “Sezai Karakoç da İslâmcıydı, tarikatları kucaklıyordu; İslâmcılar da namaz kılıyor, İslâmcılıkla Müslümanlık nasıl ayrılabilir” gibi, “Her sakallıyı dede sanma” sözüyle anlatılabilecek zahirî ortaklıklardan hareketle ileri kavramsal ayırımlara itiraz edenler görülür.
Hâlbuki tarif kelimesinin Arapça karşılığı had, men’ demektir. Buna göre tarif, “efrâdını câmi’ olmaktan ziyade ağyârını mâni’” olmak zorundadır; olgular, ortaktan ziyade onları birbirinden ayıran farklı niteliklerine (distinctive features) göre tanımlanırlar. Bu ayırıcı niteliklere göre tarif ise Müslümanları bölmek, bir Nurcu kardeşimizin iddia ettiği gibi, “Üstenci oryantalist bakış, hatası da olabilecek samimi insanları labirentin içine fare gibi koyup seyr etmek” demek değildir. Aksi halde Mevlânâ adına uydurulan “Gel, ne olursan ol yine gel” sözünün belirttiği üzere, “Ya bırakın bu ayırımları, ben bütün Müslümanları, insanları seviyorum” gibi naiv bir tavırdan geriye “Ağacı sev, yeşili koru” türünden bir din anlayışı, “İslâm sevgi medeniyetidir” gibi hoş ama boş sözler kalır. Bu arkadaşımızın bildiği gibi “fark olmadan cem’ “ olmaz.
Türkiye’de başını kuma gömme dediğimiz süreçte “ateist Müslüman” deyiminde ve Gezi Vak’ası’nda zirveye çıkan derin kimlik krizinin etkisiyle insanlar, zaman ve zemine göre “Müslüman, İslâmcı, sünnî, muhafazakâr, liberal” gibi kaygan ve kaypak kimliklerle kendilerini tanımlamaktan hoşlanıyorlar. Ancak bizim gibi ilim adamları sayesinde hatlar ve saflar ayrılınca bir anda kendilerini gayr-i meşrû pozisyona düşmüş hissediyorlar. Ve bu krizin etkisiyle bunu gösteren bizlere tepki göstermekle aslında aynaya kızıyorlar. Bizim yaptığımız, din anlayışlarına varsa pasını alarak ayna tutmaktır. Muhafazakârlığın bahs ettiğimiz üç türü veya İslâmcılık ile Sünnîlik=Müslümanlık veya İsmet Özel’in yaptığı gibi Sünnîlik ile sözde-Sünnîlik (fundamentalizm-İslamizm) arasında ayırım yapmak, daha güzele talip insanların kendilerini sorgulamalarına, dindarlık ve kimlik şuurlarını arttırmaya vesile olur.
Aksi halde birilerinin “Ya kardeşim, bizi kimliğimizi sorgulamaya zorlama; biz İslâmcılık ile Müslümanlık, liberallik ile muhafazakârlık arasında salınan melez kimliklerimizden memnunuz” demek istediği sonucu çıkar. “Bedri Gencer’in yazısı, zihni/fikri bulamaç tam bir felaket… Bektaşilik şöyle dursun savunduğu Nakşiliğe bile hakim değil” diyen İslâmcı geçinen twitter mücahitlerine sorarım, nereye takıldınız kardeşim? Bir yaranız mı var gocunuyorsunuz? Geziciler gibi sigaralı artistik pozlarla laf atmak yerine mertçe çıkıp meramınızı anlatsanız? “Ehl-i sünneti sünniciliğe indirgemek çok tehlikeli” diye bir cümle kuran, daha meşrep ile mezhep arasındaki farkı bilmeyen bir arkadaşın bizimle İslâmcılık tartışmasına girmesi ne hazin!
Din anlayışlarının tasnifini tekfir olarak gören zavallılara sosyal medya kuyusundan biraz çıkarak İslâm’daki milel ve nihal ile firak literatürüne bakmalarını tavsiye ederiz. Bu alanın otoritesi Şehristânî, insanlığı inanç bakımından ehlü’l-ehvâ’ ve’n-nihal/ehlü’d-diyânât ve’l-milel, kısaca ehl-i ehvâ/ehl-i dîn olarak ikiye ayırır. Ehl-i dîn de kendi içinde ehl-i İslâm/ehl-i küfür, Dâru’l-İslâm içindeki ehl-i İslâm da ehl-i millet/ehl-i zimmet, ehl-i millet te ehl-i kıble/ehl-i küfür, ehl-i kıble de kendi içinde ehl-i sünnet/ehl-i bid’at, hatta kimilerine göre ehl-i sünnet bile kendi içinde ehl-i sünnet/ehl-i hadis olarak ayrılır. Dindeki bu daireler şeklindeki kimlikler hiyerarşisi, “hücre, doku, organ, sistem, beden” şeklindeki bedenî hiyerarşiye benzer. Nasıl hücre doğrudan değil bu hiyerarşiyle bedene intisap ediyorsa mü’min de ancak hücreye benzeyen temel sünnî akideyle bedenî cemaate intisap eder.
Yani bu “tasnif”, “tekfir” demek değildir. İslâm’da usûl (dinin akidevî asılları) alanında vahdet, fürû’ (dinin amelî dalları) alanında ihtilaf formülü geçerlidir. Bu bakımdan Müslümanların bekası, bizzat İslâm olan ehl-i sünnetin bekasına, usûlde vahdete bağlıdır. Talha Alp’ın “Ehl-i sünnet, İslâm’ın kendisi değil, dinamik doğru yorumudur” iddiasına katılmak imkânsızdır. İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Rabbânî gibi ümmetin imamları, Mâide 3. âyetinde geçen Rabbimiz tarafından “kemale erdirilen dini” sünnet olarak yorumlamışlardır (Şâtıbî, el-İ’tisâm, Dâru’l-Ma’rife, 1997, I/33). İslâm tarihinde mücedditler için “muhyi’d-dîn” ile “muhyi’s-sünne” tabirlerinin birbirinin yerine kullanılması da bu din=sünnet özdeşliğini gösterir. Bir fıkıh mezhebine fıkhın kendisi denemez: fıkıh mezhepleri -4 olarak- taaddüt eder. Ancak ehl-i sünnet, sünnîlik taaddüt etmez; ehl-i sünnet, İslâm’ın kendisidir.
İçeriden ve dışarıdan vahim saldırılar altında olduğu günümüzde hepimiz, bekamızın bağlı olduğu ehl-i sünnet ve cemaat yolunun korunmasına kendimizi adamak zorundayız. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın bildirdiği üzere bugün bu iş, “kor ateşi elde tutmak” gibidir; “Hak talebi garipliktir” hadisince yeri geldiğinde herkesle karşı karşıya gelme riskini göze almak demektir. Bu açıdan kendimi en yakın hissettiğim Müslüman aydın İsmet Özel’dir diyebilirim. Akabinde başlayan romantik İslâmcılık akımına karşı 1979 İran Devrimi’nin Acem milliyetçiliğinin devletleşmesi olduğuna ilk dikkat çeken odur. Onun da sohbetlerinde belirttiği gibi, İran Devrimi’nden etkilenen radikal İslâmcılar, bir türlü akidelerini sünnî temele oturtamamışlardır.
Fırka taassubunun etkisiyle duyguları aklının önüne geçtiği için okuduğunu anlamakta zorlanan bir şakirdin “Gencer’in yazısındaki temel problem, fikrî farklılıkları itikadî farklılıklara tahvil etme eğilimi; tekfirciligin selefi değil sufi versiyonu” sözünün abesliği açıktır. İslâm mezhepleri tarihinde Şî’îlikten başlayarak bütün fırkalar, fikrî-siyasî ihtilaflardan doğmuş değil midir? Örneğin Mevdûdî’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’i kimilerince Allah’ın hâkimiyeti tezine dayalı Hâriciliğin çağdaş tezahürü olarak görülen İslâmcılığın âmentüsü sayılabilir. Yazımızda “İslâmcılık, yabancı güçler tarafından kullanılmaya müsait bir karakter arz eder” sözümüzle neyi kasd ettiğimiz de açıktır. Yabancı güçlerin istismarına müsait olan, Cemâleddîn Afgânî tarzında ulusal-aşırı siyasî devrim yönelişli İslâmcılıktır.
Okuduğunu anlamayanların iddia ettiği gibi ben, İslâm’ı ehl-i sünnetle özdeşleştirdiğim gibi ehl-i sünneti Nakşibendîlikle özdeşleştiriyor değilim. İslâm’da mezhebi de kapsayan daha geniş bir anlam taşıyan meşrebin anlaşılmasıyla meramımız da anlaşılacaktır. “Bektâşî-meşrep” tabirinden de anlaşılacağı üzere meşrep, dar anlamda “şeriat (hadis), tarikat (sünnet), marifet, hakikat” şeklindeki dinin dört boyutundan tarikatın, geniş anlamda dördünün de (içme) tarzı demektir. O yüzden Şâzelîlik, Halvetîlik, Nakşibendîlik gibi meşrepler, belli zaman ve mekânlarda ehl-i sünnet ve cemaatin kanalı olarak benimsenirler. Meşrebin dar anlamında tarikatın sünnete tekabül etmesinden bile bu ilişki kolayca anlaşılabilir.
Abdülhakîm Arvasî, İstanbul’a geldiği 1919 yılında yüzlerce tekkenin bulunduğu şehirde yozlaşmamış tek tekke olarak Gümüşhânevî Dergâhı’nı gördüğünü söyler. Şu halde “din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuf” formülü çağımızda “tasavvuf yolu Nakşibendîlik” olarak tamamlanır. Çağdaş Türkiye’deki İslamî cemaatlerin belki onda dokuzunun bağlılığı, Nakşibendîliğin “sevâd-ı a’zam” denen ehl-i sünnet ve cemaatin gövdesi olduğunu gösterir. “Ehl-i sünnetin çoğu Nakşibendîdir” demek mefhum-ı muhalifinden “Nakşibendî olmayan ehl-i sünnetin dışındadır” demek değildir. Osman Bedrüddin Erzurumî hazretlerinin kasd ettiği gibi bu, tasavvuf (Nakşibendîlik) yolunu tutmayanların sünnî=doğru yolu tutma ihtimalleri düşer demektir. Daha hadisin şeriatın özel adı olduğunu bilmeyenlere bu hakikatleri anlatmak elbette zordur. “Hayatta beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı” sözünü hatırlatır şekilde, siretini takdir ettiğim Lütfi Bergen’in bile yazımıza dair ileri-geri yorumlar yapması yazık. Bektâşîlikle Hacı Bektâş-ı Velî’nin kurduğu otantik sünnî değil, ikinci pîri Balım Sultan ile heretik bir istikamet kazanan Bektâşîliği kasd ettiğimiz açık değil mi?
Yazımızın asıl konusu olmadıkları halde ana tepkinin Nurcu çevrelerden gelmesi de ilginç. Temel inceleme konusu modern İslâm olan bir akademisyen olarak bize düşen, bütün İslâmî hareketleri objektif olarak inceleyerek ulaştığımız hakikatleri ortaya koymaktır. Bu bakımdan bizim için Nurculuğun da istisnaî bir konumu yoktur. “Her hakikat her yerde söylenmez” teziyle Müslümanlar arasında fitneye mahal vermeme adına bazı riskli gerçekleri gizleme tavsiyesinde bulunanlar çıkabilir. Ancak ümmetin maslahatı adına uygulanacak “hakikat ekonomisi” daha büyük risklere gebe ise gerçeklerle yüzleşerek kabullenmek kaçınılmaz olur. Peyami Safa ne güzel söylemiş: “Bazan hakikat vahşidir, insanların arasına salıvermeye gelmez. Fakat o hakikatlere tasma takmak dururken yerlerine yalanları sürmek, neticeleri bakımından daha tehlikelidir” (Yalnızız). İçtimaî hayatın akışı, bizi sürekli kendimizi sorgulamaya, hatları ve safları ayırmaya zorlamaktadır. Bu konuda hoşumuza gitmeyen acı gerçekleri dile getirenlere kızmak, aynaya kızarak kendimizi kandırmak demektir.
Nurculuk ve etnisite
Nurculuğun Türkçülük ve Kürtçülükle ilişkisi meselesini çıkaran herhalde biz değiliz. Hareketin önde gelenlerinden Ahmet Akgündüz, “35 senedir şeceresini araştırdığı Said Nursî’nin Kürt değil, Arap ve seyyid olduğunu keşf ettiği” gibi akla ziyan bir etnik mühendislik iddiasıyla ortaya çıkıyorsa fazla söze ne hacet? “Seyyidlik için araştırılacak toplam 39 defter vardır. Bunlar da en fazla 1 senede incelenir. 35 senedir araştırıp bulamıyorsan, demek ki yoktur” diyen Ahmet Şimşirgil, Akgündüz’ün çalışmalarının tarihçiler tarafından ciddiyetten uzak bulunduğunu söylüyor.
Belirttiğimiz gibi Nurculuğun temel problemi, “paralel” hareketleri besleyebilecek Eric Voegelin’in tabiriyle “âhirin içkinleştirildiği” gnostik felsefesidir. Bu bağlamda Abdülhakîm Arvasî başta olmak üzere Şerafeddin Dağıstanî, Abdülaziz Bekkine gibi ehl-i sünnetin büyükleri, Said Nursî’nin Sikke-i Tasdîk-i Ğaybî başta olmak üzere eserlerindeki apokaliptik-mesiyanik iddiaların ehl-i sünnete aykırı olduğunu bildirmişlerdir. Nursî’nin Kürt olmadığını kanıtlamaya ömürlerini adayan zavallılar ise bu hakikatlere kulak vermek yerine asrın kutupları sayılan bu velileri Kemalist ajanlıkla suçlamışlardır.
Nursî’nin hep takdirle andığı Hz. Ali’nin sözü Müslümanların düsturudur: “Hakkı insanlarla tanıma, hakkı tanı ki ehlini tanıyasın.” Nur camiasına mensup birçok aziz dostumu rencide etmeyi asla istemem ama, en büyük müceddit Gazâlî’nin bile hata yapabileceğini kabul ettikleri halde Nursî ve eserini hatadan münezzeh, eleştirilemez görenler, sadece Necip Fazıl ve Cemil Meriç gibi aydınların fanatizm kanaatini teyid ederler: “Nurcular … büyük bir insana gönül vermiş. Ufukları dar, kafaları basık, ama büyük bir meziyetleri var: hayranlık. Putlarına saygısızlık etmediğiniz ölçüde sizi dinliyorlar” (Jurnal 2, İstanbul: İletişim, s.265). Ender otantik aydınlarımızdan aziz dostum Yusuf Kaplan’ı istisna ve tebrik sadedinde Risale-i Nur ile Müslüman entelektüeller arasında hep bir gerilimin var olduğundan, Risale-i Nur’un genellikle avamîlikle anılmasından yakınan Metin Karabaşoğlu, bunu camianın entelektüel çıkaramamasına bağlıyor. Ne yaman çelişki! Kendisi -İngilizce’de sacrilege denen- kutsal bir şeye, “Mushaf’a ilişmek” gibi “Risale-i Nur’a ilişmek”ten bahs eden, her eleştiriyi tehdit olarak algılayan biri, bu fanatizmle nasıl entelektüel çıkarabileceklerini umabilir? Eleştiriye açık olmak, bir düşünceyi zayıflatmak yerine tam aksine güçlendirir. İsabetli eleştirilerle soğukkanlı olarak yüzleşmezseniz Risale-i Nur’un umumî ilmî ve fikrî değerini de heba ederseniz. Eğer maksadımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek, ümmetin maslahatı adına İslâm’ı daha iyi anlamak ve uygulamaksa önyargıları bırakarak oturup konuşmalıyız.
Bedri Gencer