Sebe’ 34/28 Ayetinin Anlamı Üzerine – Prof. Dr. Salim Öğüt
Müellifin:
‘Bu noktada Sebe 34/28. ayetteki kâffeten li’n-nâs ibaresine istinaden Hz. Peygamber’in tüm insanlara gönderildiği söylenebilir. Fakat bu bir yorumdur.’
Tesbiti gerçekten büyük bir pişkinlik örneği gibi gözükmektedir. Allah’ın açık-seçik ifadesini ve ibaresini “yorum” olarak sunmak, kişisel yorumunu da O’nun sarih ifadesinin üzerine çıkarmak ve öylece takdim etmek…
Konunun daha iyi anlaşılması için müellifin işaret ettiği ayet-i kerimenin mealini kaydedelim: “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”91
91 Sebe’Sûresi, 34/28
Elmalılı Hamdi Efendi, Mehmed Vehbi Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen gibi bu milletin tamamı tarafından hüsnü kabulle karşılanmış büyük âlimlerimiz başta olmak üzere, Kur’an-ı Kerim’e ilmî anlamda hizmette bulunan bütün âlimlerimiz bu ayetin Türkçe karşılığını böyle vermişlerdir. “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” Bu hususu son derece önemsiyoruz; çünkü sonradan gelen bir ilim adamı, öncekilerin tamamını karşısına alacak karakterde bilgiler ve düşünceler üretecekse, hele bu konu bir de ana kaynağımız Kur’an-ı Kerim’le ilgili ise öncelikle, öncekilerin ittifakla ortaya koyduğu bu bilginin ve bu düşüncenin neden yanlış olduğunu, ikna edici delillerle ortaya koymalıdır. Evet, her ne kadar popülist anlayışta geleneğe aykırı söz etmek pirim yapıyor olsa da, hatta bazen sorgusuz sualsiz kabul ediliyor olsa da, ilmî gelenekte “cumhura muhalefet kuvve-i hatadandır” anlayışı geçerlidir. Yani bir ilim adamı kadim ulemaya muhalefet etmek, bir diğer ifade ile asırların imbiğinden geçmiş ve damıtılmış bilgi mirasını reddetmek durumunda kalırsa, bilmelidir ki, hem dindar kamu nezdinde, hem de ilmi gelenek nezdinde mağlup durumdadır. Bu uyarımız, geçmişten tevarüs ettiğimiz bilgilerin takdis edilmesi, yani dokunulamayacak kadar kutsallaştırılması anlamına alınmamalıdır. Elbette “müctehedün fîh” olan, yani ictihad sonucu elde edilen bilgiler, her dönemde başka müctehidlerin de içtihadına açıktır. Yalnız buna tevessül edenler bilmelidirler ki bu durum, bakir bir alanda fikir üretmek gibi değildir; tabir caiz ise, boş bir araziye gecekondu inşa etmek gibi değildir. Hele bir de üzerinde ümmetin tamamının veya kahir ekseriyetinin görüş birliği içinde benimsediği bir konuyu onlara cepheden karşı çıkarak reddediyorsa, durum daha da büyük bir ciddiyet kesbeder. Bu yüzden buna kalkışan ilim adamlarının çok güçlü delilleri, çok güçlü istidlallere malzeme kılmayı başarmaları gerekir.
Dinî bilgi ve duyarlılıktan uzak medyanın sırt sıvazlamasını, liberal düşüncenin onaylamasını, seküler üslubun desteklemesini yeterli görmemelidir. Hatta bir ilahiyatçı için sözünü ettiğimiz bu durumlar, onun elini güçlü kılmak bir yana, tam tersine zayıflatır. Çünkü liberal veya seküler hayat ve düşünce tarzım benimsemiş bir çevrenin, asırların ilmi mirasım tahrife yönelik gayretleri taltif ve takdir etmesi, doğrusu üzerinde düşünülmesi gereken özel bir durum olarak görülmelidir.
Bu genel değerlendirmelerden sonra özel alana, yani söz konusu ayet-i kerimenin mealine gelecek olursak, bugüne kadar bu ayete “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. ” mealini veren bütün Kur’an âlimlerini, meal hazırlayanlarını veya tefsir yapanlarını ayırmaksızın bütün âlimleri yanlış yolda görüyorsanız, önce doğrusunu ortaya koyacaksınız, ardından da gerekçelerinizi son derece muknî bir dille açıklayacaksınız.
Mesela bu ayet-i kerimeye müellifin nasıl bir anlam verdiği belli değildir. “Kâffe” kelimesi üzerinden istifhamlarla dolu bir muharref yorum naklinden başka bir şey söylememiştir. Muharref de olsa, bu yorumun neticesinde bu ayet-i kerimenin anlamının nasıl olması gerektiğine dair hiçbir açıklamada bulunmamıştır. Tabii böyle bir yeni “meal denemesi”ne teşebbüs etmediği için, yaptığı bu mealin gerekçelerini de ortaya koymamıştır. Ancak bunu yapmadığı sürece bu konudaki boşluk sürekli olarak hissedilecek ve bu sorular cevabını bulmamış olacaktır.
Ancak geç kalmış bir şey yoktur, ilim yapmak uzun soluklu bir iştir. Ümid ederiz ki, bizim bu çalışmamızı değerlendirmek için yapacağı yeni bir çalışmada bu boşluğu telafi eder ve Sebe’ Sûresi, 34/28 ayetinin ideal anlamının nasıl olması gerektiğini belirtir ve bugüne kadar hazırlanan meallerde yer alan karşılığının neden yanlış olduğunu ilmi bir dille ve yöntemle açıklar; biz de bu güzel gelişmeyi takip ederiz.
Ayet-i Kerimedeki “Kâffe” Kelimesinin Anlamına Dair
Gelelim müellifin kafa karıştırmak için söylediği:
“Zira klasik tefsirlerde mezkûr ibareye dair iki yorum mevcuttur. Bizce daha makul olan diğer yoruma göre kâffe kelimesi ilgili ayette ‘engel olmak, alıkoymak’ anlamında kullanılmıştır. Buna göre ibarenin aslı kâffen li’n-nâs’tır. Kelimenin sonundaki ta harfi mübalağa içindir.92 Sözün özü, ve-mâ erselnâke illâ kâffeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkâr alıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” şeklindeki değerlendirmesinin aslına ve hakikatine…
92 Kurtubî, XIV. 192.
Her şeyden önce müellifin belirttiği “iki yorum”dan hiçbiri, müellifin ima ve işaret yoluyla söylemeye çalıştığı “şeye” delalet etmemektedir. Zira onun söylemek istediği şey, sanki bu yorumlardan birinin bu ayetin “bütün insanlık” yerine Mekke şehri ve çevresi ile sınırlı kaldığım belirtmektir. Bu iddia tamamen müellifin vehminden ibarettir. Böyle bir iddiayı müellife gelinceye kadar herhangi bir kimsenin dile getirdiğini bilmiyoruz. Hele hele kendisinin kaynak diye gösterdiği Kurtubi tefsirinde ise hiç mevcut değildir.
Öncelikle Kurtubi tefsirinde ne söylendiğine bakalım:
“Allah Teala’nın “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ sözünde takdim-tehir vardır; buna göre asıl mana: ‘Biz seni insanların tamamına, yani hepsine gönderdik’ demektir. Zeccâc şöyle söyler: Yani, ‘biz seni insanların tamamına tebliğ ve uyarıda bulunman için gönderdik.’ Kur’an’da geçen Kâffe kelimesi, Cami’ manasındadır.
Bu konuda şöyle de denilmiştir: Ayetin manası Kâffen li’n-nâsi’dir.-Bunun manası ise: – ‘Sen onları üzerinde bulundukları küfürden men eder ve İslam’a davet edersin.’ Kelimenin sonundaki Tâ harfi mübalağa içindir.”93
93 Kurtubi, XIV, 300
Öncelikle belirtelim ki, klasik kaynakların dil ve üslubuna aşina olanlar bilirler ki, bu eserlerde “Kıyle/denilir ki” lafzıyla belirtilen görüşler pek muteber sayılmazlar. Hatta Türkçemizde bu tür görüşlere “kıl kavli” denilerek adem-i itibarlarına işaret edilmektedir.
Diğer taraftan bu zayıf görüşte bile, yani ayet-i kerimenin bu yorumla sunulması halinde bile Hz. Peygamberin risaletinin şümulü ile ilgili bir anlam değişikliği söz konusu değildir. Tam tersine bu yorum farkı sadece ve sadece Hz. Peygamberin tebliğinin konusunu beyan etmek içindir. Buna göre iki yorum ortaya çıkmakta, bunlardan birincisine göre Hz. Peygamber’in görevi insanların tamamına tebliğ ve uyarıda bulunmak, ikincisi ise: “onları üzerinde bulundukları küfürden men etmek ve İslam’a davet etmek” tir. Her iki yorumun sahibi olan âlimler de bu görevin muhatabının bütün insanlar olduğunda ittifak halindedirler.
Hülasa bu ayet-i kerimenin manasım ”bütün insanlar” olmaktan çıkarıp “Mekke halkı” veya “Kureyş Kabilesi”ne indirgeyecek bir yaklaşım kesinlikle mevcut değildir. Burada söz konusu edilen görüşün sahibi de diğerleri gibi ve ayetin sarih beyanında belirtildiği üzere -ve müellifin de naklettiği gibi- “li’n-nâsi” demektedir ki, bunun anlamı: “insanlar” olmaktadır. Yani hiçbir yorumda bu ayet, “bütün insanlar”ı ihata etmek manasından uzak tutulmamıştır. “Kıl kavli” nin sahibi veya sahipleri de zaten bunu söylememişlerdir. Bu iddiayı ortaya atan, sadece müelliftir. Bu durumda müellifin: “Sözün Özü, ve-mâ erselnâke illâ kâffeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” Tesbiti, kelimenin tam anlamıyla spekülasyondur. Ne akli, ne de nakli hiçbir delile dayanmamaktadır. Ne klasik, ne modern hiçbir muteber görüş tarafından desteklenmemektedir. Dolayısıyla yorum adma müsamaha edilebilirliği aşacak ölçüde hudutsuz bir tahrif talihsizliğidir.
Hz. Peygamber’in Bütün insanlığa Gönderildiğini Beyan Eden Başka Ayet Yok mu?
Asıl önemli olan nokta ise şudur: Müellif, bu konuyu ele alış ve sunuş biçimiyle bir başka hakikati daha gizleme gayreti içine girmiştir. Buna göre sanki Kur’an-ı Kerim’de bu hakikati beyan eden, yani Hz. Muhammed’in bütün insanlığa gönderildiğini belirten başka ayet bulunmamaktadır. Kur’an’ın en temel konularından birini reddetme anlamına gelen bu durum, bir üslup meselesi olarak görülüp geçiştirilemez. Çünkü bu konu bu kadar basit bir zihin oyunu değildir. Tam tersine özenle tasarlanmış, itina ile hazırlanmış ve teammüden işlenmiş ilmî bir cinayettir.
Lütfen şu ayet-i kerimeyi birlikte okuyalım: “De ki; Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O’nundıır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O’dur. Bundan dolayı gelin, Allah’a ve resulüne iman edin. Allah’a ve Allah’ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz. “94
94 Araf Sûresi, 7/158
Öncelikle belirtelim ki, bu makalesi aracılığıyla tanıma fırsatı bulduğum müellif, tahrif yoluyla da olsa kendisine malzeme çıkmayacağı için bu ayet-i kerimeyi görmezden geldiği hissini uyandıran bir üslup içindedir. Bu üslup ve bu yöntem hiçbir ilim adamına yakışmaz. Hele hele bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Sonuçta üzerinde fikir beyan ettiğimiz konu, Allah’ın kelamıdır ve o Kelam’ın sahibi de hepimizin Rabbi’dir. O’na ve O’nun beyanlarına karşı, beşerî metinlere karşı olması gerekenden daha dürüst olmak mecburiyetimiz vardır.
Ayrıca bu ve benzeri ayetler önümüzde dururken ve yukarıdaki ayet-i kerime ile aynı hakikati teyid üstüne teyid ederken, biraz daha ölçülü ve itinalı davranmak, biraz daha kısık sesle konuşmak uygun olmaz mı? Zira hilaf-ı hakikat değerlendirmeler, bu kadar üst perdeden dillendirilirlerse daha çok tepki çeker, sahibine de daha çok sıkıntı verir.
Bizim Peygamberimiz Sadece İnsanlara Değil “Bütün Alemlere Rahmet Olarak” Gönderilmiş Değil midir?
Bu münasebetle belirtelim ki bizler, Hz. Muhammed’in (s.a.v), değil yalnız insanların tamamına, bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiğine iman ederiz. Daha doğrusu iman etmek zorundayız. Çünkü Allah Teala. “(Ey Muhammedi) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”95 Buyurmuştur. Bu kadar sarih bir nassı reddetmek, ya da indî yorumlarla hakiki manasını tahrif etmek, bizim haddimizi aşar.
95 Enbiya Sûresi, 21/107
Nitekim bu ayet-i kerimenin tevilinde sadece şu hususta ihtilaf edilmiştir: “Acaba burada kastedilen rahmetten, Hz. Muhammed’in gönderildiği bütün âlem mi, yani kâfirler ve müminlerin tamamı mı nasiplenecek, yoksa sadece müminler mi? İbn Abbas birinci görüşü benimsemiş ve: ‘Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ederse o, hem dünyada hem de ahirette rahmete nail olur. Allah’a ve Rasulü’ne iman etmeyene gelince, o da, daha önceki kavimlerin başına gelen helak olma ve yere geçme gibi felaketlerden affolunmuştur.’96 demiştir. Bunun dışındaki herhangi bir hususta yorum ihtilafı bile söz konusu olmamıştır. Diğer taraftan, söz konusu âlem’den kastın sadece insanlık âlemi olmadığına, bunun yanı sıra Hz. Muhammed’in (s.a.v) cinler âlemine de elçi olarak gönderildiğine iman ederiz, daha doğrusu iman etmek zorundayız. Çünkü bu konudaki ayetler de hiçbir tevile meydan vermeyecek kadar açık-seçik beyanlar içermektedir: ‘(Resulüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an ‘ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, harikulade güzel bir Kur’an dinledik.
Doğru yola iletiyor, ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız.
Hakikat şu ki, Rabbimizin sânı çok yücedir. O, ne eş ne de çocuk edinmiştir. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (iblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
Halbuki biz, gerek insanlar gerekse cinler Allah hakkında asla yalan söylemezler, sanmıştık.’97
Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sure olarak yer alan ve o âleme dair bilgüer ihtiva eden bu surenin nüzulüne sebep olan tarihi hadise kaynaklarımızda bütün açıklığıyla yer almakta, ayrıca bu hadisenin cereyan ettiği mekânda da, o hadisenin hatırasını canlı tutmak için bir de mescid inşa edilmiş bulunmaktadır.
96 Taberi, XVII, 106
97 Cin Sûresi, 1/1-5
Ayrıca Ahkaf Sûresinde de bu konu çok sarih olarak beyan edilmiştir:
“Ey Muhammedi Hani biz cinlerden bir grubu Kur’ân ‘ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’ân’ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine ‘susun’dediler. Kur’ân’ın okunması bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.
Onlar kavimlerine şöyle dediler: ‘Ey kavmimizi Gerçekten biz Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden Öncekileri tasdik eden bir kitap dinledik. O kitap gerçeği ve doğru yolu gösteriyor.
Ey kavmimizi Allah ‘in davetçisine uyun ve O’na iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun.’98“99
98 Ahkaf Sûresi, 46/29-31
99 Bu konudaki teferruatı görmek için bk. Emin Işık, “Cin Sûresi”, DİA, VIII, 10-11 Ayrıca bk. Ahmet Saim Kılavuz, “Cin”, DİA, VIII, 8-10
Bütün bu hakikatlerden ve sarih ilahî beyanlardan sonra, nasıl oluyor da bir akademisyen sinekten yağ çıkarmaya çalışarak ve sadece tahrif gücüne güvenerek böylesine sakîm bir tezin ardına düşebiliyor, pes doğrusu.
“Mekke ve Havalisi” İddiasının Akla Getirdiği Sorular
“Sözün özü, ve-mâ erselnâke illâ kâjfeten li’n-nâs ibaresi Hz. Peygamber’in Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder.” cümlesinde ifadesini bulan önemli meseleye bir daha dönüp, bir de şu açıdan sorgulayalım:
Müellifin bu iddiasına göre Hz. Peygamber’in risalet görevi Mekke ve havalisindeki insanları şirk ve inkarcılıktan vaz geçirmektir.
Peki, bu durumda şu soruların cevaplanması gerekmez mi?
- Mekke’nin havalisinin sınırları nereye kadardır? Mesela Tâif ve Yesrib (Medine) şehirleri bu sınırlara dâhil midir? Yoksa sadece Mekke’nin kenar mahalleleriyle mi sınırlıdır?
- Mekke’nin havalisinin sınırları dışında kalan insanlar o dönemde şirk ve inkâr içinde değiller miydi?
- Şayet onlar da şirk ve inkâr içindelerse onların da bu hususta uyarılmaları ve saplandıkları şirk ve inkâr batağından kurtulmaları gerekmiyor muydu?
- Yoksa onlara, geçmiş kavimlerde olduğu gibi, kendi içlerinden başka peygamberler mi gönderilmişti?
- Peygamber’in risalet görevinin hudutlarını Mekke ve çevresi ile sınırlandırmanın pratikte ne gibi yararlan vardır?
- Böyle bir sınırlandırmaya itibar edecek olursak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Taif seferini ve Medine’ye hicretini nasıl açıklarız?
- Bu tür bir sınırlamanın ortaya çıkarabileceği ve bir kısmına yukarıda işaret ettiğimiz bazı pratik mahzurları nasıl bertaraf edebiliriz?
“Hesabı verilebilir söz söyleme” iddiasıyla yola çıkanların başkalarından daha dikkatli olmak gibi bir mecburiyetleri bulunduğunu da hiçbir zaman unutmamaları gerekir.