Dinlerarası Diyalog – Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre
Papa VI. Paul’ün ve II. Vatikan Konsili’nin İslâm’a Bakışı
VIII. yüzyılda Şamlı Azîz Yahyâ (Saint Jean Damascène) İslâm’ı sapık bir mezheb olarak nitelendirdiği Arius-cülüğün yeniden zuhuru olarak telâkki etmekteydi1.
O zamandan bugünlere kadar Katolik Kilisesi’nin ve buna paralel olarak diğer Hıristiyan kiliselerinin İslâm’a bakış açısındaki köklü değişikliği ve bu değişiklikteki iki ayrı safhayı büyük bir dikkatle gözden geçirmek lâzımdır.
Bu değişikliğin başlangıç noktası, Kilise’nin başına geçmeden önce Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye’de uzun süre diplomatik görevlerde bulunmuş ve farklı Hıristiyan fırkaları ile İslâm’ı tetkik etmiş olan Papa XXIII. Jean’ın2 (Giovanni’nin) [1958-1963] bu makāma oturur oturmaz Vatikan’da 21. Ekümenik Konsil’in3 toplanması için verdiği karardır.
1962-1965 arasında üç yıl süren II. Vatikan Konsili onun Papa XXIII. Jean’ın halefi Papa VI. Paul’ün (Paolo’nun) dirâyetli idâresi sâyesinde Kilise’nin o zamana kadar kimsenin aklından bile geçiremediği bir dizi cesur kararlar almasını sağlamıştır. Protestan Reformu’nu hatırlatmasın diye Konsil’in bu çağ-açan kararlarının tümüne reform değil aggiornamento (güncelleştirme, çağa uyma) denilmektedir.
Katolik Kilisesi’nin Yahudilere’e ve Müslümanlar’a düşmanca bakışı bu Konsil’de büyük bir değişime uğramıştır. Tanınmış şarkîyatçı Louis Massignon’un4 (1883-1962), Müslümanlar ile Hıristiyanların birbirlerini anlayıp peşin hükümlerden vazgeçerek aralarında dostluk kurmak yolunun fıkhî tartışmalarla değil, özellikle her iki dinin mistik yanlarındaki ortak noktalar aracılığıyla olabileceğini yıllar boyu savunmuş; bunun için:
Müslümanları ve Hıristiyanları ortak oruç tutmaya, her iki din mensuplarının yakınlaşmalarını sağlamak üzere kutsal sayılan yerlere ortak ziyâretler yapmaya teşvik etmiş ve bu hareketlerde dâima başı çekmiş olması bazı mahfellerde Kilise’nin Müslümanlara karşı nefrete dayanan geleneksel tavrını II. Vatikan Konsili’nde terk etmesini sağlayan müsait zemini hazırlamıştır. Massignon’un Konsil üyesi olan talebesi Peder Georges Chehata Anawati’nin (1904-1994) de bu zeminin Konsil kararı olarak kayda geçirilmesinde etkili olmuş ve Papa VI. Paul’ün5 [1963-1978] ise bunu sonuna kadar bütün ağırlığını koyarak desteklemiş olduğu bilinmektedir.
Buna paralel olarak Papa VI. Paul, daha Konsil sona ermeden, 1964’de Vatikan’da bir “Gayrı Hıristiyanlar Dairesi” ihdâs etmiştir. Bu daire şimdiki Papa’nın döneminde, 1988 yılında, “Dinler Arası Papalık Kurulu”na (PCID veyâ PCDI)6 dönüştürülmüştür.
Papalık menşeli evrâka göre7 PCIR, II. Vatikan Konsil’inin ve Konsil’in 28 Ekim 1965 târihli ve “Dichiarazione Nostra Aetate sulle Relazioni Della Chiesa Con Le Religioni Non-Cristiane” (Kilise’nin Hıristiyanlık Dışı Dinler İle Münâsebetleri Hakkında Çağımız Bildirisi) başlıklı bildirisinin niyetine uygun olarak, “Dinler Arası Diyalog”u teşvik etmek üzere Katolik Kilisesi’nin merkezî bürosu olup:
Katolikler ile diğer dinlerin sâlikleri arasında karşılıklı anlayış, saygı ve işbirliğini teşvik etmekle; dinleri incelemeyi özendirmekle ve diyaloga müsait kimselerin yetişmesini teşvik etmekle sorumlu kılınmıştır.
II. Vatikan Konsili’nin “Çağımız Bildirisi” 20 Kasım 1964’deki ilk oylamada Konsil’e katılanlardan 99’unun olumsuz oyuna karşı 1651, kısmen tâdil edildikten sonraki 15 Ekim 1965’deki oylamada 250’sinin olumsuz oyuna karşı 1763 ve nihâyet 28 Ekim 1965’deki son oylamada da 88 olumsuz oyuna karşı 2221 olumlu oyla kabûl ve ilân edilmiştir. Bu bildirinin Müslümanlar ile ilgili 3. paragrafı şöyledir:
“Kilise Ahad, Hayy ve Kayyûm, Rahmân ve Kādir, Semâ ile Arz’ın Hâlık’ı olan ve insanlara hitâb etmiş olan Allāh’a kulluk eden Müslümanlar’a da takdir nazarıyla bakmaktadır. Onlar İslâm inancının da yollama yapmakta olduğu veçhile İbrâhim’in Allāh’a teslim oluşu gibi Allāh’ın, gizli olsalar bile, hükümlerine, bütün benlikleriyle teslim olmaya çalışmaktadırlar. Her ne kadar İsâ’yı Allāh olarak tanımasalar da ona peygamber olarak saygı duymakta; O’nun bâkire anası Meryem’e de hörmet etmekte ve hattâ ona münâcaatta bulunmaktadırlar. Bundan başka onlar, Allāh’ın, ölümden sonra yeniden dirilecek olan bütün insanların hakkını vereceği kıyâmet gününü de beklemektedirler. Kezâ onlar ahlâkî hayata değer vermekte ve özellikle namaz, zekât ve oruç aracılığıyla Allāh’a ibâdet etmektedirler.
Yüzyıllar boyunca Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında pekçok ihtilâf ve düşmanlık ortaya çıkmışsa da, Konsil hepsini geçmişi unutmaya, karşılıklı olarak birbirlerini anlamaya samimî bir şekilde gayret etmeye ve kezâ bütün insanlar için sosyal adâleti, ahlâkî değerleri, sulhu ve özgürlüğü hep birlikte koruyup üst düzeyde tutmaya dâvet etmektedir.”
Daha sonra Vatikan dokümanları arasında “Dinler Arası Diyalog”un metodolojisi konusunda şu pasajla karşılaşmaktayız:
“Diyalog iki yönlü bir iletişimdir. Karşılıklı gelişme ve zenginleşme amacıyla konuşmayı ve dinlemeyi, vermeyi ve almayı gerektirir. Kendi îmânına tanıklık etmeyi de karşısındakininkine karşı açık davranmayı da kapsar. Bu, ne Kilise’nin aslî görevine bir ihânettir ve ne de insanları Hıristiyan yapmak için yeni bir metottur.”
Hıristiyan Câmiasının İslâm’ı Tanıma Merakı
Hıristiyan câmiası hızla yayılan İslâm’a karşı kendisini korunma içgüdüsü ile bu dini yakından tanımak istemiştir. Bunun sonucu olarak da Müslümanların her çeşit dinî ve lâdinî veçhesini araştırıp incelemek Batı’da gitgide kurumsallaşmıştır. Kur’ân ilk defa 1143 târihinde Lâtince’ye çevrilmiş ve bu çeviri 1543 târihinde Basel’de basılmıştır. Hıristiyanlığın İslâm’a bakış açısının tenkidî olması normaldir. İslâm da, Hz İsâ’dan sonra sâfiyetini kaybetmiş olan Hıristiyanlığı tenkid etmektedir. Ancak, İslâm âleminin büyük bir çaba sarf etmemesine rağmen dünyanın her yanında ihtidâ edip de bu dine girenlerin çokluğuna karşı organize ve saldırgan Hıristiyan misyonerliğinin, Hıristiyanlığa kazandırdıklarının azlığı ile ortaya çıkan başarısızlığı Hıristiyan âlemini tedirgin etmiştir ve etmektedirde.
İslâm’ı daha iyi tanımak ve zaaflarını daha iyi teşhis edebilmek gâyesiyle Hıristiyan âleminde büyük yatırımlar yapılmış bulunmaktadır. İslâm’ı ve islâmî ilimleri öğrenmek ve öğretmek üzere araştırma merkezleri, enstitüler ve üniversitelerde kürsüler; ayrıca islâm ülkeleriyle münasebetlerde daha bilgili ve avantajlı olabilmek üzere bakanlıklarda uzman komiteler ve danışmanlıklar ihdâs edilmiştir. Müslüman ülkelerde ise Hıristiyanlığı da Mûsevîliği de ve diğer dinleri de öğrenmek ve öğretmek için bu kabil ilmî müesseseler ve çok sayıda uzman kişiler yoktur. Ve maalesef görülmektedir ki İlâhiyat Fakülteleri’ndeki hocaların bile çoğu Hıristiyanlık hakkında araştırma ve incelemeye dayanan ciddî ve güvenilir bir bilgiye sâhib değildirler. İtiraf etmek gerekir ki müslümanların Hıristiyanlık hakkındaki bilgileri daha çok kulaktan dolma olup çoğunlıkla da zanna yâni vehme dayanmaktadır.
Hıristiyan çıkarlarını korumak üzere Hıristiyan âleminde İslâm’a karşı duyulan bu bilgilenme sürecine, Türkiye’de Oryantalizm (Şarkîyat) denilmektedir. Batı’da ise Oryantalizmin lûgat mânâsı:
1) Doğu milletleri, dilleri, târihleri, medeniyetleri vs… ile ilgili bilgilerin tümü, ya da
2) Doğu ile ilgili şeylerden zevk alma eğilimi’dir.
II. Cihan Harbi’ne kadar oryantalistlerin tutumu hep, İslâm hakkında yapılan incelemeleri temel alarak İslâm’ı tenkid etmek olmuştu. Ancak bu tenkidlerin misyonerlik açısından Müslümanları iknâ etmediği gibi Hıristiyanların İslâm’a geçişlerini de önleyemediğini fark ve idrâk edince oryantalistler, stratejilerinin yanlış yürütüldüğünü düşünmeye başladılar. O zamana kadar İslâm’a, hep Hıristiyanlığın bakış açısından bakarak ve bu bakış açısının kendilerine İslâm’ın zaafları olarak gösterdiği konulara dayanarak bir savaş açmışlardı.
Oryantalistler İslâm’ı bir Müslüman’ın idrâk ettiği şekilde idrâk etmediklerinin farkına vardıkları ân, bu dine bir Müslüman gibi düşünerek nüfûz edip zaaflarını ortaya çıkarmanın Müslümanlar üzerinde daha etkili olabileceğine inanmaya başladılar. Bu dönüm noktası oryantalistlerin ve Batı’nın entelektüellerinin İslâm’a, alman filozofu Edmund Husserl’in (1859-1938) fenomenolojik metodu’nu uygulayarak peşin hükümsüz ve İslâm’ı dış söylemlerle değil içerisinden kavramak sûretiyle bakmaya sevketti. Fakat böyle bir metodun uygulanmasının zaman içinde çok ilgi çekici bir sonucu oldu: İslâm’ı peşin hükümsüz tetkik eden pek çok oryantalist ve entelektüel ihtidâ ederek İslâm’la şereflendiler. Bunu da II. Vatikan Konsili’nin kararını uzaktan hazırlamış olan etkenlerden biri olarak addetmek gerekir.
Batı’nın önde gelen oryantalistlerinden:
***Silvestre de Sacy (1758-1838), Reinhart Pieter Anne Dozy (1820-1883), Ernst Renan (1823-1892), H. Hirschfeld (?), Clair Tisdall (?), Theodor Nöldeke (1836-1930), İgnaz Goldziher (1850-1921), Leone Caetani (1869-1935), Joseph Schacht (1902-1969), Bernard Lewis, vb … Batı’nın emperyalist emellerine hizmet eden, İslâm’ı hor gören bir oryantaizm anlayışı sergilemişlerdir.
Buna karşılık İslâmı doğru anlamaya çalışan oryantalistlerden:
***René Guénon ya da Abdülvâhid Yahyâ eş-Şâzelî (1886-1951), Michel Valsan ya da Şeyh Mustafa Abdülazîz (vef. 1974), Titus Burckhardt ya da Sidi İbrâhim İzzeddin ed-Darkavî (1908-1984), Frithjof Schuon ya da Şeyh İsâ Nureddin Ahmed eş-Şâzelî ed-Darkavî el-Alevî el-Meryemî (1907-1998), Vincent Monteil ya da Mansûr (doğ. 1903), Eva de Vitray-Meyerovitch ya da Havvâ (1909-2001), Michel Chodkiewicz ve kızı Claude Addas, Charles-André Gilis ya da Adürrezzâk Yahyâ, vb… gibileri ihtidâ etmişler ve Müslüman olduklarını açıkça ilân etmişlerdir.
***Louis Massignon (1883-1962), Anne Marie Schimmel (1922-2003), William C. Chittick’in Müslüman olduklarını ise yalnızca yakınları bilmektedir.
***Ayrıca: R.P. Dozy (1820-1883), Martinus Theodorus Houtsma (1851-1943), Snouck Hurgronje (1857-1936), David Samual Margoliouth (1858-1940), Bertrand Carra de Vaux (1867-1953), Reynolds Alleyn Nicholson (1868-1945), Carl Brockelmann (1968-1956), Frederick William Hasluck (1878-1920), Helmut Ritter (1892-1971), Toshihiko İzutsu (1914-1993), Henry Corbin (1903-1978), Henri Laoust (1905-1983), Louis Gardet (1904-1986), Georges Chehata Anawati (1905-1994), Edward Said (1935-2003); ve ve dinî aidiyetlerini özellikle belirtmek istemeyen: Stephen Hirtenstein, Thierry Zarcone, Alexandre Popovic, Irène Melikoff, Paul Ballanfat gibi genç araştırıcılar vb… İslâm hakkında objektif inceleme ve değerlendirmeler yapmışlardır.
Papa II. Jean Paul’ün Strateji Değiştirmesi
Şimdiki Papa II. Jean-Paul (Johannes Paulus/Karol Wojtyła; doğ. 18 Mayıs 1920), Şamlı Azîz Yahyâ’dan yaklaşık 12 yüzyıl geçtikten sonra, 5 Mayıs 1999 târihli genel kabûlünde hâzırûna Hıristiyanlık ile İslâm arasındaki diyalogdan söz ederken şunları söyleyebilmiştir:
Biz hıristiyanlar İslâm ile sâhib olduğumuz ortak dinî değerleri sevinçle teşhis ve tasdîk etmekteyiz. Bundan birkaç yıl önce Casablanca’da genç müslümanlara söylemiş olduklarımı bugün tekrarlamak istiyorum: “Bizler aynı Allāh’a, Ahad olan Allāh’a, Hayy olan Allāh’a, âlemleri yaratan ve yarattıklarını kemâle erdiren Allāh’a inanmaktayız. İsâ da İsrâil’in: “Rabb’imiz olan Allāh bizim tek Rabb’imizdir”8 şeklindeki âmentüsünü sahiplenerek bunu bizzât tasdîk etmektedir.
Aynı Papa 18-19 Ağustos 1985’de Fas’a yapmış olduğu ziyârette ise 50.000 Müslüman gencine hitâben yaptığı konuşmayı da Fâtiha Sûresi’ni bir başka şîveyle söylüyormuşçasına şöyle bitirmekteydi:
Sözlerimi, sizlerin önünde O’ndan bizzât istimdâd ederek bitirmek istiyorum:
Yâ İlâhî! Sen bizim Hâlık’ımızsın. Sen Cemîl’sin ve senin Rahmet’in herşeyi kuşatmıştır. Her mahlûkun hamdı Sana aittir. Sen, biz insanlara yaşamamız gereken derûnî bir Şerîat verdin. Senin hükmüne uymak bizim vazifemizi ifâ etmek demektir. Senin gösterdiğin yolu izlemek nefsimizin selâmetidir. İtaatimiz Sanadır. Arzda giriştiğimiz her teşebbüsde bizlere Sen yol göster! Kalbimizi Sen’in hükmünden saptıracak hevâ ve heveslerden bizleri halâs et! Beşerî bozgunlukları haklı göstermek için Sen’in Adın’ın ardına saklanmamıza müsaade etme! Yâ İlâhî! Sensin Ahad. Kulluğumuz ancak Sanadır. Bizi Sen’ den uzaklaştırma! Ey, bütün insanları mahkemeye çekecek olan Allāh’ım! Rûz-i cezâda Sen’in seçkinlerinin arasında olmamız için bizlere yardım et! Ey Adl’in ve Selâmet’in sâhibi olan Rabb’im! Bizlere hakîkî sevinci, hakîkî muhabbeti olduğu kadar milletler arasında sürekli bir kardeşlik de lûtfet! Bizleri ebediyete kadar lûtuflarına garket! Âmin.
Bir tâmiminde Papa II. Jean-Paul, 1215 târihli IV. Laterano Konsili’nin Allāh’ın Zâtı’nın “doğurmadığını ve doğurulmuş olmadığını” ilân etmiş olduğunu ve bunun da Kur’ân’ın CXII. İhlâs Sûresi’nin ifâdesinin9 aynı olduğunu hatırlattıktan sonra: “Bu anlamda, yâni Allâh’ın Tek olan Zâtı söz konusu olduğunda Hıristiyanlık ile İslâm arasında anlamlı bir tekābüliyetin mevcûd olduğunu” da beyân etmiştir.
Fakat bu arada katolik âleminde “Dinler Arası Diyalog”un Hıristiyanlığın temel amacı olan misyonerliğe hizmet etmesi gerektiği konusunda fikirler de ileri sürülmeğe başlamış ve Kardinaller’in bir bölümünün bu yönde bir strateji tesbit edilmesi gerektiği husûsundaki eğilimleri, sonunda, Papa II. Jean Paul’ü 1990’da Redemptoris Missio başlıklı Papalık tâmimini yayınlamaya sevk etmiştir. Bu tâmimle “Dinler Arası Diyalog”un 1) gāyesi ve 2) stratejisi resmen başka bir mecrâya çekilmiş bulunmaktadır. Bu tâmimin 55 numaralı fıkrasında Papa II. Jean Paul, bu sefer, şunları beyân etmektedir:
“Dinler Arası Diyalog”, Kilise’nin İncîl’in mesajını yaymak görevinin parçasıdır. Karşılıklı bir tanışma ve bir zenginleşme metodu ve aracı olarak telâkki edildiğinde bu, Kilise’nin Hıristiyan olmayanlara İncîl’in mesajını tebliğ görevine10 karşı olmadığı gibi, aksine, bu görevle özellikle bağlantılı olup bunun bir tezâhürüdür. Zîrâ bu görevin muhâtabları İsâ’yı da İncîl’i de tanımayan ve genellikle de başka dinlerin sâlikleri olanlardır11…
Konsil de, Kilise’nin daha sonraki12 tedrisâtı da kurtuluşun Mesih’den geldiğini ve diyalogun da İncîl’in mesajını yaymakdan ayrı tutulamayacağını dâima kararlılıkla savunmak sûretiyle bütün bunları geniş bir biçimde vurgulamışlardır.
Bütün ömrü mücâdeleyle geçmiş, sabırlı ve güçlü bir strateji üstâdı olan Karol Wojtyła/Papa II. Jean Paul, II. Vatikan Konsili’nin bir gerçeği idrâk ederek ve Katolik Kilisesi’nin, 12 yüzyıllık gelenek ve nefretini arkada bırakarak, cesâretle almış olduğu Konsil kararını aradan 25 yıl geçtikten sonra, böylece, “Hıristiyan olmayanlara İncîl’in mesajını tebliğ aracı” hâline dönüştürmüş bulunmaktadır.
Papa II. Jean Paul’ün “Dinler Arası Diyalog” konusundaki strateji değişikliğini dile getiren Redemptoris Missio tâmiminden 10 yıl sonra, Vatikan’daki “Îman Doktrini Teşkilâtı”nın13 (Congregazione per la Dottrina della Fede’nin) başkanı olan Kardinal Joseph Ratzinger’in imzâsıyla hazırlanmış olan Dominus Jesus (Rabbimiz İsâ) başlıklı 36 sayfalık bir bildiri, Papa’nın 16 Haziran 2000 târihli tasdîkiyle aynı yılın 5 Eylûl’ünde yayınlamıştır. Bu metin “Dinler Arası Diyalog”un papazlar, ilâhiyatçılar ve halk arasında Kilise’nin tasvib etmediği bir mecrâya girmekte olduğunun müşâhedesiyle bu kimselere hitâben kaleme alınmış olan, sert ve “Dinler Arası Diyalog”a katılanları Katolik Kilisesi’nin bütün âlemin vasîsi olduğunun bilincini dâima zinde tutmaları gerektiğini hatırlatan bir bildiridir. Fakat Kardinal Joseph Ratzinger’in bu bildirisi gerek uslûbuyla, gerek yansıttığı kibirle, ve bilhassa da II. Vatikan Konsili’nin rûhuna aykırı iddia ve ibâreleriyla katoliklerin, protestanların ve ortodoksların ortak tepkisini çekmiştir.
Hıristiyan olmayanlara İncîl’in mesajını tebliğ Katolik Kilisesi temel görevidir. Katolik Kilisesi bu konuda:
*Kendisinin bütün insanların vasîsi olduğuna,
*Kurtuluşun da ancak ve ancak Kilise aracılığıyla olduğuna ve hepsinin de üstünde,
*Hakîkatın yalnızca kendi tekelinde olduğuna
inanmaktadır. Ancak, Kilise’nin bütün Dünyâ’da bu misyonerliği yaparken diğer din mensûblarıyla çatışmaması mümkün müdür? Şu hâlde, bu kabil çatışmaları
1) Yumuşatmak ve
2) Mümkünse önlemek
üzere uzun vâdeli bir strateji uygulamak gerekecektir. İşte Papa II. Jean Paul’un Hıristiyanlık-dışı dinlerin alanına sokmak istediği “Truva Atı”, kendisi tarafından bu amaca yöneltilmiş olan “Dinler Arası Diyalog”dur.
“Dinler Arası Diyalog” ile ilgili olarak Papa II. Jean Paul zamanında Vatikan’da apayrı bir bürokrasi tesis edilmiş ve bu işe milyonlarca dolarlık bir bütçe tahsîs edilmiştir. Bu iş sûret-i hakdan gösterilerek
1) Yumuşak bir tarzda, ama
2) Kararlı ve saldırgan bir misyoner zihniyetiyle
yönetilmektedir. Diyalogun inisiyatifi tamâmen Hıristiyanların14 elindedir. “Dinler Arası Diyalog” ile ilgili toplantılar, toplantıların gündemi ve süresi, dâvet edilecek olanlar büyük ölçüde hep Hıristiyanlar tarafından tesbit ve empoze edilmektedir.
Vatikan’ın bu stratejisinin temel amacı önce İncîl tebliğinin diğer dinlere ve bu arada da özellikle Müslümanlara mûnis gösterilmesinde aracı olacak olan, ülkelerinde gerek idâreci, gerek bilim adamı, gerekse tüccâr vs… olarak belirli bir etkinliğe sâhip bulunan şahsiyetlere tesir edebilmektir. Bu zevâtın ise:
*Bâzı Hıristiyan örf ve âdetlerinin sinsice kamu hayatına sokulmasına,
*Bâzı Müslüman örf ve âdetlerinin yıpratılmasına,
*Bâzı hakların elde edilmesi için aracılık edilmesine, baskı grubu oluşturulmasına,
*Noel Baba, Saint Valentin, Azîze Teresa gibi tanınmış Hıristiyanların Müslümanların kendi mubârek şahsiyetlerinin yerine zihinlerde paradigmalaştırılmasına,
*Hıristiyan örf ve âdetlerini bilmenin ve bunları savunmanın insanı entelektüel, hoşgörü sâhibi, ayrıcalıklı ve hattâ kahraman kılacağı fikrinin yerleşmesine,
*Kilise’nin gizli ya da âşikâr para desteğine zemin hazırlanmasına ve bunların insânî yardım olarak algılanmasının sağlanmasına,
*Hristiyanlığın i’tibâr ettiği mûcizelerle ve azîz saydığı kişilerle ilgili hikâyelerin Medya’da ve çocuk kitaplarında yaygınlaştırılmasına,
*İslâm inançlarında şüphe uyandıracak yayınlar, münâzaralar yapılmasına,
*Yâni, kısacası, Vatikan’ın uzun vâdeli politikasına
farkına varmasalar dahî, yardımcı olabilecekleri ya da Kilise’nin bu girişimlerini minimize edebilecekleri veyâhut da en azından tarafsız kalabilecekleri ümid edilmektedir.
“Dinler Arası Diyalog”un Yararları Var Mıdır?
Kur’ân: “Ey insanlar!… Biribirinize ârif olasınız diye sizleri şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allāh’ın indinde en kerîm olanınız en çok ittikā sâhibi olanınızdır…” demekle farklı topluluklara ait insanların
*tanışıp, biribirlerinin ahvâline ârif olmalarını,
*fakat bu tanışıklığın onların takvâsını zayıflatmamasını
murâd etmektedir. Buna göre Müslümanların “Dinler Arası Diyalog”a bu şartlara uyarak riâyet etmelerinde bir sakınca yoktur.
Bununla beraber “Dinler Arası Diyalog” herkesin sellemehüsselâm girişebileceği bir uğraş değildir. Hıristiyanların bu konuda inisiyatifi elde bulundurduğunu ve bu işe tahsîs ettiği kimselerin hem konularının uzmanı, hem iyi müzâkereci, hem iyi strateji uygulayıcısı ve hem de Hıristiyanlık taassubu ile hareket etmeğe şartlandırılmış kimseler oldukları unutulmamalı; Kilise’nin oyununu tersine çevirecek kıratta kimselerin müzâkere masasına oturmasına özen gösterilmelidir.
Hiç şüphesiz “Dinler Arası Diyalog”un muhâtabı “T.C. Diyânet İşleri Başkanlığı” olmalıdır. Başkanlık’da mutlakā “Dinler Arası Diyalog Dairesi” kurulmalı ve bu daire yalnız Hıristiyanlarla değil Yahudilerle de ve diğer dinlerin mensûblarıyla da toplantılar yapmak konusunda inisiyatifi elinde bulundurmalıdır. Toplantılar sonunda ortak bildirilerin fevkalâde titizlikle kaleme alınmasına özen gösterilmeli, islâmî îman umdelerinden sanki fedâkârlık ediliyormuş gibi algılanabilecek bir metnin ortaya çıkmasına aslā müsaade edilmemelidir.
“Dinler Arası Diyalog”un sinsi bir misyonerlik görevi hâline dönüştürülmesi için Vatikan’da şimdiki Papa’nın izhâr ettiği strateji değişikliğini yukarıda takdîm etmiş bulunuyorum. Hıristiyan yetkililerinin bu konudaki cesâretlerini kırmak için her “Dinler Arası Diyalog” toplantısının sonunda, âdet hâline sokulan bir leitmotiv olarak, Hıristiyanlık ile İslâm’ın bağdaşmasının mümkün olmadığı noktaların bir bir tâdâd edilmesi ve gerekiyorsa da “Leküm diniküm ve liye din” (Sizin dininiz size, benim dinim bana; CIX/6) denilebilmesi isâbetli olurdu.
İslâm ile Hıristiyanlık Arasında Uyuşulması İmkânsız Konular
Doktrin açısından Hıristiyanlık ile İslâm arasında, üzerinde anlaşabilmelerinin mümkün olmadığı pek çok husûs vardır. Bunların en önemlileri aşağıda tâdâd edilmiş bulunmaktadır.
1. Hıristiyan itikādınca:
“Allāh: Baba, Oğul ve Rûhülkuds diye üç ayrı zâttan oluşan Bir’dir. Allāh, oğlu Mesih İsâ’nın zâtında Kendi’ni insan kılmıştır” (Teslis Akîdesi).
İslâm’ın tenzihî Allāh kavramı, Kur’ân’da CXII. sûre olan İhlâs sûresi ile bildirildiği şekliyle, Hıristiyanlığın Teslis Akîdesi ile de Allāh’ın ete kemiğe bürünüp İsâ sûretinde bir Dünyâ hayatı geçirmesi ile de aslā bağdaşmaz. Teslis de, İsâ’ya Allāh demek de, Hz. Meryem’in Allāh’ın Annesi (Theotokos) addedilmesi de İslâm nazarında düpedüz şirkdir. Ayrıca İslâm inancına göre Hz İsâ yalnızca bir peygamber ve de fânîdir.
2. Hıristiyanlara göre:
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın Cennet’ten çıkarılmalarına sebeb olan “Allāh’ın emrine uymamış olmaları” keyfiyeti ilk günâhı teşkil etmiştir. Bu ilk günâhın seyyiesini bütün insanlar çeker. Herkes Dünyâ’ya bizâtihi günâhkâr olarak gelir; vaftiz olamadan yâni vaftizin insana sağladığı hıristiyan cemaatine katılma kudsîyetini(!) kazanmadan ölen kimse (isterse bir haftalık bir bebek olsun) doğrudan doğruya Cehennem’e gider. İnsan kılığına bürünmüş olan Allāh’ın, oğlu olan Mesih İsâ Allāh’ın hükm-i ezelîsine göre Allāh ile beşeriyetin arasını bulmak üzere Dünyâ’ya gelmiş ve ölümü de Dünyâ’daki günâhların kefâreti olmuş, beşere ilâhî selâmet yolu ancak bu sûretle açılmıştır. Bu bakımdan Kilise’nin dışında hiç bir selâmet imkânı yoktur.
Hâlbuki İslâm’a göre beşer Dünyâ’ya 1) günâhsız, ve 2) İslâm fıtratı üzere doğmuş olarak gelir; onu sonradan anası ve babası Yahûdî, Mecûsî veyâ Hıristiyan yaparlar15. Ayrıca, Kur’ân’da:
* “.. Hiçbir günâhkâr başkasının günâh yükünü yüklenemez” (VI/164, XVII/15, XXXV/18, XXXIX/7, XLIII/38);
* “De ki: Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorumlu değiliz” (XXXIV/25)
denilmektedir. Bu bakımdan, İslâm’da, kimse kimsenin günâhını yüklenemez ve günâhlarına da kefâret teşkil edemez. İslâm’a göre Cennet de Cehennem de belirli dinî grupların inhisârında değildir, nitekim Kur’ân’da:
* “Şüphe yok ki inananlar ile Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allāh’a ve âhiret gününe inananlar ve iyi işler yapanlar için Rabb’larının katında ecirler vardır; onlar için artık korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” (II/62)
denilmektedir. Bu âyet beşerin ilâhî selâmete nâil olmasını, en azından: 1) Allāh’a îmân, 2) Âhiret gününe îmân, ve 3) İyi (yâni Allāh’ın ve peygamberlerinin direktifleri doğrultusunda) işler yapılması şartlarına bağlamaktadır.
Öte yandan, gene İslâm’a göre, Hz. Âdem beşeriyetin ilk peygamberidir. Cennet’de Allāh’ın emrine uymaması şeklinde tecellî eden dalgınlığı Allāh’ın hikmetine ve “İlâhi Kader ve Kazâ”ya uygun olarak vuku bulmuştur. Bu, beşerin Yeryüzü’nde çoğalmasının ve hayr ile şerrin tefrik edilmesinin sebebini teşkil etmiştir. Bunda tefekkür etmesini bilenler için nice ibretler vardır (XXX/20-21). Hz. Âdem ise kusurunu idrâk ederek tövbe etmiş; Hz. Allāh da Kendi’ne lâyık gördüğü Tevvâb ve Rahîm isimlerinin hörmetine Âdem’in tövbesini kabûl ederek günâhını affetmiştir (II/37). Zîrâ Allāh ihlâs ile yapılan bütün tövbeleri kabûl eder (Bk. meselâ: IX/104 ve 112), ve tövbe edenleri de sever (II/222).
3. Kilise’nin resmî İncîl’leri Hz. İsâ’nın çarmıha gerilerek öldürüldüğünü, ölümünün üçüncü günü yeniden dirilmiş olduğunu, ve kısa bir müddet daha yaşadıktan sonra da etiyle kemiğiyle göğe çekilmiş olduğunu, Cezâ Günü’nde de Allāh’ın kendisine vermiş olduğu yetki ile bütün insanları muhâkeme edip cezâ ve mükâfatlarını vereceğini bildirmektedirler16.
Hâlbuki İslâm’a göre Hz. İsâ çarmıhta ölmemiştir. Bu husûsta Kur’ân’da:
* “Onlar O’nu (yâni Hz. İsâ’yı) katletmediler de salbetmediler de; ama bu onlara öyle göründü. O’nun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı kararsızlık içindedirler. Bu husûsta onların zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur ve O’nu kesin olarak öldürmemişlerdir” (IV/157)
ve kezâ
* “Her nefis ölümü tadar ve sonra Biz’e rücu’ eder” (XXIX/57)
buyrulmaktadır. Ayrıca bir Hadîs-i Kudsî’de de:
* “… İnsanların Dünyâ’ya aslā dönmeyecekleri hükmü şüphesiz önceden tarafımdan verilmiştir…”17
denildiğine göre Hz. İsâ’nın vefatı çarmıh üzerinde olmamış, ve kendisi de katledilmemiştir; yâni Hz. İsâ, ölümü tabiî vefâtıyla tatmıştır; tekrar Dünyâ’ya dönmesi ise, sözü edilen Hadîs-i Kudsî dolayısıyla, yalnızca bir Hıristiyan masalıdır. Ayrıca gene Kur’ân, Cezâ Günü için:
* ” O gün mülk Allāh’ındır. İnsanlar arasında hüküm verir…” (XXII/56) “Ve sana Cezâ Gününün ne olduğunu ne idrâk ettirir? Sonra gene sana Cezâ Günü’nün ne olduğunu ne idrâk ettirir? O gün hiç bir nefis bir başka nefse bir şey veremez. O gün emir Allāh’ındır” (LXXXII/17-19)
beyânlarıyla Cezâ Günü’nde insanları muhâkeme edecek olanın Hz. İsâ değil, bizzat Hz Allāh (c.c.) olacağını ilân etmektedir.
1. Yuhannâ İncîli’nde Hz. İsâ’nın ağzından Havâriler’e:
“… Günâhlarını affedeceğiniz kimselerin günâhları af olunacaktır. Günâhlarını affetmeyeceğiniz kimselerin günâhları ise af olunmayacaktır” (20/23)
denilmektedir. Buna dayanarak Katoliklik’de ruhbân sınıfının Baba, Oğul ve Rûhülkuds adına mü’minlerin günâhları hakkındaki îtiraflarını dinleme ve bu günâhları ya hemen ya da papazın tâyin edeceği belirli bir riyâzatın ifâsından sonra affetme, veyâhut da hiç affetmeme yetkisi vardır. Protestanlarda ise îtiraf ve günâhları af yetkisi yoktur.
İslâm’da ise günâhları îtiraf etmek yerine günâhlara tövbe etmek vardır; ve tövbe de îtirafdan çok farklıdır. Ayrıca günâhlar ancak ve ancak Allāh tarafından bağışlanabilir ve tövbeler de ancak ve ancak Allāh tarafından kabûl edilir. Nitekim Kur’ân’da:
* “… Ve günâhları Allāh’dan başka kim bağışlayabilir ki…” (III/135)
* “… Andolsun ki Allāh tövbeleri kabûl eden ve merhameti sınırsız olandır” (II/37)
* “O’nun (yâni Allāh’ın) huzurunda O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir ki?”(II/255)
denilmekle 1) günâhları bağışlama yetkisinin Allāh’ın tasarrufunda bulunduğu, ve 2) tövbeleri Allāh’ın kabûl ettiği anlaşılmaktadır.
5. Katoliklere göre beşer ile Ulûhiyyet arasında, Hz. İsâ’dan başka, ruhbân sınıfı ile ikonalar da aracılık eder. Bu husûsta Katoliklik ile Ortodoksluk aynı inanca sâhibtir. Fakat Luther-ci ve Calvin-ci Protestanlık ikonalara müsâmaha etmemektedir.
Hıristiyanlık ile İslâm arasındaki bağdaşmazlığın önemli bir cüz’ü de İslâm’da ruhbân sınıfının bulunmayışıdır (LVII/27). Rabb’ine kulluk ve ibâdet etmek husûsunda Müslümanın kimsenin aracılığına ihtiyâcı yoktur; hattâ böyle bir aracın peşine düşmek Kur’ân’a göre şirktir de (XXXIX/3).
Katolik Kilisesi’ne göre ikonalar ibâdetin ayrılmaz bir parçasıdır. M.S. 787 târihinde İznik’de toplanmış olan II. İznik Konsili’nde alınmış olan karara göre:
“… ister Rabb’bımız Allāh ve Kurtarıcımız olan Mesih İsâ’nın olsun, ister Allāh’ın mukaddes Anası pâk Hanımefendimiz’in (yâni Hazret-i Meryem’in) olsun, isterse de mukaddes meleklerin ve azîz ve tekrîme lâyık insanların olsun, hepsinin de azîz ve kıymetli ikonaları kiliselere… evlere, yolların üzerine yerleştirilmelidir. Çünkü bu ikonalar aracılığıyla onların tasvîrlerini gördüğü her sefer, insan bu tasvîrlerin aslını hatırlamak için şevk kazanmakta, onlara karşı daha büyük bir aşk duymakta ve onları her seyredişinde onları öperek ta’zîz ve tekrîm etmek yönünde tahrîk olunmaktadır… çünkü ikonaya gösterilen saygı onun aslına yönelir ve ikonayı ta’zîm ve tekrîm eden aslında orada tasvîr olunan zâtı ta’zîm ve tekrîm etmiş olur18”
Katoliklerin ikonalardan medet ummaları karşısında Kur’ân, İslâm’ın put saydığı herşeye karşı ta’zîz ve tekrîmde bulunanların ahvâlini de şöyle haber vermektedir:
* “Biliniz ki hâlis din Allāh’a aittir. Onu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler: Biz onları yalnıza bizi Allāh’a yakınlaştırsınlar diye ta’zîz ve tekrîm ediyoruz derler. Muhakkak ki Allāh, ihtilâfa düştükler şey hakkında aralarından hüküm verecektir. Şüphesiz ki Allāh yalancı ve inkârcı kimseye hidâyet etmez! “(XXXIX/3).
İslâm’ın put nev’inden her şeye karşı derin bir nefreti vardır ve bu, Kur’ân’da pek çok âyet aracılığıyla beyân ve te’yid edilmiştir.
6. Hıristiyanlıkda boşanma yoktur. Oysa İslâm’da boşanma mubahtır.
7. Katoliklik’de papazların evlenmesi yasaktır. Oysa İslâm’da evlenmek herkes için bir farzdır.
8. Hıristiyanlıkda her ne bahasına olursa olsun herkesi Hıristiyanlaştırmak Kilise’nin kaçınamayacağı dinî bir görevdir. İslâm’da ihtidâ konusunda yalnızca teklif vardır, her ne bahasına olursa olsun ısrar yoktur; zîrâ Kur’ân’a göre “Dinde zorlama yoktur” (II/256).
“Dinler Arası Diyalog”a katılacak Müslümanların bu ihtilâfların mâhiyetini idrâklerinde dâima zinde tutmaları isâbetli olacaktır.
________________________________________
[1]İskenderiye’li Hıristiyan râhip Arius’un MS 325 târihinde İznik’de toplanan Konsil’de “sapıklık” olarak mahkûm edilmiş olan doktrinine göre Hz Mesih İsâ ilâhî olmayıp yalnızca yaratılmış olan bir varlıktır. Arius’e göre: Allāh Ahad’dir (Tek’dir), Samed’dir (Hiçbir-Şeye-İhtiyâcı-Olmayan’dır) ve Müteâlî’dir (Varlığı, hiç bir şarta bağlı olmaksızın, bizâtihî kāim olan tek zât’tır). Ama Hz İsâ (Oğul), ne Samed’dir ve ne de Zâtı ile kāimdir; dolayısıyla da Allāh (Baba) olamaz. Ulûhiyyet’in Tek olması hasebiyle İncîl’lerde büyüyen ve değişen bir kimse olarak hikâyesi anlatılmakta olan Oğul’un Allāh olması mümkün değildir. Bundan dolayı da Oğul’un yokdan yaratılmış, yâni mahlûk olması ve bir başlangıcının bulunması zarûrîdir. Ayrıca Oğul’un 1) sonlu ve 2) farklı bir var-olma biçimine sâhip olmasısıyla Baba hakkında doğrudandoğruya bir bilgi sâhibi olması da muhâldir.
dolayı
[2]Papa XXIII. Jean’ın Papa olmadan önceki ismi Angelo Giuseppe Roncalli’dir (1881-1963).
[3]Ekümenik Konsil: Katolik Kilisesi’nin hıristiyan îman esaslarını tesbit ve tahkîm etmek, âyinlerin icrâsı konusunda kararlar almak ve Hıristiyanlık ahlāk ve disiplininin esaslarını te’yid ve tahkîm etmek üzere Kilise’ye bağlı bütün piskoposların katılımıyla yapılan toplantı. Bugüne kadar 21 ekümenik konsil toplanmıştır. Bunlardan ancak sekizi, Kilise’nin 1054 târihinde Katoliklik ve Ortodoksluk diye ikiye bölünmesinden önce vuku bulmuş olduğu için, Ortodokslar tarafından tanınmaktadır. Bu konsillerin isimleri ve târihleri şöyledir: 1) I. İznik konsili (325), 2) I. İstanbul Konsili (381), 3) Efes Konsili (431), 4) Kadiköy Konsili (451), 5) II. İstanbul Konsili (553), 6) III. İstanbul Konsili (680), 7) II. İznik Konsili (787), 8) IV. İstanbul Konsili (869), 9) I. Laterano Konsili (1123), 10) II. Laterano Konsili (1139), 11) III. Laterano Konsili (1179), 12) IV. Laterano Konsili (1215), 13) I. Lyoun Konsili (1245), 14) II. Lyon Konsili (11274), 15) Vienne/Fransa Konsili (1311), 16) Constance Konsili (1414-1418), 17) Basel Konsili (1431), 18) V. Laterano Konsili (1512-1517), 19) Trento Konsili (1545-1563), 20) I. Vatikan Konsili (1869-1870), 21) II. Vatikan Konsili (1962-1965).
[4]Bu zâtın kişiliği, siyâsî ve ilmî faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için Bk. Ahmed Yüksel Özemre, Louis Massignon (1883-1962), Umran dergisi Sayı: 108, s. 74-81, Ağustos 2003, İstanbul.
[5]Papa VI Paul’ün Papa olmadan önceki ismi Giovanni Battista Montini’dir (1897-1978).
[6]PCID: İng. “Pontifical Council for Interreligious Dialogue”; PCDI: İtal. “Pontificio Consiglio per il Dialogo Interreligioso”.
[7] THE PONTIFICAL COUNCIL FOR INTERRELIGIOUS DIALOGUE
[8]Bk. Yeni Antlaşma’da (Ahd-i Cedîd’de) Markos İncîli 12, 29 ve Eski Antlaşma’da (Ahd-i Atîk’de) Yasanın Tekrarı 6, 4-5.
[9]Hıristiyanların ancak 12 yüzyılda ve İhlâs sûresinin inzâlinden 600 sene kadar sonra, bu sûrenin mânâsını kendi kendilerine keşf ve idrâk edecek bir olgunluğa ulaşabilmiş olmaları biz müslümanlar için birkaç yönden bir hamd vesîlesi ve de ibret olmalıdır!
[10]Yâni Kilise’nin desteklediği misyonerliğe. (Altını ben çiziyorum)
[11]Bu ifâdeler aynı Papa’nın yukarıdaki sözleriyle nasıl da bir çelişki teşkil etmektedir! Hayret!
[12]Yâni Papa II. Jean Paul’ün papalığı esnâsındaki politikası.
[13]II. Vatikan Konsili fikriyâtına uygun olarak 1965’de ihdâs edilmiş olan bu “Îman Doktrini Teşkilâtı”[1] (Congregazione per la Dottrina della Fede), aslında, XIII. yüzyılda kurulmuş olan, geçmişi de ismi de haşyet veren “Engizisyon Teşkilâtı”nın yerine ikāme edilmiştir.
[14]Katolikler, Ortodokslar ve Protestanlar.
[15]Tirmizî’nin, Müslim’in ve Buhârî’nin hadîs kitaplarında kaydedilmiş olan bir hadîs. Bk. Cemâl Uşşak: Kütüb-i Sitte’den Seçilmiş Hadîsler, 2. basım, Hadîs No. 1056, Yeni Asya Yay., İstanbul/1995).
[16]Bk. Meselâ: Matta’ya Göre İncîl: 24-25, 29-43, 46. Kezâ, Th. Rey-Mermet: Croire Pour Une Redécouverte de la Foi, Drogııer & Ardant, Limoges, 198l.
[17]Cemâl Uşşak, A.g.e., Hadîs No. 1005.
[18]Olivier Clément: L’Eglise Orthodoxe, 2. Baskı, s.105-109, PUF, Paris,1965.
http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=45&Itemid=57