KILAVUZU KARGA OLANIN…
Hayrettin Karaman yazılarımıza uzun bir aradan sonra Reşit Rıza’yı savunarak tekrar cevap vermeye başladı.
25 Ağustos 2019 tarihli, “R. Riza, Hilafet ve Abdülhamid Han” yazısında Reşid Rıza’nın Abdülhamid Han’ın yanında bulunduğunu ve ona destek olduğunu uzun uzun izaha çalışmış. Ancak yazısı dikkatle okunursa bu izahın içerisinde Reşit Rıza’nın asıl maksadını yakalamak zor olmayacaktır.
Nitekim Hayrettin Bey şöyle yazmaktadır:
“(Reşid Riza) ümmet çapında yaymağı istediği inanç ve düşüncelerinin tek aracı olan dergisinin (el-Menar) bir engele uğramadan çıkmasını ve yayılarak okunmasını istiyor bunun da saltanatla iyi geçinmeye bağlı olduğunu biliyordu”.
Buna bizim halk dilinde, “köprüyü geçinceye kadar…..” manasına geldiğini herhâlde anlamayan olamaz. Demek ki Reşit Rıza, Abdülhamid Han’ı böylesine bir zihniyetle değerlendiriyor ve yanında duruyordu.
Bugün artık yüzlerce araştırma neticesinde ortaya çıkan hakikat şu ki II. Abdülhamid Han, ehl-i sünnet karşıtlarına ümmetin birliğini bozanların karşısında kale gibiydi. Onlara fırsat tanımamaya çalışıyordu. Bu birlik yıkılırsa İngilizlerin, ümmetin başına nasıl bir bela kesileceğinin farkındaydı.
Abdülhamid Han’ın bu siyasetinin başta Yahudiler olmak üzere İngiliz, Fransız, Rus ve Ermeniler tarafından nasıl değerlendirildiğini ve kendisine nasıl bir kin ve nefretle saldırdıklarını bugün hâlâ bu ülkede bilmeyen duymayan kalmış mıdır acaba?
Yüce hakanı yıkamayan ve alaşağı edemeyenler kendisini diktatör, zalim, müstebit, baykuş ve daha nice aşağılayıcı ifadelerle karalama kampanyasını başlatmadılar mı?
Devrini ise kitaplara “istibdad dönemi” diye kaydettirmediler mi?
Nitekim Reşid Rıza’nın da hocasının hocası olan Efgani’yi seven, takdir eden yolundan giden ve benimseyen hemen herkesin Abdülhamid Han dönemini “devr-i istibdad” diye nitelemesi ne manaya gelmektedir acaba?
Kendisini çok seven Akif’in istibdad şiirine ve Abdülhamid Han’ı zemmederken, “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-ı iblise” şeklindeki korkunç ibaresini nasıl değerlendirmeliyiz acaba?
Böyle mi sağlanacaktı ümmetin birliği ve dirliği?
İstibdad idaresi öyle mi?
Hayrettin Karaman’ın, Abdülhamid Han’ın saltanattan çekilmesinden sonra Reşit Rıza’nın tavrını ifade ederken aslında bir gerçeğin de altını çizmektedir. Şöyle ki:
“Reşid Riza’nın siyasi görüş ve projesinde meydana gelen değişiklik Sultan Abdülhamid’in hal’inden sonraki yazılarında açıklık kazandı. İttihad ve Terakki iktidarının yerleştiğine kanaat getirinceye kadar yine de ihtiyatı elden bırakmadı. Bundan emin olduktan sonra dergisinde Abdülhamid devrindeki istibdad yönetimi ile meşru olmayan tasarrufları tenkit etti. Kötü sonucu kötü davranışların getirdiğini ifade etti.”
Bu ifadeler karşısında öncelikle şu soruları sormak hakkımızdır:
Reşid Rıza gerçekten hakiki bir âlim midir? Âlim haksızlıklar karşısında susar mı? Yoksa “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifinden gafil miydi?
Abdülhamid Han gittikten, bir daha geri dönmeyeceğine de iyice kanaat getirdikten sonra istibdad yönetiminin bozukluklarını dile getirmiş.
Neymiş bu kötülükler Sayın Karaman! Bunları da öğrensek fena olmayacaktı. Hep istibdadın yanlış uygulamaları diyerek geçip gitmek ne kadar moda oldu. İngiliz Blunt, senin Efgani’yi nasıl aldatıyordu? Biraz da oralara kafa yorsanız ne güzel olacak.
Diğer taraftan Sayın Karaman’ın bunları anlaması da çok zor. Maalesef Efgani, Abduh ve Reşit Rıza derken kendisi de Abdülhamid Han devrini istibdad diyerek yaftalamakta bir beis görmemektedir.
Nitekim yazısının bir yerinde: “R. Riza Osmanlılara ve Abdülhamid’e karşı bu tavır ve tutumunu (olumlu manada) sürdürürken bölgedeki Osmanlı yöneticilerinin ailesine, kendisine ve bazı yakınlarına yaptıkları haksız davranışları biliyor, sultanın ısrarla sürdürdüğü istibdad idaresini de görüyordu”.
Sultanın ısrarla sürdürdüğü istibdad idaresi haa!
Keza Karaman, 29 Ağustos tarihli yazısında da: “Reşid Riza, istibdad yönetimine karşı olduğu, İttihatçıların verdikleri sözler doğrultusunda talepleri de bulunduğu için bunları gerçekleştirmek üzere harekete geçti” demektedir.
İstibdad yönetimine karşı olduğu için vay vay!
Sayın Karaman! İstibdada, zulme, baskıya herkes karşıdır. Fakat burada istibdad devri dediğinizde Abdülhamid Han’ın idaresi ve dönemi anlaşılır. Sizin gibi birinin bunları bilmemesi olamaz. Hâl böyle iken Fransız akademi üyelerinin, Ermeni ve Yahudilerin, İslam düşmanlarının yakıştırdığı bir sıfatı ne kadar rahat kullanıyorsunuz!
Siz o istibdad devri dediğiniz dönem bitip de meşrutiyet idaresi geldiğinde neler olduğunu hiç okumadınız mı? Hangi birlik sağlandı? Üç günde hangi ülkeler yitirildi? Hangi ilerleme kaydedildi söyler misiniz?
Filozof Rıza Tevfik kadar dahi olamıyorsunuz! Pek yazık!
Hâlbuki Abdülhamid Han’da hata ve kusur arayanlar o gidince İngilizlerle iş birliği yapar hâle geldi.
Nitekim Reşid Rıza da İngilizlerle iş birliğinin faydalarını anlatmaya başladı. Bir taraftan da hain İmam Yahya’nın hilafetini savunma derecesine düştü.
Haşa zulmetmez kuluna Hüda’sı
Herkesin çektiği kendi işinin cezası
Hatayı başkalarında bulmak ve görmek ne kadar kolaydır. Biraz da şahıslarında arasalar ne güzel olurdu.
Türk düşmanlığı!
Diğer taraftan Reşid Rıza, Osmanlılara, Hayrettin Karaman Bey’in iddia ettiği gibi öyle dürüst ve samimi olarak bağlı da değildi. Evvelce bir yazımda belirttiğim üzere İstanbul’un fethini dahi fetih kabul etmeyen ve daha fethedilmesini bekleyen birinden nasıl bir Osmanlı muhabbeti beklenebilirdi?
Diğer taraftan hilafet meselesinde Osmanlılara bağlılığı, sadece o günün şartlarında muhtaç bulunmaları düşüncesinden öteye gitmemekteydi.
Zira Reşit Rıza, Osmanlı hilafetini İslam hukuku temeline dayalı bir hükûmet olarak algılamamakta idi. Ona göre hilafet, Abbasilerden Osmanlılara galebe yoluyla geçmiştir. Esir edilen halifeden bu görev alınmıştır. Hâlbuki esir birinin böyle bir yetkiyi devretmeye hakkı yoktur. Hakkı olmayan bir şeyi birine devretmekle o hak gerçekleşmiş olmazdı (Bu görüşleri için bkz. M. Çelen, M. Reşid Rıza’da Hilafet Düşüncesi ve Osmanlı Tecrübesi, s.25).
Şu ifadeler o dönemde İngilizlerden başka kimin değirmenine su taşımaktaydı? Reşid Rıza bunları ifade ederken nedense Abbasilerin hilafeti Emevilerden nasıl devralmış olduklarını hatırına dahi getirmiyordu. Zira ondaki bu şaşılık temelde Türk düşmanlığından gelmekteydi.
Nitekim o, Türklere olan husumetini bu kadarla da bırakmaz. Halife Mutasım ve Mütevekkil’i Türkleri devlet kademelerine aldığı için şiddetle eleştirir ve işlerin bozulması olarak bunu gösterir. Hatta Hazreti Ebubekir efendimizin hilafete Hazreti Ömer’i getirmesini, ileride hilafetin saltanat yoluyla değişmesine yol açacaktır teziyle tenkit eder.
Peki Reşid Rıza’ya göre döneminde hilafete kim elyaktır ve hak etmektedir diye sorulsa vereceği tek cevap vardı:
O da hocası mason Abduh’du.
Sayın Karaman! Bu arada tarih ilmine pek itimat ettiğiniz Murat Bardakçı Bey’in tavsiyesi ile de olsa (zira benim “Kayı 10, II. Abdülhamid Han” kitabımı tavsiye edeceğini pek zannetmem) Orhan Koloğlu Bey’in kitabını okumanıza çok sevindim (18 Ağustos tarihli “Takdir ve tenkit” başlıklı yazınız). Fakat nasıl okuduğunuzu anlayamadım. Kitaptaki şu ifadeleri göremediniz mi?
“Cemalettin Afgani 1876’da Mason oldu ve arkadaşlarını da masonluğa girmeleri konusunda destekledi. Bunların arasında sonraki yılların ünlü isimleri olan Abduh, Saad Zaglul, Yakub Sannu’da vardı”… “Afgani din aleyhtarı görüşleri sebebiyle Mısır’dan çıkarıldı” (Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, s. 145-146)”.
Siz iki mason hayranı ve ehl-i sünnet düşmanı bir Reşid Rıza’nın nasıl olmasını bekliyorsunuz acaba? Zaten “Gerçek İslam’da Birlik” diyerek bu üçünü yan yana koymanız da birbirlerinin aynısı olduğunun ispatı değil midir?
İnşallah Reşid Rıza’nın diğer fikri yapısını anlatmaya devam edeceğim. Osmanlı ve Türk düşmanlığı o zaman daha iyi anlaşılır sanırım.
Ahmet Şimşirgil