Ali ErenMustafa İslamoğlu

Sonu Gelmez İnkar Zincirinden… – Ali Eren

Kitap değil sanki halkaları sonsuz yanlışlar zinciri. İçindeki yanlışlar yazmakla bitecek gibi değil. Hangi yanlışına baksanız ona bağlı başka bir yanlışla karşılaşıyorsunuz…
Kitabın yazarı, kendinin sayısız yanlışlarına bakmadan bir de üstüne üstlük onu bunu tenkide kalkışıyor. Onun tenkidine maruz kalmak için, kişinin ehl-i sünnet veya ehl-i bid’ad olması farkedmiyor. O, her doğruya itiraz etmeyi kendine vazife edinmiş. Öyle ki, Peygamberimiz’den 8 asır sonra, ileri sürdüğü sözlerle ehl-i sünnete ters düşen ve Vehhâbîlerin fikir babası olan İbn-i Teymiyye bile onun tenkidinden nasibini almış.

İbni Teymiyye ehli sünnete ters düştüğü için, gerçi biz de onun en sert tenkitçilerindeniz. Ama Sayın Yazarın tenkidi ile bizimkisi arasında mühim bir fark var. Şöyle ki:

Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Kanaatımız odur ki, Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi şiîleri tenkit ediyor olması.

Yazardan öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:

“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”
Aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, aşırı bir ifade kullanmış oluyor. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi kâfi idi. Onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyorum. Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bu huyunu bildiğim içindir…

İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnet açısından değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyor.

İyi ama böyle bir ceza bu zamanda verilemediğine göre İslamoğlu niçin gocunuyor? Nasıl olsa kendisi için böyle bir tehlike yok. Rahat olmalı…

Üç Muhammed kitabında yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:

“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”

Biz gerçi Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerimizi İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz ama, kim söylemiş olursa olsun bu söz doğrudur ve ehl-i sünnet olanların hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)

Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü işte böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:

“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)

Değerli okuyucular! Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdiği halde, Kur’an’a inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin böyle bir şey söylemesin mümkün mü? Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?

Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyor.

Bu ne demek Allah aşkına?

Kur’an Peygamberimiz’e verilen bir kitap değil midir?

Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?

Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?

Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek?

Bu söz Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” meâlindeki âyet hükmünü kendileri kabul edemeyebilirler. Buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmak veballerin en büyüğü değil midir?

Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin fâsıklar, zâlimler ve kâfirler olduğu Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. âyetlerinde açıkça beyan buyurulmuyor mu?

Her neyse… Biz fazla ümidimiz olmasa da, “Allah’tan ümit kesilmez” diyerek, bu gerçekleri bu dergiden sayın yazara hatırlatmayı bir vazife addediyoruz.

***

Kitabının 28 sahifesinde, “Ümmetin her ferdi Peygamber gibidir” diyerek, Peygamberimiz’le diğer insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek cüretini gösteren zatı alkışlayan yazar, Hazreti Resûlüllah’ın diğer insanlardan üstünlüğünü kabule bir türlü yanaşmıyor. Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüğünden bahsedenleri “Aşırı yüceltmeci” görüyor ve “O kadar da abartmayın” demeye getiriyor.
“Aşırı yüceltmeci peygamber inancı” diye bir suç uydurmuş, onun için Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüklerini bildiren her sözü bu suç içine sokarak itiraz üstüne itiraz ediyor. Bundan dolayı, tâbiînden mübârek bir zat olan Vehb bin Münebbih hazretlerinin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki şu sözüne de haliyle itiraz ediyor:

“Yetmiş bir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği gördüm: Dünyanın başından sonuna kadar, gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve selemin aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”

***

Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de bay yazarın tenkidinden kurtulamıyor:

“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’yi, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyerek tenkit ediyor. (Aynı eser, sa: 81)

Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun âlim olduğunu bilelim.(!)

Bay Yazar, geçmişteki âlimlerin niçin kendisi gibi hadislere itiraz etmediklerini de bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde kuru ve sığ bir mantıkla itiraza kalkışıyor.

Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına itiraz ediyor…

İyi de Sayın İslamoğlu! Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?

Sayın yazara şunu soralım:

Meseleye imânî bir düşünceyle değil de sadece dünyevî bir mantıkla, şüphe ve itiraz düşüncesiyle bakacak olursak, Mirac gecesinde Peygamberimiz’in Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere ve Allah’ın dilediği yerlere nasıl gittiğini, tekrar geri nasıl döndüğünü ve bunların bir anda nasıl gerçekleştiğini de sorgulamamız ve itiraz etmemiz icap etmez mi? Öyle mi yapalım yani? İtiraz mı edelim?

Nitekim böyle bir sorgulama olmadı değil oldu. Fakat bu sorgulamayı yapanlar mü’min değil müşriklarde.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mirac gecesi sabahı bu yolculuğu anlatınca, meseleyi imanla değil inançsız akılla değerlendirmeye kalkışan bazı Müslümanlar, anlamadıkları için İslamdan dönüp mürted olmuşlardır. Zaten mâneviyatsız kuru akıl, insanı götürse götürse ancak ve sadece inkar ve mürtedliğe götürür…

Öbür taraftan, Peygamberimizin Mirac yolculuğunu, “Resûlüllah söylüyorsa doğrudur” diye, tereddüt etmeden, duraklamadan, şeksiz-şüphesiz kabul eden Hazreti Ebûbekir radıyallâhü anh de “Sıddîkiyet” makamına erişmişti.

İnsanların zihinlerini bulandırmaya çalışanlara şunu soralım:

Âdem Aleyhisselam’dan önce hiçbir insan yoktu. Dolayısıyla hiçbir insandan bir şey öğrenmesi mümkün değildi. Ama Kur’an’da haber verildiğine göre Allah’ın öğretmesiyle her şeyin ismini bilir hale geldi ve bunu meleklere de tekrarladı. (Bakara sûresi, âyet: 31, 32, 33)

Hazreti Âdem kimseden bir şey öğrenmedi diye şimdi buna da mı itiraz edelim? Allah’ın öğretmesi yok mu?

Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Hazreti Allah, habibine bir yazıyı niçin bildirmemiş olsun?

Yine Âdem Aleyhisselam cennette her yaprakta “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah” yazısını gördüğü için, yasak meyveden yeyip yeryüzüne indirildiğinde, “Yâ rabbi beni habibin Muhammed hürmetine affet” diye ilticâ etmiş ve affedilmişti.

Âdem Aleyhisselam da kimseden okuma-yazma dersi almamıştı. O zaman Âdem Aleyhisselam’a bu yazıları okumayı kim öğretmişse, Peygamberimiz’e de Miracda o yazılarda ne yazılı olduğunu da onu öğreten öğretmiştir…

Var mı bunu kabul etmeye bir engel!..

Yeter ki, kalblerde ötelerin ötesine inanmaya meyil ve kâbiliyet olsun…

***

Bütün gayretini bu ümmetin Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış olan Bay İslamoğlu, abartılı bir hadiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Onun abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:

“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi: Sabit b. Kays b.Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk: Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir. Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)

Onun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?

Bu ümmetin Peygamber inancını bir türlü kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.

Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.

Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki: “Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)

Ona göre asla böyle bir şey söylenmemeli…

Değerli okuyucular!

Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama bizim inancımız böyle. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da…

***

Her şeyin en doğrusunu sadece aklını kullanarak anlayabilen (!) yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:

“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”

Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:

“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”

Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:

“Elbette ki hayır.”

Hayır derken dayandığı hiç bir ilmî dayanak yok. Keşke olsa. Olsa canımız yanmayacak ama ne gezeer! Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…

Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için ilim olması lâzım değil mi? Ne yazık ki onda da o yok işte…

İlim olmadığı için de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sakim mantığıyla şöyle bir izah getiriyor:

“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”

Getirdiği bu izah herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış bir açıklamadır. Şöyle ki, Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet edemeyeceklerini düşünemiyor. Çünkü, rivayet etmeleri için, orada bulunup bu hadiseyi görmüş olmaları icap eder.

Yazar esasen burada başka bir şey demek istiyor da, garibim edebiyat fukarası olduğu için söylemek istediğini tam izah edemiyor. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek istiyor.

Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdir. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzedirler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…

Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:

Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahabinin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…
Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:

Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplamasına, Peygamberimiz veya ashabdan itiraz eden tek kişi olmuş mudur?

İnkarcı yazar ,Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, siyer kitapları Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman, o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor.

Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılırdı.

Her sahabî Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştır ama, birçokları mübârek sakalından ve saçından teberrüken birer kıl taşıyorlardı.

Bunlar da siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdendir…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu