Üslûb-ı beyan aynıyla insandır…
Güreşecek pehlivanları seyircilere tanıtan ve onları meydana çıkaran kimseye “Cazgır” veya “Meydan şeyhi” derler. Bu makalemizde böyle birinden bahsedeceğiz; önce başkasının cazgırlığını yapıp sonra meydanı müsait gördüğü için kendisi pehlivanlığa soyunan birinden…
Bu şahıs kim? Meydana inmiş ama gerçekten pehlivan mı yoksa “Tilki vadiyi boş bulunca valiliğini ilan edermiş” kabilinden biri mi? Bunları aşağıdaki satırlarda göreceğiz.
Bu kişi, “Meal-tefsir” adıyla basılan fakat meal de tefsir de olmayan “Kur’an Mesajı” isimli kitabı kaleme alan Muhammed Esed’i ve Muhammed Esed’in, bile bile yaptığı yanıltmaları görmek istemeyen kişidir.
Bu kişi, Sevgili Peygamberimiz’i anarken asla Aleyhisselam demeyen, “Hazret” demekten köşe bucak kaçan Ali Şerîatî isimli şiî, daha doğrusu şiîlerin bile reddettiği yazarı öve öve bitiremeyen kişidir.
Sevgili Peygamberimiz hakkında hürmetsiz ifadeler kullananları öven bu kişi, takdir edersiniz ki kendisi de Peygamberimiz’den bir “Hazret” kelimesini esirgeyecek ve yalın olarak sadece “Muhammed” diyecektir.
İşte bu kişi, “Üç Muhammed” kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’ndan başkası değildir.
Önceki sayılarımızda, onun övdüğü ve müdafaa ettiği Ali Şerîatî ve Muhammed Esed’den zaten bahsetmiştik. Bu sefer İslamoğlu’nun kendisinden bahsedeceğiz.
Hanefî mezhebinin hükümlerini “Ben Hanefîyim” diyerek çiğneyen ve milleti kandırmaya çalışan bu zat, bakalım “Ne ararsan derde devadan gayri” kabilinden ehl-i sünnete zıt neler yazmış neler söylemiş, görelim…
Kendisini, Akit Gazetesi’ndeki “Dağarcık” isimli köşesinde yazı yazarken, dağarcığında ne varsa ortaya döktüğü zamandan beri tanırım. Bir yazısında, (2/7/2000) İslâm âlimlerinin bin seneden fazla bir zamandan beri en mûteber 6 hadis kitabı içinde saydığı Tirmizî’ye dil uzatıyor, buna mukabil, Elbânî denilen sapığı da “Çağımızın hadis otoritesi” diye anıyordu. Bunun üzerine yazıları dikkatimi çekti, takip etmeye başladım.
Bir makalesinde, (25/9/2000) bir yazarın şu cümlelerine itiraz ediyordu:
“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dinî kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dinî kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Âyetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’anla dinî kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”
İslamoğlu her cümlesi doğru olan bu yazıya itiraz ediyordu. Ancak, bunlar yazarın uydurduğu şeyler değil, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri fıkhî hükümlerdi. İslamoğlu, asırlardır İslam âlimlerinin tekrar edegeldikleri bu fıkhî hükümleri bilmiyor değil kabul etmiyor, kabul etmemekle de kalmıyor bir de “Allah Allah! öğrenmiş olduk” diyerek dalga geçiyordu.
İtiraz ettiği yazar, “Kur’an abdestsiz okunamaz” demiyor, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını” yazıyordu. Çünkü, Kur’an’a dokunmadan, bakarak veya ezbere okumak câizdi ve buna kimsenin itirazı da yoktu. Ancak, İslamoğlu meseleyi başka tarafa çekiyor, “Kur’an abdestsiz okunamaz” denilmiş gibi ele alıyor itirazını da şöyle sürdürüyordu:
“Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Resûlüllah’dan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey okumadım, duymadım.”
Bu sözlerini okuyunca hayret sırası bize geliyor ve şöyle demek icap ediyordu: Allah Allah! Bu adam ne yazdığının da ne söylediğinin de farkında değil.
Değerli okuyucular, son cümlesine dikkat lütfen. İslamoğlu, “Resûlüllah’dan, sahabeden ve müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey duymadığını ve okumadığını” söylüyor.
Be adam, duymaman normal değil mi? Onların zamanında yaşamadın ki duyasın dememiz icap etmez mi!
Okumadığına gelince… Okumadın değil okudun ama, okuduğunu kabul etmiyorsun ki. Hangi fıkıh kitabına bakarsanız bakın, İslamoğlu’nun itirazının tersini yazıyor. Kitaplar meselenin doğrusunu yazıyor ama, okuyan kabul etmezse kitapların suçu ne!
Ama İslamoğlugiller telaş buyurmasınlar; onlar için fark etmez. Onlar Kur’an’ı istedikleri gibi okuyabilirler. Zira bu hükümler zaten onları değil İslam fıkhını kabul edenleri bağlar.
Ashabın büyüklerinden Selmân-ı Fârisî Hazretleri, babasının kim olduğunu soranlara “Ben İslamın oğluyum” dermiş. Zamanımızda da bazıları sözde İslamın oğludurlar. Kendilerinin İslamın oğlu olduğunu söyleyenlere, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demek isteriz. O kimse meselâ Yaşar Nuri nâm kişiyle paslaşan biriyse, mesele zaten anlaşılmış demektir. Onun İslam fıkhını kabulü beklenmez zaten.
Kim ne derse desin, Kur’an karşısında uyumayıp sabaha kadar ayakta duran Osman Gazi’nin torunlarının ruhunda Kur’an’a hürmet var bi kere. Abdestsiz dokunmak şöyle dursun, abdestli olsa bile bu millet Kur’an’ı göbekten aşağı tutmaz. Siz de kalkmış, derdiniz neyse Kur’an’a bu milleti abdestsiz dokundurmak istiyorsunuz…
İslamoğlu’nun, okuyucusunu kandırmak için ne usullere baş vurduğuna ibretle bakın. Önce yazdığını aktırıp sonra değerlendirmemize geçelim. Yazdıkları şöyle:
“Bilgime güvenmeyip, “Namazda abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”
Breh, breh, breh… Gördünüz mü büyük ve hassas âlimi. Tek mesele için ne kadar da kitap taramış:
400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynakları…
Hani argo bir söz vardır: Biraz küçük at da civcivler de yesin derler. İslamoğlu atıyor biz de yiyoruz tabii.
Anlaşılan, İslamoğlu böyle büyük bir araştırma için ne kadar bir zamana ihtiyaç olduğunu düşünmemiş. Üstelik hem böyle bir araştırma yapmış hem de abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmayı yasaklayan bir şey bulamamış(!). Kitaplarda görüp okuduklarının tamamını yok sayarsan elbette bulamamış olursun.
Onun bu sözlerine itiraz ettiğim için, bana telefonda açıklama yapıyor, “Bilgisayarda sadece 2 dakika alıyor” demişti. Demişti ama dediği doğru değildi. Çünkü, söylediği o 2 dakikayı gerçekten harcamış olsaydı, abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın yasak olduğunu görürdü.
Ancak ne var ki, taradım dediği kitapların hepsi CD ve internete aktarılmış olmadığı için o kadar kitabı taraması da imkansız. İmkansız ama ne yapsın ki okuyucularının gözünde büyük âlim görünmek uğruna, tek bir mesele için bu kadar kitabı taramış görünmek icap ediyordu. O da onu yaptı işte.
Değerli okuyucular, yukarıdaki altı çizili yere takılmaya lüzum yok. “Kur’an okurken” diye yazacağı yerde yanlışlıkla “Namazda” diye yazmış. Bir sonraki yazısında zaten bunun için özür diledi. Fakat esas özrü bile bile verdiği yanlış bilgilerden dolayı dilemeliydi. Hatta insanlardan özür dilerken Allah’dan da af dilemeliydi.
Şimdi geldik işin hem en mühim hem ibretlik hem gülünç tarafına. Bundan sonrasına lütfen ayrıca dikkat…
İslamoğlu hani “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulmayacağını öğrenmek için” 400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynağını taradığını söylüyordu ya. Taradığı kitaplardan birisi de İmam Süyûtî’nin El-İtkân isimli eseriymiş.
Bu eserden, “Kur’an okumanın âdâbı” başlığını taşıyan yerden birkaç satır tercüme etmiş. Orada “Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğu” yazılıymış. Aklınca bunu delil olarak ortaya koyuyor.
Oysa, Peygamberimiz eline Kur’an alarak değil ezbere okuyordu. Hatta sadece Peygamberimiz değil bütün ashab ezbere okuyordu. Niçin? Çünkü o zaman Kur’an henüz kitap haline getirilmemişti.
Değerli okuyucular! Bu kadarcık bilgiye bile sahip olmayan biri fıkhî bir meselede hüküm vermeye kalkışırsa buna ya acınır ya gülünür.
Biz esas gülünecek noktaya yeni geldik…
İslamoğlu, İmam Süyûtî’yi “Bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz” diyerek överken, sırtını kuvvetli bir duvara dayadığını sanıyordu. Ama bilmiyordu ki her âlim gibi bu zat da kendisinin söylediğinin tersini söylüyordu. İyi de bunu İslamoğlu niçin bilmiyordu?
Çünkü “Ben bu mesele için şu kadar bin eser taradım” derken doğru söylemiyordu İslamoğlu. Söylediği kadar çok eser taramadığı gibi, İmam Süyûtî’nın kaynak olarak gösterdiği El-İtkan isimli eserini bile taramamıştı. Tarasaydı bizim karşımızda bu kadar mahcup olmazdı. Öyle bir mahcup oldu ki demeyin gitsin…
“Madem o İmam Süyûtî’nin El-İtkan’ını kaynak gösteriyor, öyleyse biz de aynı kitabı kaynak olarak alalım” deyip baktık. El-İtkan’da şöyle yazmıyor mu:
“Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti.) Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir’ buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizî ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.” (El-İtkan, 2/1188 Dâr-ı İbni Kesir, Beyrut)
Aynı sahifedeki dipnot şöyle:
Aynı hadis Dârimî’nin Talak bahsinde “Nikâhtan önce boşama olmaz” babında 2183 numarayla, Dare Kutnî’de ise Tahâret bahsinde “Abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının yasak olması” babında yer almaktadır.
El-İtkan, Madve Yayınları tarafından “Kur’an İlimleri Ansiklopedisi” ismiyle tercüme edilmiştir. Bu tercümenin 2. cild 444. sahifesinde aynı mesele görülebilir.
Bir defa daha hatırlayalım. İslamoğlu ne diyordu? Bir ömre sığmayacak kadar kitap taradığı halde “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olduğunu” yazan bir esere rastlamadığını söylüyor, bu sözüne El-İtkan isimli kitabı da delil getiriyordu
Az yukarıda okuduğunuz gibi, El-İtkan ne diyordu? “Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur.”
Eeee… Şimdi siz siz olun da nasıl gülmeyecekseniz gülmeyin bakalım…
Hazreti Allah insanı kendi sözüyle işte böyle mahcup eder, böyle gülünç duruma düşürür…
İslamoğlu, “Bu konuda, (Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı konusunda) çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir âyet var” diyerek o âyetin meâlini veriyor:
“Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa sûresi, âyet:79)
Yanlışa düşen esas kendisidir ama diyelim ki onun söylediği doğru. Bu durumda o yaygın yanlışa kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eser de düşmüş oluyor.
İslamoğlu kendi câhilliğini unutup, kendisinin ileri sürdüğü yanlış hükmü kabul etmeyenleri de cahillikle suçluyor. Şöyle diyor:
“Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu âyetteki “O” zamirinin bir önceki âyetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir.”
Biz de kendisine şöyle diyoruz:
Sıdka-kizbe/doğruya-yalana birazcık dikkat eden kimse de, birazcık ilim haysiyeti olan kimse de böyle söz söylemez. Çünkü bu söz, 14 asırlık İslam kültürüne de bu kültürün mimarları olan derya gibi sayısız İslam âlimlerine de hakarettir. Onlar ki, ilimde rüsuh bulmuş ve “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” hükmünü kitaplarına dercetmişlerdir. Bu İslam âlimlerinin; Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasipleri yok da sadece sen İslamoğlu’nun mu var!
14 asırlık İslam kültürü onların eseridir. Onların söylediklerini inkâr yekün İslam kültürünü inkâr demektir.
İslamoğlu, kendisi gerçekleri inkar edebilir. Peki İslam âlemindeki kütüphaneler dolusu kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” kaydını nasıl silecek, nasıl yok edecek?
O, basbayağı yalan söyleyerek kitaplarda böyle bir kaydın olmadığını söylüyor, böyle bir kayıt yok diyor.
Yok değil var da, görene… Ama köre ne!
İslamoğlu gözünü yumup görmemekte ne kadar israr ederse etsin, bütün tefsirler, bütün fıkıh kitapları, bütün İslâmî eserler onun söylediğinin tersini sadece söylemiyor adeta haykırıyor.
O zaman da ortaya bir gerçek çıkıyor:
Bir tarafta 14 asırlık ehl-i sünnet İslam ulemâsı, diğer tarafta Mustafa İslamoğlu…
O zaman bu manzaranın mânâsı ne olur değerli okuyucular?
Değerli okuyucular, Müslümanlıkta, söz ve yazı üslûbu mühimdir. Onun için, Üslûb-ı beyan aynıyla insandır denilmiş. Yani, insanın konuşma yazı üslûbu, kendisini tarif eder.
Kendisi düzgün olanın üslûbu bozuk olmaz. O bakımdan insanlar haklı olarak üslûba dikkat ederler. Bu cümleden olarak biz de muhatabımız olan İslamoğlu’nun üslûbuna bir göz atalım.
İşte yazısından bir cümle:
“Ey Hanefîler! Ebû Hanife’ye göre siz Hanefî falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok. Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor.”
Gördünüz mü üslûbu? Altı çizili kelimelere dikkat eder misiniz lütfen? Az-çok kitaplarla haşir-neşir olan bir kimseye, “Şarlatan” ve “Dolmuşa bindiriyorlar” gibi sözler yakışır mı?
Hem bu sözleri sarfetmekten kaçınmıyor hem de gördüğünüz gibi Müslümanları suçluyor.
Hanefi bir Müslüman, hocalarından ve kitaplardan öğrenebildiği kadar Hanefîliği öğrenip ona göre ibâdet yapmaya çalışsın, İslamoğlu da kalksın, “siz Hanefî falan değilsiniz” desin.
Hangi hak ve hangi salâhiyetle?
Hem mezhepçilik dediği de nedir? Şu anda yeryüzünde İslamoğlu ve şiî gönüldaşlarının (bütün şiîler değil) dışında mezhepçilik yapan mı var? Hangi sünnî Müslüman, “Benim mezhebimden olmazsan kurtulamazsın” diyor. Aksine, kendisinin Hanefî olduğunu söyleyen müslümanların yanlış yolda olduğunu söyleyen İslamoğlu’nun kendisi değil mi?
Üslûba bakın:
“Üçbeş yetkin âlime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın.”
Tulumbacı takımı diye tabii ki Müslümanlara diyor.
Başka bir cümlesi:
“Biraz da insanımız uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.”
Diğer cümleleri gibi bu sözün muhatabı yine müslümanlar.
Son bir sözünü aktaralım:
“Dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan…”
Böylece, Mustafa İslamoğlu nâm kişiyi bir cihetten tarif etmiş olduk.
Diğer tariflerimizi gelecek sayılarımızda yaparız inşâallah…
Yazımızı o meşhur cümleyi tekrar ederek bitirelim:
Üslûb-ı beyan aynıyla insandır.