Sahte Seyyid Ve Şerifler – Ömer Faruk Hilmi
Sahte Seyyid ve Şerif’lerin Türemesi
11. asırdan itibaren seyyid ve şerifler, hükümdâr ve valilerden tahsisat ve yardım aldıkları için sahte seyyid ve şerifler türedi.
11. asırdan sonra seyyid ve şerifleri sıhhatli bir şekilde tayin etmek mümkün değildi ….
1l. asırdan sonra İslâm dünyasını sahte seyyid ve şerifler kapladı.
Zamanla İslâm dünyasında her on kişiden biri seyyid veya şerif oldu.
Bazıları yalancı şahitler sayesinde seyyid ve şerif oldular, bazıları da âlimleri zorlayarak sahte şecereler tertip ettiler ..
Fatimîler
Hazret-i Fatıma (r.a.)’nin adını taşımalarına rağmen
Fatımîlerin nesebleri sahih değildir.
Fatımîler, Hazret-i Fatıma annemizin soyundan değildirler.
Onların döneminde bir çok şîa, ehl-i beyt karizmasına büründü.
Ehli beyt’ten olduklarını iddia ettiler.
Fatımîler, kendileri gibi düşünmeyen ehl-i beyt fertlerine binbir türlü zulüm ve işkence ettiler.
Eziyetlerde bulundular.
Safevîler
Seyyid olduklarını söyleyip, manevî bir karizma toplayan Safevîlerin Efendimiz (s.a.v.)’in soyu ile uzaktan ve yakından hiç bir ilişkileri yoktur.
Ehl-i beyt, olduklarını iddia ettikleri, halde kendileri gibi şîa olmayan, sahabelere dil uzatmayan, Hazret-i Aişe (r.a.) annemize dil uzatmayan, birçok ehl-i beyt (seyyid ve şerifleri) hunharca şehid ettiler.
Hapislere attılar.
Ehl-i beytin en çok zulüm ve işkence gördüğü dönemlerden biri de Safevîlerin dönemidir.
Safevîler, ehl-i beyte zulüm, işkence ve eziyet konusunda, Yezidî ile yarıştılar.
Yezidî bile geçtiler.
Yezid, ehl-i beyte maddî zulüm etti. Başta Hazret-i Hüseyin olmak üzere yetmiş kadar ehl-i beyt ferdini şehid etti.
Safevîler ise ehl-i beytin hem maddî ve hem de manevî (inançlarına) saldırdılar.
Safevîler, ehl-i beyt fertlerini sahabelere dil uzatmaya zorladı.
Ehl-i beytin manevî dünyasına zulüm ve işkence ettiler. Birçoğunun canını aldılar.
Ehl-i Beyt Bütün Dünyaya Dağıldı
Ehl-i beyt hanedânı, zaman zaman çok büyük zulümler gördüler.
Ehl-i beyt, takvâ, ihlâs ve samimiyetle Allâhü Teâlâ hazretlerine kulluk etmenin yolunu ararken; insanlara tahakküm ve devlet kurma hırsıyla yanan kişiler; hep onları kendilerine bir engel ve alternatif bildiler.
Ehl-i beyt mensuplarına yani seyyid ve şeriflere eziyet ettiler.
Seyyid ve şeriflerde dünyanın her biri tarafına dağıldılar.
Çoğu gittikleri yerlerde seyyid ve şerif olduklarını gizlediler. Büyük bir mahfiyet içinde yaşadılar.
Gittikleri yerlerde münâsip birer iş bulup çalıştılar.
Geçimlerini kendi el emekleriyle sağladılar.
Alın terleriyle evladlarını büyüttüler.
Bunlar, gittikleri yerlerdeki Müslüman halkın içine karıştılar. Onların dillerini konuştular.
Onlarla evlendiler.
Bunun içindir ki bu gün dünyanın her yerinde ve her renkten ve her kavimden ehl-i beyt hanedânın değerli mensuplarına (seyyid ve şeriflere) rastlarsınız.
Kimi, Farisi oldu.
Kimi, Türk oldu.
Kimi, Kürt oldu.
Osmanlı Dönemi
Osmanlı döneminde seyyid ve şeriflere büyük bir saygı ve önem verilirdi.
Osmanlılarda sahte seyyid ve şeriflerle mücâde
Seyyid veya şerif olduğunu iddia eden kişi, milyar’da bir de olsa; seyyid veya şerif olabilir…
Seyyid veya şeriflik makamının sû-i istimal edilmemesi ve ahlakı düşük insanların çıkıp
-“Ben seyidim!” veya;
-“Şerifim!”
-“Soyum ehl-i beyt’e dayanır!”
Veya benzeri sözler ve iddialarda bulunmamaları için; sahte seyyid ve sahte şerifler mücâdele etmek gerekir.
Bunun içinde Osmanlı devletinde “Nâkıbü’l-Eşrâf” müessesi kuruldu.
Nakîkü’l-Eşrâf
Seyyid ve şeriflerin işlerine, seyyid veya şerif olduğuna inanılan emekli kazaskerler arasından seçilen “Nakîbü’l-Eşrâf”, bakardı.
Osmanlı devletinde ilk “Nakîbü’l-Eşrâf”, Yıldırım Beyâzit döneminde tayin edilmiştir.
Fatih’in döneminde bir ara lağvedilmiş ise de oğlu Bayezid’in döneminde tekrar ihdas edilmiştir.
“Nakîbü’l-Eşrâf”, Ehl-i beyt olduklarına inanılan kişilerin kendilerine yakışmayan işlerde çalışmamalarını ve kızlarının ancak denkleriyle evlenmelerini ve diğer dünyevî işlerini görürdü.
Onlara fey ve ganimetten kendilerine ait hisselerini dağıtırdı.
Seyyidlerden tayin edilen Nakîbü’l-Eşrâf, merâsimlerde, devlet adamlarından önde gelirdi.
Padişahların kılıç kuşatma merasimlerinde bulunur, Padişahlara kılıç kuşatır ve dua ederlerdi.
Nakîbü’l-Eşrâf, seyyid ve şeriflerin ölüm ve doğumlarını kaydederdi. Seyyid ve şerif olanlar iki şâhitle mahkemede hâkim huzurunda deftere kaydedilerek kendilerine beraat verilirdi.
Seyyid ve şeriflere rahat ve huzur içerisinde yaşayabilmeleri için lazım gelen hizmetleri görülürdü.
Osmanlı devletinde seyyid ve şerifler, her çeşit vergilerden muaftılar.
Seyyidlik ve şeriflik taslayanlar, ne kadar ağır suç işlemiş olursa olsunlar, bizzat Padişah, idam cezâsı vermekten korkardı; zira milyonda bir ihtimal ile olsun Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in torunu olabileceğini düşünür, bu manevî yükü üzerine almak istemezdi…
Anadoluda Sahte Seyyidlerin Türemesi
Hindistan, Fas, İran, Irak bölgelerinde sahte seyyid ve şerifler türediği gibi, Anadolu’da da bir çok sahte seyyid ve şerif türedi.
Celâlî isyânları döneminde, Konya Ereğlisi kasabasında, 2000 (ikibin) saf Oğuz Türkü Celâlî eşkıyası seyyid olduklarını iddia edince, Veziri âzam Köprülü Mehmed Paşa’nın tepesi attı.
Vezir Nakkâş İsmail Paşayı, Anadolu müfettişi tayin etti. İsmail Paşa Ereğili’ye geldi.
Araştırdı.
Ancak 20 (yirmi) kişi, baba ve dededen seyyidler defterinde kayıtları olduğunu gösterebildiler.
Geri kalanların seyyidlik iddiaları, kendileri ile başlıyordu. Bu davranış Anadolu’nun her tarafına yayıldılar .
Haleb’de Kurulan Özel Mahkeme
Osmanlılar zamanında Haleb’te seyyid ve şeriflere mahsus bir mahkeme vardı. Seyyid ve şeriflerin bütün ölüm ve doğumları oraya kayıtlıydı. Yalancılar seyyidlik iddia edemezdi.
Sultan Abdulmecid Han’ın döneminde Reşid Paşa, İngilizlerin emriyle bu mahkemeleri kaldırdı.
Bu tarihten sonra başına yeşil sarık saran herkes.
-“ben seyyidim” diye ortaya çıktı.
İslâm dünyası birden sahte seyyidlerle doldu.
Ve ne olduğu belli olmayan seyyidler türedi .
Günümüzde Seyyid ve Şerifler
Osmanlı devleti ile beraber “Nakîbü’l-Eşrâf”’lık makamı tarihe karıştığı için, gerçek seyyid ve şeriflerin çoğu gizlendiği gibi, yeni yeni müteseyyidler türedi…
Uydurma Şecereler
Toplumda Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiğini iddia eden birçok kişi var.
Bunlar, değişik tarihlerde yazılmış “Şecere”leri ellerinde bulunduruyorlar.
Bazı insanlar, bu şecereleri, tarihi bir vesika olarak evlerinde bulunduruyorlar.
Birçoğu da bu şecereleri, bir ekmek teknesi haline getiriyorlar. Kendilerinin diğer insanlardan farklı olduklarını ve Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiğini söyleyip; halkın üzerinde manevî tahakküm kuruyorlar.
Bize tercüme için getirilen şecerelere baktığımız, zaman şecerelerin çoğunun bir başkasından kopya olduğunu ve büyük bir tutarsızlık taşıdıklarını gördüm.
İstanbulda misafir olduğum bir evde bir şecere gördüm, adam kendisini kırkıncı babadan Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine ulaştırıyordu.
Adam büyük bir onur ve şerefle
-“İşte bu benim şeyhlerimin şeceresi”, dedi.
Şecereyi kendisinden istedim.
Büyük bir saygı ile elime aldım.
Şecerenin ortasına kendi resimlerini koymuşlar. Etrafında da, kendilerinin Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiklerini gösteren uzun bir isim listesi…
Okudum…
Gözlerime inanamadım.
Bir daha okudum.
Hayret ettim.
Zira kendilerinin Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiğini idda ettikleri isim listesinde;
….
Marûf-i Kerhî (k.s) hazretleri,
Musa Kâzım (k.s.) hazretleri…
…..
Bu listede kendisini getirip, Maruf-i Kerhî hazretlerine dayandırıyordu. Oradan da Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine bağlıyordu.
Yani Maruf-i Kerhî hazretlerinin soyundan olduğunu yazıyordu.
Listeyi bir tarafa bıraktım.
Adama:
-“Bu liste uydurma!” dedim. Adam,
-“Nasıl?” dedi. Ona:
-“Bu şecereyi kim yazmış ise, tamamen kafadan yazmış! Ve bu kişi, insanları öküz yerine koyarak bu listeyi yazmışlar!” dedim. Adam kızdı.
“Bu bir hakaret mi?” dedi.
-“Hayır! Bu bir gerçek… Senin şeyhlerin kendilerinin Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiğini iddia etmek ve ispat etmek için bu şecereyi uydurup size vermişler ve sizde teberrüken evinizin duvarına asıyorsunuz!
Bu şecere, tamamen uydurmadır!
Bu aşağıdaki isimler, kimler bilinmiyor.
Şeyhleriniz, kendilerini getirip, Şeyh Ma’ruf Kerhî (k.s.) hazretlerine bağlamışlar… Ve Maruf-i Kerhî (k.s.) hazretlerinin de Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerine bağlamışlar!
Bu yeryüzünün en büyük yalanlarından biridir!
Maruf-i Kerhî (k.s.) hazretlerinin anne ve babaları Hıristiyan idi.
Hıristiyanlığı öğrenmesi için bir râhibe gönderildi.
Hıristiyan râhip, çocuklara (Hâşâ)
-“Allahü teâlâ hazretleri, üçtür: Baba, Oğul, Ruh’ül kudûs!” dedi.
Ma’rûf-i Kerhî hazretleri, Rahibe karşı çıktı.
“Allah birdir! Allâhü Teâlâ hazretleri birdir” diye bağırdı.
Râhib onu her tarafı yara bere içerisinde bırakacak şekilde dövdü.
Bu hal uzun zaman devâm etti.
Yine bir gün Rahip, Maruf-i Kerhî hazretlerinin her tarafını parçalar şekilde dövdü.
Maruf-i kerhi, hazretleri, Kiliseden kaçtı.
Muhammed ibni Semmâk hazretlerinin meclisine geldi.
Başında geçenleri ona anlattı.
Muhammed ibni Semmâk hazretleri kendisini ehl-i beytten İmâm-ı Ali Rızâ’ya götürdü.
Durumu ona anlattı ve onun elinde müslüman oldu.
Ma’rûf-ı Kerhî dînin emirlerini gözetmekte, ibâdette, haram ve şüphelilerden kaçmada çok meşhûr idi.
İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin hizmetinde bulundu. Onun evinde, o’nun çocuklarıyla beraber yaşadı.
Ehl-i beytten bilindi.
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri, onun için buyurdu;
“Ma’rûf, huy ve muhabbet bakımından ehl-i beyttendir. Fakat ırk ve neseb bakımından değil. Muhakkak o kerem ve izzet bakımından, Selmân-ı Fârisî’nin ceddimize ilhak edilip ehl-i beytten sayıldığı gibi, o da bize dâhil edilmiştir.”
Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri, Dâvûd-i Tâî hazretlerinden feyz aldı.
Muhaddis olup, zamanının meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs dinlerdi.
Ma’rûf-ı Kerhî, uzun seneler sonra memleketine döndü.
Büyük bir sabırla onu bekleyen annesi bağrına bastıktan sonra hangi din üzeresin diye sordu.
Ma’rûf-i Kerhî (k.s.) hazretleri,
“İslâm dîni üzereyim” deyince annesi;
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ
“Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.”
Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ve şehâdet ederim ki Hazret-i Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlüdür!” dedi.
Ve îmân ile şereflendi.
Bunun üzerine bütün âile müslüman oldu.
Maruf-i Kerhî (k.s.) hazretleri, tasavvufta ilerledi.
Ölümden sonra tasarruf ve kerâmeti görülen zatlardan oldu.
Ama soy ve nesep bakımından Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan değildir.
Bundan dolayı bu şecere tamamen yalandır .
Bazı şecereler, hiç ilgisi olmayan kişilere bağlanıyor.
Kimi şecerelerde ise, düzenleyenler, hem Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerinin isimlerinin geçmesini ve hem de Hazret-i Hüseyin (r.a.)ın mübârek isimlerinin geçmesini istemiş olmalıdırlar ki, kendilerini Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerine ve oradan da getirip Hazret-i Hüseyin (r.a.)a bağlamışlar.
Halbuki Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretleri, Hazret-i Hasan’ın soyundandır!
Bu tür listelerin çoğu uydurmadır!
Uydurma Bir Şecereye Başka Bir Misal
Başka bir liste;
Halk arasında şeyhlik ve seyyidlik iddia eden, şeyhlik ve seyyidlikten geçinen, seyyidliği ekmek teknesi haline getiren biri, kendisinin Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiğini iddia eden birinin şöyle bir şeceresi var.
…..
İmam Ali Rızâ (k.s.) hazretleri,
Ahmed Rufaî (k.s.) hazretleri,
Cüneydî Bağdâdî (k.s.) hazretleri…
….
Adam bu şecerede Cüneydî Bağdâdî (k.s.) hazretlerinin Ahmed Rüfâî (k.s.) hazretlerinin oğlu ve Ahmed Rufaî (k.s.) hazretlerinin de İmam Ali Rızâ (k.s.) hazretlerinin oğlu olduğunu iddia ediyor…
El-İnsaf…
Pes doğrusu…
Bu müteseyyidler (seyidlik taslayan ve seyyidliği ekmek teknesi haline getirenler), bu milleti bu kadar câhil mi sanıyorlar?
Bu şecereleri büyük bir onur ve şeref ile evlerinin duvarına asan kişiler hiç mi akıllarını çalıştırmıyorlar?
770 (H.153) tarihinde doğan ve 818 (H.203) tarihinde vefat eden İmam Ali Rızâ (k.s.) hazretler; 1118 (H.512) tarihinde doğan ve 1182 (H.578) senesinde vefat eden seyyid Ahmed Rüfâî (k.s.) hazretlerinin öz babası olması mümkün mü?
Söyleyin?
Ey sahtekârlar ve sahtekârlara akıllarını kirâya verenler!
Lütfen ilim ve akla önem verin!
Ve yine 1118 (H.512) tarihinde doğan ve 1182 (H.578) senesinde vefat eden seyyid Ahmed Rüfâî (k.s.) hazretlerinin yaklaşık kendisinden dört asır önce yaşayan, 822 (H.207) tarihinde doğan ve 911 (H.298) tarihinde vefat eden Cüneydî Bağdâdî (k.s.) hazretlerinin nasıl babası olsun?
Nasıl?
Siz hiçbir oğlun babasından iki yüz-üç yüz sene önce dünyaya geldiğini duydunuz mu?
Böyle bir şecereyi birileri yazıyor.
İşin kötüsü binlerce kişi de evlerinin duvarına asıyor.
Tamam yazan kişi, bu şecereyi satıp bundan para kazanmak ve halkı aldatmak için yazdı!
Peki büyük bir övünç ile bunu evlerinin duvarına asanlara ne oluyor?
O şecerede geçen meşhûr isimlerin hayat hikayelerini okumuyor musunuz?
Herkes Ehl-i Beytten Olabilir Olmaya da Bilir
Seyyid ve şerif olduklarını söyleyen ve ellerinde beraatleri olduğunu iddia eden ailerin siyaset ve şerâfetleri tartışmalı, olduğu gibi gerçekten seyyid ve şerif oldukları hâlde bu durumlarını bilmeyen Müslüman ailelerde az değildir…
Bu bilgiler, ışığında şu gerçek ortaya çıkmaktadır:
-“Elinde şeceresi olan hiçbir ailenin kesinlikle şeyyid veya şerif olduğu söylenemeyeceği gibi herhangi Müslüman bir aileyede bunlar seyyid veya şerif değildir, diyemeyiz.
Evliyâ ve şeyh olmak için seyyid veya şerif olmak şart olmadığı gibi, her seyyid ve şerif’in evliyâ ve şeyh olmasıda şart değildir.
Önemli olan Resûlüllah’ın ahlâkı üzere olmaktır. Sünneti ile amel etmektir…
Ehl-i beyti sevmek vacip olduğu için; bütün Müslümanları candan ve gönül sevmeliyiz.
Ehl-i beyte gereken sevgi ve saygıyı gösterebilmek için bütün Müslümanları kardeş bilip sevmeliyiz..
Zirâ sokakta gördüğümüz, her Müslüman seyyid veya şerif olabilir.
Neden olmasın?
Hiç Ummadığın Kişi Ehl-i Beytten (Seyyid veya Şerif) Olabilir
Ruhu’l-Beyan tefsirini çok seven bazı Haymanalılar, Ruhu’l-Beyan tefsirinin bir cildini kendi şehirlerinde bitirmemi, istediler.
Haymana şehri ve çevresinin bu mübarek tefsirin feyzinden ve berekettin faydalanmasını arzu ettiler.
Onları kıramadım.
Haymanaya gittim.
Haymana obasında birçok köyü dolaştım.
Haymana köylülerinde sohbet meclislerine katıldım.
Taziyelerinde bulundum.
Düğünlerine katıldım.
Haymana ve civarında otuzdan fazla şeyhbizini köyü vardı.
Köy kahvelerinde bir başka araştırmacı ve yazar ile tanıştım.
Haymana obasını adeta bir araştırma atölyesine çevirmişler.
Toplandıkları yer köy kahvesi…
Köy kahvelerinde Şeyhbizinlerin, örf, adet, gelenek ve sosyal hayatları hakkında kitaplar, hazırlanıyor ve araştırmalar, yapılıyordu.
Haymana ovasında büyük bir kültür, sanat, edebiyat ve sosyolojik araştırmalar yapılıyordu.
Şeyhbizin insanları, ehl-i sünnet vel-cemaat ve hemen hemen hepsinin Yavuz Sultan Selim Hana büyük bir muhabbetleri vardı.
Şeyhbizin insanları, gerçekten, çok saf ve çok temiz olarak gördüm. Yaşama sevinciyle dolu mutlu insanlardı. Muhabbet, cezbe, tasavvuf ve ilme aşık kişilerdi. Köylerde Kur’ân-ı kerim dersleri ve kitap okumaları geceleri tertiplediklerini söylediler.
Köylülerin tenkid ettikleri insan bile “ben ehl-i sünnet vel-cemaatim” diyor.
Haymana köylerinde şeyhbizinler arasında Osmanlılar döneminde nakîbu’l-eşraf tarafından mühürlü yaklaşık on kadar şecere yani kendilerinin Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin soyundan geldiklerini gösteren resmi Osmanlı belgesi gördüm.
Birçok padişahlar tarafından kendilerine verilen fermanlar vardı.
Nakîbü’l-eşrafın hususiyetle Hicrî 1200 tarihinden önce kendilerine verilen şecereleri ve değişik tarihlerde kendilerine bir ayrıcalık için Osmanlı, vali, kâdi ve hatta padişahlar tarafından kendilerine verilen fermanları görünce; o insanlara olan saygı ve sevgim biraz daha arttı.
Hiç ummadığın bir köylü ehl-i beytten olabiliyor.
Ellerinde şecere ve ferman olanların çoğu, o ellerindeki belgelerin tarihi değerinden ve vesikaların taşıdığı manâdan habersiz idiler.
Haberi olanlar ise,
“Biz, seyyidiz! Biz ehl-i beytteniz!” diye bir iddiada bulunmuyorlardı.
Onlara,
-“Bu ferman, padişah size gittiğiniz her yerde sizin devlet kapılarının açılması, kimsenin size dokunmaması, hatta size saygı gösterilmesi ve işlerinizin kolaylıkla yapılması” hakkındadır, dediğimiz, şaşırıp kaldılar.
Onlara:
“Bu belgeler de eğer doğru ise sizin Zeyne’l-âbidîn (r.h.) hazretlerinin soyundan gelen ehl-i beyt olduğunuzu söylüyor.” dedim.
Onlara:
-“Bu belgeler ile övünmeyin. Mağrur olmayın… Bu değerli belgeler, siz Allâhın azabından kurtarmaz. Siz, kendinize gelin. Zeyne’l-âbîdin hazretlerinin ihlas ve takvasına sahip olmaya çalışın. Kendinizi ibadete verin. Zulümden, haramdan ve büyük günahlardan uzak durun… Çünkü ehl-i günahlardan mahfûzdur. Asla büyük günahlara yaklaşmazlar…
Allâhü Teâlâ hazretlerinin kitabına ve Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin sünnetine bağlı olun. Evliyâ ve âlimlerin yolundan yürüyün! Kendi kıymetinizi bilin…” dedim.
Bu belgelerden bir şecereyi evinde bulunduran bir amca,
-“Rahmetli babam hasta olduğu zaman, bize “oğlum o şecereyi bana getirin” derdi.
Babam o şecereye bakarak mutlu oluyor. İç âlemine dalıyor. Birçok dert ve hastalıklarını unutuyordu!” dedi.
Şeyhbizinleri, ehl-i beytten olduğunu gösteren o resmi vesikaları görünce, araştırmacı-yazar rahmetli Cevdet Türkay beye hak vermekten kendimi alamadım.
Rahmetli Cevdet Türkay, uzun süre Başbakanlık devlet arşivlerinde oymak, aşiret ve cemaatlar hakkında araştırma yaptı.
Bu araştırmalarını bir kitap haline getirdi.
Bu kitabında şeybizinlerin, İmam Bakır (r.h.) hazretlerinin ve İmam Zeynel-âbidîn (r.h.) hazretlerinin soyundan geldiğini yazdı.
Ve buyurdular:
Şeyhbizinli (şeyhbizinlü, şeyhbozanlı, şeyhbuzunlu, şeyhbuzunî), cemaati İmam Muhammed el-Bakır (hazretlerinin) ve Zeyne’l-Âbidîn (r.h.) hazretlerinin ve Şeyh Selâhaddîn (hazretlerinin) sülâlesinden olup, Ankara sancağında iskan etdirilmiştir… ”
Ehl-i beyt, seyyid ve şeriflere konusunda araştırma yapan araştırmacılar, mutlaka şeyhbizinlerinin şecerelerini incelemelidir.
Haymana ovasının içine dağılmış olan bu şeyhbizinlerin ellerinde bulunan ona yakın şecere incelendiği zaman, “Şeyhbizinlerin Ehl-i Beyt Şecereleri” diye çok ciddi büyük bir eser meydana çıkar.
Zira bu şecereler, değişik zamanlarda kendilerine verilmiş resmi vesikalardır.
Aynı aşiretin değişik ailelerinin elinde on kadar şecerelerin bulunması çok mânidârdır.
Her Gördüğünü Ehl-i Beytten bil
Her gördüğünü ehl-i beytten bil
Sokakta gördüğümüz her insan seyyid veya şerif olabilir.
Ehl-i beyttin, seyyid ve şeriflerin makam ve mevkilerine haksızlık etmemek için, bilmediğimiz tanımadığım insanlara, ehl-i beytin bir ferdiymişcasına sevgi ve saygı göstermeliyiz.
Ehl-i beyti sevmek üzerimize vâciptir.
Ehl-i beyt, Efendimiz (s.a.v.)’in mübârek eşleri, kızları, torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin ve Hazret-i Ali Efendimiz (k.r.)’dir.
Hazret-i Hasan ile Hüseyin (r.a.) evlatları ve onların torunlarıdır…
Bu gün, kimin Efendimiz (s.a.v.)’in evlâdı olup olmadığı kesinlikle belli değildir…
-“Ben, seyyid veya şerif’im,” diyen insanın, seyyid veya şerif olmama ihtimali olma ihtimalinden daha büyük olduğu gibi, seyyid veya şerif olduğunu iddia etmeyen bir Müslümanında Efendimiz (s.a.v.)’in ehl-i beytinden olma ihtimali, olmama ihtimalinden daha büyüktür.
Bugün sağlıklı olarak hiç bir ailenin Ehl-i beytten olduğunu savunamayız.
Çünkü ilmî verilere göre, 11. asırdan itibâren Efendimiz (s.a.v.)’in ehl-i beytinin soy kütükleri sağlıklı bir şekilde takip mümkün değildir…
Her müslüman Efendimiz (s.a.v.)’in soyundan gelen bir kişi olabilir.
Her Müslüman ehl-i beyt’ten olabilir.
Her Müslüman, seyyid olabilir.
Her Müslüman şerif olabilir.
Sokakta gördüğümüz her Müslümana seyyid veya şerif gözüyle bakmasını öğrenmeliyiz.
Her Müslümana, ehl-i beytin bir ferdi gözüyle baktığımız gün, toplumla sağlıklı iletişimler kurabilir ve insanlarla iyi diyaloglara gireriz.
Bu güzel iletişim ve diyaloglar, sevgi ve hoşgörüyü doğurur…
Ehl-i Beyt Güzel Ahlak Sahibi Olmalıdır
Ehl-i beyt olduğunu iddia eden kişiler, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin yüce ahlakına sahip olmalıdır.
Ehl-i beyt olduğunu iddia eden kişiler, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin ashabının yolu üzere olmalıdır.
Ehl-i beyt olduğunu iddia eden kişiler, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin ehl-i beytinin yüce ahlakı, takva ve ihlası üzere olmalıdır.
آلُ مُحَمَّدٍ كُلُّ تَقِيٍّ
“Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin ehl-i (beyti) takvâlı olan her (mümin)dir… ”
Ehli Beyte Dünya Yakışmaz
قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللهُ عَنْهَا قُلْتُ:
يَا رَسُولَ اللهِ، أَلاَ تَسْتَطْعِمُ رَبَّكَ فَيُطْعِمُكَ، قَالَتْ وَبَكَيْتُ لِمَا رَأَيْتُ بِهِ مِنَ الْجُوعِ، وَشَدِّ الْحَجَرِ عَلَى بَطْنِهِ مِنَ السِّغْبِ. فَقَالَ:
يَا عَائِشَةُ، وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ سَأَلْتُ رَبِّي أَنْ يُجْرِيَ مَعِي جِبَالَ الدُّنْيَا ذَهَبًا َلأَجْرَاهَا حَيْثُ شِئْتُ مِنَ اْلأَرْضِ، وَلَكِنِّى اخْتَرْتُ جُوعَ الدُّنْيَا عَلَى شَعْبِهَا وَفَقْرَ الدُّنْيَا عَلَى غِنَاهَا وَحُزْنَ الدُّنْيَا عَلَى فَرَحِهَا،
يَا عَائِشَةُ اِنَّ الدُّنْيَا لاَ تَنْبَغِي لِمُحَمَّدٍ وَلاَ لِآلِ مُحَمَّدٍ،
Hazret-i Âişe (r.a.) annemiz buyurdular:
-“Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine sen Rabbinden seni yedirmeni (sana bol rızk vermesini) istesen de Rabbin de sana bol rızk verse!” dedim. (Sonra) buyurdular:
-“Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini açlıktan bitkin bir halde karnına taş bağlamış bir durumda görünce ağladım. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
-“Ey Âişe! Nefsim yed-i kudretinde olan (Allah)a yemin ederim ki, eğer ben Allâhtan istesem, dünyadaki bütün dağları altın yapar ve onları yeryüzünde istediğim tarafa çekerim. Fakat ben, dünyanın açlığını tokluğuna, fakirliğini zenginliğine ve hüzün ve üzüntüsünü de neşesine tercih ettim!
Ey Âişe! Ne Muhammed’e ve ne de onun ehline dünya gerekmez!” buyurdu.
Ehl-i Beyt ve Zekat
Ehl-i beyt fertlerinin zekat malını yemeleri, haramdır.
Ehl-i beytten olduğunu iddia eden bir kişi asla zekat almamalıdır.
Adam hem “seyyidim” diyor. Ve hem de halkın zekat, öşür, fıtre ve iskat paralarını alıyor.
Bizim, dinî, millî, içtimaî ve insanî birçok görevlerimiz vardır. Zekat, öşür, fıtır sadakası ve sadaka dinî görevlerimizdir ve ibâdetlerimizdir.
Vergi dairesine verilmesi gereken vergiyi, okul veya emniyet gibi devletin başka bir kuruluşuna hibe veya değişik bir isim altında yatırılırsa nasıl ki vergi ödememiş olursa, müslümanda zekat, öşür, fıtır sadakasını vermesi gereken yerlere değilde başka yerlere ve kişilere verirse o ibâdetini edâ etmemiş sayılır. Zekat, öşür ve fıtır sadakası borçlusu olarak Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıkar.
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri, buyurdu:
مَانِعُ الزَّكَاةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي النَّارِ
“Zekâta mâni olan kişi, kıyâmet günü cehennem ateşindedir. ”
Zekâta mani olmak;
1- Zekâtları vermemek,
2- Başkasının zekatını vermesine engel olmak,
3- Zekatları verilmesi gereken yerlerin dışına vermek,
4- Zekat almak kendisine düşmeyen (meselâ şer’an zengin sayılmak veya seyyid ve şeriflerin olan) kişilerin Zekat almaları gibi,
5- Dinen zengin sayılan kişilerin zekat almaları, hem zekat veren kişiye zulümdür. Çünkü o kişi zekatını vermemiş olur. Ve hemde zekata muhtaç olan fakirleri ve ilim talebelerine zulümdür. Çünkü onlara zekat ulaşmamış olur. Ve hemde o şahsın kendisine zulümdür. Çünkü haram almış ve haram yemiş oluyor.
6- Veya zekatları maksatlarının dışında kullanmak ve benzeri yollardır.
Karizmatiği ne olursa olsun, zekat, öşür ve fıtır sadakasını vereceğimiz kişi ve yerleri Kur’ân-ı Kerim ve sünnette uygun olup olmadığını araştırmalı ve onları fıkıh süzgecinden geçirmeliyiz.
Ey ehl-i beytten (seyyid veya şerif) olduğunu iddia ediyorsanız; zekat almayın. Yok eğer zekat alıyor ve seyyid değilseniz; seyyid olmayı iddia etmeyin.
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri, buyurdu:
لَا يَحِلُّ لَكُمْ أَهْلَ الْبَيْتِ مِنْ الصَّدَقَاتِ شَيْءٌ، إنَّمَا هِيَ غُسَالَةُ أَيْدِي النَّاسِ
-“Ey ehl-i beyt sadakalardan (ve zekat) malından hiçbir şey size helal değildir… Zekat, insanların ellerini yıkama suyudur.” ”
1 Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi c.10, s. 184;
2 Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi c.10, s. 184;
3 Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi c.10, s. 184;
4 Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi c.10, s. 184; Osmanlı Tarih Deyimler ve Terimler Sözlüğü c. 2, s. 647, M.E. B. yayınları, Mehmed Zeki Pakalın; Türkiye Gazetesi, Rehber Ansiklopedisi c. 17, s. 368:
5 Not: Bu şecerenin bir kopyası yanımda mahfûzdur.
6 Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmrapatorluğu’nda OYMAK, AŞİRET ve CEMAATLAR, s. 596, Cevdet Türkay, İşâret yayınları, 3. Baskı: 2005-İstanbul,
7 Camius-Sağîr: 1025,
8 İhyâ-u Ulumiddin c. 4, s. 66,
9 Camius’sağîr: 8126,
10 Kenzu’l-Ummâl: 16530,