Abdülaziz Bayındır

Abdulaziz Bayındır Ve Adetli Kadının İbadeti Meselesi / Hüseyin Avni

Kuyudan Çıkarılan Taşlar Cümlesinden Olarak Adetli Kadının Orucu ve Namazı

Abdülaziz Bayındır Bey, Ümmet’in âlimlerinin tamâmının üzerinde söz birliği ettiği bir yanlışlığı bulmuş ve düzeltmiş(!): Müslümanlar, dünden bu güne âlimleri ve avâmıyla ittifak hâlinde ‘hayızlı kadın oruç tutamaz, temizlenince kazâ eder’ diyorlar ama bu yanlış imiş; ona göre hayızlı kadın oruç tutmalı, bu Kur’ân’ın emri imiş…1 Üç ciheti olan bu iddiânın tıbbî ve psikolojik yanlarını erbâbına havâle ediyor, ilmî tarafı üzerinde birkaç söz söylemek istiyoruz:
Sayın Bayındır hayız gören kadının namaz kılamayacağını Kur’ân, Sünnet ve akıl ile isbât 1 Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s: 196-199 (Altı çizili mavi rakamlar Bayındır’ın düştüğü dipnotlardır.) ettikten (!) sonra -ki, Ümmet’in inancı ve ameli budur – şöyle diyor:

Bayındır:

Muâze dedi ki, Aişe’ye sordum, dedim ki:

“Neden âdetli kadın oruç tutuyor da namaz kılmıyor?”

“Sen Harûriyye misin?” 1 dedi. “Hayır, Harûriyye değilim ama soru soruyorum” deyince şöyle dedi: “Bizim başımıza bu olay gelince orucu tutmamız emredilirdi ama namazı kılmamız emredilmezdi.” 2

İnsanları yanıltan kaza kelimesidir. Bu kelime, Kur’an ve Sünnette ibadetler için kullanılmışsa eda yani ibadeti zamanında yapma anlamındadır “Hac ibadetini tamamladığınızda”3 “namazı kıldığınızda” 4 demek olur. 5 el-Feyyûmî (ö. 770/1368-69) 6 şöyle demiştir: “Alimler, ibadetlerde kazayı, vaktinin dışında yerine getirilen, edayı da vaktinde yerine getirilen için kullandılar. Bu, kelimenin sözlük anlamına aykırıdır ama iki vakti ayırmak için oluşturulmuş bir terimdir.” 7 Aişe validemiz zamanında böyle bir terim olmadığı için onun kullandığı kelimesine eda anlamı vermek gerekir.

Cevâb:

Bir: Yukarıdaki iki âyetteki ‘kadâ’ lafzı âlimlerin söz birliği ile ‘edâ’ manasındadır. Bunun içün ayrıca bir kaynak vermeye bile hâcet yoktur.

İki: Ancak verilen lügat kaynaklarında iddiâ edildiği gibi ibâdetler ve ibâdet olmayanlar diye bir ayrım yoktur.

Üç: Kitab’ul-Ayn’da sadece hükmetmek, vasıyyet etmek ve gelmek manaları verilmiştir.

Dört: Lisan’ul-Arab’da, hükmetmek, kesmek ve fasletmek, bir şeyi bitirmek, yaratmak, bir şeyin kesilmesi ve tamamlanması, yapmak ve takdîr etmek, işlemek, bir işi bitirmek, hükmetmek ve emretmek, muhkem yapmak, vasıyyet etmek, edâ etmek ve sona erdirmek, tamamlamak, öldürmek, borcu ödemek, bir şeyi yapmak ve muhkem kılmak, ihtiyâcını tamamlamak ve ona ulaşmak gibi birçok ma’nâ verilir.

Beş: Es-Sıhâh’da, hükmetmek ve hüküm, öldürmek, ölmek, ulaştırmak, yapmak ve takdîr etmek, manaları verilirken ‘(kadâ) bazan edâ manasında da olur’ denilmektedir.

Hâsılı, verilen bu kaynakların hiçbirinde sözü edilen âyetlerden hiç bahsedilmez.

Altı: El-Feyyûmî’nin el-Misbâh’daki ve ondan nakil yapan ez-Zebîdî’nin Tâcu’l-Arûs’daki sözleri anlaşılmamış veya çarpıtılmış. Nitekim aşağıda gelecektir.

Kısacası kaynak gösterme sahtekârlığı işlenmekte, yalan söylenmektedir.

Bayındır: Kaza kelimesi ilgili olarak İbn Teymiye şöyle der:

Kaza, Allah’ın ve Resulü’nün sözlerinde ibadeti vaktinde tam yapmayı ifade eder. Şu ayetler bunu gösterir: “Namaz tamamlandığı zaman yeryüzüne dağılın ve Allah’ın ikramından arayın.” 8 “Hac ibadetini tamamladığınızda.” 9

Fakihlerden bir kısmı daha sonra kaza sözünü, vaktinin dışında yerine getirilen, eda sözünü ise vaktinde yerine getirilen ibadete has terimler haline getirdiler. Resulullah’ın sözünde böyle bir şey asla yoktur. Hem diyorlar ki, “Kaza sözü bazen eda anlamına kullanılır.” Böylece kelimenin Kur’an-ı Kerim’in indiği zamanki anlamını pek az kullanılır diye gösterirler. Bu sebeple Peygamberin şu sözü ile neyin kastedildiğini tartışırlar: “yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi kaza edin; bir rivayette tamamlayın.” O, bu sözlerden hiç biriyle ibadetin vaktinden sonra yapılmasını kastetmemiştir. Aslında Şari’in sözünde ibadetin vakti dışında yapılması ile ilgili bir şey bulunmaz. Ancak vakit iki türlüdür; biri genel, diğeri özürlüler için özeldir. Uyuyanın uyanınca, unutanın da hatırladığı zaman namazını kılması böyledir. Bu, Allah’ın onlar için belirlediği vakittir, diğerleri için ibadet vakti olmaz. 10

Cevâb: Bayındır burada, davasına delîl olarak sahîh bir hadîs getiriyor ve onun bütün bir Ümmet tarafından yanlış anlaşıldığını ve ma’nâlandırıldığını iddiâ ediyor. Bu iddiâsını ayrıca lügat ile dahî delîllendiriyor ve kendisine yerine göre sened kabûl ettiği birinin sözüyle de pekiştirmeye çalışıyor. Lâkin kendisi ilimle alâkası olmayan ve yanlışın da ötesinde bir tahrîf cinâyeti işliyor. Öyle ki,

Bir: El-Müfredât, Umdetü’l-Huffâz ve sâir Kur’ân Lügatları ile el-Fâik, en-Nihâye, Mecmau’l-Bihâri’l-Envâr ve diğer hadîs lügatlarında geçen değişik birçok manayı bir yana koyalım. Er-Râğıb’ın ve es-Semîn’in getirdikleri yirmiye yakın âyette geçen ‘kadâ’ kelimesine verdikleri onca değişik ma’nâyı hesaba katmayalım. ‘Kadâ’ kelimesinin, Halîl İbnu Ahmed’in (Ö:170) Kitâbu’l-Ayn’ı, Feyrûz Âbâdî’nin el-Muhît’i ve şerhi ez-Zebîdî’nin Tâcü’l-Arûs’u, el-Cevherî’nin es-Sıhâh’ı, İbnu Manzûr’un Lisânu’l-Arab’ı, el-Mutarrazî’nin el-Muğrib’i gibi nice lügatte birçok farklı manaları geçmektedir. Birçoğu yukarıda geçtiyse de onları teferruatıyla teker teker sayıp dökmek sözü uzatır.

Bunlardan sadece el-Muhît’de geçeni tekrâr edelim: Hükmetmek ve hüküm, yapmak ve takdîr etmek, kesinleştirmek ve emretmek, açıklamak, (mecâz olarak) ölmek, öldürmek, tamamlamak, birisine bir şeyi vasıyyet etmek, bir şeyi bir şeye vardırmak ve ulaştırmak, alacaklıya borcunu ödemek.2

Lisânü’l-Arab’da da şöyle denilmektedir: ‘(Ebû İshâk) kadâ kelimesi lügatte çok çeşit ma’nâlara gelir; hepsi de bir şeyin kesilmesi ve tamamlanması manasına döner, dedi.’ 3

2 Zebîdî, Tâcü’l-Arûs (20/84-85), Dâru’l-Fikir,1414

Hâsılı, bir şeyin ‘tamamlanması’, ‘bir işi bitirmek’ bazen asıl vaktinde bazen de o vaktin dışında ama yine Şâri’in kabûl edeceği başka bir vakitte olur. Zebîdî’nin nakline göre El-Mısbâhu’l-Münîr sâhibi el-Feyyûmî, Sayın Bayındır’ın O’ndan yaptığı nakilden önce “ ‘edâ’ ma’nâsındaki ‘kadâ’ bir lügattir (bir lügat ma’nâsıdır veya lehçedir)” demişti. Elimizdeki el-Mısbâh nüshasında ise ‘iki hasım arasında ve üzerinde hüküm verdim, ihtiyâcımı kadâ ettim, ona ulaştım ve nâil oldum, hâceti kadâ ettim, yani ayni şekilde, haccı ve borcu kadâ ettim, yani edâ ettim, Allah teâlâ hacc vazîfelerınizi kadâ ettiğiniz vakitte de, yani edâ ettiğinizde de…’

El-Feyyûmî bu sözlerinin hemen ardından devâmla şöyle diyor: ‘şu hâlde kadâ burada edâ ma’nâsındadır.’ Öyleyse ortada ya nusha farkı veya ez-Zebîdî’nin yaptığı nakilde tasarrufu vardır. Her ne şekilde olursa olsun, O’nun, ‘Alimler ibadetlerde kadayı, vaktinin dışında, edayı da vaktinde yapılan için kullandılar. Bu, kelimenin lügat vaz’ına muhâliftir; lâkin (yanlış anlaşılmasın) bu, iki vaktin arasını ayırmak içün (konulmuş) olan bir ıstılâhtır’ demesi4 elbette doğrudur. Çünki lafzı, karşılığında îcâd edildiği asıl manalarından biri olan ‘edâ’dan çıkarmak, ‘o manaya gelmez’ demek ve sadece bir manasına hasretmek lügatın ilk manası olarak doğru değildir, ona muhâliftir.5 Zâten Fukahâ da böyle demiyor. Ancak el-Feyyûmî, câhillerin yanlış anlamalarına meydân vermemek içün, ‘ancak’ şeklindeki istidrâk lafzıyla onlardan yana mâzeret beyân ediyor.

Evet, ‘kadâ’ kelimesi, fukahâ tarafından ‘edâ’ yani bir ibâdeti belirlenen asıl vaktinde yerine getirmek içün de, asıl vaktinde yapılmamakla borç olarak kalan şu ibâdetin Şeriât tarafından asıl vaktinin dışında ta’yîn edilip gösterilen bir başka vakitte yapılması içün de kullanılır. Bu umûm/genel kullanmak şekli lügat manasına ters düşmez ve Usûl-i Fıkıh ve Furû’-ı Fıkıh kitâblarında yazar. Amerika’yı yeniden keşfetmek nev’inden olan ayrı bir isbâta da muhtâc değildir. Ancak verilen âyetlerde geçen ‘kadâ’ kelimesinin aslında ‘bitirmek’ manasında olduğunu, bunun da ‘edâ edip asıl vaktinde bitirmek’ gibi ‘asıl vaktinin dışında gösterilen bir vakitte bitirmek’ manasında da olduğu dilden ve zevk-i selîmden nasîbi olanlara açıktır.

3 İbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab (6/3666), Dâru’l-Meârif

4 Ancak Bay Bayındır burada ya bir ilim hiyâneti işlemiş ve ma’nâyı çarpıtmış veya bir tercüme hatâsı yaparken vaz’ ma’nâsının ne olduğunu bilmediğini de ortaya koymuştur. Zîrâ kelimenin, karşılığında îcâd edildiği ilk ma’nâ demek olan vaz’ ilk lügat ma’nâsı olacağı gibi, sonradan bizzat lügatta olan değişikliklerle ortaya çıkan manalar da lügat ma’nâsı olur. Dolayısıyla ‘vaz’-ı lüğavîye muhâlif düşmek’ ile ‘lügat manasına ters düşmek’ her zaman aynı şeyler olmayabilir.

5 Hattâ, ‘edâ’nın bir ibâdetin asıl vaktinin dışında yapılması manasında kullanılmayacağını söylemek de böyledir.

Nitekim Bay Bayındır, İbnu Teymiyye’den beğenerek aktardığı metinde geçen hadîsde yer alan şu kaçırdığınızı da sonra ara vermeden hemen kadâ ediniz’ ibâresindeki ‘hemen sonra’ ve ‘kadâ’ kelimelerinin üzerinde biraz akledecek ve düşünecek olsaydı, burada kaçırılan kısmın asıl zamanından hemen sonra yerine getirilmesinin emredildiğini görecekti. Burada tamamlanan kısma bu yanıyla ‘kadâ’, asıl vakit çıkmadan tamamlanmış olması yanıyla ise ‘edâ’ denilmiştir. O bakımdan bunun her yanıyla ‘edâ’ olduğunu iddiâ edene diğeri ‘hayır, edâ değil kadâ’dır’, mutlak ‘kadâ’dır diyene de beriki, ‘hayır, kadâ değil edâ’dır’ demiş olabilir. Dolayısıyla ortada bir çelişki olmadığı gibi ‘kadâ ediniz’ ile ‘tamamlayınız’ ifâdeleri arasında temelde bir fark yoktur.

İki: Karışıklıklara meydân vermemek içün fakıhler, bir ibâdetin belirlenen asıl vaktinde yerine getirmesi içün ‘edâ’ kelimesini, asıl vaktinin dışında ta’yîn edilip gösterilen bir başka vakitte yapılması içün de ‘kadâ’ tabirini bir ıstılâh/terim olarak koymuşlar ve bilerek kullanmışlardır.

Üç: Çokbilmiş bir akıllı çıkıp da ben bu ıstılâhı kullanmak istemiyorum diyebilir. Asıl vaktinde yapılamayan veya yapılmayan ibâdetlerin, Şerîat tarafından gösterilen bir başka vakitte yapılmasına birisi illâ ‘edâ’ demek istiyor veya diyorsa, işi biraz karıştırmış olsa da ona bir şey söylenmez. Ancak O da bu işi daha bir anlaşılır kılan ve düzenleyen İslâm âlimlerine i’tirâz ederek, bunu kabûl etmiyorum, bu yanlıştır diyemez; derse, câhillik ve geri zekâlılık yapmış olur… ‘Istılâhlarda tartışma olmaz’. Bu husûsta ya câhil kendini bilmez zavallılar veya nefis ve enâniyyet âbidesi, kibir ve gurur heykeli kimseler tantana çıkarırlar.

Dört: Bay Bayındır’da, azıcık bir ilim emâneti ve iyi niyet varsa ve de hadîsi sadece kendi görüşüne destek yapmak gibi samîmiyyetsizlik yoksa dinlesin:

Bizzat bu Muâze hadîsinin bir başka lafzı, yapılan şu tahrîfe aslâ geçit vermez. Şöyle ki;

İmâm Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ’sında sahîh bir isnâdla şöyle rivâyet etmektedir:

“Biz Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanında hayız olurduk. Sonra temizlenirdik de

bize, orucu kazâ etmeyi emreder ama namazın kazasını emretmezdi.”6

Sünnet’i kabûl eden bir Mü’min’in bu rivâyet karşısında söyleyebileceği hiçbir şey olamaz; artık kelime cambazlığı yapmaya takati kalmaz. Ancak, cehl-i mürekkebiyle bunun sahîh olmadığını, sahîh olsa bile Müslim rivâyetiyle çeliştiğini(!), dolayısıyla şâz olacağını söylemeye kalkabilecek rakkâseler çıkabilir; ilmin düstûrlarını bir tarafa atıp gelişigüzel konuşanlar meydana atlayabilir. Öyleyse devâm edelim:

Beş: Mü’minler ‘hayızlı kadın oruç tutamaz, onu temizlendikten sonra kazâ eder’ derlerken sadece bu hadîsi delîl getirmezler. Kur’ân veya Kur’ân ve Sünnet metinleri üzerinde gelişigüzel oynamaya meraklı olanların hesâba katmadıkları husûslardan biri de şunların bize sırf metin olarak intikâl etmemeleridir. Aksine onlar bize Selef ve halef tarafından yaşanan, tefsîr edilen ve onlardan tevârüs eden bir amel olarak da intikâl etmişler, şu metinlerin ma’nâlarını açığa çıkaracak olan muktezâ-i zâhir ve muktezâ-i hâlleriyle gelmişlerdir.

Altı: Mü’minlerin Sünnet delîlleri sadece Muâze radıyellâhu anhâ hadîsinden ibâret de değildir.

İmâm Buhârî’nin ve diğerlerinin bir rivâyetinde, (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem), “Kadın hayız gördüğü zaman, namaz kılmaz ve oruç tutmaz; öyle değil mi? buyurdu. Kadınlar da evet, öyle dediler. O, ‘işte bu onun/kadının dîninin (ibâdetinin) eksik-liğindendir’ buyurdu.”7

İmâm Ahmed İbnu Hanbel, Müslim ve diğerlerinin yaptığı bir başka rivâyette, ‘Kadın günlerce namaz kılmadan ve ramazanda oruç tutmadan durur.’8

Ebû Dâvud’un yine sahîh olan bir rivâyetinde ise ‘Zîrâ sizden (kadınlardan) biriniz, ramazanda oruç tutmaz; günlerce namaz kılmadan durur. İşte bu, dînin İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan.(ibâdetin) noksanlığıdır.”9

6 Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ (2/113, H:2627), İlmiyye,1411

7 Buhârî (304,1951), Müslim (80, ma’nâsıyla), İbnu Hibbân (5744, Buhârî’nin lafzına çok yakın olarak), Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu’dan.

8 Ahmed İbnu Hanbel (2/66), Müslim (79), İbnu Mâce (4003),

9 Ebû Dâvud (4679) İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan

Demek ki, Muâze hadîsindeki Âişe radıyellâhu anhâ anamızın ‘hayız olurduk, bize orucu kazâ etmemiz emredilir ama namazı kazâ etmek emredilmezdi’ sözündeki ‘kazâ’, asıl vaktinde kılmak demek olan ‘edâ’ değil, şu vaktin dışında Şerîat tarafından tesbît ve ta’yîn edilen çerçevede herhangi bir zamanda ödenen bir borç manasındaki ‘kazâ’dır.

Yedi: İbnu Teymiyye’nin sözleri ise O’nun alışık olduğumuz muğâlatalarından ve laf olsun diye yapılan uzatmalarından sadece biridir. Çünki Şerîat, bir ibâdet içün her hangi bir vakit ta’yîn etti ve o ibâdetin şu vaktin dışında bir zamanda da yerine getirilmesini istediyse, O buna ister edâ desin ister kazâ desin ister bir başka isim versin, değişmez. Anlaşmazlık özde değil, kelimede ve ifâde ediliş biçiminde olmuş olur. O bu ifâdeleriyle sadece ben biliyorum demiş ve meselenin daha kolay anlaşılmasının önünü kesmiş olur.

Sekiz: Kaldı ki, İbnu Teymiyye’nin bu sözleri, sizin işinize yaramaz. O, hayızlı kadının orucunu tutabileceğini aslâ söylememiştir ve söylemez. Aksine burada, O da diğer Mü’minler gibi inanmaktadır. Hayız hâli İbnu Teymiyye’ye göre de bir ma’zeret hâlidir; dolayısıyla hayızlı şu ma’zereti sebebiyle tutamadığı orucunu sonradan tutar.10

Hâsılı, O’nu bu noktada istismâr etmeniz boşunadır.

Dokuz: Onun şu sözleriyle anlatmak istediği, unutarak, uyuyarak, hastalık, yolculuk ve benzeri özürlerle olmayan ve bilerek ve kasden terkedilen ibâdetlerin kazasının olmadığını anlatmaktır. İşi, birçok yerde Ümmet’in cumhûruna muhâlefet olduğu içün Zâhirîlerin kaybolan ve gömülen ve kemikleri çürüyen görüşünü çukurundan çıkarıp ihyâ etmekle ictihâd etmektir(!) Bu mes’ele de onlardan biridir.

On: Dört mezheb, -özürle olsun özürsüz olsun- asıl zamanında yapılmayan ibâdetlerin mükellefin omuzlarında bir borç olarak durduğunu, ihmâl eseri terk edilmiş olsalar da onların -en azından bir cezâ olarak- ödenmeleri gerektiğini söylemektedirler.

Burada İmâm Buhârî ve diğerlerinin yakın lafızlarla rivâyet ettikleri, “Allah’ın borcu, ödenmeye (babanın kullara olan borcunu ödemekten ve her bir borçtan) daha kadın hayız görünce, oruç ta tutmaz namaz da kılmaz’ hadîsini zikrettikten sonra, bu Allah celle celâlühû’nün emrettiği şeylerdendir’ dedi. lâyıktır”11 hadîsinin umûmu yeterlidir. O’nu delîlsiz bir şekilde sınırlandırmak hevâya uymaktır.

10 İbnu Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ’sında (13/54)/

11 Ebû Dâvud (3310) Ayrıca, buna ve birbirine yakın lafızlarla, Buhârî (6699,2761,1852), Müslim (1148), , Tirmizî (716), İbnu Mâce (1758)

Şu rivâyetlerden bazısı, tutulmayan oruçlar, bazısı yapılmayan hacc hakkındadır.

Bayındır: Aişe validemiz “…orucu tutmamız emredilirdi…” dediğine göre âdet kanı oruca engel değildir. Zaten Bakara 187’de orucu bozan şeyler; yeme, içme ve cinsel ilişki olarak belirtildikten sonra şöyle denmiştir: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onlara yaklaşmayın.” (Bakara 2/187) Âdet kanının orucu bozduğunu söylemek sınırları aşmak olur.

Oruc’un Arapçası savm=موص dır. Savm, imsak yani kendini tutma, kendine engel olma anlamına gelir. Oruç tutan, kendini yeme, içme ve cinsel ilişkiden engeller. 11 Âdet kanı ise engellenebilecek bir şey değildir. Bu sebeple de onu orucu bozan bir şey saymak mümkün olmaz.

Cevâb:

Bir: Burada hem, Âişe anamız radıyellâhu anhâ’ya hem Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimize, hem de Allah’a iftirâ edilmektedir. Çünki Onlara söylemedikleri yakıştırılmaktadır.

İki: Allah celle celâlühû ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem bir hüküm verince Mü’minlere söz düşmez. Yukarıdaki hadîsleri gördük.

Üç: Kelimelerin vaz’ ve iştikâk ma’nâları mes’elenin anlaşılması içün elbette lâzımdır. Ancak Şerîat çok zaman şu lafızlarda tasarruflarda bulunmuş, kimilerini sınırlandırmış kimilerinin de sınırlarını genişletmiş böylece onları husûsî ıstılâhlar hâline getirmiş olabilir. Evet, şu ıstılâhların vaz’ veya lügat manalarıyla mutlaka alâkaları vardır ama Şer’î tasarrufları hesaba katmamak onların Şer’î manalarını katletmek olur. Hattâ bu vaz’ manalarına zamanla lüğavî değişiklikler de ârız olmuştur.

Dört: Lügatta ‘savm’, ‘mutlak imsak’, yani her hangi bir geri durmak, (-meselâ- konuşmaktan geri durmak) demektir. Oruçta sözü edilen kişinin kendini yemek, içmek ve cinsî birleşmekten uzak tutması gibi husûslar ve vaz’ ma’nâsına Şerîat tarafından yapılan sınırlandırma ve ilâve olarak da bunun her hangi bir şeyden geri durmak olmayıp ancak belirlenen fiillerden geri durmak, ibâdet niyyetiyle olması bu ‘savm’ın hakîkatini ve şartını teşkil eder. Oruç tutacak kişinin Müslüman olması, -ramazan orucu ise- ramazan ayında ve sâdık fecrin doğuşu ile güneşin kavuşması arasında tutulması ‘imsak’ın vaz’ ma’nâsı ile alâkadar değilseler de ‘şart’tırlar. Oruç tutacak olan kadın ise, hayızdan ve nifastan temiz olması da aynı şekilde Şerîat tarafından konulan bir şarttır. İbâdetlerin rükün ve mâhiyyetleri ile bunlara yapılan Şer’î ilâveler ve şartlarını karıştıracak kadar zavallı câhilller ve akılsızlar bulunabilirse de Ümmet’in âlimlerini sollayabilecek ‘müçtehid’lerin(!) böyle bir boşluğa düşmeleri ayıp olmuyor mu Bay Bayındır?!.. Lügatın asl-ı vaz’ında düâ manasında olan bir ‘salât’ın, hadesden ve necesden temizlenmekle, avret yerini örtmekle, vakıtle, kıbleyle, rükû’ ile, sücûd ile ve sâir ilâvelerle ne alakası var mı diyeceksiniz, Bay Bayındır?!..

Bayındır: Baştaki âyet, âdet halini eziyet saymıştır. Eziyet insana sıkıntı veren şeydir ama hastalık değildir. Hastalık vücuttaki tabii dengenin bozulmasıdır. Adet ise tabii dengenin gereğidir. Öyleyse hiçbir kadın, adetli olduğu için orucunu bırakamaz. Aişe validemizin söylediği şu söz önemlidir: “Bizim başımıza bu olay gelince orucu tutmamız emredilirdi…” Demek ki, Peygamberimiz âdeti hastalık saymadığı için bu haldeki kadının oruç tutmasını emretmiştir.

Fakihler, âdetli kadının Ramazan’da oruç tutmasını yasaklar sonra da kaza ettirirler. Edasını yasakladıkları bir ibadetin kaza edilmesini isterken hangi delile dayandıklarını söylemezler. Hâlbuki Allah, oruç ibadetini, diğer ibadetlerden farklı olarak genişçe anlatmış ve şöyle demiştir: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onlara yaklaş-mayın. Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar, belki sakınırlar.” (Bakara 2/187) Allah Kur’ân’da orucun sınırını belirlemiş ve âdeti oruca engel görmemiştir. Peygamberimizden de böyle bir rivayet yoktur. Öyle ise âdeti oruca engel görmek sınırlara yaklaşmak değil, onları aşmak olur. Buna da kimsenin hakkı yoktur.

Cevâb:

Bir: Âlimlerimiz, Allah’ın ‘mu’zî’/‘eziyyet veren’ değil de mubâlağa ifâdesiyle ‘eziyyet’, yani tam ve son derece bir rahatsızlık verici olarak vasfettiği hayız’ı bir çeşit ‘hastalık’ ____________saymışlar, siz ise bunu kabûl buyurmadınız; olsun, siz bilirsiniz. Oysa bu gün tıptan biraz haberi olanlar dahî bilirler ki, hayızlı olanlar bunaltan bir çeşit rûhî sıkıntı içinde olurlar. Hem, onun bir yandan tabiî bir hâl olması diğer yandan rahatsızlık verici bir çeşit hastalık olmasına nasıl mânî’ oluyormuş?!.. Anlayan beri gelsin… Yapılan, bâtıl düşüncelerin darbeleriyle örselenen bir zayıf aklın ölçüsüz mülâhazası… Büyükçe bir toz kaçan gözün, vücûdun tabiî dengesi îcâbı

büyük bir çaba göstermesi, bu esnâda kan çanağına dönmesi ve nihâyet o tozu dışarıya atması, böylece de yaralanması, göremez olması ve tedâviye muhtâc hâle gelmesi, nasıl anlaşılacak?… Bu iş tabiî bir iştir. Gözün yaralanması hastalık sayılmaz mı denilecek!… Demek ki, akılcılık da bir seviye istiyor!…

İki: Âişe vâlidemiz radıyellâhu anhâ’ya da, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’e de iftirâ ediyorsunuz. Böyle bir ma’nâ verişiniz, Ehl-i Kitâb’ın kitâblarını tahrîf etmelerinden farksızdır. Nitekim yukarıdaki rivâyetlerde geçti.

Üç: Belki Allah celle celâlühû, kadının o sıkıntıdan kurtulup rûhî bir rahata kavuşmadan oruç tutmasını istemiyor. Belki belli bir kan ve su kaybına ma’rûz kalan kadına merhâmet edip bedeni de rahata ve tabiî hâline kavuştuktan sonra bu yükün altına girmesini istiyor. Zorumuz nedir?!.. Sıkıntısına sıkıntı katmak mı?… Hasbunellâh….

Dört: Evet doğru, fakıhler ilmin ve hidâyetin îcâbı öyle yaparlar… Haddini bilen câhiller onlara i’timâd edip uymakla kısmen kurtulsalar da haddini bilmeyen cühelâ sürüsü ne dediklerini anlayamazlar, kendileri bir şeyler yumurtlarlar, sapar giderler ve peşlerine takılan sürüleri de saptırırlar…

Beş: “Fakihler, âdetli kadının Ramazan’da oruç tutmasını yasaklar sonra da kaza ettirirler. Edasını yasakladıkları bir ibadetin kaza edilmesini isterken hangi delile dayandıklarını söylemezler” şeklindeki seviyesiz ve süflî bir karalama, onların -hâşâ- Şâri’lik, yani ilahlık veya peyğamberlik tasladıklarını iddiâ etmektir. Ümmet’in âlimlerine böyle bir alçaklığı yakıştırmak edebsizlik ve terbiyesizlik olmanın ya-nında aynı zamanda apaçık bir zındıklıktır. Çünki ibâdetlerde ve diğer ilâhî hükümlerde işlenecek olan bu seviyedeki bir iptal, tebdîl, tağyîr ve ilâve’den12 biri veya bir kaçı, yâhud da hepsi ile yapılan bir tasarruf başka hangi vasıfla anlatılabilir?!.

Nitekim bu Bay Bayındır tarafından sarf edilen ‘Hâlbuki Allah, oruç ibadetini, diğer ibadetlerden farklı olarak genişçe anlatmış ve şöyle demiştir: ‘Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlara böyle açıklar, belki sakınırlar’ ‘ şeklindeki sözle de açıkça ifâde edilmektedir. Oysa onun Ümmet’e ve âlimlerine yakıştırdığı şu ilahlık veya peygamberlik iddiâsı, aynen şurada kendi yaptığı iptal, tebdîl, tağyîr ve ilâve işine tastamam uymaktadır.

Fukahânın delîlleri ilim sâhibleri nezdinde çoktur ve gözü kör olmayanların görebilecekleri açıklıktadır. Onların delîli yoktur derken açıkça yalan söylenmiyorsa farketmeden kitâblarının okunmadığı i’tirâf edilmektedir.

12 İptal, hükmü ortadan kaldırmak, tebdîl, hükmü kaldırıp yerine başka bir hüküm getirmek, tağyîr, hükmü eksiltmek veya vasfı yanıyla değiştirmek, ilâve de, hükme ekleme yapmak, demektir.

Onların en sağlam delillerinden olan Sünnet delîllerinin, hadîslerin bir kısmını yukarıya aldık. Diğer bir delil de Ümmet’in İcmâı’dır. Onların hiçbir delîli olmasaydı bu yeter de artardı bile.

Altı: Allah orucun sınırını icmâlen/kısa ve toplu olarak belirlemiş ise de açıklamasını Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’e havâle etmiştir. Artık buna karşı kimseye bir söz düşmez. Gösterilen âyetlerde tahsîs ve takyîd yoktur. Allah’a iftirâ edilmektedir. Bu da kimsenin haddine düşmemiştir.

Yedi: Şu sünnetsizler gibi harbi delikanlı olsanız, bu kadar üzülmeyeceğiz. Ama siz, hem Sünnet’i kabûl ettiğinizi söyleyecek hem de işinize elverdiğini zannettiğiniz yerlerde de onu terkedip kendi kanaatlerinizi putlaştıracaksınız; işte bu delikanlılığa sığmaz.

Netîce

Sizin yaptığınız, ‘Kur’an Işığında Doğru Bildiğiniz Yanlışlar”ı düzeltmek değil, ‘Şeytanın ve Vatikan’ın Projektörünün Işığı Altında -yarım yamalak da olsa- Bildiğiniz Doğruları Tahrîf Etmek’ten ibârettir; vesselâm… Sünnet’e dayanan ve ayrıca üzerinde Ümmet’in İcmâ’ı da bulunan sahîh bir islâmî hakîkati, ‘ben bilirim’ meâlindeki bir edâ ve tavır ile katletmişsiniz. Yazık… Size de yazık, saptırdıklarınıza da yazık…

[Aşağıdaki ifâdeler ve dipnotlar Sayın Abdülaziz Beye âiddir. Metin içindeki altı çizili dipnotlarıdır.] [1] Harûriyye, Harûrâlı demektir. Harûrâ, Sıffîn savaşında Ali’nin saflarından ayrılan Hâricîlerin toplandığı yerdir. (Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciler”, DİA, c. XVI, s.169-175.) [2] 2. Müslim Hayz 65 [3] Bakara 200 [4] Nisa 4/103 [5] Kitab’ul-ayn, Tac’ul-Arus, Lisan’ul-Arab, es-Sıhah, el-Mısbah’ul-munir. يضق mad [6] Diyanet Vakfı İslam Ansk. Feyyumî md. İst. 1995 [7] Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Mısbah’ul-Munîr, Lübnan 2001, s. 519 [8] Cuma 62/10 [9] Bakara 200 [10] İbn Teymiye, Mecmuu Fetâvâ Teymiye 1. baskı, 1382 h. C. XII, s. 106 [11] Bkz. Müfredât, موص mad.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu