Dinlerarası Diyalog Fitnesi – Prof. Dr. Yümni Sezen
Mensuplarının savaşı veya uzun barış ve sükûn dönemleri dışında, sırf din olarak, dinler arasındaki ilişkilerin seyir şekli söyle olmuştur: ‘Karşılıklı tartışmalar, mektuplaşmalar, reddiyeler.'(l) Son yarım yüzyıldır, yeni diyalog arzusu ve projesi Hıristiyan tarafa aittir ve direksiyon onların elindedir. Bu bakımdan diyalog projesini tenkit edenler, diyaloğu misyonerliğin bir zarfı olarak görmektedirler.
Papa VI. Paul, Konsildeki konuşmasında şöyle demiştir: “Misyonerlik için yeni yollar hazırlamak, yeni vasıtaları gözden geçirmek, yeni enerjiler meydana getirmek gerekir”(2) Yine Papa II. John Paul, 6 Ocak 2001’de yayınladığı mektubunda, diyalog faaliyetlerinin sürdürüleceğini, bunun yeni bin yılın Mesih’in ışığında yeni bir açılımı olduğunu ifade etmiştir(3).
1962-1965 arasındaki çalışmalarının sonunda, Vatikan’ın amacı, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara karşı Müslümanları yumuşatmak, tarihi olup bitenin sertliklerini unutturmak, yeni bir anlayış geliştirdiğine inandırmaktır. Başka deyişle Hıristiyan yetkili ve etkililer, silahı kınına koyup, kendi toplumlarına doğru dürüst sevdiremedikleri dinlerini, Müslümanlara sevdirebilme gayretine girmişlerdir. Bu yeni gayretin metodu, genel ve tabiî bir münasebet şekli olan diyalogdur. Ama bu diyaloğu özel bir anlamda kullanmaktadırlar ve buna azami itina göstermektedirler. Hıristiyan yetkililer Müslüman aydınlarda da bir yumuşak potansiyeli ve diyalog hevesi buldukları için atağa kalkmışlardır.
Mahiyeti biraz farklı olmakla beraber, ilginç ataklar bizim geçmişimizde de bulunuyor. Mithat Paşa’nın Osmanlı bayrağına hem hilal hem haç koyma teklifi, bizde bu başlangıç gibidir. Sonra Said Nursi’nin İslâmî ataklarına, ilgi çekici ifadelerine ve fetvalarına, oradan Fethullah Gülen’in Papa’ya mektubuna ve onu ziyaretine, diyalog kurumu oluşturmasına, oradan “İsa etrafında bütünleşelim” diye cemaatçi akademisyenlere kadar gelinmiştir. Ancak kendimize has gayretlere, ne Hıristiyan yetkililerin gayelerini bazen açık bazen gizlemiş oldukları ama yumuşak faaliyetlerine rağmen, diyaloğun, misyonerliğin dışında anlaşılmasına kimsenin gücü yetmemiştir.
Diyaloğun bir misyonerlik kılıfı ve çağımızın şartlarına uydurulmuş bir misyonerlik şekli olduğunu düşünen ve göre birçok Müslüman aydın, daha önce misyonerlikte görev almış olanlar ile diyalogda görev yapan Hıristiyan uzmanların aynı kişiler olduğuna dikkatimizi çekmektedirler.
Bizi, sosyolojik izaha zorlayıcı nitelikleri ihtiva eden diyalog macerası, toplumumuzun bazı dönemeçlerini ifade eder gibidir. Diyalog isteyenlerin çoğunlukla Hıristiyan yetkililerin olmasının sebebi, bizde başlayan taviz ve zaafı; ve bunları doğuran ortam mıdır? Bu soru gündemdedir Devlet kadroları ve aydınlar ile dindar kesimler arasında! gerginlikler de sebepler zincirine eklenebilir.
1965’ten itibaren gelişen ve yeni bir manâ ve neredeyse resmiyet kazanan diyalog, bugün tarihî birlikte yaşamışlık örneğini, her ne sebeple olursa olsun temas kurulmasını yahut kültür ve medeniyet etkileşimlerini ifade etmiyor. Hıristiyan ruhbanın “Hıristiyanlık dışında kurtuluş yoktur” akidesini başka anlamlara kaydırarak, eski katılıklardan vazgeçerek, insanlara nüfuz etmenin ve onları kazanmanın yeni taktiğini ifade ediyor. Bizler de bunu görmezlikten gelerek veya kendi lehimize çevirmeyi düşünerek, aynı taktiği gütmek istiyoruz. Dünyanın imanını kurtarmada, en müsait gördüğümüz Hıristiyanların bu tavrını fırsat bilerek işe başlayacağımızı hesap ediyoruz. Konunun adı dinlerarası diyalog olduğu halde, diyalog deyince neden akıllara Hıristiyanlar ve Müslümanlar geldiğini de bu düşüncemiz izah ediyor. Tabiatıyla aynı şey Hıristiyan taraftan Müslümanlar için düşünülüyor. Müslüman kapısı aralanırsa, bu iş biter, dünya istediğimiz yere gelir diye hesap ediyorlar. İslâmiyet onlar için açılması gereken önemli kapıdır. İslâmiyet bu denli önemli görülmekle beraber, Hıristiyan yetkililer aslında İslâmiyeti de diğer dinler gibi gördüklerini ağızlarından kaçırıyorlar. Hıristiyan ilahiyatçı ve bu ilahiyata bağlı misyoner, Hıristiyanlık dışındaki dinlerin tamamını “insan icadı” veya “Tanrının Mesih’teki vahyi ile çelişen yollar” olarak görmektedir. Ayırım yapmamakta, İslâmiyet de aynı kategoride vasıflandırılmaktadır. Bazı konferanslarda bunu dile getirmekten çekinmemişlerdir(4)”
DİYALOĞU SAVUNANLARDAKİ AŞAĞILIK KOMPLEKSİ
Tekrar bizim cepheye dönersek, diyaloğu fırsat bilerek ona sarılmış bir kısım Müslüman aydının ilk derdi, Hıristiyan dünyaya “biz de aydın kişileriz ve dinimiz de sizin zannettiğiniz gibi değildir” diyebilmektir.
Bir dindar nezdinde diyalogdan istifade etmek, diyaloğu tebliğ için ve tebliğ istikametinde savunmak ve yorumlamak mümkün ve meşru olabilir. Ancak burada esas gayesinin tebliğ olduğunun bilinmesi ve yapılan işin de adına diyalog denmemesi uygundur. Aynı zamanda tebliğin havada asılı durmaması, yere inmesi gerekir.
Müslümanlığa geçmek isteyen Batılı aydına ve halka kapılarımız ardına kadar açıktır. Bunun uğrunda, şartlara zamana uygun olarak elden gelen yapılmalıdır. Fakat gündemdeki diyalogla İslâmî gayreti karıştırmamak gerekir. Bazıları diyaloğu, tebliğ ve davetin ön hazırlığı olarak alıp diyalog ile tebliğ ve daveti kastetmiştir. Hz. Peygamber “diyalog teşebbüsleri” dedikleri ile kastedilen budur. Diyalog teşebbüsünde bulundu diyerek Hz. Peygamberi, bugün diyalog tutkusuna alet etmek doğru bir şey değildir. Herhalde diyaloğun bugün kazandığı özel manâya ön vermemektedirler.
KUR’AN’I YALANA ALET ETMEK
Kur’ân-ı Kerîm diyalog diye bir şey başlatmadı. İman İslâm’ı öğretmeye, yanlışları düzeltmeye başladı, insanı kâinatı doğru anlamaya yöneltti ki, buna Kitap Ehli dâhildir. Onlara tevhid inancında birleşelim derken, orada kalalım veya iki tarafı da idare edelim demedi. Her Müslüman olmamış herkes gibi onları da tevhid akidesine davet etti. Onların asıllarında da var olan ve fakat mevcut hallerinde bulunmayan peygamberlik ve tevhid akidesine çağrı vardır. Ortak nokta “olan” değil, “olması gereken” Aksi halde oraya davet gerekmezdi. Kur’an, daha her müşterek tevhid temelinin oluşmadığını beyan etmekte Öyle alanlar, öyle noktalar teşekkül etmişti ki (bugün hala öyledir), müşrik ile Hıristiyan ve Musevînin farkı kalmamış
İki tarafı da idare etme talebinde bulunan müşriki “sizin hesabınız ve sorumluluğunuz size, benim dinim bana” dendi. Daima doğru olana çağrıldı.
Siyasî anlaşmalar bir diyalog sonucu olarak düşünülen: Fakat onlar siyasî çerçevenin dışına çıkmadı. Mektuplar diyalog değil, davettir.
Diyaloğun zemini, “sen doğru söylüyorsun, ben de yahut “sende de bazı doğrular var, bende de” hafifletirsek “her şeyine rağmen sana saygı duyuyorum, sen de bana lütfen saygı duy” zeminidir. Müslümanın böyle bir zemin araması veya oluşturması ancak din dışında mümkün olabilir.
DİYALOĞUN NETİCELERİ
Sosyoloji, büyük sosyal dalgalanmalara, süreçlere, olay ve olgulara ve yaygın sonuçlara bakar. Ferdî vakalar, münferit girdi çıktılar, kelâmi tartışmalar, araştırıcıya ancak ilham verici olabilir. Buna uyarak, diyalog rüzgârları başladıktan sonra, misyonerlik faaliyetlerinin artıp artmadığına bakmalıdır. Bizim için önemli olan budur.
Diyaloğu İslâmî bir metodun parçası, bir hazırlık safhası olarak almak, prensipleri bunun lehinde kullanmak, salt mantıkî bir bakıştır. Oysa dini mantığa indirgeyenleriz. Aynı mantıkî yolla aksini savunmak pekâlâ mümkündür. Bugün olan bitene, meselelerin aldığı istikamete baktığımız zaman, konuya sosyal, kültürel yaklaştığımız takdirde, işler çok değişir ve görünen durum da bu yöndedir. Kültürler arası diyaloğa açılan bir dinî diyalog, o mantıkî bakışın dışına taşmıştır. Gerçekte ne evrensel bir din kültüre ne kültür evrensel bir dine irca edilebilir. Sadece ilişki ve bütünleşebilmelerinden söz edilebilir. Dini kültüre irca eden bir anlayışın, yani dinî diyalogla kültürler diyaloğunu aynîleştiren bir anlayışın diyalog tutumu artık başka bir şeydir. Diyaloğu siyasî, hukukî, kültürel barışın üstünde bir yere yerleştirdiğimiz zaman, Müslümanlık bakımından, Mâide Sûresi’nin 51 ve 57. âyetlerindeki emirlere muhalif olarak dost edinme ve onlarla bütünleşme sınırlarına girmiş olabiliriz. Maksat ilişki kurmak ise, bu gruplarla tarih boyunca, dalgalı da olsa, ilişkiler zaten kesilmemiştir.
Bugün ortaya çıkan oluşumları bir tarafa bıraksak bile, zihnî, mantıkî, felsefî meseleyi biraz daha yakından takip edersek, diyalog, tebliğ ve misyonerlik ilişkisinde zihnî ve metodolojik problemlerle de karşılaştığımızı görürüz. Konu tebliğ veya misyonerlik ise, onun tabiî bir parçası konuşma (diyalog) öne çıkarılmamalıdır. Eğer çıkarır ve bağımsız bir konu haline getirirsek, başka maksatlar hatıra gelebilir. Meselâ, yemek yerken, kaşık veya çatal, yer uzatılır, alınanlar ağız açılarak içine konur demeye gerek var mıdır? Ama yemek yemeden önce olan işlemleri ayrıca alıp, başka bir maksat için, meselâ âdâb-ı muaşeret eğitimi için, yeme işinden ayrı mütalaa edebilir, inceleyebilirsiniz ayrı bir şeydir. Fakat maksadınız yemek olduğu halde, olan diğer işlemleri söz konusu etmez veya bunları yemek yeme işinin yerine koymazsınız. Yemek işinde diğer işler öne çıkarmanız abes bir şey olur veya başka bir maksad var demektir.
Hıristiyan tarafın yaptığı budur. Bizim taraf da buna uymak istemiştir. Tebliğ veya misyonerliğin tabii bir parçası olan diyalog, zaten hayatın içinde mevcuttur. İnsanlar yerde, herhangi bir işte, özel bir gaye güderek veya gütmeyerek “konuşma” yaparlar. Din ile ilgili olanındaki özel bîr konuda da aynı yol izlenir ve bu, tabii bir şeydir. Bu tabii kısmını, o Özel konudan ayırıp onun kendisini özel konu haline getirmek veya parçası olduğu esas şeyle özdeşleştirmek, belli hedeflere dönük olabilir. Yahut felsefenin, bir doktrinin metodolojisi olabilir. Konuşmalar dediğimiz zaman anlaşılan şey ile, Konfüçyüs’ün eseri (Konfüçyüs’ten derlenmiş) Konuşmalar dediğimizde anlaşılan farklıdır. Diyalog ile Eflatun’un Diyalogları da aynı şekilde genel ve manâları birbirine karıştırmadan meseleyi ifade eder. Konuşma din ile ilgili olursa, ayrıca Önceden planlanan, projelendirilen, kuruluş ve merkezlerle takviye edilen, gayeli bir konuşma ve karşılıklı ilişki haline gelirse, genel karşı konuşmadan farklı olacaktır. Bu tür diyalogda, “farklı duruş”ta iki taraf bulunur. Saygı ve hoşgörüde samimî olunsun veya olunmasın, karşılıklı saygı ve hoşgörüden bahsediliyorsa, iki eşit ve iki meşru taraf ve belirli gayeleri var demektir. Dinlerarası diyalog deyince böyle bir manâ anlaşılmıyorsa, buradaki diyalog kavramının üzerinde durmaya bile değmez. Fakat bugün yapılan, Özel gayeye matuftur, özel manâya yöneliktir. Bir de şu var: Bir gayesi olsa da, tarafların sahip olduklarının özüne ve esasına dokunmayan, oraya yönelmeyen, kendilerine has olanı doğrudan ilgilendirmeyen diyalog olabilir. Siyasî diyaloglar ve işbirlikleri böyledir. Türk ile Alman’in veya Rus ile Amerikalının yapacakları diyalog ve işbirliğinde; ne Türkün kimliğine, inançlarına, değerlerine, doğrularına veya yanlışlarına, kültürlerine ve dinlerine ait olan meselelere girilir; ne de Rus’a, Alman’a ve Amerikalıya ait değerler söz konusu edilir. Siyasî diyalogda maksat bellidir. Gerçi, imansızlık, ahlaksızlık, çeşitli kötülükler gibi müşterek düşmana karşı birlikte hareket etme, yani diyaloğun gerçek manâsını uygulama, mümkündür ama bu lafta kalmış, kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Esas manâ ve gaye ile saklı tutulan şey, kasten birbirine karıştırılmıştır. Dinler arası diyaloğun, siyasî diyalog gibi olmadığını biliyoruz ve eğer dürüst davranırsak, bu diyalogda söz konusu olanın “inançlar” olduğunu da biliyoruz. Bunları bildiğimiz halde, kalkıp, “tebliğ yaparken bile karşı tarafı dinlemeyecek miyiz, diyalogda iki taraf vardır” demek, meseleyi hafife almak olur.
DİYALOG, AMA NASIL?
Eğer dinlerarası diyalogda, diyaloğun olması gereken manâsı ile yetinmeyip, inançlara doğru uzanılacaksa, tavizleri ve lafı gevelemeyi terk edip, İncil’deki İsa (a.s.) ile Kur’an’daki İsa’nın (a.s.) karşılaştırılmasına, diyalogda hep dışarıda tutulan Hz.Muhammed (s.a.v.)’in konunun merkezine oturtulması çalışmalıdır. Müslüman, kavga ve çatışma olacak diye “seninki de benimki kadar hak ve doğrudur” demek ve sahte saygı göstermek mecburiyetinde değildir.
Müslümana sorumluluklar yükleyen, olumsuzluklara geleceğe ait endişelere götürebilen diyaloğun karşıtı illa savaş yapmak, tahakküm etmek yahut terör değil, vakur duruş, gerçekleri görmek, taviz vermemektir. “Ya diyalog, ya kavga” görüşü, çirkin bir dayatma çeşididir. Daha çirkin olanı şudur: Cihad anlayışını saptırmak, terör ve insan boğazlamak gibi çirkinliklerin hepsini İslâm’ın cihad kadrosu içinde görmek isteyenlere zımnen veya alenen katılmak, İslâm’ın her türlü hoşgörü, geniş ufuk, iyilik gibi güzelliklerini diyaloğa malzeme yapmak. Bazı kimselerce maalesef bu tavır sergilenmektedir.
Dinlerin mensupları arasında bir diyalog olacaksa ve müesseseleştirilecekse, şartları sağlıklı bir şekilde ortaya konmalıdır. Bu ancak kendi toplumlarının onayı ve yetkililerin temsili olabilir. Onların ruhbanı tabiatıyla önemli ve yetkilidir i yine de bakalım bu işte kendi toplumları onları desteklemekte midir? Peygamberimize yapılan çirkin karikatür olayı ile desteğin olmadığını gördük. Ruhbanlarıyla dinden uzaklaşan kesimler arasındaki çelişkiyi çözebilmek için önce ruhi tamir etmek gerekir. Fakat bu da o kadar kolay değildir.
Diyalog teşebbüsünde halkın tasvibi ve temsil bizim de geçerlidir.
İllaki diyalog yapılacaksa, diyaloğun şartlarına şunlar konabilir:
1- Allahın birliğine iman meselesi, diyalog konusunun başında yer almalıdır.
2- Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hz. İsa (a.s.) aynı derecede sürekli diyalog gündeminde olmalıdır.
3- Kitab-ı Mukaddes’teki peygamberler ve peygamberlik anlayışı ile Kur’ân-ı Kerîm’deki peygamberlik anlayışı, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem anlayışları müzakere edilmelidir.
4- İnsanlığın içinde bulunduğu uçurumlar, açlık ve sefalet, sömürü, zulüm diyalog gündeminden düşmemeli, bunlar yalnız kâğıt üzerinde bırakılmamalı, kontrol ve takibe alınmalıdır.
5- Diyalog için bizde Diyanet İşleri Başkanlığının, bütün İlahiyat Fakültelerinin, müftülüklerin, diğer ulemanın görüşleri alınmalı, temsilciler bunlar tarafından seçilmelidir.
Bu şartlarla dinlerarası diyalog yapılmalı, bazı kişi ve cemaatlerin keyfine bırakılmamalıdır. Eğer bu şartlarda, dinlere müdahale gibi görülebilecek hususlar var denilebilecekse, o zaman diyalog din ile ilgili olmayan alanlar hedef alınarak yapılabilir ve onun adı da dinlerarası diyalog olmaz. Çay kahve sohbetinde veya dostluk ve hoşgörü meclisinde, iftar sofrasında, alttan alta onu ne kadar kandırabilirsem gibi bir zihniyet, dinlerarası diyalog adını alamaz ve bu tavır İslâmi de olmaz.
Diyalog, bir orta yol anlayışına veya diyalektik bir senteze gebe olmamalıdır. Modernlik ile Müslüman gelenek arasında bir yorum yapılabilir ve bir orta yol aranabilir. Fakat orta yol, dinler arasında aranırsa bir “orta din” doğabilir ve böyle bir orta yolu, yani orta dini sağlamak için diyaloğa başvurmak, Müslümanın işi olamaz. “Orta yol”, “Doğru yol (Sırat-ı Müstakim)” değildir. “Allah rızasına uyanları o nurlu selamet yollarına iletir ve onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp sırat-ı müstakime (doğru yola) götürür,”(5) Kur’an böyle söyler. Orta yol, Sırat-ı Müstakim’in yaratıcısının, takınacağımız tavır hakkındaki yol gösterişidir (tavsiyesidir). Maneviyat ile maddiyat, modernlik ile İslâm arasında denge veya orta yol yorumları yapabiliriz. İslâm’da diyalektik konuların olduğu da doğrudur. Akıl-vahiy, kaza-kader, fert-toplum, kavim (veya millet)-ümmet, kültür-medeniyet, iktisadî serbestlik-müdahale gibi diyalektik alanlar mevcuttur(6). Fakat bunlarda ulaşılacak sentez, dinî, sosya nesnel sonuç doğurmaksızın, zihnî ve idrakidir. Anlam ve yoruma aittir. Algılayabilme imkânını arttırmak ve zihni bütünlüğü sağlayabilmek içindir. Ne yazık ki Gülen cemaati yetkililerinin, teori-pratik, dünya-ahiret, akıl-vahiy, gelenek-modernlik, maddiyat-maneviyat arasında yaptıkları denge ve orta yol yorumları, telaffuz edilmese de, bir diyalektik senteze yöneltildi. Bu tavır onları dinler arasına da taşıma istidadı göstermektedir.
Geçmiş kavgaları ve gerilimleri unutmak, polemiklerden kaçınmak, ortak değerlere öncelik vermek, dinlerarası diyaloğun sevap hanesine yazılıyor. Eğer bunlara, kendi doğrultusunda ciddî bir İslâmî eğitimi, millî eğitimi ilave etmezseniz, sizin dışınızdakinin yanlışlarını düzeltip doğruya yönelten bir azminiz olmazsa, ortak değerler yavaş yavaş size kendinizi unutturur ve gelecekte yeni bir manevi dünya halinde size hâkim olur. Yeni nesiller, kendilerini başka bir atmosfer içinde bulurlar. Bereket ki toplum kanunları tam olarak böyle işlemiyor ve ütopyacı anlayışlar, yukarıda bir yerlerde kalıyor ve yeni oluşumların emrine giriyorlar.
UYDURMA KAVRAMLAR
“Dinlerarası Diyalog”, “İbrahimî Dinler Birliği”, “Dinler Bahçesi”, “Üç Büyük Din” formülleri, 1965’ten bu hızlanarak beraber yürüyor. Bunlar aynı zamanda, hoşgörü, hürriyet, demokrasi, çoğulculuk, federatif yapı, küresel formülleri ile desteklenerek sunulmakta, bunlarla da beraber yürütülmektedir.
Dayatmalara teslim olmadan ve vak’alara esir düşmeden şu çoğulculuk meselesine tekrar tekrar bakmalı düşünmelidir. Dinler Bahçesi ve Üç Büyük Din anlayışı ile İslâm’ı, yalnız çoğulculuğun değil, izafiliğin batağına sürüklediğimizin farkında olmalıyız. “Aslında din tektir, insanlar sık sık ondan uzaklaştılar, şu veya bu sebeple onu çoğalttılar, araya başka şeyler soktular” demek, yani çokluğu böyle anlamak başka, bütün dinler veya üç din, aynı şarkının melodileridir, fark yoktur, yan yana konabilir demek başkadır. Bugün Müslüman aydın da birçoğu gibi, küreselliğe ve çoğulculuk fikrine esir olmuştur. Devletiyle kavgası olmasının da bunda rolü vardır. “Ben ona hayat hakkı tanımazsam, o da beni tanımaz” diye düşünmek, ancak inanç sistemimiz dışındaki şeyler için geçerlidir. Kaldı ki bu işte iyi niyet görünmüyor. Küreselcilik, sömürücü güçlerin emr-i vâkisidir, çoğulculuk da bugün bir iyi niyet üzerine oturmamaktadır. Manâ, gayesi ve hedefi çok farklıdır. Dinlerarası diyalog ve dinî çoğulculuk, iyi niyet taşımayan küreselciliğin bir parçası haline gelmiştir. Tıpkı Hz. Peygamberin (s.a.v.) Arap yarımadası için düşündüğü gibi düşünmek lazımdır. İnsaf ve iz’anla bakarsak, İslâm ile Türklüğün birleşik anayurdunun Türkiye olduğunu görürüz. Orta Asya’daki hazırlık dönemi, Anadolu’da yurt edinerek kökleşmiştir. Burada çoğulculuğa yan bakmak, bir Müslüman Türk’ün tabiî hakkıdır. Bugünkü hâkimiyet mahkûmiyet durumlarına bakarak, din-kültür-medeniyet ilişkilerini iyi değerlendirmeden, fikirlerin cazibesine, cilasına kanarak, küskünlükleri esas alarak, çoğulculuk veya benzeri alanlarda telkin edici görüşlerin Müslümanlardan gelmesi, yine Müslümanları üzmekte, derinden yaralamaktadır.
Güzide müesseselerimize çökmüş olan cehaletin ve bu müesseselere ve devlete sızmış olan yabancı ruhlu, gayri Türk, gayri müslimlerin İslâm düşmanlığı önlenmeliyken, daha güzeli bilgi ve ahlak ile tedavi edilmeliyken, Hıristiyanlardan medet ummak, uzaktan gelen davul sesinin güzelliğine benziyor.
DİYALOGCULARIN DURUMU
Müslüman aydın bazen kararsızlık içinde kalmıştır. Diyalogda “sözlerin etkisini arttırmak”, tavize dikkat edilerek icra edilmelidir. “Kâr-zarar hesabını iyi yapmak”tan, “dine ve dinî menfaate zarar veriyorsa zinhar diyalogdan uzak durmak”tan söz ediliyorsa, “kırmızı çizgili diyalog”(7) ihtarları yapılıyorsa, bu anlayış, diyaloğu savunanları değil, diyalogdan kuşku duyanları desteklemiş olur. “Müslümanlar diyalog için Papalık Konseyi Misyonunun bir parçası olmak üzere diyaloğa girmezler”, “kendi davalarının şuurlu bir misyoneri, davetçisi, tarafı olarak diyaloğa girerler”, “oyuna gelmemek, oyunlara müdahale etmek için, pirinç peşinde koşarken evdeki bulguru da kaybetmemek için azami titizliği göstermeli”(8) ikazları, tebliğ ve davet ile diyaloğu birbirini karıştırmamamızı hatırlatmış olmakta ve bugün diyaloğun altında büyük problemler bulunduğunun işaretleri ve aynı zamanda itirafı olmaktadır.
DİYALOĞUN TARAFLARI
Diyalogda önemli bir mesele daha görünüyor. Diyalog kimler katılacak? Bu işi kimler yürütecek ve sürekli besleyecek? Alim ile veya ruhban ile halk arasındaki diyalog düpedüz tebliğ veya misyonerliktir. Bu iş, bilgi aktarımıdır, aydınlatmadır, kişiye doğruyu gösterme ve onu kazanma faaliyetidir. Bu yol, müesseseleri tartışmaya açmaz. Anca sorular cevaplandırılır. İki müessese ve iki ilahiyat arasında ciddî bir ilişkiden, ikisinin karşılaştırılmasından söz edilebilmesi ve etkileşim zeminin hazırlanabilmesi için diyaloğa katılanların sadece bilgili olması yetmez, yetkili olması ve cüzi de olsa kendilerinde kutsallıktan pay bulunması gerekir. Yani böyle inanılması söz konusudur. Aksi halde temsil yetkileri tartışılır. Kendi sisteminden, kural ve ilkelerinden, karşı taraf uğruna, bir zerresini, değil kaldırmak, yerinden oynatmak, yerini değiştirmek için, en azından tartışmaya açabilmek için, hata yapmadığına inanılan, kutsal bir yetkili bulunması gerekir. Komisyon, konsil, cemaat, vb. grupların görevi yüklenmesi, meselenin hassasiyetini değiştiremez. Bu gruplar, arka plandaki kutsal kişilikleri kamufle etmek içindir veya gruba katılanların hepsi kutsal kişilerdir.
Hıristiyan tarafta bu konuda bir sıkıntı yoktur. Halkın oldukça dünyevîleşmesini, dinden uzaklaşmasını da Hıristiyan ruhbanın lehine eklemelidir. Sıkıntı Müslüman taraftadır. Halkın din ile açılan mesafesini, bu tarafta da göz önüne almak mümkündür ama Müslümanlıkta ruhbanlık olmadığına göre, problem ortadan kalkmamaktadır. Faaliyete girecek olanlar, uzman ve ilim adamları veya “karizma”sı olan liderler olacaktır ki bu “karizma” çok netameli ve tehlikeli bir konudur. Ancak yetki ve denge bu şekilde kurulabilecektir. Ama Müslüman tarafta, vatandaş soruyor: Kim kime diyalog yetkisini vermektedir? Mesela birilerinin Papa’ya mektup yazmasını veya bizzat gidip görüşmesini kim istemiştir? Üstelik Vatikan, bir devlettir. Bir şahsın bir devlet başkanıyla görüşmesi, resmî bir işlem olmalıdır. Denilebilir ki, kitaplarda, gazete ve dergilerde, televizyon ve radyolarda, fikir beyanlarına, soru cevaplarına, hüküm ve fetvalara kim yetkiyi vermişse, diyalogda da durum aynıdır. Yani şahsî bilgi ve kabiliyetler söz konusudur. Diyaloglar ferdî ve şahsî heves ve sınırlarda kalacaksa, başkalarını ilgilendirmeyecekse, bu kadar iddia, yayın ve müesseseleşme niye? Basın-yayındaki fikir beyanları ve fetvalar, kargaşaya, halkın şuurunu bulandırmaya sebep oluyor, bu doğrudur, ancak her şeye rağmen kendi içindedir ve telafisi mümkündür. Ayrıca ilim ve fikir tartışmaları olarak değerlendirebilir ve bu açıdan İlim zihniyetine ve İslâm’a aykırı sayılmaz. Fakat diyalogda iki ayrı din mensubu ve arkasında bizzat iki dinin inanç sistemi ve toplumları işin içindedir. Eğer ferdî hevesler aşılıp, etki alanı genişleyecek ve kitleleri ilgilendirecekse, yanlışlıkla telafisi mümkün olmayabilir.
Diyalogda, “bilgi” daha önemli görülebilir ve kutsallık yetki probleminde bir çözüm olarak değerlendirilebilir. Fakat yetki olmayınca, sadece bilgi ile işin dinî stratejisini düzenlemekte çelişkiler ve çeşitlilikler içinde kalınabilir ve zaaf oluşabilir. Demek ki ruhbanlığı olan ve olmayan iki din arasındaki kurumsal farklılık, diyaloğa meşruiyet kazandırmada güçlük çıkarmaktadır. Bunu çözmek için kurumsal yapıyı şekle ait saymak, yani “harici” kabul etmek, dinlerin aşkın (transandantal) birliğine yönelmek, adeta yeni bir din oluşturma niyet ve hevesine kapılanlara imkan sağlar.
Yetki meselesi bilindiğinden, diyalog savunucuları, Diyanet İşleri Teşkilatı’nda kadrolaşma yollarını deniyorlar. Acaba Diyanet İşleri Başkanlığı gibi resmî kurumların işin içine girmesi problemi çözer mi? İrşat görevini doğru dürüst yapamayan bir kurumun, diyaloğa soyunması, yadırganmaktadır.
Olan şudur ki; kendilerine karizma, hatta olağanüstü haller yüklenmiş bulunan dinî cemaatin ileri gelenleri, uzman olsun olmasınlar -ki çoğu uzman değildir ve uzman olanlar olmayanların emrindedir- ruhbanlığa has olan bilgi sınırını aşmaya temayül göstermekte, diyalog işini yürütmeye çalışmaktadırlar. Özellikle bu işten hoşnut olmayanların bakış açısına göre, bu da bir “ruhbanlar diyaloğu” intibaını vermektedir.
Kilise faaliyetleri ve ruhanilerinin yaptıkları kendi insanlarını bile kuşkuya sevk ediyorsa, o zaman diyaloğu ruhanilerle değil, o insanlarla yapmak gerekmez mi? Bunu da yapıyoruz, diyorlar. Fakat yaptıkları bu diyalogda, onların her şeyine hoşgörü ve saygı ile mi bakıp orada kalıyorlar? Onlarla hangi müşterek kötülükler için işbirliğine giriyorlar? Onları İslâm dinine kazanıyorlarsa, artık bunun adı diyalog mudur?
Resmiyet kazanmış organlarla ve yetkililerle yapılan diyalog, daima siyaseti ve taktik altyapıları çağrıştırır, hatta davet eder. Bu organlar kendilerini ıslah etmeden diyaloğu istiyorlarsa, dikkatli olmak mecburiyetindeyiz
Ruhban zulmedicidir. Yakalananın gerçekten Hz. İsa (a.s.) olup olmadığı dinî hassasiyetini bir tarafa bırakarak sadece vak’aları ve niyetleri esas alarak diyoruz ki, Yahudi ruhban, Hz. İsa (a.s.)’ın yakalanmasını ve çarmıha gerilmesini bizzat istedi ve işi yönetti. Romalı Vali, affedecek iken bile ruhban mani oldu. Hıristiyan ruhbanın Ortaçağda yaptığı zulüm ve eziyet, dillere destandır. “Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Hz. İsa (a.s.) Oğul-Tanrı değil, bir peygamberdir.” diyen İtalyan filozofu Bruno’yu ateşte yakan bu ruhban değil midir? Bir zamanlar Hintli ruhbanın özellikle kadınlara yaptıkları zulüm ve eziyetlerin haddi hesabı yoktur. Yeni ruhban çok farklı değildir. İstiklal Savaşımız’da Rum Ortodoks ruhbanın yaptıkları, Kıbrıs’ta ruhbanın marifetleri, unutulmamıştır. Keşmir’de Müslümanlara çektirilen eziyetler, halktan gelmemektedir. Protestan ruhban ise siyasî ve ideolojik cambazlıkla geleceği planlamaktadır.
Müslümanlık ruhbanlıktan korunmuştur. Eğer ilişkiler yoğunlaştırılacaksa, ilim dünyasıyla bu iş yürütülmelidir. Eskiden beri misyonerlik faaliyeti yapan ve bu göreve devam eden ruhbanın diyaloğu da yürütmesi bize hiçbir hatırlatmayacak mıdır? İlişkiler arttırılacaksa ve fayda umuluyorsa, dört şart unutulmamalıdır:
1- Batıyı iyi tanımak,
2- Mevcut Hıristiyanlığı iyi bilmek,
3- Batının bugünkü tavırlarını doğru değerlendirmek,
4- Aşağılık duygusundan kurtulmak.
İsa Allah’ın Oğlu dendikçe, insanlığın problemlerine nasıl çare bulacaksınız? Sadece sevgi lafı ile de bulamazsınız. Kapitalizmin, liberal oyunların emrine girmiş, oyuncağı olmuş bir din ile diyalog kurarak, insanlığın hangi derdine çare bulacaksınız? Sperm bankacılığına mı, insan klonlamaya mı? Bizzat körükledikleri mikro milliyetçiliklere mi? Mezhep kışkırtıcılığına, mezhepleri azınlık saymaya mı? Açlı sefaletle lüks ve refahın yan yana oluşuna mı? Hıristiyan dini mensuplarıyla ve hilebaz, zalim, egoist, ırkçı Batıyla dini diyalog kurarak, dev gibi büyüyüp duran belalara gerçekten çare bulabileceğinize İnanıyor musunuz? Peki, ne yapalım, hiçbir şey yapmayalım mı diyorsunuz? Yapılacak o kadar şey var ki… Evvela kendimizden başlamalı değil miyiz? Kaybolmaya doğru giden şu dilimizi kurtarmakla başlayalım. Gittikçe artan yabancı kelime oranı yüzde otuzlara çıktı. Hâlâ Türkçe olanların imlası da yine Batıcı hastalığına kurban ediliyor. Eskidji, Dönerchi, Smith Sarayı gibi yüzlerce kelime, yazı diline göre hâlâ Türkçe mi sayılacaktır?
MÜHİM BİR SORU
Müslüman Türk vatandaşı soruyor: Bütün şer odaklan olanca hızıyla atakta iken, her türlü bela üzerimize üşüşmüşken, her şey bitti de Hıristıyanlarla diyalog mu kaldı? “Aynı dünyada yaşıyoruz, dertlere birlikte çare bulacağız.” Buna Bush’un ve Papa’nın, samimî olarak inandığı gün, biz de varız, diyorlar.
Dinlerarası diyalog deyince aklıma hep şu gelmiştir. Şu veya bu sebeple iflas etmiş, maddî imkânlarının çoğunu kaybetmiş, güngörmüş faziletli bir aile düşünün. Bir de bu ailenin bu duruma düşmesinde de rolü olan, hâlâ ona kötü niyetler besleyen, kötülükler planlayan, sonradan görme, zengin ama şımarık, istismarcı aile düşünün. Bu iki aile, konuşup anlaşacaklar. Belki imkânsız değildir ama beslediğimiz ümit ve kurduğumuz hayal kadar, dikkatli ve gerçekçi olmak da hakkımız değil midir?
Getirdiğimiz nokta, tahmin ederim ki bizim Batı düşmanlığı yarattığımız şeklinde algılanacaktır. Kimsenin düşmanı değiliz. Tespitlerimizi, tahlil ve yorumlarımızı, Batınınki ile ve Batı dostu, Türk ve Müslüman düşmanlarınınki ile karşılaştırmalıdır.
Aslında Batının ürettiği ve fakat müşterek düşman dedikleri komünizm, felsefî anlamda değil ama “mütecaviz” ideolojik ve siyasî anlamda çöktü veya siperine çekildi. Hıristiyan dünyanın şimdi düşmanı, Müslümanlık ve Müslümanlardır. Ancak düşmanlığı perdeli ve nazikâne yapıyorlar. Sıkıştıkları zaman, alenen ve silahla yaptıkları da göz önünde duruyor.
Papa, ölüm sebebiyle değişti. Gelen Ratzinger, Türk ve İslâm düşmanı. Bunu açıkça ifade ettiği için biliyoruz. Bizim diyalogcularımız dergilerinde(9), diyalog tehlikeye girdi, diyorlar. Diyaloğun kaderi ruhbana bağlanırsa böyle olacaktır. Sonra bu Papa, eski Papa’nın yazılarını hazırlayan adam idi. Yani değişen bir şey yoktur.
Misyonerler faaliyetlerini arttırmıştır. Dün olduğu bugün de, insanlığı Hz. İsa’nın “din-i hakiki”sine davet ediyorlar ve Hz. İsa’nın tekrar gelişine hazırlık faaliyeti içine giriyorlar. Yapılan görev, “hakiki din”e davet değil ki, diye düşünecek isek, bu yanlışlığı gidermenin yolunu bulup tartışmamız ve iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü diyalog faaliyetlerinde çok önemli bir husus dikkat çekmekte, fakat suskun geçilmektedir. Hiçbirinde Hz. Muhammed (s.a.v.) gündeme gelmemektedir. Onu tanıma açık şekilde ifade edilmemektedir. Hz. İsa (a.s.) ise sürekli gündemde tutulmakta, diyalog onun etrafında ve onun himayesinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyan’ın meselesi, Müslümanın tek Allah inanışına sahip olması değil -zaten böyle olduğunu biliyorlar- Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hz. İsa (a.s.) ile ilgilidir. Bizimkiler buna canı gönülden destek olmuşlardır. “Herkes Kelime-i Tevhid’i esas alarak çevresine bakışını yeniden göz geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümünü, ‘Muhammed Allah’ın resulüdür’ kısmını söylemeksizin, sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.”(10) denmiştir. Yine şöyle iddia edilmiştir: “İslâm’ın temel anlayışı Allah’ın varlığı birliğine dayanır. Birliği konusunda değişik spekülasyonlar olsa da, varlığını kabul ettikten sonra gerisi üzerinde fazla durmaz. İslâm, hatta Allah’ın varlığından da öte, Peygamber’i kabul etmeyenlere bile hoşgörülü davranır. Nitekim bir hadiste, Allah’tan başka ilah yoktur diye cennete gidecektir, denilir. Bu hadisten dolayı İslâm bilginleri Hıristiyanların, Yahudilerin, hatta Budist gibi herhangi şekilde bir Tanrı’ya inananların cennete gireceklerini kabul ederler.”(11) Hadisin kaynağı ve sıhhati belirtilmeden, sıhhatli bile olsa doğru yorumlanmadan, Allah ve Resulüne olan inanışı, İslâm’ın adeta dışında bir yere koyarak serdedilen bu iddialar, İslâm’ın geliş sebebini, manasını, farklılığını, eşsiz inkılâbını ortadan kaldırmaktadır.
Hıristiyan ruhban tarafından da yumuşama istenmiş ve misyonerlere tavsiyede, “Muhammed’den yalancı peygamber olarak bahsetme, ‘Muhammed İslâm’ın peygamberidir’ demekle hiçbir şey kaybetmiş olmazsın” denmiştir. Yine onların deyişiyle, “İncil’i henüz kabul etmemiş olsalar da, “Tanrı halkı”na katılmaları için, İbrahim peygamberin imanını uygulayarak, onların da kıyamet gününde tanrı tarafından kucaklanması”(12) söz konusudur.
İSLAM İLE DİĞERLERİNİ AYNI SEVİYEDE GÖRMEK GAYYASI
Hz. İbrahim (a.s.)’a gönderme yapmak, bugün Hıristiyan misyonerler için de, Yahudiler için de, en hayrete şayan olanı Müslüman diyalogcular için de önem kazanmış görünüyor. Harran’daki diyalog toplantısında “Bu toplantı, üç dinin üstünlük taslamadan nasıl birbirleriyle bağlantılı, içiçe geçmiş olduğunu gösterdi. Yeter ki rasyonel ve pragmatik bir model olarak da önümüzde bulunan İbrahim’in ayak izlerini takip edelim. Mardin, Urfa, İstanbul, Roma, Kudüs ya da Mekke, aslında hepsi aynı izin peşinde”(13) sözlerini bizimkiler söylemiştir.
Artık görülebilir şekilde bir şeyler yayılıyor. Yayılan şey Hıristiyanlık veya başka bir din de değildir. Yeni dinimsi anlayış ve tutumlar gelişiyor. Yani ne İslâmiyet, ne Hıristiyanlık, ne Yahudilik, ne de Budistlik değil, başka bir şeyler kendini gösteriyor. Buna dinsizlik demek de doğru değildir. Bu manzara için üç sebep bir araya geldi:
1- Batı dünyasının albenili, cazip, hazları okşayan, renkli dünyası hâkim oldu.
2- Başta aydın, Türk insanı, kendi değerlerinden gittikçe uzaklaştı, kendine ve tarihine yabancılaştı.
3- İslâmiyet, köşeleri atılıp, yuvarlak ve içi boş hal getirilmeye ve sonra başka şeylerle doldurulmaya çalışıldı.
İnsan, manevî dünyasız olamayacağı için, kendine sentezler yahut fanteziler halinde “dinimsi” alanlar yarattı. Bunlara sosyoloji “şibh din” diyor. Bunda Müslüman din adamlarının da, devletin de sorumlulukları vardır. Söz konusu ettiğimiz cemaat de, yorumcularının ifadesiyle “imanı korunması ve dindar hayat (gerçekte yeni bir manevî hayat) sürülmesinin tek etkin yolunun kendileri ve kendi öğretileri olduğunu, her konuda tek referans olduklarını” telkin ile, yeni bir kulvar açtı, bu da dinimsilere eklendi. Bizzat dinin yerin geçmek isteyen, ona benzetilen her şeye “dinimsi” deme zorundayız. Dışarıyla da irtibat kurabilmek ve bütünleşe bilmek için, yeni bir din anlayışı, ona bir ad verecek olursa “aydın ve küreselci bir din” anlayışı gerekmiştir. Dışarıdakiler de zaten ılımlı, köşesiz, içi başka şeylerle dolu bir İslâm ile barışık olduğunu ilan edip durmaktadır.
Süreç, bizleri böylece diyalog tutkusuna taşıyıverdi. “İnsanlık” ideali, nasıl dünyaya hâkim olma hastalığın dönüşmüşse, diyalog anlayışı da diyalogmani’ye dönüştü.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de ılımlı ve köşesiz bir İslâm istemekle beraber -ki bunun girdisi çıktısı, hesabı kitabı ayrıca irdelenmelidir- ayrı bir devlet haline gelmeye başlayan bu gibi hareketlerden hoşlanmamıştır. Devletle dindar gerginliği devam ettiğinden, cemaatlerle temsil edilmeye başlanan din, sivil toplum kesimlerine sığındı, ama giderek bu alan, ayrı bir devlet haline gelmeye başladı. Devlet, haklı olarak bağımsız güç merkezlerinin oluşmasından hoşlanmaz. Hangi devlet hoşlanır? Milliyetçiler de böyle bir gelişmede ürkmüşlerdir.
Muğlaklıklar ve problemler, İslâm ile millet ve milliyet arasındaki ilgi ve ilişkiyi yerine oturtamayışımızdan, başta bu konu olmak üzere, diğer dinî ve kültürel-sosyal birçok konuda aydınların ve devlet kadrolarının yaptıkları hatalardan, kaynaklanmaktadır. Bugün Türkiye’de din ile alay eden, dindarları küçümseyen, horlayan, sınırsız dünyevileşmiş zümreler, Hıristiyan ve Yahudilerle dostturlar. İslâm hakkında onlar gibi düşünmekte, onlardan destek almaktadırlar. İşte esas bunlar, Hıristiyan ve Yahudilerle “diyalog” içinde bulunmaktadırlar. Bu diyalogları sebebiyle, Heybeli Ada Rum okulunun açılmasında, onların temsilcisi gibi davranmaktadırlar.
Batı ile uzun tecrübemize, aldığımız birçok olumsuz sonuca rağmen, din ve diyalog söz konusu edilerek yeni bir izdivaca girmek cesareti, faydalı sonuçlar doğuracak cesarete benzemiyor. Bu tür bir diyalog anlayışından doğacak sonuçlar, Türk dünyasının ve diğer Müslüman milletlerin dayanışma ve birlikteliğinin engeli olur.
Elbette Türkiye’nin acı gerçekleri bunlardan ibaret değildir. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve söylemeliyiz ki, bir şeye aydınlar ve özellikle devlet sahip çıkmazsa, o şey karmaşaya ve sonunda karanlığa doğru sürüklenir. Dinin, beşerî manâda, sahibi şu anda aydınlar ve devlet değil, belli cemaat ve tarikatlar olmuştur. Bu durum sıkıntı yaratmaktadır.
Bin yıldan fazla bir sürede bu millet kazandığı imanı, yücelttiği yeni hayatı, kurduğu medeniyetleri, ulaştığı ilim, felsefe ve sanat yüceliklerini, daha iyisine kavuşayım diye, bir çırpıda Batı’nın seküler, menfaatçi, hilebaz, istismarcı, sürekli maske kullanan, saldırgan insanları, daha doğrusu yöneticileri uğruna ve içimizdeki kopyacıları yüzünden, kendi görevlerini de ihmal ederek terk etti. Bu milletin yeni bir maceraya girmeye tahammülü yoktur. Şu açlık ve sefalet ile lüks, refah ve israfın yan yana oluşuna, diğer uçurumlara, soygun ve hırsızlıklara bakınız. Saymaya gerek görmediğimiz, çünkü her bildiği belalar, terk ettiklerimizin mirası değildir. Milletin özelliği de değildir. Bu millet, üçte biri veremli, sıtmalı,hasta ve yorgun düşmüş 10 milyon nüfusuyla, fakr-u zaruret içerisinde, İstiklal Savaşı’nı kahramanca başarmıştır. Bu yeni belalar yeni medeniyetin nimetleri yanındaki külfetleri midir? Bu külfetlerin çoğu hep bizim nasibimize mi düşüyor? Toplumumuzdaki kadın-erkek şu insan tiplerine bakınız. Bunlar nereden çıktı, hangi ana-babanın, hangi milletin çocukları acaba, diyebileceğimiz duruma geldik. Bunlar yetmiyormuş gibi, bu millet şimdi de imanını, diyalog diyerek Hıristiyanlarla ortaklığa teslim edecek, imanı için de onlardan medet umacak mıdır?
Dipnotlar:
(1) Nurutlalı Abalı, Said Nursi’de Müsliiman-Hıristîyan Diyak Sosyolojik İncelenmesi, 45.
(2) Mehmet Aydın, Hıristiyan Genel Konsitleri ve II. Vatikan Konsili,
(3) Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu 70.
(4) Mustafa Alıcı, Müslüman-Hıristiyan Diyalogu 43-44. (5)Mâide[5] 16.
(6) Yümni Sezen, İslâmm Sosyolojik Yorumu, 78 vd.
(7) Hayrettin Karaman, Dinlerarası Diyalog Nedirl, 25.
(8) Hayrettin Karaman, Dinlerarası Diyalog Nedir?, 25
(9) Bkz. Aksiyon Dergisi, sayı 544, 09. 05. 2005.
(10) F. Gülen’dcn naklen Emre Öktem, Küresel Barışa Doğru, Gazctec Yazarlar Vakfı, 131.
(11) Bekir Karlığa, Hürriyet Gazetesi, 18. 04. 2004.
(12) Batılı kaynaklardan naklen Bkz. Günay Tümer-Abdurrahman I Dinler Tarihi, 407-411.
Eyüp Can, Zaman Gazetesi, 14. 04. 2000.