Fethullah Gülen

Fethullah Gülen Ve Dinlerarası Diyalog Hareketi

Ülkemizin son dönem tartışma konularından biri de, Dinlerarası Diyalog Faaliyetleridir. Bu faaliyet, asıl olarak 11 Ekim 1962’de 2. Vatikan Konsili ile başlamıştır. Her ne kadar bunun öncesi var ise de, bildiğimiz, bugünkü kapsamı ile Dinlerarası Diyalog o tarihte başlamıştır. Papa XXIII. John’un isteği ile 17 Mayıs 1964 tarihinde Papa VI. Paul tarafından Hıristiyan Olmayan Dinler Sekretaryası kurulmuştur. 1965 yılında kabul edilen Nastra Aetate Deklarasyonu ile diyalog faaliyetlerine girişilmiştir. Bu deklarasyon, Müslümanlara geçmişi unutma çağırısında bulunur. Biz Dinlerarası Diyalog faaliyetlerini uzun uzun anlatmayacağız, zira üzerine menfi veya müspet pek fazla eser kaleme alınmıştır. Prof. Dr. Yümni Sezen, Mehmet Oruç vs.
Diyalog faaliyetlerinin Müslümanlar açısından ilk başlangıç noktası; Said-i Nursi’nin 1950 yılında Vatikan’a, Papa XII. Pius’a yolladığı risaleler sayılabilir. Ve az sonra Diyalog için irtibata geçilen papaların sözlerini yazacağız. Ayrıca, diyalog; karşılıklı birbirlerinin doğru saydıkları hususları kabul ederek anlaşmak veya konuşmak demektir. Hâlbuki İslam, diyaloğu değil monologu kaldırır. Tebliğ ve irşad faaliyetlerinde, İslam’ın hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini bildirmede “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” esasına dayanılır.

Diyalog faaliyetlerini yürütenlerin en sevdiği papalardan II. John Paul, 1991 yılında Recıemptoris Missio adlı genelgede: “Dinlerarası Diyalog, Kilisenin bütün insanları Kiliseye döndürme amaçlı misyonun bir parçasıdır… Eesasen misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir… Diyalog Tanrı’nın Krallığına doğru bir yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de mutlaka sonra verecektir.”1 Yani Diyalog, irtibata geçilen Hıristiyanlar açısından yalnız misyonerlik olarak görülüyor. Bunu Papa VI. Paul da söylüyor: “Her ne kadar biz Hıristiyan olmayan dinlerin manevi ve ahlaki değerlerini tanıyor, saygı gösteriyor, onlarla diyaloga hazırlanıyor ve din hürriyetini savunmak, insanlık kardeşliğini tesis etmek, kültür, sosyal refah ve sivil idareyi oluşturmak gibi hususlarda diyaloga girmek istiyorsak da, dürüstlük bizi gerçek kanaatimizi açıkca ilan etmeye mecbur etmektedir. Yegane gerçek din vardır, o da Hıristiyanlıktır.”2

Papa, gerçekten dürüstlük yapmış ve diyalogun asıl amacını söyleyebilmiştir. Ya bizim diyalog sevdalıları bu açıklamalara ne cevap veriyor? Ama diyalogcular tabii çok müşfik (!) olduklarından asla Hıristiyanların peşini bırakmazlar. Papalar, diyalogun ne olduğunu açıkladıkları halde 9 Şubat 1998 tarihinde Fethullah Gülen, Papa II. John Paul’a şöyle bir mektup yazmıştır: “Papa cenapları, üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik… Papa VI. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi misyonunuzun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mutevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik…”3

Papaların açıklamaları, diyalogun misyonerlik olduğunu belirten izahatlarından sonra nasıl olur da Fethulah Gülen, böyle bir mektup yazabilir? Hangi, Müslüman kendisine Hıristiyanlığı dayatacağını belirten biriyle diyaloga girebilir?

Ama Fethullah Gülen, Hıristiyanlarla ilişkiye geçmek ve diyaloga hizmet etmek için o kadar ileri gidiyor ki; artık Kur’an-ı Kerim’i dahi onlara yaranmak için tefsir etmeye çalışıyor. Mesela: Meryem Sûresinde geçen: “Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Ruhumuzu göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü.” ayetini şöyle yorumlamıştır: “Acaba ne idi bu ruh? Hemen büyük çoğunluğu itibariyle bütün tefsirler, ayet-i kerime de: “…ruhumuzu gönderdik…” diye belirtilen ruhun Cebrail (a.s.) olduğunu ifade etmektedirler. Ne var ki, burada Kur’an “Ruh” tabirini kullanıyor: Ruh’un tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise ihtilafın çerçevesini aşkındır; hatta Efendimizin ruhunu içine alacak kadar da genişdir. Evet bu da muhtemeldir; zira Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı. Bu itibarla da gözlerinin içine başka bir hayal girmemişti ve girmemeliydi de. Ona sadece kendisine helal olan biri bakmalıydı. O da olsa olsa Efendimiz olabilirdi; zira o münasebetle Hz. Meryem’in kendisiyle nikâhlandığına işaret buyuruyordu. Bu açıdan “Ruh”un Efendimizin ruhu olabileceği de ihtimal dâhilindedir.”4

Fethullah Gülen’in bu iddiasına delil olarak gösterdiği hadis-i şerif şöyledir: “Sa’d İbn Cünade’den Allah Resulü dedi: “Cennette Allah beni İmran kızı Meryem, Firavn’ın hanımı ve Musa’nın kız kardeşi ile evlendirecek…”5 Fethullah Gülen’in de dediği gibi o gelen ruh; Ruhü’l Kudüs yani Cebrail (a.s.) idi.

Fethullah Gülen; Hıristiyanların, hidayete ermesi ve cennete girmesi için “Muhammed Allah’ın Resulüdür” kelimesinin söylenmesine gerek olmadığını söyler: “Kur’an-ı Kerim, kitap ehline çağrıda bulunurken: ‘Ey kitap ehli! Aramıza müşterek olan bir kelimeye gelin.’ Nedir o kelime? Allah’tan başkasına ibadet yapmayalım. Allah’a kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin, sizinle bu mevzuu üzerinde birleşip bütünleşelim. Kur’an devamla: “Allah’ı bırakıp da, bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor. Dikkat edin, bu mesajda, Muhammedün Resulullah yok.”6

Fethullah Gülen başka bir eserinde de yukarıdaki beyanına paralel olarak şunları söylüyor: Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.”7

Hoşgörü ve Diyalog İklimi eserinde de şöyle demektedir:

“Kur’an-ı Kerim’in gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir. Bugünkü İncillere ve Tevrata inanan, Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir. Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir, dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.”8

Başka bir eserinde ise şunları belirtmektedir: Herkes Kelime-i Tevhid’i esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümünü, yani “Muhammed Allah’ın Resulüdür” kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.”9

Gülen’in söylediği gibi; ‘Allah Rasulü olmaksızın’ iman olmaz. Allah, Kur’an’da şöyle buyurur: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır…”10 Son Peygambere iman etmemek, imanı tümden reddetmektir. Hele son peygamber olan ve son Kitab Hz. Kur’an’ı getiren Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya iman etmedikçe hiçbir amel kişiyi kurtaramaz. Zira Allah şöyle buyurmuştur: “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”11

“Ey Şanlı Resul! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et! Etmezsen, O’nun elçiliğini, hakkıyla yerine getirmiş olmazsın.”12

Dinlerarası Diyalog faaliyetlerini yürütenler, çalışmalarına Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mektuplarını örnek verirler. Özellikle Necran Hıristiyanları örnek gösterilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Necranlılara yazdığı mektup şöyledir:

“Muhammed Resulullah’tan Necran Piskoposlarına,

Sizi kullara tapmak yerine Allah’a ibadet etmeye çağırıyorum. Kullara yanaşma yerine Allah’a yanaşmaya çağırıyorum. Karşı gelirseniz cizye vardır. Cizyeyi kabul etmezseniz size savaş açarım.”13 Necranlılardan 60 kişilik bir heyetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) arasında konuşma olmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara Müslüman olun dedi. Onlarda bulundukları dini yani Hristiyanlığı Müslümanlık sayarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e:

-Biz çoktan Müslüman olduk, dediler. Hazreti Peygamber (s.a.v.):

-Sizler henüz Müslüman olmadınız, dedi. Onlar da:

-Biz sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk, dediler. Hazreti Peygamber (s.a.v.):

-Yalan söylüyorsunuz. Siz Allah’a çocuk isnad ediyorsunuz. Haça tapıyor ve domuz eti yiyorsunuz. Bunlar Müslüman olmanıza engeldir, buyurdu. Böyle sorulu cevap şeklinde giden konuşmadan sonra Necran Hıristiyanları nasipsiz bir şekilde oradan ayrıldılar.

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişki tarih boyunca hiçbir zaman, diyalogcuların iddia ettiği gibi samimi bir dostluk boyutuna ulaşmamıştır ve ulaşamaz. En fazla, Müslümanlar Hıristiyanlara emannameler vermiştir. Hz. Ömer (r.a.)’in, Fatih Sultan Mehmet Han’ın emannameleri meşhurdur. Hz. Ömer’in emannamesi şöyledir:

“İş bu mektup, Müslümanların emiri Ömer’ül Faruk’un, Kudüs halkına verdiği eman mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, Kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:

Müslümanlar, onların Kiliselerine zorla girmeyecek, Kiliseleri yakıp yıkmayacak, Kiliselerin herhangi bir yerini tahrip etmeyecek, mallarından az bir şey bile olsa almayacak, dinlerini ve ibadet tarzlarını değiştirmeleri ve İslam dinine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zorlama yapılmayacak. Hiçbir Hıristiyan en ufak bir zarar bile görmeyecek. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, eman verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamamen teminat altında olacaklar. Yalnız Kudüs halkı kadar cizye, gelir vergisi vereceklerdir.

Eğer Hıristiyan halkından bazıları, aile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve Kiliselerini ve ibadet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar, onlardan hiçbir vergi alınmayacaktır.”
İmza: Ömer’ül Faruk. Şahitler: Halid bin Velid, Amr İbnil’as, Abdürrahman bin Avf, Muaviye bin Ebi Süfyan.”

Şu hadis-i şerif Ehl-i Kitab’a nasıl davranmamız gerektiğini gayet açık şekilde ortaya koyuyor: “Cabir (r.a): Rasulullah (s.a.v.)şöyle buyurmuştur: Ehl-i Kitab’a hiçbir şey sormayın. Onlar dalalet içinde ola ola, asla size doğruyu göstermezler. Siz eğer onlara bir şey sorarsanız, ya bâtılı tasdik etmek, ya da hakkı yalanlamak mecburiyetinde kalabilirsiniz. Şu gerçeği aklınızdan çıkarmayın: Eğer Musa aranızda yaşıyor olsaydı, vallahi sadece bana tabi olurdu.”14

Dinlerarası Diyalog faaliyetleri ile alakalı günümüzde pek çok çalışma yapıldığından bu konuyu üç ayet-i kerime ile noktalamak istiyoruz.

1-“Allah katında din şüphesiz İslâm’dır.”15

2- “Sen dinlerine tabi olmadıkça ne Yahudiler ne Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: Gerçek yol Allah’ın yoludur. Şanım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacak olsan, Allah’tan başka senin ne bir dostun bulunur ne de bir yardımcın.”16

3-“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.”17

Dinlerarası Diyalogla alakalı son sözü ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.)’ye bırakalım:

“Muhammed aleyhisselâma uymak demek, ahkâm-ı islâmiyyeye ya’nî İslamiyet’e uymak ve küfrü ve kâfirliği yok etmeğe çalışmaktır. Çünki islâm ile küfr birbirinin zıddıdır, tersidir. Birinin bulunduğu yerde, öteki bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey bir arada bulunamaz. Birisine kıymet vermek, ötekini aşağılamak olur. Kur’ân-ı Kerîm’de, Tevbe Sûresinin yetmiş üçüncü âyetinde meâlen: “Ey yüce Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihâd et! Onlara sert davran!” buyuruldu. Hulk-i azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine, [İslâm dînine ve müslimânlara saldıran] kâfirlerle cihâd etmeği, onlara karşı sert davranmağı emr ediyor. Bundan anlaşılıyor ki, İslâm’a saldıranlara sert davranmak da, hulk-ı azîmdir. İslâm’a izzet vermek, kıymetini arttırmak için, küfrü ve kâfirleri yani İslâm dînine ve Müslümanlara saldıranları kötülemek, onları aşağı tutmak lâzımdır. Böyle kâfirlere kıymet vermek, onları yüksek tutmak, İslâmiyyeti ve Müslümanları kötülemek, aşağılamak olur. Kâfirlere kıymet vermek demek, onları üstün tutmak, karşılarında eğilmek olmakla berâber, onlarla birlikte bulunmak, konuşmak, görüşmek de, onlara kıymet vermek olur. İslâm düşmanlarından, İslâmiyyete saldıranlardan, köpekten kaçar gibi kaçmak, onların pis ve alçak olduklarını bilmek lâzımdır. İslâm dînine saldıran, bir mevki, makâm sâhibi ise ve bir Müslümanın bu kimseye bir işi düşerse ve bu işi muhakkak onun yapması îcâb ederse, abdesthâneye gider gibi, işi bitirinciye kadar yanına gidilir. Fakat yine o alçağa kıymet verecek bir şey söylenmez ve böyle bir hareket yapılmaz. Olgun bir Müslüman, onun yüzünü görmemek için, o işinden bile vaz geçer. Onun zehirli, zararlı sözlerini işitmekten, Cehennemlik yüzünü görmekten kurtulur. Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de böyle kâfirlerin kendisine ve sevgili Peygamberine düşmân olduklarını bildiriyor. Allahü Teâlâ’nın ve Onun Resûlünün düşmânları ile düşüp kalkmak, o alçaklarla arkadaşlık etmek büyük cinâyet, çok çirkin bir suç olur. Bu kimselerle görüşmek, arkadaşlık etmek, çeşitli zararlara sebep olur. Bu zararların en küçüğü, insan onların arasında Allah’ın emirlerini yapamaz. Küfre sebep olan şeylerden kaçınamaz. Bu vazifeleri yapmağa sıkılır. Arkadaşlarından utanır, çok küçük görünen bu zarar, dikkat edilirse, pek büyüktür. Allahü Teâlâ’nın dînine saldıranlar ile arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, insanı Allahü Teâlâ’ya ve Onun Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” düşman olmağa kadar sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman sanır. Kelime-i Tevhîd okur. İnanıyorum der. Müslüman olduğunu söyler. Hâlbuki kâfirlerle, münâfıklarla görüşerek, konuşarak onun Müslümanlığı, îmânı saf ve temiz kalmaz. Hattâ büsbütün gider de, farkında bile olmaz. Allahü Teâlâ, hepimizi, nefislerimizin kötülüğünden ve amellerimizin bozuk olmasından korusun!

Fârisî beyt tercemesi:

Zavallı câhil, sanır ki, din adamıdır;

Din ile ilgisi, yalnız böyle sanmasıdır.

Bir kimsenin Müslüman olmasına alâmet, İslâm düşmânlarını tanıması, onlara aldanmaması, sözlerini dinlememesidir. Allahü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, Tevbe Sûresi yirmi sekizinci âyetinde kâfirlere (Neces) ya’nî pis dedi. Doksan beşinci âyetinde de (Rics) buyurdu. Rics de pis demektir. Bunun için, Müslümanların kendileri ile alay eden kâfirleri pis ve zararlı bilmeleri lâzımdır. Böyle bilince, onlarla arkadaşlık yapmazlar, sevişmezler, onlardan sakınırlar. Onlarla birlikte bulunmaktan nefret ederler. Böyle kâfirlerle meşveret etmek, işleri onlara danışıp onların sözü ile hareket etmek, bu din düşmânlarına kıymet vermek olur. Hem de, onları çok yükseltmek olur. Onlardan yardım, şifa beklemek ve hele onlar vâsıtası ile dua ve ibâdet etmek boşuna uğraşmaktır. Mü’min Sûresinin ellinci âyetinde ve Ra’d Sûresinin on dördüncü âyetinde meâlen: “Kâfirlerin duaları ancak dalâlettir.” buyuruldu. Yani İslâm düşmânlarının duaları kabûl olmaz, hiç fâide vermez. Kâfirler, papazlar vâsıtası ile yapılan duaları Allahü Teâlâ hiçbir zaman kabûl etmez. Böyle duaların Müslümanlara fâidesi olmaz. Yalnız bu sûretle o dinsizlere bir kıymet verilmiş olur. Onlar, dua ederken, putlarını, Allah’ın düşmânlarını araya korlar. Onlardan dua beklemenin kötülüğünün çirkinliğinin nereye kadar uzandığını, Müslümanlığın temelinden yıkılıp, kokusunun bile kalmayacağını buradan anlamalıdır.”18

Fethullah Gülen’in eserlerini nasıl yazdığına dair de intihal söylentileri vardır. Hatta bunu kanıtlamak için Murat Bardakçı’nın bir köşe yazısına göz atmakta fayda vardır. Bardakçı’ya göre, Fethullah Gülen’in Buhranlar Anaforunda İnsan isimli eseri, bu ülkede başbakanlık yapmış tarihçi Şemsettin Günaltay’ın Zulmetten Nura adlı eserinden intihallerle doludur. Sizi yazıyla başbaşa bırakıyoruz:

“Fethullah Gülen, İsmet Paşa’nın son başbakanından çok fazla etkilenmiş,

Fethullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, İsmet Paşa’nın ve tek partili dönemin son başbakanı olan ve tarih, iláhiyat ve ahlák konularında çok sayıda eser veren Şemsettin Günaltay’ın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen ‘Zulmetten Nura’ isimli son derece meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı ama Günaltay’ın adı, Gülen’in kitabında bir defa olsun geçmiyordu. Şimdi hiçbir yoruma girmiyor ve Başbakan Şemsettin Günaltay’ın ilk baskısı 1915’te yapılmış olan eserinin 1925’teki üçüncü baskısıyla, Fethullah Gülen’in kitabından birbirinin neredeyse aynı olan bazı cümleleri aynen naklediyorum…

SÖZÜ hiç uzatmadan, kısaca ve apaçık söyleyeyim:

Hafta içerisinde Fethullah Gülen’in son kitaplarından birini, ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ı okumaya başladım ama daha ilk sahifeden itibaren ‘Ben bu cümleleri bir yerden hatırlıyorum’ dedim, düşündüm ve buldum: Fethullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, 1949’un 15 Ocak’ı ile 1950’nin 22 Mayıs’ı arasında başbakanlık yapan, İsmet Paşa’nın ve tek partili dönemin son başbakanı olan ve tarih, iláhiyat ve ahlák konularında çok sayıda eser veren bir zamanların çok önemli bir bilimadamının, Şemsettin Günaltay’ın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen ‘Zulmetten Nura’ isimli gayet meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı.

Fethullah Gülen, Şemsettin Günaltay’ın ilk baskısı 1915’te yapılan ve hálá da sık sık basılan kitabının ‘Tanzimatçılık Devri ve Netáyici (sonuçları)’ başlıklı bölümünü günümüzün Türkçesi’ne uyarlamış, makalenin adını değiştirerek ‘Aydınlık Kapıya Doğru’ yapmış ve eseri bizzat yazmış gibi, kendi ismiyle yayınlamıştı. Ama yayın sırasında başka bazı değişiklikler de olmuş, mesela Günaltay’ın makalesinde geçen ‘Türk’ sözü, Gülen’de her nedense ‘mü’min’ halini alıvermişti.

Şemsettin Günaltay’ın bundan 89, Fethullah Gülen’in de sadece dört ay önce yayınlanan kitaplarından birbirleriyle neredeyse aynı olan bazı cümleler, yandaki sütunda yanyana yer alıyor. Günaltay’dan aynen yapılan aktarmalar sadece bunlardan ibaret değil, daha pek çok ve işin daha da garip tarafı, bütün bunlar olup biterken, Şemsettin Günaltay’ın adının Gülen’in kitabında bir defa olsun geçmemesi. Daha hemen giriş yazısı bir başkasına ait olan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitaptaki diğer makalelerin menşei konusunda doğan şüpheleri gidermek de, artık işin meraklılarına düşüyor.

(…)

Günaltay’ın Gülen’i ‘etkileyen’ cümleleri!

“… Münevver züppeler, şimdiye kadar İstanbul sultanlarının sağmalı olan Anadolu’ya gidip gezmeyi hiç düşünmemiş; köylülerle, Anadolu ibişleriyle konuşmayı, onların ruhunu anlamayı hatırlarına bile getirmemişlerdir. Konaktaki Aşçı Mehmed, Ayvaz Hasan, İspir Ali ile konuşanlar varsa, o da sırf diliyle alay, saflığıyla istihza etmek içindir. Beyefendinin Frenk ruhunu tedkikten, Paris’in ezvák-ı durá-durunu (uzakta kalan zevklerini) özlemekten, Fransız Edebiyatı’nın ince noktalarını araştırmaktan kendi vatanını düşünmeye, Anadolu’sunu gezmeye, Anadolu’nun hastalıklarını, marazlarını deşmeye vakti yok ki! Hem bu kaba Türklerle uğraşılır mıymış?.. Şimdiye kadar aldığı terbiye, sevimli ve şık madmazellerin, muhterem ‘saint’lerin, insaniyetperver misyonerlerin öğrettiği prensipler, onda öyle bir zihniyet hásıl etmiştir ki, kendisine hitaben ‘Türk’ diyecek olursanız, bunu en büyük hakaretlerden addeder ve pür-feveran ateş kesilir (Günaltay, sah: 157).”

“… Bir kesim, kendisinin sağmal’ı saydığı Anadolu’yu hep horlamış; bir kerre olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhál olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı asla hatırına getirmemiştir. Ara sıra bir kahveci Ali, aşçı Hasan, berber Süleyman’la görüşenler olmuş ise de bu onların diliyle alay, safvetleriyle istihza ve anlayışlarıyla eğlenmek için olmuştur. Bu kesimin insanı, frenk ruhunu tedkikten, batı yakası zevkleriyle sermest olmakdan, Fransız ve İngiliz edebiyatının inceliklerini araştırmakdan, kendi dünyasını düşünmeye, onun insanıyla içli-dışlı olmaya ve onun dertlerini dinlemeye kat’iyyen vakit bulamamıştır! Onun şimdiye kadar ruhuna içirilen terbiye anlayışı; sevimli ve şık matmazellerin, muhterem saintlerin, insanlık hayranı misyonerlerin! Onun demine-damarına işlercesine ruhuna aşıladıkları prensipler, onda öyle bir düşünce yapısı meydana getirmiştir ki, bugün kalkıp kendisine ‘mü’min!’ diye sesleniverseniz, bunu yüzüne savrulmuş en büyük hakaret sayacak ve sizi huzurundan kovacaktır (Gülen, sah: 1).”

“… Panaromanın diğer tabakasına geçiniz! Orada büsbütün başka bir manzara! Her nevi teceddüde muárız, terakkiye doğru atılacak her hatveyi tevkife sái öteki yádigárlar! Milliyetlerinden ne kadar uzaklaşmışlarsa berikiler de máziye gömülmeye o derece meftun. Evvelki, Frenk olmadığı için Türk’ü ne kadar hakir görüyorsa, beriki de ábá-i vácidádından görmediği için çatalla yemek yemeyi o kadar günah (!) addediyor (Günaltay, sah: 158).”

Şemsettin Günaltay’ın eserinin ‘semere’ bahsi.

“… Madalyonun diğer yüzündeki manzara da bundan farklı değildir. …her nev’i yeniliğe muarız, terakki ve tekámül istikametinde atılan her adıma muhalif, sinesi öbür álemin heyecanlarından mahrum, düşünceleri hakikatsız ve her türlü ilmi araştırmayı günah sayan sığ bir güruh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, milli ruhdan uzaklaşmayı yenilik ve inkılap saymakla; sonrakiler de şekli bir maziye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihanet etmişlerdir. Birinciler, frenkleşmediği için kendi milletlerini dahi hor görecek kadar yabancılaşmış; berikiler ise sırf eski devirlerde bulunmadığı için bir kısım teknik gelişmeleri, yeni icad ve keşifleri, devriyle hesaplaşabilecek güçte fikir akımlarını bid’at saymış, lánetlemişlerdir (Gülen, sah: 2).”

“… Her millet kendi ruh ve kabiliyetiyle mütenasip teşkilát ister. Milletlerin teşkilát-ı idariyye ve ictimáiyyeleri asrî ihtiyaçlarının, ruhi temayüllerinin mevlûdu değil midir? Ve öyle olmak icap etmez mi? (Günaltay, sah: 158).”

“… Oysa ki, her millet, kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve teşkilát ister. Rica ederim; milletlerin idari ve içtimai teşkilátları, maarif ve düşünce akımları, asrın ihtiyaçlarının ve milletin ruhî temayüllerinin neticesi değil midir? (Gülen, sah: 2).”

“… Muhtelif milletlerin tarz-ı ıslahat ve tanzimatlarını teşrih eden saháif-i tarih tedkik edilirse görülür ki bir milletin hayat-ı ictimái ve siyasiyesini tanzim, terbiyesini tekeffül, rehberliğini deruhte etmiş olanlar, kavánin-i tabiiyyeye tevfik-i hareket hususuna ne kadar gayret göstermiş, milletlerinin ruhuna, asrî ihtiyaçlarına ne kadar derinden nüfuz etmişlerse mesáilerinden o derece feyyáz semereler istihsal etmişlerdir (Günaltay, sah: 159).”

“…Dünden bugüne, muhtelif milletlerin ıslahat tarzları ve inkılábları araştırıldığında görülür ki; bir milletin ictimái ve siyasi durumunu tanzim, terbiye ve yükselmesini deruhte ve rehberliğini yüklenenler; hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş; milletlerin ruhuna ne kadar vákıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne kadar nüfuz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük váadedebilmişlerdir (Gülen, sah: 3).”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu