Âyetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri… – Ali Eren
Rabbimizin emir ve yasakları ile bize bildirmek istediği gerçekler kendi kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dedir. Onun için, Kur’an’a mânâ verenlerin bu mühim işte çok hassas davranmaları şart. Nitekim asırlar boyunca öyle olmuş, İslam âlimleri âyetlere mânâ verirken âdeta titremişlerdir.
Yeterli ilme sahip olanlar Kur’an’a elbette mânâ vermeli ve müslümanları uyarmalıdırlar. Çünkü ilim sahiplerinin değişmez vazifesi budur.
Ancak, zamanımızda değişik durumlara şahit olmuyor değiliz. Bazı kimseler, ilminin yeterli olup olmadığına bakmadan âyetlere mânâ vermeye kalkışıyor, bunun tabiî neticesi olarak da devirmedik çam bırakmıyorlar.
Bu da bir kıyâmet alâmeti olsa gerek.
Âyetlere yanlış mânâ veren zevatı iki kısma ayırmak mümkün.
Bir: İlminin kâfi gelmediğini bile bilmeden âyetlere mânâ vermeye kalkışanlar.
İki: Doğrusunu bildiği halde, kendi hevâsına uyup âyetlere bile bile yanlış ve zorlama mânâlar verenler.
Birinciler, işledikleri vebâlin büyüklüğünü düşünmeyen ve sahip olduğu azıcık ilimle âyetlere mânâ verilebileceğini zanneden haddini bilmez bir güruhtur. Hassasiyetten uzak bu kimseler, giriştikleri boylarından büyük bu işin cevabını Allah’a elbette vereceklerdir. Verebilirlerse…
İkinciler ise bu vebâli bile bile yüklenenlerdir. Bile bile yaptıkları için bunların vebâlleri birincilerden daha fazladır. Böylelerine ulemâi sû’ / kötü âlimler deniliyor. Bunların âhirette “Buğday danelerinin iki değirmen taşı arasında öğütüldüğü gibi bunların vücutlarının da cehennemde öğütüleceği” haber veriliyor.
Özetleyelim: Her iki gurubun da veballeri varsa da ikinci kısımdan olanların halleri hepten felâket… Allah celle celâlühû cümlemizi böyle âkıbetten muhafaza buyursun.
Değerli okuyucular! Bu iki guruptan daha ileri olan üçüncü guruba ne demeli?
Hem ilimsiz olup hem de yanlış-yamalak mânâlar verip bir de o mânâyı bile bile saptıranlara?…
Böyle kimselerin halleri yukarıda anlattığımız iki guruptan da fenâ olmaz mı? Olacak…
Öyle ya canım! Hem âyetlere mânâ verecek kadar ilmin olmayacak, hem ilmin varmış görünerek yanlış mânâlar vereceksin, hem de bu verdiğin mânâları olmayacak yerlere yani kendi istediğin mecrâlara çekeceksin…
Olmaz! Olmaz ama, bazıları “Ben yaptım da oldu” dercesine bu yanlışı işliyor, bu vebâli yükleniyor.
Misal mi istiyorsunuz? İstemediğiz kadar…
Ancak misallere geçmeden önce bir noktaya işâret etmek icap ediyor:
Kur’an lisanı olan Arapça geniş bir lisandır. Bu lisandaki her kelimenin karşılığı Türkçede yok. Onun için, âyetlere mânâ verirken eksik kalan mânâları tamamlamak için zaman zaman parantez içi izahlar kullanmak normal. Buna bir şey denilemez.
Ama âyetlerde olmayan hayâlî kelimeler uydurup, âyette olmadığı halde, varmış gibi parantez bile kullanmadan kafadan mânâlar vermenin vebalini teraziler tartamaz.
Çünkü ele alınan metin başka bir şey değil Allah kelamıdır. Allah kelamı da yanlış mânâyı kaldırmaz…
Artık misallere geçebiliriz. Önce hafifinden başlayalım.
Kur’an uzmanı olarak tanınma sevdasında olan bir zat var. Aşağıda ismini vereceğim kitabının 250. sahifesinde Müddessir sûresinin ilk âyetlerine güya mânâ vermiş.
Güya diyorum, çünkü tahmin ettiğiniz gibi verdiği mânâ yanlış. Ayrıca gülünç…
Müddessir sûresinin iki kelimeden müteşekkil 2. âyetine şöyle mânâ vermiş:
“Kalk! (İnsanları) da kaldırıp uyar!”
Mânâ vermeye kalkıştığı âyette iki kelime var. Bu iki kelime Peygamberimiz’e iki emirdir:
Kum fe enzir…
Mânâsı şöyle:
Bahsettiğimiz yazar ise âyete kitabında, “Kaldırıp uyar” şeklinde mânâ vermiş.
Önce şunu bilelim: Âyete eksik mânâ vermek de mânâda fazlalık yapmak da yanlış. Yazarın verdiği mânâda ise hem bir fazlalık yani yanlışlık hem de bir gülünçlük var.
Âyetde “Kalk, (insanları) uyar” buyuruluyor ama, “Kaldırıp uyar” buyurulmuyor. Yani “Kaldırıp” kelimesinin âyette karşılığı yok.
Gülünçlüğe gelelim:
Peygamberimiz’e niçin “Kaldırıp uyar” emri verilmiş olsun ki?
Peygamberimiz gidip insanları yataklarından kaldırıp mı uyaracak?
Veya onlar otururken önce onları ayağa kaldırıp ondan sonra mı uyarma vazifesini yapacak?
Gülünçlük işte bu.
Peki niçin böyle mânâ verirler?
Onu kendilerine sormalı. Olsa olsa farklı görünme, farklı tanınma, farklı bilinme hevesi…
İkinci misal:
Tebbet sûresindeki “Hammâletel hatab” âyetine “Odun taşıyıcı” mânâsı vermesi gerekirken “Laf taşıyıcısı” diye mânâ veriyor. (Sahife: 252)
Yani “Hatab” kelimesi “Odun” mânâsına iken, o “Laf” mânâsı veriyor.
Bu da yanlış…
Gerçi insanlar arasında lâf taşıyanlar hakkında mecâzen “Odun taşıyor” denir ama bu ilk mânâ değildir.
Aslolan, âyetin ilk ve esas mânâsını verip ondan sonra gidilecekse mecâzî mânâlara gitmektir.
Âyetlere mânâ vermeye soyunan kimselerin bu usulü bilmeleri icap ederdi.
Yukarıda, ”Önce hafifinden başlayalım“ demiştik ya şimdi hafifler bitti.
Artık yavaş yavaş ağırlarına geçelim:
Yazar, kitabında (Sahife: 255) Fussılet sûresinin 33 âyetine şöyle mânâ vermiş:
“(İnsanları) Allah’a davet eden, değer üreten ve (Allah’a) kayıtsız şartsız teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”
Buradaki “değer üreten” ifadesine dikkat!
İslamda “Amel-i sâlih” denilen bir kavram var. Bu, “Sevap olan ve Allah’ın sevdiği iş ve hareket” demektir. Yazarın “değer üretmek” diye mânâ verdiği, işte “amel-i sâlih”tir.
Yazar, “Amel- sâlih”imizi “Değer üretmek” diyerek değersiz ve anlaşılmaz bir hale getirmiş…
Kabul edilmesi imkânsız….
Yanlışlar Mâûn sûresine verdiği mânâda da devam ediyor.
Bu sûredeki “Namaz kılanlar” mânâsına gelen “Musallîn” kelimesine, “İbâdet edenler” mânâsı verilmiş.
Evet namaz da bir ibâdettir ama verilen mânâ yanlış.
Namaz ile ibâdet arasında “Umum husus mutlak” vardır. Yani her namaz ibâdettir ama her ibâdet namaz değildir. Meselâ hac, zekât ve oruç da bir ibâdettir ama namaz değildir.
Hazreti Allah “Namaz kılanlar” buyuruyor, yazar “İbâdet edenler” mânâsı veriyor. Eğer namaz yerine ibâdet denilecek idiyse Hazreti Allah “Namaz kılanlar” yerine “İbâdet edenler” buyuramaz mıydı? Öyle buyurmamış ve “Namaz kılanlar” buyurmuş.
Bunu değiştirmeye kimin hak ve salâhiyeti olabilir?
Yazar, Mâûn sûresinin Mekke’de bir bütün olarak indiğini kendi kendine bir sebep olarak görerek, hiçbir kâideye dayanmadan bu âyet hakkında, “İbâdet edenler şeklinde çevrilmesi gerekir” diy(ebiliy)or.
İlim haysiyeti bu olmasa gerek…
Hele bir de kendince namazı ve Peygamberimiz’i güya övücü ifadeleri var ki, Yazar’ın İslâmî şuura uzaklık ve yakınlığının tam bir tarifi durumunda.
Şu ifadeye bakınız:
“Namaz, insanda yepyeni bir hayat tasavvurunun oluşmasını sağlar; Allah kaygısını önceleyen bir hayat tasavvuru…”
Allah aşkına, Allah kaygısı ne demek?
Namaz ehli bir kimsede hiç Allah kaygısı olur mu?
Sayın Yazarın İslâmî ifadelere bu derece yabancı olmasını anlamak mümkün değil.
Bir Müslümanda Allah kaygısı değil Allah sevgisi olacağını bu zat nasıl bilemez, nasıl düşünemez hayret!
Bakın Yazarımız nasıl devam ediyor:
“Hz. Peygamber işte bu tasavvur ve bilincin kendisinde mükemmel bir biçimde oluştuğu insandı.”
Mükemmel biçimde oluşmayacak da ya ne olacaktı? Tabii ki öyle olacak. Çünkü O bir peygamberdir ve üstelik kâinatın efendisi olan son resûldür. Her güzelliğin onda en mükemmel şekilde olacağını söylemeye ihtiyaç mı var?
Yazarımız aynı yanlışlığa devam ediliyor:
“Namazın bu gücünü keşfettiği için namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü.”
Allah Allah! Yazarımız “Peygamberimiz’in, namazın gücünü keşfettiğini, namazın kendisine külfet değil haz ve neşe olduğunu” yazmış da biz de öğrenmiş olduk.
Namaz Peygamberimiz’e haz ve neşe kaynağı değil de ya ne olacaktı değerli okuyucular!
Bu sözler, Peygamberliği de peygamberleri de hiç anlamamanın ve anlayamamanın ifadesidir.
Bir peygamber hakkında, “O, Allah’a gerçekten inanıyordu” demek ne kadar yersiz ve ne kadar abes ise, Peygamberimiz hakkında “namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü” demek de o kadar yersiz ve o kadar abestir.
Tarihte hiçbir müslüman yazarın Peygamberimiz’i övme sadedinde böyle bir değerlendirmeye gittiği ne görülmüş ne duyulmuştur.
Bu tür sığ, basit ve zorlama değerlendirmeleri, bırakalım bu dini yaşamayıp İslamı sadece kitaplardan öğrenen gayr-i Müslimler yapsınlar. Bize ne oluyor?
Onun için, Sayın Yazar’ın bu satırları nasıl kaleme aldığını anlamak tarafımızdan mümkün olamamıştır.
Sonra, böyle değerlendirmeler Hazreti Resûlüllah hakkında değil onun ümmetleri hakkında yapılır.
Peygamberimiz hakkında ise böyle bir değerlendirmeye gitmeye asla yol yoktur.
Öbür taraftan, bu sözler Peygamberlik müessesesini hiç mi hiç bilmemenin ispat ve ifadesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu sözler, Peygamberimiz’i değil, sahibi olan yazarın Peygamberlik anlayışını anlatan ifadeler olmuştur.
Şimdi Sayın Yazar’ın başka bir paragrafını okuyalım.
“Resûlüllah, oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine bunun doğru olmadığını söylerken, aynı soruyu soran bir başkasına bunda bir beis olmadığını söylemişti. Bu birbirine zıt gibi duran iki fetvanın muhataplarına baktığımızda nedenini anlamakta zorlanmıyoruz: Hayır dediği genç, cevaz verdiği ise yaşlıydı.”
Gördüğünüz gibi, Sayın Yazar Peygamberimiz’in birbirine zıt gibi görünen iki fetvasına itiraz etmeyip kabul ediyor. Çünkü birbirine zıt gibi görünen bu fetvaların sebebini anlamış…
Ya anlamasaydı?
Tabii ki “Olmaz öyle şey” deyip kabul etmeyecekti.
Kabul etmemesinin Peygamberimiz’e itiraz şeklinde gözükmemesi için de iki fetvanın birbirine uymamasının akla ve mantığa aykırı olduğunu söyleyecek ve bunun yanlış rivâyetlerden ileri geldiğini yazacaktı.
İyi ki anlamış da kabul ediyor.
Peki, Bay Yazar’ın dinî bir meseleyi kabul etmesi için o meselenin ille de onun aklının alacağı seviyede mi olması lâzım?
Evet aynen öyle. Değilse hemen inkârı hazırdır.
Bize sayısız eserler bırakan eski yazarlar ne kadar büyük âlim olurlarsa olsunlar, eğer onların yazdığı dinî bir meseleyi yazarımızın aklı ve mantığı almazsa o mesele kesin yanlıştır(!).
Sanırsınız ki, âlimler kitaplarını onun mantığına uygun şekilde yazmak mecbûriyetinde…
Evet… Sayın Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde sergilediği tavır aynen böyle.
ÜÇ MUHAMMED isimli eser, baştan aşağı iki büyük âlimin, (Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’nin) iki meşhur eserindeki (Şifâ-i Şerif ve El-Hasâis-i Kübrâ’daki) Peygamberimiz’in üstünlüğünü anlatan gerçekleri ret ve inkârlardan ibâret…
Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını, yukarıda isimlerini verdiğim ve asırlardır hürmetle anılan iki büyük âlimin iki meşhur eserini tenkit için kaleme almış.
Bunu gizlemeden kendisi de söylüyor.
O iki meşhur eserde kendi aklının almadığı ne gördüyse hepsini inkâr ediyor. İnkârdan da öte iki İslam âlimiyle yer yer dalga da geçiyor…
Bendeniz Sayın İslamoğlu’na, “Sen kiiim Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî kim!” demeyeceğim. Hükmü ben değil siz okuyucular veriniz. En başta da ehl-i sünnet İslam âlimleri versin.
Zaten de veriyorlar. Melekler de kayda geçiyor…