Biz Kur’an’ın Dolaylı Muhatapları mıyız? – Prof. Dr. Salim Öğüt
Müellif devam ediyor:
Bu bağlamda çağdaş Müslümanların Kur’an hitabına dolaylı muhatap olduklarını da belirtmek gerekir. Zira Kur’an’ın doğrudan muhatapları Hz. Peygamber devrindeki Araplardır.
Öncelikle şu “çağdaş müslüman”dan ne kastedildiğinin açık yüreklilikle ve açık bir dille ortaya konulması gerekir. Çünkü bu kelimenin nötr/tarafsız olmadığı, tam tersine “değer” yüklü olduğu cümlenin malumudur. Bu makalenin üslubu da, burada “Müslüman” kelimesinin başına getirilen bu sıfatın tesadüfen konulmadığı izlenimi uyandırmaktadır. Demek ki çağdaş müslümanın bir takım imtiyazları mevcuttur. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’e muhatap olma şekli bile değişiktir. Herhalde Kur’an-ı Kerim’in yükledikleri sorumluluklar karşısındaki konumu da, bu imtiyazdan nasibini almıştır.
Ayrıca müellifin de takdir edeceği üzere bu “çağdaşlık” kavramı çok su götürecek bir hamurdur ve bu karakteri dolayısıyla da herkesin ve her kesiminin kendine göre bir çağdaşlık anlayışı vardır. Şayet müellif de, değer yüklü bir kavram olarak bu kullanımı tercih ettiyse, onun çağdaşlık anlayışının ne olduğunu da bilmek isteriz ki, bu kullanımla neyi hedeflediğini az çok kestirebilelim.
Şayet müellifin kastı, ashab-ı kiramdan sonraki bütün dönemler ise, o zaman bu ifade o maksadı açıklamaya kifayet etmezmiş gibi durmaktadır.
“Kur’an hitabına dolaylı muhatap olmak” ifadesinden kastedilen mananın da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bununla anlatılmak istenenin ne olduğunun net bir biçimde ortaya konulması gerekir. Yani emirler, nehiyler ve bilcümle müeyyideler konusunda, doğrudan muhataplarına göre daha mı az sorumluyuz yoksa daha mı çok. Şayet öyle değilse, yani sorumluluk taşıma bakımından Kur’an’ın doğrudan muhataplarıyla aramızda bir fark yoksa bunca lafa, bunca emeğe, dolayısıyla ortaya çıkan bunca istifhama ne lüzum vardır?
Ayrıca burada çağdaş Müslümanların Kur’an hitabına dolaylı muhatap olduklarını belirten müellif bazen de günümüzdeki Müslümanlar Kuran’daki hitabın değil, mesajın muhatabıdır. Demektedir. Yani Müslümanların neyle muhatap oldukları konusunda belirsiz bir durum ortaya çıkmaktadır: Dolaylı da olsa Kur’an’ın hitabının mı muhatabıdırlar, yoksa Kuran’daki hitabın değil, mesajın mı muhatabıdırlar? Bu nokta, netleştirilmesi gereken önemli bir nokta gibi gözükmektedir.
Buna ilaveten, yapılacak değerlendirmeye ve varılacak karara göre şu hususun da açıklanmasında zaruret vardır: Dolaylı da olsa Kur’an’ın hitabının muhatabı, olmakla Kuran’daki hitabın değil, mesajın mı muhatabı olmak arasında ne fark vardır? Yani dinî sorumluluğumuzun sınırlarının belirlenmesi ve görevlerimizin yoğunluğunun tesbit edilmesi açısından nasıl bir pratik sonuç doğar? Bu meselenin de anlaşılır bir dille beyan edilmesi şarttır. Evet, “Kur’an’ın doğrudan muhatapları Hz. Peygamber devrindeki Araplardır.” Tıpkı, Tevrat’ın doğrudan muhataplarının Hz. Musa devrinde yaşayan İsrailoğulları olması gibi. Bu tepitte ne bir orijinallik, ne de bir yanlışlık vardır. Ancak, söyleniş tarzında ve tınısında bir tuhaflık sezmemek mümkün değildir. Herhalde bu tuhaflığa sebep olan maddi unsur şu “Araplar” kelimesi olsa gerektir. Çünkü bizim geleneğimizde ilahiyat tahsil eden hiç kimseden bugüne kadar Ashab-ı Kiram’dan “Araplar” diye bahsedildiğine şahit olmadık. Hz. Muhammed’in (s.a.v) rahle-i tedrisinden geçen bütün Araplar, artık Arap değil Ashap’tır. Yani O’nun sohbetinde bulunma lütfuna ermiş, bu sayede O’na sâhıb174 (dost, arkadaş) olmuş müstesna simalardır. Cahiliye çağındaki Ömer Arap idi/ ancak İslam’la şereflendikten sonraki Ömer artık sadece “Ömer” değildir; bilakis O, Hz. Ömer’dir (r.a.), çünkü Hz. Peygamber’le sohbet şerefine ermiş bir Sahabe’dir.
174 Ashab kelimesinin tekilidir.
Son zamanlarda İslam’dan bahsederken “Araplar’ın dini”, Kur’an’dan bahsederken “Arapça Kitab”, Hz. Peygamber’den bahsederken “Kureyşli bir Arap” gibi nitelemelerin artması esef verici bir gelişmedir. Bu yaklaşımı başka bir değerlendirmeye malzeme kılmasak bile en azından nezaketsizlik ve saygısızlık olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz. Din, baştan sona “Edep”tir. Bu yüzden dindar insan, önünde secdeye vardığı Rabbi’nden, O’nun insanlığa en büyük ikramı olan Rahmet elçisi’nden ve O elçi aracılığıyla insanlığa lütfettiği ve Hidayet vesilesi olarak nitelediği Kitab’ından bahsederken büyük bir edeb içinde olmak zorundadır. Hayır, bu mecburiyet, kendi iç dünyasının, Rabbi ile olan irtibatının, Rasulü’ne duyduğu sevgi ve iştiyakın tezahürünün başka bir şey değildir. Yani o duyguların yürekleri doldurduğu yerde, organlardan başka türlüsü sadır olamaz.
“Doğrudan” veya “Dolaylı” Muhataplığın Farkı
Şimdi gelelim asıl meseleye:
Yani “Doğrudan hitap” ile “dolaylı hitap” veya “doğrudan muhatap” olmakla “dolaylı muhatap” olmak arasındaki farkı netleştirmeye.
Bu netleştirme işinde öncelikle “doğrudan muhataplar”ın kim olduğunun belirtilmesi gerekir. Tıpkı Sahabe’nin kim olduğunun belirlenmesinde izlenen yöntemin bir benzeri izlenerek175, bu mesele netleştirilmelidir. Doğrudan muhatap sayılan bu kimseler, yalnızca ulemamızın sahabe tanımı içine girenler midir? Tabiin neslini de kapsar mı? Yoksa Tebe-i Tabiin nesline kadar uzanır mı? Doğrudan muhataplar sadece sahabeler ise, onlarla aynı çağı paylaşan, aynı ortamlarda yaşayan, aynı çevrede bulunan Tabiin Müslümanlarının durumu nedir?
———–
175 Bilindiği üzere Sahabe’nin tanımında bazı ihtilaflar vardır. Sahabe kime denir? Sorusunun cevabında görüş ayrılığı vardır. Ahmed b. Hanbel’e göre Hz. Peygamberi mümin olarak gören herkes sahabedir. Bu görüşte, sohbetinde bulunmak, söylediğini anlayacak ve kavrayacak yaşta, olmak, duyduklarını başkalarına nakletmek gibi şartlar aranmaz. Hâlbuki başka âlimlere göre yukarıda saydığımız şartlar da aranmaktadır.
Bk. Nebi Bozkurt “Sahabe”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, IV, 48-49
———-
Tabii bu soru her durum için variddir. Yani, diyelim ki “doğrudan muhatab”ın kapsamı içine tabiin neslini aldınız ama Tebe-i tabiin neslini almadınız. O zaman Tabiin ile zaman ve mekân bakımından aynı ortamı paylaşan tebe-i tabiinin durumu ne olacaktır?
“Durumu ne olacaktır?” derken ne kastettiğimizi biraz daha açalım ki, bu soru daha doğru anlaşılsın.
Mesela Sahabe ile tabiin veya tabiin ile tebe-i tabiin aynı mescidde namaz kılarken aynı namazı kılıp, aynı orucu mu tutacaklardır? Diyelim ki alışveriş yapmaktalar, sahabe için geçerli olan alış-veriş hükümleri tabiin veya tebe-i tabiin için de geçerli olacak mıdır? Sahabe, doğrudan muhatap sayıldığı için faiz yasağına muhatap olurken, bu yasak beraber yaşadığı tabiin nesli için geçerli olmayacak mıdır?
Bu iki meselenin, yani, “doğrudan muhatap”ların “tam olarak” kimler olduğu meselesi ile “doğrudan muhataplar” ile “dolaylı muhataplar”ın içice yaşadığı geçiş neslinin durumunun ne olduğu meselesi netleştirilmelidir.
İkinci olarak “doğrudan muhataplar” ile “dolaylı muhataplar” nezdinde, bu ifadeler arasında, dinî pratik açısından ne fark vardır? Kur’an’ın doğrudan muhatapları olan Kureyş Arapları’yla, dolaylı muhatapları olan çağdaş Araplar’ın ve Arap olmayan diğer müslümanların yaşadığı veya yaşaması gereken Müslümanlık bakımından ne fark vardır?
İsterseniz, konunun daha iyi anlaşılması için adım adım ilerleyelim:
1- Müellifin üslubundan, mesela “ilk muhataplar” yerine “doğrudan muhataplar” demesinden aldığımız elektriğe ve bu elektrikten ortaya çıkan şerareye göre sanki müellif, arada bir veya birçok farkın bulunduğuna inanmış ve bu hususa dikkat çekmek için bu ifadeleri kast-ı mahsus ile kullanmıştır.
2- Şayet bu tesbitimiz ve istinbaümız isabetli ise, o zaman bu fark veya farklar nelerdir?
Tabii bu soru can alıcı bir sorudur; cevabı da öyle bir cümle de geçiştirilecek cinsten değildir. Aslında “tarihselci-evrenselci” tartışmasının en gerçekçi açılımları bu soruya dürüstçe verilecek cevaplarda yatmaktadır.
Çünkü gerçekten doğrudan muhataplarıyla dolaylı muhatapları arasında Kur’an hitabına muhatap olma sorumluluğu ve yükümlülüğü bakımından bazı farklar varsa, bunlar kalem kalem belirtilmelidir.
Yani İtikadı esaslardan başlanmalı, doğrudan muhatapların yükümlü oldukları iman esaslarıyla, dolaylı muhatapların yükümlü oldukları iman esasları teker teker ortaya konulmalıdır. İzahtan varestedir ki, bunu yaparken bir dinden, bir dinin iman esaslarından bahsedildiği gerçeği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. 15 asırdır ulemamızın, söz söylerken, hüküm koyarken, ilmî bir sonuca varırken gösterdiği ilmi disiplinin ve ahlaki ciddiyetin aynısı gösterilmelidir. Çünkü bu öylesine önemli bir konudur ki, hiçbir laubaliliği kaldıramaz.
Arkasından ibadetlerimizle ilgili hükümlerde de aynı yol ve yöntem izlenmeli, “doğrudan muhataplar”ın yükümlü oldukları ibadetlerle, “dolaylı muhataplar”ın yükümlü oldukları ibadetler teker teker belirlenmeli, meselenin daha net olarak görülmesi için, aradaki farklar da tasrih edilmelidir. Yani Kur’an’ın doğrudan muhatapların yükümlü olduğu, ama dolaylı muhatapları olan bizlerin yükümlü olmadığımız ibadetler, hususi olarak işaretlenmelidir. Ahlaki konularda da aynı açıklamalara ihtiyaç bulunduğu kanaatindeyim. Kur’an’ın ilk muhataplarına yönelik ahlaki ilkelerle, dolaylı muhatapları olan bizlerin muaf tutulduğumuz ilkelerin neler olduğu teker teker belirtilmelidir.
Muamelat konusunda da aynı işlem yapılmalı ve doğrudan muhatapları için geçerli olan ama bizim hakkımızda aynı derecede geçerli olmayan veya hiç geçerli olmayan muamelat hükümleri tek tek sayılmalıdır.
“Aynı derecede” kaydını kast-ı mahsus ile kullandık. Çünkü gerçekten böyle bir cevap gelecek olursa şimdiden bir tedbir olarak belirtelim ki, bu kayıt daha detaylı açıklamalar yapmayı gerektirecek bir kayıttır. Çünkü o zaman da “hangi derecede” diye bir soru sormak zorunda kalabiliriz.
Kur’an’dan İstihraç Edilen Bütün Hükümler İlahîdir
Müellif devam ediyor: “Dahası, Kur’an’dan istihraç edilerek bugünün tarihselliğine taşınması gereken şeyler, kökleri İslam öncesi Arap kültürüne uzanan örfler değil, her çağın insanının değerlilik yaşantısına katkı sağlayan mesajlar olmalıdır.”
Evet, görüyoruz ki müellif ısrarlı. “Arap kültürü” düşüncesinden bir türlü zihnini kurtaramıyor. Bu noktadaki düşüncemizi yukanda ifade ettik. İslam’da yani, Kitab’ta ve Sünnet’te kendisine yer bulan hiçbir ilkenin veya hukuki, ahlaki ve dinî hükmün, İslam öncesi Arap kültürünün uzantısı olan “Arap örfü” olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını düşündüğümüzü söyledik. Aksi halde Başta tevhid olmak üzere bütün inanç esaslarının, başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerin ve bütün ahlaki prensiplerin geçmiş kavimlerde izlerine rastlamak mümkündür. Dolayısıyla hepsini tarihsel saymak zorunda kalırız.
Zaten makalesinin başında müellif de: “Kur’an’daki tarihselliğin şer’î ahkâmla sınırlı olduğunu da düşünmüyoruz. Kanaatimizce Kur’an -bazı temel mesajlar hariç- tamamen tarihseldir.” demişti.
Bu konudaki düşüncelerimizi de yukarıda naklettik. Ancak burada şu hususa tekrar işaret etmek zarureti doğmuştur:
Müellif yukarıdaki cümlede kaydettiği parantez cümleciğini, yani -bazı temel mesajlar hariç- ibaresini anlaşılabilir bir açıklığa kavuşturmadıkça, yani tek tek bu temel mesajları saymadıkça ve her birini belirgin bir biçimde belirtmedikçe ya da bu ibareyi tamamen iptal etmedikçe, yani kayıtsız ve şartsız olarak Kur’an’ın tamamını tarihsel saymadıkça, kendi içinde tutarlı, sarih ve net bir görüntü veremeyecek gibi gözükmektedir.
“Değerlilik Yaşantısı” Ne Demek?
Müellifin “her çağın insanının değerlilik yaşantısına katkı sağlayan mesajlar olmalıdır.” sözü ise, bizim açımızdan son derece kapalı bir ifadedir. Kapalılığının kaynağı ise “değerlilik yaşantısı” tabiridir. Doğrusu bu ifadeden hiçbir şey anlayamadık. Tabii o ifadeyi anlamayınca, o ifade üzerine kurulan bu cümleyi de anlamak mümkün olmamıştır.
Şayet el yordamıyla bir şeyler söylememiz gerekirse -ümid ederim bu durum bir anlama çabası olarak değerlendirilir ve taktir edilir- sanırım “çağın değerleri” gibi bir şeyden söz edilmek istenmektedir. Yani “her insanın, yaşadığı çağın değerleriyle uyum içindeki mesajlara” yönelmesi tavsiye edilmektedir.
Evet, sanıyoruz müellifin dikkat çekmek istediği, bizim de dikkatimizi çeken konu, şu “çağın değerleri” konusudur. Bu konu öteden beri bizim ilgimizi çeken, cevabım bulmak için mesai sarfettiğimiz, ama henüz zihnimizi tatmin edecek bir sonuç elde edemediğimiz konuların başında gelmektedir. Hele şu son zamanlarda bir takım medya organlarında yer alan bilgi ve belgelerden sonra bu konu bizim için artık iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Mesela son “Papa krizi”ni takip eden günlerde gazetelerde şöyle bir haber yayınlandı: “Frattini190, Papa 16. Benediktus’un sözlerinin çarpıtıldığını ileri sürerek, şöyle konuştu: “Papanın sözlerinin sinsice çarpıtılmasına, tehlikeli bir uluslararası kriz çıkarmaya çalışılmasına sessiz kalamam. Benimsediğimiz evrensel değerler, Avrupamızın değerleri, Papanın söyledikleriyle tümüyle uyum içindedir. Artık Tanrı adına hiçbir kılıç kaldırılamaz, hiç bir savaş Onun adına kutsanamaz.”191
190 Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkan Yardımcısı
191 http://www.digimedya.com/Content/News/145165.aspx
Değerlendirmeye sondan başlayalım: “Artık Tanrı adına hiçbir kılıç kaldırılamaz, hiç bir savaş Onun adına kutsanamaz.” diyenler acaba şunu mu ima etmek istemektedirler: Ancak demokrasi adına, Batılı değerler adına veya gelişmişlik adına savaş çıkarılır; mazlum insanların başına dünyanın en gelişmiş savaş makineleriyle, havadan, denizden ve karadan bütün yakıcı, yıkıcı ve süründürücü bombalar yağdırılabilir ve bu durum çağın değerleriyle tam bir uyum içinde görülebilir.
Evet, modern çağda kılıçla adam öldürmek ne kadar vahşice bir davranış değil mi? Hiç bu çağda böyle bir vahşete izin verilir mi? Hâlbuki modern, uygar ve çağdaş dünya, biyolojik, psikolojik, kimyasal ne silahlar üretti. Hatta insan unsurunu silip süpüren ama eşyaya zerrece zarar vermeyen silahlar da artık test edildi, onaylandı; sadece tedavüle çıkacağı günleri beklemektedir.
Diğer taraftan Frattini de her demagog gibi “hakikati bayıltıp ırzına geçmenin peşinde”192 gözükmektedir. Çünkü sözünün başında “Benimsediğimiz evrensel değerler, Avrupamızın değerleri, papanın söyledikleriyle tümüyle uyum içindedir.” Demektedir. Papa’nın söylediklerinin esasını oluşturan cümle ise: “Hadi bana Muhammed’in yeni olarak ne getirdiğini göster! Bu konuda, kendisinin vaz ettiği dinî kılıç ile yayma emri türünden kötü ve insanlık, dışı şeylerden başka bir şey bulamazsın.” Şeklindedir. Gören her gözün ve düşünen her aklın takdir edeceği üzere Papa’nın asıl itirazı “Hz. Muhammed’in yeni bir şey getirmediği, sadece körü ve insanlık dışı şeyler getirdiği” hususudur. İşte bu husus, Frattini’ye göre, benimsedikleri evrensel değerler, Avrupa’nın değerleri, Papanın söyledikleriyle tümüyle uyum içindedir.
——————
192 Demagog, iyi bilen, nasıl avlanır gafil,
Hakikati bayıltıp, ırzına geçen sefil.” N.F. Kısakürek
—————–
Fratti’nin gerçek niyeti bu iken, yani Hz. Muhammed’i ve getirdiği mesajı külliyen aşağılayarak reddetmek iken, meseleyi, “din için savaş” konusuna indirgeyerek açıklamaya çalışması, apayrı bir sahtekârlıktır.
Ancak bizim asıl derdimiz ne Frattini’ dir, ne de diğer Batılılardır. Bizim asıl meselemiz, kendi aydınımız ve okumuş-yazmış insanımızdır. Acaba bizim aydınımızın kaf asındaki çağdaş ve evrensel değerler ile Fratti’nin kafasındaki evrensel ve çağdaş değerler arasında ne kadar yakınlık ve ne kadar uzaklık vardır? Bu meselenin bütün çıplaklığı ve gerçekçiliği ile ortaya konması, riyasız ve takiyyesiz beyan edilmesi şarttır.
Özellikle ilahiyatçı akademisyenlerin kafalarının bu konuda daha karışık olduğuna inanıyoruz. Çünkü bu mümin insanların seküler bir dünya görüşüne sahip olmaları mümkün olmadığı için, aydınlanmacıların kastettiği anlamda, bir diğer ifade ile felsefi manada modern ve çağdaş olma şansları yoktur. Ancak bir kısmı, ya çevre şartlan, ya siyasi gerekçeler, ya da geleceğe yönelik bir takım ikbal ve istikbal arayışları sebebiyle böyle bir görüntü verme çabası içine girmektedirler. Bu durum ise daha problemli başka durumlara yol açmaktadır.
Kısaca, müellifimiz, bu son cümlesinde, bizim tahmin ettiğimiz gibi çağdaş değerlerden bahsediyorsa, bu değerlerin neler olduğunu da belirtmelidir. Ayrıca belirtilen bu değerlerle bizim müslümanca yaşamamız arasındaki alakanın nasıl kurulduğuna da göstermelidir. Yani yukarıdaki cümlesinde işaret ettiğini sandığımız çağdaş müslüman profilinin ne olduğunu, daha sarih bir dille açıklamalıdır.
Yeniden “Kur’an’ın Hitabı ve Mesajı” Meselesi
Müellif bütün bu söylediklerinden sonra, sözü getirmiş ve aşağıdaki klişeye bağlamıştır: “Kısaca, günümüzdeki Müslümanlar Kuran’daki hitabın değil, mesajın muhatabıdır.”
Öncelikle belirtelim ki, yukarıda aynı temayı işleyen müellif “Bu bağlamda çağdaş Müslümanların Kur’an hitabına dolaylı muhatap olduklarını da belirtmek gerekir.” demişti. Yani o ifadeye göre bizler de Kur’an hitabının muhatabı oluyorduk ama doğrudan değil, dolaylı muhatabı oluyorduk. Hâlbuki bu cümleye göre ise bizler Kur’an hitabının, ne doğrudan, ne de dolaylı muhatabı olmadığımızı, sadece bu hitabın mesajının muhatabı olduğumuzu öğreniyoruz.
Şayet bu durum, bir kafa karışıklığından ve bu konu üzerindeki düşüncelerin netleşmemesinden kaynaklanmıyorsa, açıklanmaya muhtaç gözükmektedir. Yani sonuçta biz Kur’an hitabının mı muhatabıyız, yoksa mesajının mı, hala netleştirebilmiş değiliz.
Diğer taraftan yukarıdaki cümleye “klişe” demekte mazur olduğumuzu sanıyoruz. Çünkü bu konuda yazan ve konuşan herkes bu cümleyi bu şekilde kurmakta hiçbir beis görmemekte, ama hiç kimse bununla ne kastettiğini açıklamaya yanaşmamaktadır. Yani “hitab”ın -dolaylı da olsa- muhatabı olmakla “mesaj”ın muhatabı olmak arasındaki gerçek farkın ne olduğunu, bir türlü, anlaşılabilir bir dille anlatmamaktadrr.
Tabii, müellif haklı olarak bizim bu serzenişimize itiraz edecek ve kendisinin bu hususu bir örnek üzerinden açıkladığını söyleyecektir ki, bir dereceye kadar haklıdır. Ama -söylediğimiz gibi- sadece bir dereceye kadar. Çünkü az aşağıda siz de göreceksiniz ki müellifin ayırım ve açıklama olarak sunduğu örnek ve o örnek çerçevesinde yaptığı değerlendirmenin hiçbir pratik karşılığı yoktur.
Evet, müellif örnek olarak şunları söylemektedir: “Örneğin, Bakara 2/143. ayette, “Sizin vasat [adaletli ve dengeli] bir ümmet olmanızı sağladık” mealinde bir ifadeye yer verilmiştir. Bu ifadedeki “siz” zamirini kendimize hamletmemiz yanlıştır. Keza, “ümmet” kelimesine “tüm dünya Müslümanları” şeklinde bir siyasal içerik yüklemek de yanlıştır. Zira söz konusu zamir sahabeye delalet etmektedir. Dolayısıyla “vasat”, yani adaletli, dengeli ve her türlü aşırılıktan uzak ümmet olma sıfatı da bize değil, onlara aittir. Bu ayetten günümüz Müslümanlarının payına düşen ise, sahabe neslinin sahip olduğu bu güzel sıfata sahip olma yolunda çaba sarf etmektir. Diğer bir deyişle, bizim vazifemiz, Allah’ın sahabeye atfettiği fazilete sahip çıkmak değil, o faziletle anılmayı mucip bir yaşam sergilemektir.”193
193 Mustafa Öztürk, “Kur’an Çerçevesinde Ümmet Kavramının Tahlili”, İslâmiyât 8 (2005), sayı 2, s. 16.
Şimdi geliniz bu paragrafı cümle cümle irdeleyelim ve ilk olarak gerçekten çok orijinal bulduğumuz şu ilk cümleden başlayalım: “Bu ifadedeki “siz” zamirini kendimize hamletmemiz yanlıştır.”
Böyle Yanlışa Can Feda
Doğrusu tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğumuz hissine kapılmaktan kendimizi alamadığımızı itiraf edelim. Çünkü söz konusu ‘siz’ zamirini kendimize hamletmemiz niçin yanlıştır, bilemiyoruz. Ayrıca Böyle bir yanlışa bin can feda desek işe yarar mı, onu da bilemiyoruz. Böyle bir yanlışı keşfedip düzeltmeye kalkışmanın kime ne yaran olur demenin de hiçbir anlam ifade etmeyeceğini kavramış bulunuyoruz.
Yani bu yanlış anlamayı düzeltmek istemekle tam olarak ne amaçlanmıştır, anlayamadık. Hatta tam olarak değil, şöyle-böyle de olsa, hiçbir şey anlamadık.
Diğer taraftan, “ümmet” kelimesine “tüm dünya Müslümanları” şeklinde bir siyasal içerik yüklemek de yanlıştır.” hükmünü anlamamız da herhalde bizden beklenmez. Yani şimdi, Hz. Muhammed’in ümmeti olduğumuzu söylememiz siyasal bir söylem, kendimizi O’nun ümmetinden saymamız siyasal bir eylem mi oldu? Fesübhanellâh!
Ancak asıl önemli olan husus bu değil. Asıl mesele “Dolayısıyla “vasat”, yani adaletli, dengeli ve her türlü aşırılıktan uzak ümmet olma sıfatı da bize değil, onlara aittir.” hükmündeki pervasızlık ve fütursuzluktur. Bu yaklaşıma ve bu anlayışa göre 15 asırdır sahabe, tabiin, tebe-i tabiin, müctehid imamlar, müfessirler, muhaddisler, mütekellimler, fakihler, kısaca bütün ulema bugüne kadar çelik çomak oynamışlardır. Hal böyle olunca bu derin ve engin hakikatleri keşfedememekte mazurdurlar, çünkü hiçbirinin akademik kariyeri yoktu, değil mi? Şükürler olsun hicri 15. miladi 21. asra geldik de artık bu ilahî sırlar keşfolmaya, Kur’an’ın hakiki mahiyeti bize yüz göstermeye başladı. Yoksa bu ümmet önümüzdeki bir 15 asır daha, bu cehalet girdabında boğulmaya devam edecekti.
Geçmişte şair:
Bikr-i fikri kainatın çak çak oldu fakat,
Perde-i isınette kaldı mâni-i Kur’an henüz demişti.194
194 Kâinatın, el değmememiş, gün görmemiş bakir fikirleri parça parça edilip keşfedildi. Fakat Kur’an’ın mânâları hâlâ koruma perdesi içinde kaldı.
Ama şükürler olsun ki artık “perde-i ismette kalan” bir hakikat kalmadı. Bazı kariyer sahibi dostların âlî himmeti sayesinde bütün hakikatler faş oldu ve biz de cümlesinden haberdar olduk(!)
Gerçekten Rahatsızlık Duyuyoruz
Bu vesile ile genel anlamdaki bir rahatsızlığımızı da dile getirmiş olalım:
Bazılarının çıkıp desteksiz, ölçüsüz, hesapsız ve kitapsız olarak, ulu orta yazmaları ya da konuşmaları, böylelikle asırların feyizli ve bereketli, aynı zamanda ilim, irfan, ihlâs, iman eseri olan aziz ürünlerini yok sayma cüretkârlığına tevessül etmeleri, iki yönlü tahribata yol açmaktadır. Birincisi, kendilerine itimad edenleri, öncekilerin eserleri, dolayısıyla o eserlere dayalı olarak yaşadıkları Müslümanlıkları hakkında şüpheye düşürmek, ikincisi ise hakikatin ilk defa kendileri tarafından keşfedildiği imajını yayarken, ileriye dönük güven ve itimad duygularını da tüketmektir. Çünkü her akıllı insan böyle bir durumda yarınından güvensiz olarak yaşayacak ve ertesi gün kimin çıkarak bugüne kadar yapılanları reddedeceğini merak edecek ve bu endişeden kurtulamayacaktır.
Bu Cümlelerde Ne Söylenmek İstendiğini Anlamak Pek Müşkül
Evet, bu faslı da böylece hallettikten sonra şimdi bu cümledeki asıl soruya gelelim: Müellifin söylediği gibi değü de “vasat”, yani adaletli, dengeli ve her türlü aşırılıktan uzak ümmet olma sıfata da sadece onlara değil bize de aittir.” diye inanırsak, acaba nerede yanlış yapmış oluruz? Böyle inanan insanlar hangi yanlışları yapmışlardır? Şayet böyle inanmasalardı, hangi hataları işlemeyeceklerdi ve ne gibi bir kazançlar elde etmiş olacaklardı?
Daha da mühimi “Bu ayetten günümüz Müslümanlarının payına düşen ise, sahabe neslinin sahip olduğu bu güzel sıfata sahip olma yolunda çaba sarf etmektir. Diğer bir deyişle, bizim vazifemiz, Allah’ın sahabeye atfettiği fazilete sahip çıkmak değil, o faziletle anılmayı mucip bir yaşam sergilemektir.” cümlesidir. Sanki müellif bizi alıyor, dağ-bayır dolaştırıyor, aç-susuz bîtap düşürüyor, yolumuzu kaybettiğimiz ve artık helak olmaktan başka hiçbir şansımız kalmadığı hissine kapıldığımız bir anda, bir de ne görelim, durum hiç de korktuğumuz gibi vahim değilmiş. Neticede Sahabe-i kiram, Allah’ın atfettiği faziletlere sahip çıkmakta, bizde sahabenin sahip çıktığı faziletlere sahip çıkmaktayız; o halde mesele halledilmiş demektir. Tabi bu sefer de içimizi başka türden bir öfke kaplıyor ve ister istemez insanın: “Be kardeşim, sonunda, o fazilette, yani Allah’ın sahabeye atfettiği faziletle anılmayı mucip bir yaşam sergilemek hedefinde, sahabeyle bizi eşitleyecektiniz, o halde bizi neden hem bu kadar heyecanlandırdınız, hem bu kadar yordunuz, hem de bu kadar öfkelendirdiniz? diyesi geliyor. Ancak diğer taraftan başka bir kuşku içimizi kemirmeye devam ediyor. Çünkü “Yoksa gerilimden kurtulup rahatlamakta acele davrandık. Yoksa müellifin söylediği ile’bizim anladığımız are smda fark mı var?” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Öyle ya, şayet bir fark olmasaydı herhalde bu dili kullanmaz, noktayı eleştiri konusu yapmazdı.
Eğer korktuğumuz gibiyse, açıkça itiraf edelim ki biz bu farkı yamadık ve daha da kötüsü anlayabilme ümidi de taşımıyoruz.
Şimdi ne diyelim, bilemiyoruz ki? Şayet müellif de bizim anladığımız manayı kastediyorsa, hakikaten niçin böyle bir yola tevessül etmek ihtiyacı hissetmiştir, çözemedik. Yok, bizim anladığımızdan başka bir anlam kastetmişse, yani Allah’ın sahabeye atfettiği fazilet, sahabe ile aramızdaki ortak paydamız değilse, yukarıda ifadeden ne anlamamız gerekmektedir, onu da anlayamadık?
Bu paragrafı kapatırken bir kere daha belirtmek istiyoruz ki, ya bu gibi satırları yazanların kafaları fevkaladenin de fevkinde karışık durumda, ya da hakikaten sesiz sedasız bir dil/din/bilim/kültü vs. devrimi yapılmış da biz habersiz kalmışız. Çünkü kendi payımıza, olan biteni hala anlayabilmiş değiliz ve hala da anlamak için çırpınıyoruz. Acaba Böyle bir örnek üzerinden ulaşılmak istenen hedef nedir? Dünün ve bugünün müslümanı da kendisini, sahebe-i kiram gibi vasat bir ümmet olma, yani onlar gibi adalet dengeli ve her türlü aşırılıktan uzak ümmet olma yükümlülüğü altında hissetse, bu histen nasıl bir zarar neş’et eder? Böyle bir hakikati keşfetmek için sarf edilen onca mesainin bizim ve diğer müminlerin hayatındaki karşılığı ne olmuştur, hala anlayabilmiş değiliz.
Biz duracağız ama müellif müsaade etmiyor ve ekliyor: Kur’an’ın mesajına muhatap olmaktan kastettiğimiz şey işte budur. Binaenaleyh, çağdaş Müslümanların Kur’an’dan istifade şekli de bu minvalde olmalıdır.
Ümit ederim, müellifin kastettiği “bu minval”in ne olduğunu anlamayan sadece bendenizimdir. Bu durumda anlaşılıyor ki biz, ne “çağdaş müslüman” olabileceğiz, ne de sözü edilen “minval” üzere Kur’an’dan istifade edebileceğiz.
Yukarıda çağdaş/evrensel değerler meselesi dolayısıyla gündeme getirdiğimiz hususu, bu seferde “çağdaş müslüman” kavramı kullanımı dolayısıyla tekrar edelim. Çünkü buna gerçekten ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Çağdaş müslüman kimdir? Özellikleri nelerdir? İman, ibadet, ahlak ve muamelat konusunda bağlı kalması gereken prensipler nelerdir?
Önemli Bir Teklif: Yeni Bir İlmihal Yazınız!
Bu vesile ile hepimizin hayrına olacağında hiç şüphe etmediğim bir teklifte bulunmak istiyorum: Bu konuları önemseyen meslektaşlarımız, Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihalini önlerine koyup, onun konularını içeren yeni bir ilmihal telif etmelidirler. Yani bu çalışmaları ile “ilmihal” diye sunulan bilgileri revize etmelidirler. İstedikleri bilgileri çıkarmalı ve gereksizliğini belirtmeli, istedikleri bilgileri de revize ettikten sonra yeni bir sunumla bu ümmete sunmalıdırlar. İman esaslarını, ibadet esaslarını, ahlak esaslarını muamelat hükümlerini, o muhteşem eserde işaret edilen noktalara işaret ederek yeniden yazmalıdırlar.195 Yoksa bu türden, yani teorik temelde, bir makale değil bin makale de yazılsa bu problemin halledilmeyeceği artık eskisinden daha aşikâr hale gelmiştir. Çünkü hepsi birbirinin tekrarı olmaktan kurtulamamakta, dolayısıyla beklenen ve istenen mesajı bir türlü arzu edilen açıklıkta ortaya koyamamaktadır.
————
195 Şu ilahi cilveye bakınız ki, benden önce de buna benzer teklifte bulunanlar olmuş. İşte size Alev Alatlı’nın Diyanet İşleri Başkanına yathğı teklif: “Eğri oturup, doğru konuşalım: Bardakoğlu’nun ‘dindarlığı şartlarımıza göre sorgulayıp düzenleyebiliriz’ önerisi, Müslümanların kendi geleneklerini yaratma özgürlüklerinin, bireysel mağfiretlerinin peşine düşmelerinin, Tanrı ile ilişkilerinin kişislleşmesinin teşvik edilmesi, diğer bir deyişle, geleneğin devalüasyonu anlamına gelir. Telmihi, Müslümanların inançlarının, na-tamam, eksildi, ya da yanlışlarla malûl olduğudur. Eğer bu doğruysa, dinde ‘reform’ ne demek, düpedüz ‘devrim’ gerekir! ‘dindarlığımızı sorgulamalıyız, bu da elbette rasyonel bilgiyle, eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşımla mümkün olacaktır’ hükmü, ‘serbest din pazarında alışveriş’ kültürünün uzantısıdır. ‘Bireyin dinini seçmeye hakkı olduğu’ şeklindeki modern Amerikan dünya görüşünü yansıtır ki, onun da aslı ‘deizm’dir. Deizm, yani, İslâm nasslarını (dilerseniz vahiyini) inkâr ermekle birlikte Allah’ın mevcudiyetine inanmak, Allah’ın insanın dünyasından mücerret bir varlık olduğuna itikad etmek. Deist olunmaz mı, olunur. Deizm savunulmaz mı? Elbette, savunulur. ‘Çağını ve toplumunu doğru okumak ve ‘modernleşme’ kaygılan, insanları günahkâr Müslümanlar olmaya dahi sevk edebilirler. Ve her durumda birey içine düştüğü durumun hesabını Allah’a verecektir. Olmayacak şey, bu istemeyen durumun fetva makamını işgal eden bir İslâm alimi tarafından teşvik edilmesidir. Diyanet başkanlarına düşen, İslâm geleneğinin anlamsızlaştırılmasına direnmek, geleneği marjinalleştirenleri marjinalleştirebilecek şekilde donanmaktır. Aksi halde, ‘farzsız’ kalmaları, bir kuşkulu ‘doğru’dan, diğer bir kuşkulu ‘doğru’ya yuvarlanmaları tehlikesi söz konusu olur. Doğrusu, söz konusu tarihi demecinden sonra bir Müslüman olarak Bardakoğlu’ndan İslâm’ın farzlarını “modernite” ile mezcedecek bir içtihad kaleme almasını talep etmek hakkımın doğduğu kanısındayım! Sayın bilim adamı, sürgit günah işliyor olduğum duygusunu hafifletmeme yardıma olabilirler belki. Zaman, 09.10.2004
————–
Çünkü hala şu “hitap” ve “mesaj” konusunu henüz halledebilmiş değiliz. Doğrusu halledilebilecek gibi de gözükmemektedir. Nasıl halledilebilsin ki? Bir sonraki nesil için, Hatta aynı çağda yaşayan ama Mekke ve çevresindeki mahallelerin dışında kalanlar için yeterli görülen “mesaj” Hz. Peygamber döneminde Mekke ve civar Mahallelerinde yaşayanlar için yeterli olmamıştır.
Allah aşkına kim çıkacak da, bunun ne anlama geldiğini açıklayacak? Hz. Peygamber dönemindeki Mekkeliler için ilahî hitabın kendisinin şart olduğunu söyleyenler, bir sonraki nesil Mekkeliler için bu hitabın mesajını yeterli görebilmektedirler. Hatta bununla da kalmamakta, hitabın kendisine muhatap olduğunu düşünenleri itham etme noktasma kadar ilerleyebilmektedirler. Şayet bütün insanlık için ilahî hitabın “mesaj”ı yeterli ise, neden o ilk nesil için, “bu mesaj” yeterli olmamıştır. Bu durum onlar için bir imtiyaz mıdır, yoksa ilave bir külfet, bir yükümlülük ve bir sorumluluk mudur?
İlahi hitaba “doğrudan muhatap olma” ile “dolaylı muhatap olma” arasındaki farkın açıklanmasına dair talebimizle ilgili hakkımızın mahfuz olduğunu bu vesile ile bir kere daha belirtmek istiyoruz.
“Yorum Düzeyinde Tahrif Yapmak”
Müellif devam ediyor:
“Sırası gelmişken şunu da kaydedelim ki Kur’an’da tarih-üstü bir mesaja atfen zikredilen tarihsel örnekleri evrenselleştirmek adına anlam ve yorum düzeyinde tahrif yapmak ve Kur’an’ın şanını yüceltme düşüncesiyle bu tür yorumları meşru ve makbul addetmek son derece yanlıştır. Bu hususu bir örnekle tavzih sadedinde denebilir ki Kur’an’da Allah’ın sınırsız kudreti ve eşsiz yaratma sanatı tarihsel ifade kalıpları içinde sunulur. Mesela, Gâşiye Sûresi 88/17. ayette müşriklere atfen, “Peki onlar deveye ibret nazarıyla bakıp onun ne denli ilginç bir şekilde yaratıldığını görmezler mi?” mealinde bir ifadeye yer verilmiştir.”
Görüldüğü üzere bu koca paragrafta, tabiri caiz ise bir kaşık suda fırtına koparılmaktadır. Mesele neymiş: “Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”196 ayet-i kerimesi, nasıl evrensel sayılabilirmiş?
196 Ğaşiye Sûresi, 88/17-20
Öncelikle ortamı fırtınaya hazır hale getirmek için, daha önce de başvurulan bir yönteme başvuruluyor ve tek bir ayet nakledilmekle yetiniliyor, aynı mefhumu tamamlayan ve ardı ardına sıralanan diğer ayetler sükut ile geçiştiriliyor. Çünkü o ayetlerin zikredilmesi, tahrif yoluyla da olsa tarihselciliğe geçit vermiyor.
Evet, Allah Teala bu ilahî hitabında sadece deveye değil, yanı sıra göğe, dağlara ve yeryüzüne dikkat çekerek bunların nasıl yaratıldığım düşünmemizi istiyor. Bu bütünlük içerisinde tarihsellik nereye oturtulabilir? Oturtulamaz tabi. Onun için modernistlerin hep yaptığı bir açık gözlülükle hareket ediliyor ve işlerine gelen kısım almıyor, diğerlerine “yok” veya “hükümsüz” muamelesi yapıyor.
Ayrıca “deve”ye dikkat çekilmesi neden tarihsel bir hitap olsun ki? Bu noktada müellifin yaptığı şu değerlendirme, bizim de kattığımız bir husustur:
“Şu halde, mezkûr ayette Allah’ın sınırsız kudretine devenin yaratılış özellikleriyle dikkat çekilmiş olması bu hayvanın Araplar nezdinde çok önemli bir yere sahip olmasından mütevellittir. Kuşkusuz, deve yaratılış özellikleri bakımından çok ilginçtir.”
Ancak bu fevkalade isabetli değerlendirmeyi takip eden şu değerlendirme cümlesini fevkalade isabetsiz ve gereksiz görüyoruz:
“Lakin fil yahut balinanın yaratılış hususiyetleri de deveden daha az ilginç değildir.” Çünkü bu ilave değerlendirme ile ne kastedildiğini anlayabilmiş değiliz. Acaba neden “deve” de “balina” veya “fil” değil mi denmek istenmektedir?
Ne önemi var? Desek, yeter mi bilmem. Madem bütün yaratıklar aynı derecede ilahî kudretin yüceliğine delalet etmektedirler. O halde örnek olarak şu veya bu yaratığın seçilmesinin ne önemi var ki?
Böyle Olması Tabii Değil mi?
Ancak müellif böyle düşünmemekte ve devam etmektedir:
Hülasa, buradaki örnekleme vahyin nüzul vasatına tanıklık eden Arap toplumunun tecrübe dünyasına ait olması hasebiyle tamamen yerel ve tarihseldir.
Allah aşkına, bizde mi bir tuhaflık var, yoksa hadisenin sunuluşu mu bir tuhaf.
İlk muhataplarının Arap toplumu olması dolayısıyla ilahî vahiyde Araplarla ilgili bir takım seslerin, renklerin ve motiflerin bulunmasından daha tabi ne olabilir?
Nasıl ki vahyin dili, ilk muhatapları olan Arapların kullandığı dil olması hasebiyle Arapça olmuştur. Bunun böyle olması hikmet-i bâliğanın gereğidir. Asıl başka türlü olmasının anlamsız kaçacağı ve hikmete aykırı düşeceği, her akl-ı selim tarafından kabul edilmiştir. Deve Örneği de böyledir. Çölde balina örneği verilmesi abesle iştigal etmek demektir, Allah Teala da abesle iştigalden münezzehtir.
Ancak, nasıl ki zaman içinde hazırlanan mealler vasıtasıyla ilahî hitap Allah’ın bütün kullarına kendi lisanlarına çevrilerek ulaştırılmış ve onların bu hitabı anlamaları ve yaşamaları sağlanmışsa, bu hitapta geçen örnekler üzerinde de bu tür bir ameliye gerçekleştirilmiş ve meal hazırlayanların mesaisinin benzeri mahiyetinde olan tefsir çalışmalan sayesinde çöldeki deve örneği, deniz kıyısında balığa, Afrika ormanında arslan veya zürafaya dönüşmüştür. Sanıyorum tercüme faaliyetini anlamakta zorlanmayanlar, tefsir faaliyetini anlamakta da zorlanmayacaklardır.
Diğer taraftan anlamadığımız, dolayısıyla çok merak ettiğimiz bir nokta da şudur: Sözü edilen ayette deve kelimesinin geçmesi bu ilahî hitabı yerelleştirir mi, yoksa deveye, göğe, dağlara ve yeryüzüne bakmamız ve yaratılışları hakkında tefekkür etmemizin istenmesi, söz konusu hitabı evrenselleştirir mi?
Kanaatimiz odur ki müellifin dediği gibi deve üzerinden verilen örnek dolayısıyla, her kavmin kendi çevresindeki ilginç varlıkların yaratılışlan üzerinde düşünmelerinin talep edilmesi, bir hitabı yerelleştirmez, evrenselleştirir. Çünkü bu durum, insan idraki için başka türlüsü mümkün olmayan bir durumdur. Tıpkı bir sözün veya bir yazının, öncelikle o yörenin diliyle, o yörenin kavramlarıyla, o yörenin insanına hitap etmesi gibi.
Tabi bu söylediğimiz, insani hitapla ilgilidir. Söz konusu olan, ilahî hitap ise, o baştan itibaren evrenseldir; her harfi, her kelimesi evrenseldir. Çünkü onun evrenselliği, İlahiliğinden kaynaklanmaktadır.
Mesela “(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.
“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bahnaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. “197 ayet-i kerimelerini ele alalım.
197 Nur Sûresi, 24/30-31
Bu ayetlerde beyan edilen her ne varsa, hepsi evrenseldir. Hz. Peygamber’e hitap, mümin erkek, mümin kadın ifadesi, gözlerin bakışma getirilen edeb sınırı, kadınların giyim-kuşamına dair konulan ölçülerin hepsi, ama hepsi evrenseldir. Çünkü tarih durdukça erkekler erkek olarak, kadınlar da kadın olarak kalacaktır. Cinsler arasındaki cinsel temayül hep var olacaktır. Kadının biyolojik yaratılışındaki letafet ve cazibe var oldukça, yani yeni kimyasallarla mevcut letafetini yitirip başka bir mahluka dönüşmedikçe erkeklerin ilgisini çekecektir. Onun için bu hitabın ilk muhatabının adının Zeyneb, Aişe, Fatıma, Hatice olmasının hiçbir önemi yoktur. Necla, Ayla, Nükhet de, Rose ve Mary de ve diğerleri de kıyamete kadar bu hitabın muhatabı olmaya devam edeceklerdir.
Asıl Mesele “İlâhîlik” Kavramındadır
Şayet bu noktada ihtilaf edersek, yani İlahi bir hitap olan Kur’an’ın evrenselliğinde ihtilaf edersek, asıl ihtilaf evrensellik-tarihsellik kavramlarında değil, “İlahilik” kavramında olacaktır. Evet, asıl üzerinde durulması gereken nokta budur. Allah’ın kelamını tarihsel olarak okumak isteyenler için İlahî olmak ne anlama gelmektedir. Bir sözün, bir fiilin, bir emrin, bir nehyin, bir ilkenin/prensibin ve bir hükmün İlahiliği ne ifade etmektedir?
Ya da hiçbir şey ifade etmemekte midir?
Tabi bu meseleyi takip eden ikinci asıl mesele Vahyin ne anlama geldiğidir.
Bu soruların cevabı verildikten sonra, şu soruların da cevabı dürüstçe verilmelidir: Bizler, yani mümin insanlar, özellikle hem mümin, hem de ilim sahibi olan ilahiyatçı akademisyenler, insan, eşya, olaylar ve olgular üzerinde konuşurken, bir sosyolog gibi, bir antropolog gibi mi konuşacağız. Din olgusunu ve dinî inanış sürecini, insanlığın en ilkel dönemlerine mahkûm eden üç hal yasasının ışığında mı yürüyeceğiz. Bu ülkenin aydınlık insanlarının, ulaşmakla iftihar ettiği pozitivist dünya görüşünün açtığı çığırdan mı gideceğiz. Yoksa Allah’ın Fatiha Sûresinden sonraki ilk ilahî cümlesi olan şu ayet-i kerime ışığında mı yürüyeceğiz: “O kitab (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”198
198 Bakara Sûresi, 2/2
Yani imamımız, rehberimiz, yol göstericimiz, mürşidimiz Comte veya Spencer mi olacak, Yoksa Hâtemü’l-Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a.v.) mi?
Sözün burasmda müellif, Muhammed Esed’le, bizi pek de ilgilendirmeyen bir polemiğe girmiştir, ilim adamları arasmda bu tür tartışmaları son derece verimli ve gerekli görürüz. Ancak müellifin Muhammed Esed’e yönelttiği şu ithamdaki şiddeti, görmezden gelemedik:
Esed’in bu izahatı, Kur’an metnine şiddet uygulamakla eşdeğer bir yorum tahriridir.
Şayet müellif bu sözüyle, Kur’an’m lafzına ve ruhuna uygun düşmeyen yorumları kastediyorsa bilsin ki kendisi, İlahi hitab için uygun gördüğü bu yaklaşımıyla, Kur’an’ın her ayetini, kelime kelime giyotinden geçirmektedir.
Bu vesile ile bir daha gördük ki, tarihseldiler ve modernistler, saldırgan üsluplarıyla yıldırma politikası gütmeyi adet haline getirmiş bulunmaktadırlar.
Ayrıca şu önemli farkın da görülmesinde yarar vardır: Esed’in, Allah’ın kelamının tarih-üstülüğünü isbat etmek için yaptığının bin fazlasını, müellif ve benzerleri, Allah’ın kelamının tarihdışılığını isbat etmek için yapmaktadırlar ki, “Ameller niyetlere göredir”199 hükmünce yine de aynı kefeye konulamazlar.
199 Buhari, Bed’ü’l-Vahiy, 1
En’am Sûresi’nden Verilen Tarihsel Örnekler
Müellif devam ediyor:
Kaldı ki Kur’an’da öyle pasajlar vardır ki tahrif düzeyinde yorumlarla bile evrenselleştirilemeyecek kadar tarihseldir. İşte En’âm Sûresinden birkaç örnek:
Müşrikler sırf kendi akıllarınca, “İşte şu [deve, sığır, koyun vb] hayvanlar ile tarlalardaki mahsuller koruma altındadır. Dilediğimiz/belirlediğimiz kimseler, [yani putların bakıcıları ve ziyaretçiler] dışında hiç kimse bunlardan istifade edemez. İşte şunlar da sırtlarına yük vurulması, binilmesi yasak olan hayvanlardır” dediler. [En’âm, 6/138]
Yine o müşrikler, “İşte şu hayvanların karınlarındaki yavruların etleri, [canlı olarak doğdukları takdirde] sadece erkeklerimiz için helaldir, kadınlarımıza haramdır. Eğer Ölü olarak doğarlarsa hem erkekler hem kadınlar için helaldir” dediler. Allah bütün bu mesnetsiz helal-haram tanımlamalarından dolayı onları cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder. [En’âm, 6/139]200
————
200 Bu makalede yer alan ayet mealleri müellife aittir, ikinci ayetin son bölümünün metne sadık meali şöyledir: “Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” Müellif bu bölümü şöyle tercüme etmiştir: “Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.”
Öncelikle ilahi bir metinde bu kadar serbest bir tercümenin savunulabilir bir yanı olamaz. Diğer taraftan “hikmet” gibi bir kavramın tercümeye kalkışılması, ikinci bir densizlik olmuştur. Bütün bu laubaliliklere tuz biber eken asıl mesele ise, müellifin hikmeti tercümeye kalkışırken alıntıladığı mısradır. Bilindiği üzere Allah dostu (veliyyullah) olarak bilinen İbrahim Hakkı’nın Tefviznâme adıyla meşhur olan muhteşem manzumesinin nakarat kısmı bu mısra ile biter: “Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler”
Müellifin bu yazısında Kur’an hakkında serdettiği tavra bakınca, yukarıdaki ayet-i kerimenin mealinin, bu tasavvufi manzumenin nakarat kısmıyla ifade edilmeye kalkışılmasını, Kur’an-ı Kerim’i tahfif ve tezyif olarak algıladığımı ve bundan büyük bir teessür duyduğumu itiraf edeyim.
Sebebine gelince, rasyonel düşünceyi hayatın bütün şubelerine teşmil etme gayreti içinde olanlar, dini hayatı da rasyonelleştirmek iddiasındadırlar ve bu yaklaşımı benimseyenlerin ilk hedefe koydukları disiplinlerden biri de tasavvuftur. Bir de Tefviznâme’nin, rasyonel düşünceyle taban tabana zıt mazmunlarının bulunması, bu kimselerin temelli öfkelerini kışkırtmaktadır. Hal böyle olunca Kur’an-ı Kerim’in en temel kavramlarından biri olan “Himet”i, Tefviznâme’nin nakaratıyla tercümeye kalkışmak, böyle bir atmosferde, olumlu çağrışımlara sebep olmamaktadır.
———
Gerçekten, pes doğrusu dedirtecek bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Hele bir de bu yaklaşımı: “Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.” Ayeti ile bitirmeyi, havsa lamıza sığdıramıyoruz. İşte bu sebepten tekrar sormak istiyoruz: Bu ayet-i kerimeye rağmen Allah’ın kelamının tarihselliğini iddia etmeye devam edenler, nasıl bir Allah tasavvuruna sahiptirler? Hakikaten öncelikle böylesine bir problemle karşı karşıya bulunduğumuzu düşünüyoruz ve bu problemi halletmeden diğer konulan tartışmayı, havanda su dövmek olarak görüyoruz.
Düşünebiliyor musunuz, tezinizi isbat etmek için, bir ayet nakledeceksiniz ve bu ayetin sonunda sizi uyarmak isteyen ilahî bir tokatla karşılaşacaksınız, yani “Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.” kavl-i kerimini göreceksiniz, ama sizin için bunun hiçbir önemi, değeri ve anlamı olmayacak. Üstüne üstlük asıl üzerinde durup düşünmeniz gereken nokta bu iken, bu uyarıdan önce işaret edilen ve tarihsel öğeler taşıdığında hiç şüphe olmayan o Arap adetlerinden evrensel hükümler çıkarmak, dolayısıyla Allah’ın kelamında örnek olarak sunduğu her meselede ilahî hikmetler ve hükümler aramak iken, bilerek ya da bilmeyerek “Allah bütün bu mesnetsiz helal-haram tanımlamalarından dolayı onları cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.” şeklinde inzal buyrulan apaçık ilahî hükmü ve beyanı bile, tarihsel sayma bedbahtlığına duçar olacaksınız. Pes doğrusu!
Evet, açıkça görüldüğü üzere Allah Teala Arapların mesnetsiz iddialarını reddetmiş, böylelikle ilahî hitabın evrenselliği bir kere daha ortaya çıkmıştır. Yani bu ayet-i kerimeler diğer bütün ayetlerden daha güçlü olarak ilahî hitabın tarih-üstülüğünü beyan etmektedirler. Çünkü arap örfü, arap aklı ve arap idraki burada çok açık bir dille aşağılanmakta ve reddedilmektedir.
Buna rağmen müellif bunu görmezlikten gelmeyi yeğlemekte ve bu ayet-i kerimeleri bile ilahî hitabın tarih-dışılığını isbat için kendisine malzeme kılmaktan çekinmemektedir.
Hâlbuki sağduyu sahibi herkes bu ayet-i kerimelerin, ilk muhataplarını eleştirmek ve onların mesnetsiz iddialarını reddetmek için geldiğini görmektedir. Hele hele “Allah bütün bu mesnetsiz helal-haram tanımlamalarından dolayı onları cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.” uyarısı, meseleyi büsbütün sarih hale getirmektedir.
Hal böyleyken nasıl olur da bir bilim adamı çıkar ve Allah Teala’nın reddettiği bir uygulamayı Kur’an’a isnat eder ve kendi vehmi üzerinden Allah’ın kelamını eleştirmeye kalkar? Anlayabilene aşk olsun!
Şüphesiz Yüce Allah her zaman en doğruyu söyler: “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.”201 Evet, asıl özürlü ve engelli olma hali, biyolojik gözün, görme kusuru ile malul olması değildir; gönül gözünün, kadim büyüklerimizin ifadesiyle basiretinin görme kusuru ile malul olmasıdır.
201 Hac Sûresi, 22/46
Düşünebiliyor musunuz, ilim adamı sıfatıyla bir ayet-i kerimeyi alacaksınız ve o ayet-i kerimenin sonunun: “”Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” ikazıyla ve tembihiyle tamamlandığını göreceksiniz, fakat buna rağmen bu uyarıyı hiç yapılmamış farzedip, öncesindeki bölümü aklınıza estiği gibi ve kısır bilginizin kısır döngüsü içinde eleştirmeye kalkışacaksınız. Ve basiretiniz kapalı, gönül gözünüz kusurlu olduğu için bir türlü o ilahî uyarıyı şöyle anlayamayacaksınız: “Ey kulum! Sen yukarıdaki meselelere bakarak bu Kitab’ı kendi akıl düzeyinde ve kendi çağının sosyolojik ve antropolojik açıklamaları çerçevesinde anlamaya, anlamlandırmaya ve sınırlandırmaya kalkışma. Bilesin ve iman edesin ki senin Rabbin, hiçbir kulunun idrak gücünün ulaşamayacağı ölçüde “Hikmet” ve “İlim” sahibidir.”
Nitekim feraset ve basiret sahibi ilim adamları hep böyle söylemişlerdir. Mesela Elmalılı Hamdi Efendi miras konusunu düzenleyen ayet-i kerimeleri yorumlarken aynen şunları söylemiştir:
“Şüphe yok ki bu farîzalan belirleyen ve size tavsiye eden Allah, ta ezelden beri alîm ve hakimdir. Bundan dolayı bunların hepsini, Allah Teâlânın ilim ve hikmeti ile farz ve takdir buyurmuş olduğunda, dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç şüphe etmeyiniz. Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz da “kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi yahut şu yönü şöyle olsaydı” gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu Allah’ın ilmine havale ediniz ve gereği ile amel ediniz.”202
202 Elmalılı, II,526
“Teslimiyet” İlkesini Bir daha Durup Düşünelim
Zaman zaman dikkat çektiğimiz bu önemli noktaya bir kere daha işaret etmek istiyoruz: Ne oldu veya nasıl oldu da o büyük alimlerin/üstadların anlayış ve telakkilerini terk ettik ve İslam’ın en temel şartı ve rüknü olan “teslimiyet” yönünü tamamen red ve inkar etmekte hiçbir beis görmez hale geldik. Neticede tamamen kendi akıl ve idrak seviyemize uygun bir “din” icad etmeye kalkıştık. Ve hiç düşünmedik ki, bizim idrak seviyemize göre düzenlenen din “din” olmaktan çıkar ve sadece bizim vehmimiz olurdu.
Olan biten şundan ibarettir: Elmalılı Hamdi Efendi’yi ve benzerlerini böyle inanmaya, dolayısıyla eserlerinde meseleleri böyle değerlendirmeye sevkeden asıl sebep şu ayet-i kerimeleri “din anlayışı”nın merkezine koymuş olmalarıdır:
“De ki: “Allah’ın hidayet yolu doğru yolun ta kendisidir. Ve biz alemlerin Rabbine teslimiyet göstermekle emrolunduk. “203
203 En’am Sûresi, 6/71
“De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, ben o sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınıza ibadet etmekten kesinlikle men edildim ve bana âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi. “204
204 Ğâfir Sûresi, 40/66
“Rabbi ona (ibrahim’e), “İslâm ol!” emrini verince, o “Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi. “205
205 Bakara Sûresi, 2/131
Sadece Kur’an’a yani Allah’a teslim olmak da yetmez. Aynı şekilde Sünnet’e yani Allah’ın Rasulü’ne de (s.a.v) teslim olmak mecburiyetimiz vardır. Nitekim Allah Teala bu konuyu da bütün açıklığı, bütün çıplaklığıyla ve en güçlü vurgusuyla beyan buyurmuştur:
“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar. “206
206 Nisa Sûresi, 4/65
Evet, meseleye böyle baktığımız zaman yukarıda ilahî beyanın ortaya koyduğu apaçık, ayan-beyan ve güneş gibi parlayan evrensel ilahî hüküm şudur: “Allah bütün bu mesnetsiz helal-haram tanımlamalarından dolayı onları cezalandıracaktır. Şüphesiz Allah her neylerse güzel eyler, her şeyi sınırsız ilmiyle ihata eder.”
Şayet bu hükme de bir itirazı olan var ise, dürüstçe onu ortaya koysun, onun üzerinde konuşalım. Zira bundan önce beyan edilenler, bu ilahî beyanın, reddetmek için dile getirdiği hususlardır. Bir antropolog gibi değil de bir mümin gibi düşünmek zorunda olan bizlere de, reddedilen yerel malzemeye bakıp ilahî hükmü yerelleştirmek yerine, yerel bir malzemeden evrensel bir hüküm çıkaran Allah’a bir kere daha hamd etmek, O’nun ilmi, hikmeti ve hükmü önünde bir kere daha eğilmek düşer. Ancak bunun olabilmesi, öncelikle O Yüce Kudret’e teslim olmaktan geçer.
Bu Kadarına da Pes Doğrusu!
Müellif acaba şu yaklaşımıyla haddini ne kadar aştığının farkında mıdır: Kaldı ki çağdaş dönemdeki entelektüel insanların Allah’ın büyüklüğünü anlamak için kendilerinden başka bir varlığa bakmaları zaittir. İnsan özelinde Allah’ın yaratma sanatındaki muhteşemliği görmek için de anatomi atlasına göz atmak kâfidir.
Fesübhanellah! Bu ne had-nâşinaslıktar böyle! Bir mümin nasıl olur da Allah Teala’nın tensip, takdir ve tasarrufları üzerinde böyle fütursuzca söz söyleyebilir? Nasıl olur da verdiği misalleri yersiz ve anlamsız bulur; kendisi daha münasip misal verdiğini iddia eder? Allah aşkına bundan sonra bu da mı olacaktı? Neyi misal verip vermeyeceğini biz mi takdir edeceğiz?
Sözün gelip dayandığı bu noktada şu ayet-i kerimeye kulağınızı, kalbinizi ve vicdanınızı açar mısınız:?
“Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkar edenler ise “Allah bu misalle neyi murad etti? ” derler, O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir. Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır ki onlar Allah’la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır.”207
207 Bakara Sûresi, 2/26
Başta müellif olmak üzere, bu konuda böyle ileri geri konuşan ve bunu da dinî tefekküre yeni bir açılım getirmek diye gören zevat-ı kiram, Ümid ederim, bu ayet-i kerime üzerinde düşünmeye zaman ayırır.
Demek ki bir insan ilahî olan ne varsa onu yerel/tarihsel, yani sıradan, basit, arap aklına indirgenmiş, arap zevkine bezenmiş, arap kültürüne boyanmış olarak görmeye başlarsa, varacağı nokta burası olacakmış. Allah’ın Deveye, göğe, dağa, yeryüzüne bakmamıza, yaratılışları üzerinde düşünerek O’nun sonsuz kudretinin farkına varmamıza yönelik hitabı bile tenkide tabi tutulabilirmiş ha… Bu ne nezaketsizliktir Allah aşkına!.
“Çağdaş Dönemdeki Entelektüel İnsanlar”
Şu lafa bakar mısınız: “Çağdaş dönemdeki entelektüel insanlar”
Kim bunlar? Bu çağda yaşayan herkes mi? Mesela ben de bunlardan biri miyim? Şayet ben de bunlardan biri isem, kesinlikle müellifin bu tezine katılmadığımı beyan etmek istiyorum.
Her zaman şikâyet ettiğim “muğlaklık” konusunu bu vesile ile bir kere daha ifade etmek istiyorum ve diyorum ki: Lütfen böyle sisli-puslu kavramlara tevessül etmeyelim. Aksi halde anlaşma imkânı daha da zora girer. Özellikle bu mesleğin erbabı olma şerefini ihraz eden bizler, ortak paydamızı teşkil eden sarih ifadelere daha çok itibar etmeliyiz.
Diğer taraftan merak ediyorum: Çağdaş dönemdeki entelektüel insanlar sadece kendi anatomi atlasına mı bakarlar. Bu bakışının bir haritaya indirgenmesi, entelektüel çağdaşlığın bir ön şartı mıdır? Mesela yukarıdaki ilahî hitabın bir benzeri mesabesinde olan şu hitaba kulak vermek çağdaş insana göre değil, sadece cahil arap toplumuna göre midir: “Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah’ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bak(ıp ibret al)madılar mı? Peki bun(a inanmadık)dan sonra hangi söze inanacaklar?”208
208 A’raf Sûresi, 7/185
Ancak Bu ayeti takib eden diğer ayet sanki ayrı bir mucizeye, yani bugünkü duruma işaret ediyor gibidir: “Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren olmaz. Ve bırakır onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. “209
209 A’raf Sûresi, 7/186
Tabii, siz bir kere, İlahi hitabı çağdaş dönemdeki entelektüel insanların entelektüel seviyelerinin dûnunda görmeye başlamışsanız, her türlü tahrifi meşrulaştırırsınız. Çünkü sizin bu itirazınızda, her türlü hadbilmezliğin yanı sıra, Allah’ın kelamında varid olan bazı hususları görmezden gelmek gibi bir yaklaşım da ortaya çıkmaktadır. Mesela Çevreye değil, insan anatomisine bakmayı daha önemli bulan müellif, sanki lisan-ı haliyle bu tarihsel Kitab’ta böyle bir uyan olmadığını, ancak kendisi gibi çağdaş insanların bu hakikati keşfettiğini söylemeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki benim Rabbim, bırakın insanın dört başı mamur bir varlık haline dikkat çekmeyi, daha insan olarak vücut bulmadan önceki haline bile bakmamızı istemektedir:
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın:
Atılan bir sudan yaratıldı.
Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan (bir sudan). “210
210 Tarık Sûresi, 86/5-7
Evet, bir nutfeden, bir atımlık bel suyundan yaratıldığını, o sudan böyle mükemmel bir varlık olarak vücut bulduğunu düşünmesi, herhalde anatomi atlasını önüne alıp onun üzerinde düşünmesinden daha etkili olsa gerektir.
İtiraz Noktamız
Burada bizim itiraz ettiğimiz nokta şudur: Üzerinde düşünülmesi gereken binlerce mesele varken, Allah Teala da ilahî hitabında bunlara sık sık dikkat çekerken, hangi aklı selim sahibi insan bu hakikati görmezden gelir ve bu meselelerden sadece birini alır ve sanki kelam-ı ilahîdeki tek örnek o imiş gibi bir izlenim uyandırabilir. Ardından da son derece haksız ve yersiz bir reddedişle, Kur’an’-ı Kerim’e vukufsuzluğunu veya ideolojik bakış açısının kendisini ne derece körelttiğini sergilemekten çekinmez. Bendeniz hala bütün bunların neden ve nasıl olabildiğini anlayabilmiş değilim.
Ayrıca hem hergün huzurunda en az seksen kere alnınızı secdeye koyup “Sübhane rabbiye’l-‘alâ (Yüceleden yüce olan Rabbim’i tenzih ve teşbih ederim) diye yüzlerce kere tekrar edeceksiniz, hem de O’nun, O’nu inkar edenler tarafından bile bir çırpıda hikmeti kavranabilecek olan Hitabı’na dahi, pervasızca eleştiri getireceksiniz.
Malumdur ki beşerî münasebetlerde bile, hem sağlıklı ilişkiler kurabilmek, hem de karşılıklı nezaket kurallarına riayet etmiş olmak için “Hayır, öyle değil, çünkü” yerine “Evet, öyledir, ama/aynı zamanda” denilmesi tavsiye edilirken, Allah Teala’ya karşı, bu kadarok bir teeddübü bile çok görmek, hangi iz’ana sığdınlabilir, bilemiyorum.
Şayet müellif insanlar arasında bile aranan ve gözlenen bu basit “edeb” kuralma riayet etseydi bu durumlara düşmezdi. En azından Yüce Allah’ın verdiği örnekleri zikrettikten ve tasdik ettikten sonra, bu konudaki örneklerin bu kadarla sınırlı olmadığım, daha çarpıa başka örneklerin de bulunduğunu belirtme nezaketini gösterebilirdi.
Müellife Göre “Kur’an Bütünüyle Hz. Peygamber Devrindeki Verili Durumu Esas Alan Bir Hitaptır.”
Müellif devam ediyor:
Burada bir kez daha belirtelim ki Kur’an tarih-üstü mesajlar içeren tarihsel bir hitaptır. Diğer bir deyişle, Kur’an bütünüyle Hz. Peygamber devrindeki verili durumu esas alan bir hitaptır. Bunun içindir ki tarih-üstü mesajlar dahi verili durumu yansıtan formlarla sunulmuştur. Mesela, ana-babaya iyilik emri tüm zamanlar için geçerli olan bir emirdir. Ancak bu emrin Kur’an’daki gerekçelen dirilme biçimi tarihseldir. Mesela Ahkâf 46/15. ve Lokman 31/14. ayetlerde ana-babaya iyi davranılması emredilmiş ve bu emirler kapsamında çocuğun ana kanımda taşınması ile sütten kesilme süresi otuz ay, anaların çocuklarını emzirme süresi de iki yıl olarak belirtilmiştir. Bu noktada Arabî arka planı görmediğimiz takdirde, mezkûr ayetlerde çocuğun emzirilmesi konusunda bir süre tayin edildiği düşüncesiyle şerî bir hüküm üretmemiz işten bile değildir. Nitekim anakronik yaklaşımın kaçınılmaz neticesi olarak, hamilelik ve süt emzirmeyle ilgili iki cümle üzerine ne gibi hükümler bina edildiğini görmek için herhangi bir Türkçe tefsire bakmak yeterlidir.211
211 Özsoy, Kur’an ve Tariltsellik Yazılan, 76.
İsterseniz geliniz öncelikle şu cümle üzerinde duralım:
“Bunun içindir ki tarih-üstü mesajlar dahi verili durumu yansıtan formlarla sunulmuştur. Mesela, ana-babaya iyilik emri tüm zamanlar için geçerli olan bir emirdir.”
Nereden çıkarıyorsunuz bu hükmü sayın müellif: “Ana-babaya iyilik emrinin tüm zamanlar için geçerli olan bir emir.” olduğunu neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz. Bu konuda istinatgahınız veya gerekçeniz nedir? Dünyaya gelmekle dayanılmaz acılara ve ıztıraplara gark olduğunu düşünen bir evlat, buna sebep olan anne ve babasını hayırla anar mı sanıyorsunuz? Günümüzde böyle düşünen ve ana-babaya bu duygular içinde davranan evlat sayısının her geçen gün arttığını görmüyor musunuz?
Siz işinize geldiği zaman örneklerinizi modern kesimden, işinize geldiğinde de mütedeyyin ve muttaki kesimlerden mi seçersiniz? Evet, dindar evlatlar ebeveynlerine iyilik etmenin gereğine inanır ve onlara öyle davranırlar. Çünkü onlar Allah ve Rasulü’nün emir ve talimatlarına teslim olmuş insanlardır.
Ancak modern ve seküler bir terbiye ile yetişen zümreler için aynı şeyleri söyleyebilir misiniz? Ne dersiniz, modem sığınma evleri olan darülacezelerde kalanlar, sadece evlatsız ve akrabasız insanlar mıdır? Özellikle bayram sabahlan buralardan yapılan canlı yayınlarda, çocuklarını ve torunlarını özleyen yaşlı ebeveynlerin gözyaşlan sizin yüreğinizi dağlamaz mı? İkiyüz metrekarelik dairede karı-koca olarak yaşayıp, anne veya babasına o dairede bir oda tahsis edemeyen evlatlardan bahsetmek istersek, acaba münferit olaylardan mı söz etmiş oluruz. Bayram günü bile ebeveynini ziyaret etmeyen evlatların sayılarının her geçen gün arttığı bir dünyada yaşadığımızı unutursak, sağlıklı değerlendirmeler yapma şansını kaybederiz.
“Arabî Arka Plan” Meselesi
Gelelim asıl meseleye, yani “Arabî arka plan” olarak sunulan meseleye… İşte bütün problem zaten bu noktada düğümlenmektedir. Evet, geliniz, bu düğümü birlikte çözelim.
Müellif hiç sakınmadan ve çekinmeden “Bu noktada Arabî arka planı görmediğimiz takdirde, mezkûr ayetlerde çocuğun emzirilmesi konusunda bir süre tayin edildiği düşüncesiyle şer’î bir hüküm üretmemiz işten bile değildir.” dedikten sonra “Nitekim anakronik yaklaşımın kaçınılmaz neticesi olarak, hamilelik ve süt emzirmeyle ilgili iki cümle üzerine ne gibi hükümler bina edildiğini görmek için herhangi bir Türkçe tefsire bakmak yeterlidir.” demesi, şayet bir üslup hatası ve kalem sürçmesi değilse, apaçık bir tenakuzdur. Zira birinci cümlede “şer’i hüküm üretmemiz” den bahsederken, sanki bu tür hükümlerin bulunmadığına işaret ediyormuş gibi yapıp, ikinci cümlede “zaten birçok hüküm bulunduğunu”, yani “zaten bu hükümlerin üretilmiş olduğunu” belirtiyor.
Diğer taraftan, yüce Allah bu tür hükümleri, müfessirlere veya fakihlere bırakmaksızın bizzat kendisi vaz etmiştir. Maalesef müellif, ya bu konudaki vukufsuzluğu veya umursamazlığı sebebiyle, farkına varmadan çok büyük bir pot kırmış ve “süt” ile ilgili hükümleri “anakronik bir yaklaşım” diye ilan ederken, bininci kere haddini aşmıştır.
Evet, konunun uzmanları bilirler ki “süt” konusundaki ilahî hükümleri beyan etmek üzere, Kelam-ı İlahi’de çok sayıda müstakil ayet-i kerime bulunmaktadır. Bazılannı aşağıda naklediyoruz:
“Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı.”212
212 Nisa Sûresi, 4/23
“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarım iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) varis üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür. “213
213 Bakara Sûresi, 2/233
“(Boşadığınız) O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştır(ıp evden çıkmağa zorla)mak için kendilerine zarar vermeğe kalkışmayın. Şayet gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onların geçimini sağlayın. Sonra sizin için (çocuğunuzu) emzirirlerse onlara ücretlerini verin ve aranızda güzellikle konuşup anlaşın. Eğer (anlaşmakta) güçlük çekerseniz (o zaman) çocuğu, başka bir kadın emzirecektir. “214
214 Talak Sûresi, 65/6
Bu ayet-i kerimelerden hareketle bakınız, hangi hukuki sonuçlar tartışılmıştır:
1- Çocuğunu emzirmekten imtina eden anne, hukuki yollardan çocuğunu emzirmeye icbar edilebilir mi?
2- Evliliği haram kılan süt hısımlığının şartları nelerdir?
3- Sütün başka bir sıvı ile karışması halinde hüküm ne olur?
4- Süt hısımlığının isbat yolları nelerdir?
Burada dört madde halinde sunduğumuz bu konular orta ölçekli bir fıkıh ansiklopedisinin büyük boy baskısında yaklaşık yirmi sayfada özetlenmektedir.215
215 Mesela bk. “Radâ'”, el-Mevsû’atü’l-Ftkhiyye, Kuveyt, 1412/1992, XXII, 238-256
Ayrıca, Türkçe ansiklopedilerde bile “Süt Hısımlığı/Akrabalığı” başlığı altında bu konuda yeterince malumat bulunabilmektedir.
Diğer taraftan “süt” ile ilgili hükümleri “anakronik yaklaşımlar” olarak değerlendirenlerin, içinde süt ile ilgili hükümlerin de bulunduğu ayet-i kerimedeki diğer hükümleri nasıl değerlendirdiklerini de merak ediyoruz. Nitekim bu ayet-i kerimede yüce Allah “Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. “216 buyurmaktadır.
216 Nisa Sûresi, 4/23
Yani bu ayet-i kerimede sayılan kimselerle evlenmenin haram kılınması, süt ile ilgili ahkâmı anakronik bulanlara göre, tarih-dışı mıdır, yoksa evrensel midir? Neden?
Evet neden? Neden kardeş kızlarıyla veya üvey kızlarla evlenmek haramdır? Bu ayette sayılanlarla evlenme yasağı getirilmesinin rasyonel bir açıklamasını yapabilecek bir kimse tanıyor musunuz? Niçin ensest ilişki irrasyoneldir. Bu ilişkiye girenler deli midirler? Akıllı insanlar bu tür ilişkilere girmezler mi?
Daha basit bir soru soralım: Evliliğin, yani kadın-erkek beraberliğinin meşruiyeti için nikâh akdi şart mıdır? Neden?
Nikâh akdini, kadm-erkek beraberliğinin meşru bir zeminde gerçekleşmiş olmasının ön şartı olarak görme anlayışı, rasyonel bir tutum mudur, yoksa kültürel mi?
Günümüzde yaygınlaşan kadın-erkek eşitliği bağlamında ödevler ve sorumluluklar kadınlar ve erkekler arasında paylaşılmıştır. Bu durumda nikâh akdi geçmişte olduğu gibi kadının haklarını korumanın bir aracı olmaktan çıkmış gibidir» Veya en azmdan bazı kadınlar böyle bir koruma talep etmemektedirler. Peki, böyle bir durumda nikâhın hükmü ne olacaktır? Daha basitleştirerek soralım: Önümüze bir çift gelse ve “biz birbirimizle çok iyi anlaşıyoruz ve geleceğe yönelik hiçbir beklenti içinde de değiliz. Anlaşabildiğimiz sürece -nikâhsız olarak- birlikte yaşamak istiyoruz, dinimizce bunun bir sakıncası var mı?” diye sorsa, süt meselesi ile ilgili hükümleri anakronik bulan meslektaşlarımız, acaba bu soruya ne cevap verirler? Gerçekten merak ediyoruz.
Bu değerlendirmeden sonra yukarıda zikrettiğimiz “süt” ile ilgili hükümler üzerinden yürüyelim ve müellife ve onun gibi düşünenlere şu soruyu yöneltelim:
“Tarih-üstü Mesajlar İçeren Tarihsel Bir Hitap” Anlayışının “Süt” Meselesi Üzerinden Test Edilmesi
Efendim, “Burada bir kez daha belirtelim ki Kur’an tarih-üstü mesajlar içeren tarihsel bir hitaptır.” sözünüzden anlaşılıyor ki, “biz, bu hitabın kendisini değil mesajını alırız” demek istiyorsunuz. Sanıyoruz, bu meselenin mihverini teşkil eden ana konu da budur.
Şimdi soruyoruz: Bugüne kadar ki Kur’an anlayışımızın ve buna bağlı olarak geliştirdiğimiz din telakkimizin tabii bir neticesi olarak fıkıh kaynaklarımızda çok sayıda fıkhi mesele, Hitab-ı ilahîden yola çıkarak hükme bağlanmıştır. “Fıkhi hüküm” şeklinde fıkıh kaynaklarımızda yerini alan meselelerden biri de “Süt” konusudur.
Hitab-ı ilahîyi tarihsel görüp mesajını evrensel sayan meslektaşlarımız, acaba sadece şu “süt” konusundaki hukuki düzenleme hakkındaki görüşlerini açıklarlar mı? Yani, mesajın evrenselliğinden hareket etmek suretiyle bu konuyu ele alırsak yine de bu hükümlere bağlı kalacak mıyız, yoksa onları toptan iptal mi edeceğiz, ya da bazılarını iptal edeceğiz ama bazılarım ibkâ mı edeceğiz veya bazılarını iptal, bazılarını tashih, bazılarını da ibkâ mı edeceğiz. Ve bu hükümler hangileri olacaktır?
Takdir edersiniz ki, bu sorumuz, yukarıda ifade ettiğimiz, yeni bir ilmihal yazılması yönündeki teklifimizin küçük bir cüz’ü de sayılabilir.
Bu soruya dört başı mamur bir cevabınız varsa buyurunuz. O durumda gerçekten sizin bu konuya emek verirken, bu ümmet adına bir derdiniz ve kaygı taşıdığınızı düşünecek ve kutlayacağız. Aksi halde, bugüne kadar tahmin ettiğimizin de üstünde bir kafa karışıklığı yaşadığınızı düşünecek, dolayısıyla karaladığınız her satırda kendi kafa karışıklığınızı başkalarına sirayet ettirmekten başka bir iş görmediğinize hükmedeceğiz.
Müellif devam ediyor:
“Kur’an’da tarih-üstü mesajların dahi tarihsel kalıplar içinde sunuluşuyla ilgili en çarpıcı örneklerden biri müteşâbihu’s-sıfât ya da haberi sıfatlar kapsamında değerlendirilen beyanlardır. Bilindiği gibi Kur’an başından sonuna kadar Allah-merkezli bir dil dizgesine sahiptir. Bunun temel nedeni, Mekke müşriklerinin Allah’sız olmamakla birlikte mevcut Allah fikrinin ahlâkî alanda hiçbir işlev görmediği dünya görüşleridir. İşte böyle bir dünya görüşüne karşı tevhid inancında ifadesini bulan Allah fikri Kur’an’da çok yoğun biçimde vurgulanmıştır. Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacından ötürüdür ki birçok ayette beşer iradesinin büsbütün göz ardı edildiği kaderci ifadelere dahi yer verilmiştir.217
217 Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, 15-16.
Yine cümle cümle ilerleyelim ve ilk olarak yukarıdaki paragrafın ilk cümlesini ele alalım:
Haberî Sıfatlar Meselesi
“Kur’an’da tarih-üstü mesajların dahi tarihsel kalıplar içinde sunuluşuyla ilgili en çarpıcı örneklerden biri müteşâbihu’s-sıfât ya da haberî sıfatlar kapsamında değerlendirilen beyanlardır.”
Doğrusu bu ifade sebebiyle anlıyorum ki, müellifin tarihselcilikten kastettiği mana, hala bizim zihnimizde netleşmiş değildir. Çünkü Allah’ın kendi zatı hakkında bilgi verirken el, ayak, yüz göz gibi uzuvlardan bahsetmesinin neresi, Arabî arka planla ilintilendirilmek istenmektedir, bilemiyorum. Hele bir de: “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür. “218 Buyrulduktan sonra ne gibi bir problemden bahsedilebilir ki?
218 Şuara Sûresi, 42/11
Diğer taraftan kadim ulemamız bu konuda takip edilmesi gereken orta yolu çok makul bir üslupla ortaya koymuşlar ve şöyle demişlerdir: Evet, eli vardır, fakat bizim elimiz gibi değildir. Bildiğimiz hiçbir ele de benzemez. O’nun eli kendi zatına ve celaline yakışan bir eldir. Tıpkı O’nun ilmi gibi… Nasıl ki bizim ilmimiz kesbi’dir, yani öğrenim süreci neticesinde elde edilir, O’nun ki kesbî değildir, kendi zatındandır; bizim ilmimiz, son derece sınırlıdır, O’nun ilmi sınırsızdır, biz yalnızca olmuşu ve geçmişi duyduğumuz ve okuduğumuz ölçüde biliriz, O, geleceğin bilgisini de bilir. O’nun ilmi ile bizim ilmimiz arasmda nasıl fark varsa, hatta daha isabetli bir tabirle, O’nun ilmi ile bizim ilmimiz arasında, nasıl isim benzerliğinden başka hiçbir benzerlik yoksa O’nun eli ile bizim elimiz arasında da hiçbir benzerlik yoktur, deriz ve problemi çözeriz.
Bu bilgilere rağmen haberi sıfatlarla “Arabî arka plan” arasında ne gibi bir ilişki kurulabileceğini kestiremiyoruz.
Yani müellif, yüce Allah’ın kendi zatından bahsederken, Arap kültürüne râm olduğunu mu söylemek istiyor. Şayet kastı bu ise, neden bu “Kitap” baştan sona Arapların şirk ve küfür anlayışlarıyla savaşıp durmaktadır. Neden her vesile ile onları aşağılamakta, tehdit etmekte, müminleri onlardan uzak durmaya çağırmaktadır? Neden özellikle “Tanrı” tasavvurlarını yerden yere vurmakta ve hakir görmektedir?
“Allah’ın, kendilerine hiçbir güç (vermediği, haklarında hiçbir delil) indirmediği şeyleri, Allah ‘a ortak koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız; gidecekleri yer de cehennemdir! Zâlimlerin varacağı yer, ne kötüdürl”219
219 Âl-i İmran Sûresi, 3/151
Allah aşkına bu anlayışın sefaletini farketmeyip de onu bir düşünce ürünü imiş gibi sunmak nasıl bir duygudur acaba? Demek yüce Allah haberi sıfatlarla ilgili vahiylerini Arap kültürünün etkisinde inzal buyurmuş. Şayet bu Kitap İngiliz toplumuna ve onların kültür düzeyine uygun olarak gelse imiş, bu bilgiler bulunmayacak veya başka türlü bulunacakmış.
Olacak şey mi bu?
Şayet olmuşsa niçin olmuş acaba? Allah başka türlüsünü getirmekten aciz olduğu için mi? Yoksa Arapların gönlünü almak için mi?
İki türlüsünün de mümkün olmadığını göstermek ve anlatmak için ne yapmalı bilmem ki?
Acizlik Allah’a hiç yakışmayan sıfattır, onun için üzerinde konuşmaya bile değmez.
Arapların gönlünü almaya gelince, Kur’an-ı Kerim’in baştan sona, şirk içindeki Arapları nasıl aşağıladığını göre göre bunu söyleyebilmek nasıl mümkün olabilir?
İlahi hitabın, onların kültür düzeylerine uygun bir dil dizgesi ile geldiğini söylemenin başka bir anlamını bilemediğimiz için böyle tefsir etmeye mecbur kaldık, ama görüldüğü gibi işin içinden çıkamadık.
Evet, insanlar birbHerinin eserleri, düşünceleri ve çalışmaları hakkında spekülasyon yaparlar ve bir ölçüye kadar da bu konuda haklı olabilirler ama, bir kulun, hem de mümin bir kulun, Allah hakkında ve O’nun Kitab’ı hakkında spekülasyona kalkışması nasıl bir duruştur, nasıl bir tutumdur ve nasıl bir duygudur, bendeniz bunun takdirinden son derece aciz ve uzağım.
Özellikle Müteşabihler konusunda Yüce Allah’ın şu apaçık beyanı ortada durup dururken, bu kadar cüretkar ifadeler, hiç de hayra alamet gözükmemektedir:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. “220
220 Âl-i İmran Sûresi, 3/7
Tek basına bu ayet-i kerime bile bu makalede yazılanların tamamını iptal etmek için yeterlidir. Lütfen şu bölümüne biraz daha yakından bakar mısınız: “İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler.”
Evet, İlahi Kelam’in hepsi, yani tamamı, yani bütün harfleri ve harekeleri -tabii bu ifademizle sonradan konulan işaretleri değil, irabını kastediyoruz- Rabbimiz tarafındandır. Biz “O’na ve O’ndan gelen her şeye inandık.” diyen ve bu suretle “ilimde yüksek payeye erişenler”den olmayı umuyoruz. Ayrıca bu vesile ile bir daha belirtmek istiyoruz ki, dinî ilimlerde “yüksek paye”ye ulaşmanın en temel şartı “teslimiyet”ten geçmektedir.
Vahim Bir Üslup
Müellifin kurduğu cümlelerin en vahimi, en hazini ve en garibi herhalde şu cümlelerdir:
“Bilindiği gibi Kur’an başından sonuna kadar Allah-merkezli bir dil dizgesine sahiptir. Bunun temel nedeni, Mekke müşriklerinin Allah’sız olmamakla birlikte mevcut Allah fikrinin ahlâkî alanda hiçbir işlev görmediği dünya görüşleridir. İşte böyle bir dünya görüşüne karşı tevhid inancında ifadesini bulan Allah fikri Kur’an’da çok yoğun biçimde vurgulanmıştır. Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacından ötürüdür ki birçok ayette beşer iradesinin büsbütün göz ardı edildiği kaderci ifadelere dahi yer verilmiştir.”
Bu cümlelerden kim ne anlar bilemiyorum ama biz ne anladığımızı şöyle söyleyelim:
Şayet Araplar’ın dünya görüşleri, o günkü durumdan farklı bir noktada olsaydı, Kur‘an böylesine Allah merkezli bir dil dizgesine sahip olmayacaktı. Kur’an’ın bu dil dizgesine sahip oluşu, O’nun bir kusuru ise, bunun sorumlusu Araplar’dır; şayet bir meziyetse, bu şeref de Araplar’a aittir.
Bu mesele bize, bir zamanlar hakem sıfatıyla okumamız için gönderilen bir makalede karşılaştığımız bir düşünceyi hatırlattı. Söz konusu makalenin yazan özetle şöyle diyordu: “Allah’ın içkiyi haram kılmasının sebebi, bazı Araplar’ın içerken ölçüyü kaçırmalarıdır. Yoluna ve yordamına uygun içmeyi bilmeyen bu Araplar’dan birisi bir seferinde diğerine saldırıp, elindeki deve kemiği ile onun başını yarmış, içkiyi haram kılan ayet de bu sebeple inmiştir. Şayet vahyin indiği dönemdeki insanlar adam gibi içselerdi ve bu tür taşkınlıklar yapmasalardı, içki de haram kılınmazdı.”
Allah aşkına, bu insanlar neden bizleri sürekli olarak, hep yanlış anlaşılmış bir Kur’an telakkisi ve ona bağlı olarak hiç anlaşılmamış bir din üzere olduğumuz kaygısı ile yaşamaya sevkediyorlar ki. Neden 15 asırlık geleneği bu kadar ucuza harcıyor, züccaciye dükkânına girmiş fil misali hareket etmekte bir beis görmüyorlar ki?
Mekke Müşrikleri’nin Allah’ı Var mıydı?
Müellifin:
“Mekke müşriklerinin Allah’sız olmamakla birlikte mevcut Allah fikrinin ahlâkî alanda hiçbir işlev görmediği dünya görüşleridir.” cümlesine bakacak olursak Mekke müşrikleri’nin Allah’ı vardı.
Acaba gerçek bu minval üzere midir?
Bize göre böyle değildir. Onların tanrısı, hatta çok sayıda tanrıları vardı ama Allah’ı yoktu.
Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’de ifadesini bulan, dolayısıyla sadece İslami inanca has bir Tann’dır. Yalnızca isim olarak “özel” değildir; bütün özellikleriyle ve nitelikleriyle “özel”dir. Esmâ-i hüsnâsı Kur’an-ı Kerimde beyan buyrulmuştur. Yani sıfatları, bize gönderdiği Kitab’ta açıklanmıştır. Dolayısıyla müminler o sıfatların sahibi olan “Tanrı”ya iman ederler; sıradan bir tanrıya değil. O sıfatları hâiz tek mabud, tek rab, tek ilah, tek tanrı da sadece Allah Teala’dır.
Mekkeli müşriklerin inandığı tanrıların ise böyle özellikleri yoktu. Onlar sıradan taş ve ağaç parçalarıydılar. Çeşitli ebatlarda ve çeşitli şekillerde yontulmuşlardı. Bundan başka bir niteliğe sahip değillerdi.
Sanırım buraya kadar dile getirdiğimiz gerçeklerde, müellifle de hemfikirizdir. O da Mekkeli müşriklerin tanrıların andığımız putlar olduğu hakikatini kabul eder.
Peki, buna rağmen neden yukarıdaki cümleye “Mekke müşriklerinin Allah’sız olmamakla birlikte…” diye başlamakta bir beis görmemiştir.
Bu sorunun asıl cevabını şüphesiz en iyi müellif bilir. Ancak mademki biz ortaya böyle bir soru attık; kendi açımızdan da olsa, cevabı üzerindeki düşüncelerimizi belirtmek mecburiyeti hâsıl olmuştur.
Kanaatimize göre bu yaklaşımın asıl sebebi, bu meseleleri önemsememek ve hafife almaktır. Makalenin tamamına hâkim olan bu hava bazı meselelerde daha belirgin bir biçimde görülmektedir. Bu nokta da o meselelerden biridir.
Müellife Göre “Evrensel Allah Tasavvuru” Nasıl Olmalıdır?
Gelelim bu meselinin başka bir yönüne:
Acaba yukarıda Allah fikri etrafındaki yorumunu dinlediğimiz müellif, elinde bir yetki olsaydı -hoş yetki arayan da soran da olmadığına göre böyle bir şartı zait olarak görüyor ve geri alıyorum- evrensel/çağdaş/tarih-üstü bir Allah tasavvuru belirleseydi, bu nasıl olurdu?
Ayrıca entelektüel ve çağdaş insanların yaşadığı bu topluma hitap eden bir Kutsal Kitab’ta Allah merkezli dil dizgesi ne kadar yer tutmalı idi.
Şimdi bazı -bizim gibi- saf insanlar zannedecekler ki, müellifin buna cevabı şöyle olacaktır: “Kur’an’da zikrolunanın en az iki katı”
Neden?
Çünkü mademki Kur’an’ın başından sonuna kadar Allah-merkezli bir dil dizgesine sahip olmasının temel nedeni, Mekke müşriklerinin Allah’sız olmamakla birlikte mevcut Allah fikrinin ahlâkî alanda hiçbir işlev görmediği dünya görüşleridir. Günümüz insanının dünya görüşünde ise tanrının hiç yeri kalmamıştır. Müşriklerin işlevsiz de olsa bir tanrı inana varmış. Bugünün modern toplum yapısmda ise Mekke’li müşriklerin sahip olduğu tanrı inancı kadar bile inanca yer verilmediğini müellif bizden daha iyi bilebilir. Tarihin hiçbir döneminde tanrı bu kadar küçül-memiş, hayatın dışına atılmamış ve yok sayılmamıştır. Onun için bu çağda Allah tasavvurunun güçlendirilmesi ihtiyacı, cahiliye Araplan’nın dünya görüşlerine Allah’ı katma ihtiyacından daha büyüktür.
Müellif adma böyle düşünenler gerçekten fevkalade yanılmaktadırlar. Çünkü buna benzer makalelerin asıl amaa, dinî inana ve buna bağlı olarak ibadet ve ahlak hayatını canlandırmak ve güçlendirmek değildir. Aksine, modern dünyanın ve çağdaş düşüncenin izin verdiğinden fazla dinî hassasiyeti, onların izin verdiğinden fazla iman kuvvetini, onların izin verdiğinden fazla ibadet hayatını törpülemek, harta tırpanlamaktır.
Yani bu tür çalışmalar, dinimizi, imanımızı, ahlakımızı ve ibadet esaslarımızı hayatımızın merkezine koyabilmenin ve onlara aykırı düşen çağdaş söylemleri ve eylemleri irdeleyerek mümince yaşama üslubumuzu oluşturmanın, salih bir kul ve halis bir ümmet olma gayretinin neticesi değildir. Tam tersine, çağdaş değerleri, entelektüel yaklaşımları ve evrensel ilkeleri merkeze koyarak, onlara aykırı, onlara yabana, onlara uzak ve onlarla uyumsuz olanları ayıklamak suretiyle modern, çağdaş, evrensel bir entelektüel müslüman tipi yaratma çabasının ürünüdür.221
———–
221 Bu değerlendirmelerde niyet okuma yoktur. Tamamen gözlem ve tecrübe vardır. Çünkü bu düşüncelerin savunucuları olarak tanınan ilim adamları ve onların talebeleri olarak bilinen genç nesil, her ne hikmetse, dini hayata karşı aynı laubali yaklaşım ve aynı duyarsız tutum ve aynı soğuk tavır içindedir. Bu kadar tesadüfün “fazla” olacağı düşüncesi sebebiyledir ki, bu halin tesadüf olmayıp, bir okuma biçimi ve buna bağlı olarak geliştirilen bir yaşama üslûbu olduğunu düşünmek mecburiyetinde kalmaktayız.
Bu değerlendirme de “özel hayaf’a ilişkin bir eleştiri değildir. Çünkü konumuz dini inanış, dini düşünüş ve dini yaşayış olunca artık hiçbir nokta “özel” olma hakkına sahip olamaz. Çünkü İslam ile müslüman arasında veya iman ile mümin arasındaki irtibat, eskilerin tabiriyle “lâzım-ı gayr-ı müfânk” olma özelliği taşımaktadır. Aksi durumlar, her türlü eleştiriye açık olmak zorundadır
———-
Biz bu çabayı da saygı ile karşılarız ama bir şartla: Dürüst, samimi ve sarih olmaları şartıyla. Böyle hırsız feneri gibi bir yanıp bir sönerek, vurkaç usulü saldıran milis tavrıyla değil, mertçe ortaya
çıkmaları, zihirüerindeki müslüman tipi ne ise onun profilini dürüstçe ortaya koymaları kaydıyla. Onun akaidini, onun ibadetini, onun ahlakım ve onun muamelatım dürüstçe belirlemek ve herkesin anlayacağı bir dil ile: “işte modern,, çağdaş ve uygar müslüman tipi budur; onun iman esasları şunlardır, ibadet ilkeleri ve ahlak prensipleri bunlardır.” demeleri kaydıyla. İleride tekrara düşme pahasına da olsa şu noktaya işaret etmeden geçmek istemiyoruz:
Biz, mümin bir kulu Allah’a daha çok yaklaştırmayan, Hz. Peygamber’e karşı ülfet ve ünsiyet sağlamayan, iman esasları konusunda daha duyarlı, ibadet hayatında daha hassas, ahlaki ilkelere daha riayetkar kılmayan hiçbir dini sözde veya yazıda, hayır olmadığını düşünüyoruz. “Eleştirmek” demek, müminin imanıyla oynayıp onu eskisinden daha zayıf imanlı, daha az ibadetli ve daha naif ahlaklı kılmak olmamalıdır.
Dini eleştiri o dur ki, kişi hem daha sahih hem daha güçlü bir üim ve ona dayak bir imanla hayata tutunabilsin; böylelikle dünyanın cazibesine, nefsin gayrı meşru isteklerine, şeytanın iğvasına, nefsin ifşadına karşı daha dayanıklı ve daha metanetli bir ahlaki yapıya kavuşsun. Dünyanın değerini ve önemini kavrarken, ahiretin de önemini ve değerini Özümsesin. Yaşadığı hayatta tercih haklarını kullanırken, neyi neye neden tercih ettiğini bilsin.
Aksi halde, yani ahiret inancım zayıflatmaya, dünyevî haz ve menfaatleri uhrevi kaygıların önüne geçirmeye, dünyayı ve hayati böyle algılamaya yol açan bir din eleştirisi, bizim değerlendirmemize göre “tenkit” değil “tahrip” tir.
Benim “Allah ve Vahiy Tasavvurum” Böyle Bir Cümle Kurmama Müsaade Etmez
Şu ifadeye bakar mısınız: “Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacından ötürüdür ki birçok ayette beşer iradesinin büsbütün göz ardı edildiği kaderci ifadelere dahi yer verilmiştir.”
Bu cümleyi kuran zihin, nasıl bir zihindir; Allah, vahiy ve ahiret hakkındaki samimi ve dürüst inana nedir, merak ederiz. Eleştiri deki cüretkârlığı, cüretkârlıktaki hudutsuzluğu görebiliyor muyuz? “Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amaa” ne yanlış bir amaç değil mi sayın müellif?
Demek ki müellife göre böyle olmamalı. Evet, böyle olmaması gerektiğini, her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacının doğru olmadığım öğrendik de, doğru olanın ne olduğunu bir türlü öğrenemiyoruz. “Efendim mefhumu muhalifinden yola çıkarsanız onu da öğrenirsiniz” diyenleri kırmamak için o yolu deneyelim bakalım, işe yarayacak mı? Bu yönteme göre yukarıdaki cümlenin mefhumu muhalifi nasıl olabilir? Herhalde şu iki ihtimalden biri olabilir: 1- “hiçbir şeyin merkezinde Allah fikrinin yer almadığı bir dünya görüşü”, 2- “Bazı şeylerin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü”.
Biz bütün bu okuduklarımızdan sonra bile birinci ihtimali müellifin üstüne getirmek, yani ona yakıştırmak istemiyoruz; onun için ikinci ihtimalin daha kuvvetli olduğunu düşünerek sormak istiyoruz: “Bu bazı şeylerden kasıt, hangi şeylerdir? Merkezinde Allah Fikrinin bulunması sakıncalı olan şeyler nelerdir, merkezinde Allah fikrinin bulunması gerekli olan şeyler nelerdir?” Aslında henüz büemiyoruz, müellife göre merkezinde Allah fikrinin bulunması gerekli olan şeyler var mıdır, yoksa sadece merkezinde Allah fikrinin bulunmasında mahzur olmayan şeyler mi vardır?
Müellifin zihninde bir bozgun hali hissediliyor ve bu bozgunun da sonu yokmuş gibi gözüküyor. Çünkü bu düşünceyi, yani her şeyin merkezinde Allah fikrinin bulunmasını eleştirmekle yetinmeyen müellif bir de Kelam-ı İlahîde hatalar tesbit ediyor. Yapılmaması lazım gelen, akla ve akli olana ters şeyler keşfediyor ve bunu da pervasızca deklare ediyor:
“Birçok Ayette Beşer iradesinin Büsbütün Göz Ardı Edildiği Kaderci İfadeler” Ne Demek?
“Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacından ötürü dür ki birçok ayette beşer iradesinin büsbütün göz ardı edildiği kaderci ifadelere dahi yer verilmiştir.”
Değerli akademisyen, kaderi biliyor/tanımlıyor; kaderciliği biliyor/tanımlıyor ve kaderciliğin yanlış olduğunu kesin bir imanla kabul ediyor; beşer iradesinin ilahî iradeden üstün olduğuna da kesin olarak hükmediyor, ardından da Kelam-ı İlahideki bazı ifadelerin kaderci olmak gibi bir kusurla malul olduğuna hükmediyor, bütün bunlardan sonra da bunların böyle olmasının sebebini keşfediyor:
“Muhatabın zihniyet dünyasına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı dindar bir dünya görüşü sokma amacı.” Tabi bütün bu sürecin doğal sonucu olarak, zikrettiği bu amacın ne kadar yanlış ve hatalı bir amaç olduğunu da görüyor, belirliyor ve beyan ediyor.
Modernistlerin ortak tavırlarından biri de, Kadere iman konusundaki olumsuz yaklaşımlarıdır. Sebebini hala bilemediğimiz bu tavrm, kadere iman konusundaki bilgi yetersizliğinden kaynaklandığım sanıyoruz. Aksi halde, insanın ruhi dengesini bulabilmesinin en temel esaslarından biri olan kadere iman meselesiyle neden uğraşılır ki?
Kısaca özetlemek gerekirse kadere iman, bizi aşan musibet ve felaketlerde, ya da tedbirimizin hiç fayda vermediği olay ve olgularda, yıkılmamak, her şeye rağmen ayakta kalabilmek için, olmazsa olmaz bir dayanaktır. Aynı zamanda bizi şımartacak başarı, zafer veya servet sarhoşu yapacak gelişmelerde de dengemizin bozulmasını engelleyecek tek dayanağımız yine kadere imanımızdır. Çünkü her mümin “kaderin üstünde de bir kader vardır.” diye inanır ve olumlu veya olumsuz bütün durumlarda, “külli irade”nin sahibini hatırlayarak, payına düşenden fazlasına talip olmaz. Yani ne başarısının bütün güzellik ve değerliliğini kendine mâl ederek şımarır, ne de başarısızlığın bütün yükünü ve sıkıntısını tek basma üstlenerek o yükün alanda ezilir ve helak olur. Tam aksine, başarılı olması halinde, kendisi kadar emek sarfedip aynı başarıyı yakalayamayan arkadaşlarını hatırlamayı ihmal etmez ve bu sayede Allah’ın payını da teslim etmiş olur. Başaramaması halinde de kendisinden daha az gayret gösterdiği halde daha büyük başarıları yakalayanları görerek, Allah’ın müdahalesini hatırlar ve payına düşenden fazla ezilmeye ve kendini helak etmeye kalkışmaz. İşte “yıkılmamak veya sarhoş olmamak” ancak bu yolla, yani bu inançla sağlanır.
Diğer taraftan şunu da bilir ki, gücünü aşan ve engel olamadığı olay ve olgulardan sorumlu değildir. Zira “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yükyüklemez.”222
222 Bakara Sûresi, 2/286
Kendi kusurlu davranışlarının mazeretini ise, kesinlikle kader inananda aramaz ve bu iman esasını yozlaştırma küstahlığını göstermez.
İbnü’l-Cevzi’nin dediği gibi: “Musibet ve felaketlerde kadere sığınılır, kusurlu davranışlarda değil.” İsterseniz bu güzel tesbiti şu şekilde formülleştirebiliriz: “Bizi aşan durumlar Takdir,223 bize bağlı olan kusurlar ise Taksir224‘dir.”
223 Allah’ın çizdiği kaderdir.
224 İnsanın sebep blduğu kusurlu davranıştır.
Kader inancını eleştirenlerin her zaman öne sürdükleri şu bahaneye de hiçbir zaman bir anlam verememişimdir: “Efendim, insanımız Kader’i böyle bilmiyor, böyle anlamıyor, böyle inanmıyor ki. Onun bildiği ve inandığı şekliyle bu inanç onu tembelleştiriyor, miskinleştiriyor ve sünepeleştiriyor.”
Madem bahanemiz budur, öyleyse çözüm de ortada demektir. İşimiz, bu insanlara her meselenin, bu meyanda kader inancının doğrusunu öğretmek olmalı değil midir? İnsanların çoğunluğunun belki Allah inananda da sapmalar ve hatalar vardır. Peki, bu durumda ne yapalım? Problemi kestirmeden çözmek için inkâr etmelerini mi tavsiye edelim?
Diğer taraftan ömürlerini bu tür problemleri çözmeye adamış kadim ulemanın 15 asırdır son sözü söylemekten çekindikleri, sadece kanaatlerini belirtip “Allah en iyisini bilir” dedikleri, son sözü, her meselenin gerçek sahibi olan Allah’a havale ettikleri böylesine önemli ve ciddi konularda, çağdaş ilahiyatçıların sergilediği bu şipşakçı tavrın, ilmi olmaktan başka her türlü sefil tanımlamaya müsait bir manzara arz ettiğini de belirtmek isteriz. Bu kadar düşük irtifalı bir anlatım, bir akademisyenin kaleminden çıkmamalıdır.
“Allah’ın Kur’an ‘da Bir Krala Benzetilme” Meselesinin Değerlendirilmesi
Müellif devam ediyor:
“Öte yandan Allah Kur’an’da bir krala benzetilmiştir. Kral ilk hitap çevresindeki toplumun muhayyilesinde zihninde güç ve iktidarın timsalidir. Dolayısıyla bu benzetmeye konu olan melik sıfatı Allah’ın sınırsız güç, kudret ve egemenlik sahibi olduğunu belirtmeye yöneliktir. Allah’tan söz eden ayetler incelendiğinde bu tarihsel imgelemle ilgili başka birçok unsura daha rastlanabilir. Mesela, kimi ayetlerde Allah zaman ve mekânla mukayyet bir varlık gibi tasvir edilmekte, böylece zât-ı ilâhiyye bir anlamda içkinleşmekte ve hatta nesnelleşmektedir. Yine Allah birçok ayette kendisine el, yüz, göz vb. uzuvlar ile öfkelenmek, tuzak kurmak, intikam almak gibi fiiller atfetmekte; kimi ayetlerde evreni altı günde/evrede yarattığım söylemekte, kimi ayetlerde ise Arş ve Kürsî sahibi olduğundan bahsetmektedir.”
“Bizce bütün bu betimlemeler vahiyin nüzul vasatmdaki tarihsel-liğe bizzat tanıklık eden toplumun muhayyilesinde makes bulacak bir tanrı tasavvurunu yansıtmakta, dolayısıyla tarih-üstü bir anlam taşımamaktadır. Örneğin Mülk Sûresi 67/16. ayette Allah’tan “gökteki” (menfi’s-semâi) diye söz edilmekte, Bakara Sûresi 2/210. ayette ise Allah’ın bulutlardaki gölgelerin arasından çıkıp gelmesinden bahsedilmektedir. Zemahşerî (ö. 538/1144) ilk ayeti, “Bu ifade Allah’ın gökte olduğuna değil, müşriklerin o dönemdeki tanrı tasavvuruna işaret eder” şeklinde bir görüş belirtmek suretiyle meseleyi kavramış gözükmektedir.225 Bakara Sûresi 2/210. ayetteki ifadenin Hz. Peygamber’e nisbet edilen yorumu ise ilk Müslüman neslin ne tür bir tanrı tasavvuruna sahip olduğunu ele vermektedir.”
225 Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf ‘an hakâiki’t-tenzîl, Beyrut 1977, IV. 138.
Öncelikle Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de krala benzetildiğinin söylenmesi, dil açısından problemli gözükmektedir. Çünkü bizim dilimizde güç ve egemenlik sahibi olarak yönetim erkini elinde bulunduran kimselere hiçbir zaman “kral” denmemiştir. Bugüne kadar okuduğum hiçbir tarihi veya edebi eserde mezkûr kimselere kral denildiğini görmedim. Günümüzde Suudi Arabistan veya Ürdün gibi ülkelerin yöneticilerine bizim ülkemizde kral denilmesi ise, sadece tercüme sebebiyledir. Çünkü haber derleyen birimler Batı’lı kaynaklardan tercüme yaptıkları için, Araplar’ın “Meliklerini bizlere kral olarak takdim etmektedirler.
Bizim kültürümüzde bu insanlara “Sultan, hakan, padişah” denilir. İslam dünyasını ölçü alacak olursak, “halife, emîr, melik, sultan” gibi isimlendirmelerle anılırlar. Krala gelince, bu kelime sadece ve sadece Frenk yöneticilerinin unvanı olarak kullanılır. Ayrıca bu milletin hafızasında olumsuz bir imaja sahiptir. Zalim ve gaddar tutum ve tavır içine giren güç sahiplerini hatırlatır. Bütün bu sebeplerden dolayı, yukarıdaki kullanım, -şayet bir kast-ı mahsus yoksa- fevkalade yanlıştır.
Diğer taraftan müellifin, bu paragrafın ilk cümlesinde dile getirdiği ve ilk hitap çevresine indirgediği kral imajı etrafındaki değerlendirmelerine katılmak da mümkün değildir. Yani bu imajın sadece yakın çevresi için geçerli olduğunu söylemek vakıaya aykırı düşmektedir. Çünkü kralların veya sultanların gücü ve iktidarı, sahip olduğun mülkün/ülkenin en ücra köşesindeki ferdin yüreğinde de hissedilir. Zaman olarak da, bu imaj bütün çağlara egemen olmuştur. Çünkü tarihin hiçbir döneminde hiçbir topluluk gücü ve egemenliği elinde bulunduran bir kraldan veya sultandan hâlî olmuş değildir. Bu yüzden sözü edilen imajın, sadece o günkü Araplara has “tarihsel bir imaj” olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü kral, o gün olduğu gibi ondan önce de, ondan sonra da, hatta bu gün de toplumun muhayyilesinde zihninde güç ve iktidarın timsalidir. Bu imaj kadar uzun ömürlü, güçlü ve yaygın kullanımlı kaç imaj gösterilebilir?
Yeryüzünün gelişmiş bölgelerinde bir asrı aşan bir zamandır demokratik rejimlere geçildiği, dolayısıyla neredeyse en az iki nesildir insanlar başlarında kral görmedikleri, sadece seçimle işbaşına gelmiş yöneticiler gördükleri halde bu muhayyileden kurtulamamaktadırlar. İyi bir hayat, onlar için kral gibi yaşamaktır; iyi bir araba veya ev, krallara layık olandır; iyi aktör sinemanın kralı, iyi futbolcu ise sahaların kralıdır. Mahallenin kabadayısı ise mahallenin kralıdır. Bu imajın, yukarıda sayılanlara benzer durumlar için kraliçe olarak kullanıldığını da hesaba katalım.
Bütün bunlar, vahyin nüzul döneminden 15 asır sonra yaşanan hayata ilişkin hakikatlerdir. O halde artık kim çıkıp da kral imajının tarihsel olduğunu söyleyebilir ki. Kral imajı ancak o imajdan daha güçlüsü icad edildiği zaman tarihsellesin O zaman da “el-melik” sıfatım, ortaya çıkan o yeni imaj ifade eder. Dolayısıyla bu sıfatın evrenselliği açısından yine bir problem doğmaz.
Müellifin “Dolayısıyla bu benzetmeye konu olan melik sıfata. Allah’ın sınırsız güç, kudret ve egemenlik sahibi olduğunu belirtmeye yöneliktir.” ifadesi, her ne kadar red ve inkâr sadedinde söylenmişse de isabet kaydetmiştir. İşte bu isabet sebebiyledir ki Allah Teala’nın kendisi için layık ve uygun gördüğü el-Melik sıfatı, sonuna kadar evrensel/tarih-üstü bir sıfattır.
İster bizim yaklaşım esasımıza göre, yani Allah Teala’nın bütün beyanlarının tarih-üstü olduğuna inanmamız sebebiyle, isterse müellifin yaklaşımına göre, yani tarihin tüm uğraklarına uğramış olma şartına uygun düşmesi sebebiyle olsun, her iki durumda da bu ilahî beyan, son derece evrenseldir.
Yine Müteşâbih Ayetler Meselesi
Müellif bazı konulan bir punduna getirip yeniden diline dolamayı itiyad haline getirmiş gözükmektedir. Hal böyle olunca bize de onu takip etmek dolayısıyla aynı konulan tekrar etmek düşmektedir.
Müellif diyor ki:
“Allah’tan söz eden ayetler incelendiğinde bu tarihsel imgelemle ilgili başka birçok unsura daha rastlanabilir. Mesela, kimi ayetler de Allah zaman ve mekânla mukayyet bir varlık gibi tasvir edilmekte, böylece zât-ı ilâhiyye bir anlamda içkinleşmekte ve hatta nesnelleşmektedir. Yine Allah birçok ayette kendisine el, yüz, göz vb. uzuvlar ile öfkelenmek, tuzak kurmak, intikam almak gibi fiiller atfetmekte; kimi ayetlerde evreni alta günde/evrede yarattığını söylemekte, kimi ayetlerde ise Arş ve Kürsî sahibi olduğundan bahsetmektedir.”
Bu satarların yazan sanki dün müslüman olmuş ve bu konularda tek satar okumamış, tek kelime duymamış gibi yazmaktadır. Doğrusu bize de, bunu nasıl başardığını merak etmek düşmektedir.
Aziz kardeşim, sizin, içkinleşme, nesnelleşme gibi moda sözcüklerle süslediğiniz için bir anlam ifade ettiğini sandığınız, aslında son derece düzeysiz bir üslupla ele aldığınız bu konular, kütüphaneler dolusu külliyatlar oluşturacak çapta araştırmalara, incelemelere konu olmuşlardır. Üç gün şarkiyat bölümünde teoloji tahsil eden bir oryantalist bile, bu sahada daha düzeyli yaklaşımlar sergilerdi sanıyorum.
Sizin tarihsellik illetiyle malul kılmak istediğiniz bu naslar, sıradan naslar değildir. Allah Tealanın, mümin kullarını özellikle uyardığı, dikkatlerini çektiği, ihtiyatlı konuşmaları ve yazmaları için ikaz ettiği naslardır. Nitekim şu ayet-i kerimeden bihaber olamazsınız: “Kitabı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (ki) onlar Kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihibirbirine benzeyen, sonucu tam bilinmeyen)dir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, uyardığı sonuca uğra(yıp belâlarını bul)mak için onun müteşâbih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te’vili(uyardığı sonucun ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Sağduyu sahiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz.”226
226 Âl-i İmran, 3/7
Allah aşkına bu konuda bu kadar açık ve bu kadar tehditkâr ifadeler varken; “Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, uyardığı sonuca uğra(yıp belâlarını bul)mak için onun müteşâbih âyetlerinin ardına düşerler.” buyrulurken bu kadar pervasız davranmaktan nasıl sakınmazsınız.
Eleştirdiğimiz bu makalede, buradan itibaren, müellifin tanrı tasavvuru ve Allah inancı ile ilgili akla hayale sığmaz hezeyanları ardı ardına sıralanmaktadır. Değil bir muininin ağzından ve kaleminden, bir münkirin ağzından ve kaleminden bile çıksa, her kelimesi, inşam infiale sevketmeye yetecek bu basit yaklaşımların tamamını nakletmek istemiyoruz. Ancak kendi perspektifinden yaptığı açıklamaları takiben dile getirdiği değerlendirme cümlelerini nakledip, konuyu o cümleler üzerinde irdelemeden de geçmek istemiyoruz.
Müellifin bu konuda üzerinde en çok durduğu ayet-i kerime şudur: “Onlar, ille buluttan gölgeler içinde Allah ‘in ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Halbuki bütün işler tekrar Allah’a döndürülüp götürülecektir.”227
227 Bakara Sûresi,2/210
Bu ayet-i kerimenin müteşâbihattan olduğunu ve bu konuyla ilgili görüşümüzü de az yukarıda belirttiğimizi hatırlattıktan sonra asıl işaret etmek istediğimiz noktaya gelelim.