Cihat Fetvası Başarısız Bir Proje Miydi?
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi sebebiyle 14 Kasım 1914’te Cihat Fetvası tüm İslam âlemine ilan edildi. Bu fetvanın etkili olup olmadığı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı. İlan edildiği günden bu yana tartışmalı bir konu haline gelen Cihat Fetvası’nın işe yaramadığı yönündeki tez, Birinci Dünya Savaşı’na dair önde gelen iddialardan biri olmuş ve pek çok popüler isim tarafından dile getirilmiştir. Cumhuriyet devrininin ilk yıllarında dahi Fetva’nın işe yaramadığı gerekçesiyle Hilafet’in lüzumsuz bir müessese olduğu propagandası yapılacaktı.
1930’lu yıllarda liselilere okutulan Tarih kitabında fetva şu sözlerle değerlendiriliyordu:
‘‘Umumi Harpte, Halifenin ilan ettiği ‘Mukaddes Cihat’ bu hilafet müessesesinin ne kadar boş ve müflis ve ona istinat eden siyasetlerin ne kadar şaşkın ve hayalperest olduğunu meydana çıkardı.’’
(Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, 1931, s. 158)
Makalenin Tezi: Yakın Tarih anlatısında sıklıkla tekrar edilen ve popüler tarih anlayışının bir ürünü olan, ‘‘Cihat Fetvası’nın etkisiz ve başarısız bir proje olduğu’’ tezinin çürütülmesi, bu makalenin ana amacıdır. Bu makalenin diğer bir amacı ise, söz konusu tezin eksik, hatalı ve yanlış yorumlandığını kanıtlamak ve bu yöndeki tezleri çürütmek yönündedir. Makale, popüler tarih anlatısının aksine, söz konusu fetvanın dönemine göre oldukça işe yaradığını ve etkisini gösterdiğini anlatmaya ve kanıtlamaya çalışacaktır.
Popüler Tarih Tezini Savunanlardan Birkaçının Düşünceleri:
Yusuf Hikmet Bayur, Cihat Fetvası’na tek yönlü bakarak işlevsiz olduğunu şöyle dile getirir:
‘‘Bilindiği gibi bu Cihad siyasası tam bir iflasa uğramıştır. Ne fetvalar ve cihad propagandası yüzünden Rusya’da ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde ayaklanmalar olmuş ne de bu devlet ordularında bulunan Müslüman askerler Türk’ler ve onların bağlaşıklarına karşı savaşmaktan kaçınmışlardır.’’
(Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt III, Kısım I, s. 325)
Benzer bir iddiayı Şevket Süreyya Aydemir’de dile getirir. Kendisi şu sözleri söyler:
‘‘Birinci Dünya Harbi patlayınca halifenin imzası ile bir Cihâd-ı Mukaddes ilan edilecek ve bütün İslam âlemi bu savaşa çağrılacaktır. Gerçi hiçbir İslam ülkesinde kimsenin kılı kıpırdamayacaktır. Hatta tersine… Müslüman ülkelerinden askerler, İngilizlerin, Fransızların saflarında bize karşı savaşacaklardır.’’
(Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt II, s. 490)
Turgut Özakman ise Cihat Fetvası’nın etkisiz ve işlevsiz olduğunu söyler ve tezlerini şu delillerle temellendirir:
‘‘Cihada davet, Osmanlı Devletine bağlı ve Anadolu’ya bitişik olan Arabistan’da, Irak’ta ve Suriye’de ise, pratik ve anlamlı hiçbir sonuç vermemiştir. Özellikle Hicaz’da ve bugünkü Ürdün topraklarından başlayarak, Anadolu’nun kapılarına kadar Filistin, Lübnan ve Suriye’de, din kardeşimiz ve Osmanlı devletinin uyruğu olan Arapların, Türk ordusunu nasıl arkadan hançerlediği bilinen bir husustur.’’
(Turgut Özakman, Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s. 598)
Popüler Tarih Tezlerine Birkaç Eleştiri:
Cihat Fetvası’nın etkisiz kaldığına sunulan deliller, birbirini tekrar eden cinstedir. Hepsinin ortak ve ana argümanı, Hicaz’da çıkan Arap Ayaklanması (bu ayaklanmayla alakalı tartışmalar, sonraki makalelerimde detaylıca işlenecek) ve Müslüman askerlerin İtilaf Devletleri safında savaşmasıdır. Makalenin devamında bu tezlere detaylı cevaplar verilecektir. Ancak ilginç olan, Yusuf Hikmet Bayur gibi isimlerin Cihat Fetvası’nı başarısız olduğuna bir diğer delili de, bütün İslam aleminin ayaklanmamasıdır. 1914–1918 gibi bir dönemde böyle ütopik bir ayaklanmanın olmaması, fetvanın başarısızlığını değil, şartların elverişsizliğini gösterir. (Örneğin, Sudan’da Ali Dinar’ın önderliğinde Cihat’a katılan halk, elinde mızraklarla savaşırken, İngilizler bu saldırıya uçaklarla cevap verecektir. Bakınız: Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, Cilt 4, 1914–1918, s. 683. Bir başka örnekte Afganistan civarında yaşanmıştır. Afganlar Cihat çağrısına cevap verip, İngilizlerin üzerine yürümelerinden sonra İngilizler tedbir amaçlı, köyleri yakmış ve halkın yerleşim alanlarını bombalamıştır. Bu yüzden sivil halktan ölümler dahi gerçekleşmiştir. Bakınız: Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Cilt III, s. 510–511) İleride de göreceğimiz gibi, binbir zorlukları gererek Osmanlı Ordusu’na katılan Müslüman askerlerden bahsedeceğiz, ancak bunların bile çok zor şartlarda azar azar yapılabildiğini unutmamak gerek. Benzer olarak, Müslüman askerler, Osmanlı’ya karşı savaştığını öğrenince (Almanlara karşı savaşacaklarını/savaştıklarını sanıyorlardı, ileride detaylı şekilde anlatılacaktır) savaşmayı reddedip isyan dahi ettiği olacaktır. Ayrıca Fetva’nın büyüklüğü sadece sayılar üzerinden değil etki üzerinden de değerlendirilmesi gerekir. Örneğin, Trablus’taki Cihat sayesinde İngiliz ve İtalyanların 100.000’i aşkın kuvveti Kuzey Afrika’da tutmak zorunda kalması etki üzerinden değerlendirilmelidir. Bu başlık altındaki temel eleştirim, bütün İslam aleminin ayaklanmaması veyahut Müslüman askerlerin Osmanlı saflarına kaç(a)maması, fetvanın başarısızlığını göstermeyeceğidir.
Cihat Fetvası’na İslâm Aleminden Tepkiler:
Balkan Savaşlarından sonra büyük toprak kayıpları yaşayıp Rumeli’nin elimizden çıkmasına rağmen, orada yaşayan Müslümanların hala Osmanlı Devleti’ne bağlılık sürdürdüğü görülebilir. 50.000’i aşkın Müslüman gönüllünün Cihat ilanından sonra Osmanlı saflarında savaşması fetvanın etkisini gözler önüne seriyor. Hasip Saygılı, arşiv belgelerine dayalı çalışmasında şunları söylüyor:
‘‘Cihad çağrısının, genel kabulün aksine, ülke dışında kalmış Balkan Müslümanları arasında kayda değer bir etki yarattığı görülmektedir… İstanbul’a [Rumeli’den] sevk edilen gönüllüler de ilave edilince miktarın kabaca 50 bini aştığı kabul edilebilir. Balkan Müslümanlarından harp esnasında 50 bin üzerinde yetişkin, üretken genç gönüllünün Osmanlı ordusuna katılması…’’
(Hasip Saygılı, Birinci Dünya Harbi’nde Rumeli’den Osmanlı Ordusuna Müslüman Gönüllü Katılımları, s. 234, 248)
Sadece Balkanlardan 50 bini aşkın Müslüman’ın gönüllü bir şekilde savaşa katılması bile fetvanın etkisini fazlasıyla gösterir. Cihat Fetvası’na katılım ve destek sadece Rumeli bölgesiyle kalmamış, Irak Cephesi’nde de kendini göstermiştir. Irak Cephesi’nde ‘‘Allah için cihad ilanı yapıldı’’ktan sonra ‘‘Cihad ilanı kısa süre içinde sayıları 13.000’e ulaşan gönüllülerin Türk ordusuna katılmalarını sağladı.’’ (Süleyman Tekir, Süleyman Askeri Bey, s. 257)
Tarihçi Bruce Masters, sadece Ocak 1915’te Irak’taki Cihat ilanına Irak kabilelerinden 18.000 kişinin gönüllü katıldığını söyler:
‘‘Ocak 1915’te güney Irak’taki kabilelere gitti ve İngiliz ilerleyişine direnmeye çağırdı. On sekiz bin gönüllünün İngilizlere karşı cihat için askere alındığı ve Osmanlı komutası altına girdikleri bildirilmiştir.’’
(Bruce Masters, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapları, s. 235)
Irak Cephesi hakkında çalışmalarıyla bilinen Necati Fahri Taş’ın Irak Cephesi’nde halkın ve kabilelerin Cihat Fetvası’na tepkisini şöyle aktarır:
‘‘Irâk Cephesi’nde, genel algı olan “cihâd çağrısına uyulmadığı” fikrinin yanlış olduğu da ortaya çıkmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi İslâm dünyası, cihâd çağrısına kayıtsız kalmamış ve desteklediklerini bildirmişlerdir.’’
(Necati Fahri Taş, Selmân-ı Pâk Meydan Muharebesi, s. 124)
Filistin Cephesi’nde Cihat’a verilen tepkilere bu makalede ayrıntılı şekilde değinmeyeceğim çünkü bu konuyu, ileride yazacağım ve “Arap İsyanı” tezine yanıt niteliği taşıyan makaleyle birlikte ele almayı planlıyorum. Arap Yarımadası’nda halkın Osmanlı’ya bağlılığını, orada senelerce kalmış ve adeta yarımadanın hükümdarı haline gelmiş Cemal Paşa’dan kısa bir alıntıyla özet geçeceğim:
‘‘Arapların büyük kısmının Hilafet makamına karşı en derin hislerle bağlı olduklarına, bu Birinci Kanal Seferi ulvi bir misaldir.’’
(Cemal Paşa, Anılarım, s. 180)
Benzer şekilde Trablusgarp’ta da halkın Cihat’a katılımı bir hayli fazla olmuştur. Genelkurmay Başkanlığının yayınlarından çıkan ‘‘Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı’’ adlı kitapta, Trablusgarp’taki Cihat etkisi şöyle anlatılır:
‘‘Kuzey Afrika’da özellikle Libya’da, Kutsal Savaşa [Cihat’a] katılış oranı pek o kadar küçültülemezdi… Libya’ya sızan Türk Mücahit subaylarının da yardımı ile organize edilen ve sayısı 10.000 kişiyi bulan kuvvetleriyle önce İtalyanlara, ardından da İngilizlere karşı istekle ve yılmadan savaşmışlardır.’’
(Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, Cilt 4, 1914–1918, s. 628)
Trablusgarp’ta Cihat’a katılan gönüllü askerlerin sayısı 10.000 ile de kalmamış, zamanla 40.000’e çıkmıştır. (Pascal Pautremat, La Politique Musulmane de la France au XXe Siècle, s. 129’dan aktaran; Yusuf Aydın, Cihâd-ı Ekber Bağlamında I. Dünya Savaşı’nda Libya’da Türk-Alman-İtalyan Faaliyetleri ve Senûsî Direnişi, s. 58) Trablusgarp‘taki Cihat’a katılım, İtalyanları bir hayli zor duruma sokmuştur. İtalyanlar, savaş boyunca Trablusgarp’taki isyanı bastırmak için bölgeye 70.000’i aşkın asker yollamak zorunda kalmışlardır. (Reşat Kasaba, Şükrü Hanioğlu, The Cambridge History of Turkey, Cilt 4, s. 94) İngilizlerin de yaklaşık 100.000’lik sayıda kuvveti Trablus’taki Cihat yüzünden Mısır’da kalıp oyalanmak zorunda kalmıştır. Bu sayede İngiliz askerleri Osmanlı ya da Alman cephelerine yollanabilecekken, Cihat’ın etkisiyle başlayan isyan sayesinde etkili kullanılamamıştır. (Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, Cilt 4, 1914–1918, s. 628)
Ayrıca Trablusgarp’taki Cihat’la başlayan savaş, ancak yıllar sonra bastırılabilmiştir. Nevzat Kösoğlu şöyle diyor:
‘‘Enver Paşa Büyük Savaş’ın sonlarına kadar Trablusgarp’taki bu mücadeleye ilgisini ve her türlü desteğini devam ettirmiştir. İtalyanlar bu muhteşem direnişi ancak 1930’larda kırabileceklerdir.’’
(Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, s. 152)
Afrika bölgesinde Cihat’a katılım bununla kalmamıştı, Somali bölgesinde de fetvaya yoğun katılım oldu. Seyid Hasan önderliğinde Somali’de büyüyen Cihat, etkisini de fazlasıyla göstermişti. 1915 yılına gelindiğinde Seyid Hasan, Somali’nin kuzeyinin büyük bir bölümünü İngilizlerden kurtararak Somali Sultanlığı’nın hakimiyetine katmıştır. (Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Afrika’daki Faaliyetleri, s. 61) Somali’deki gelişmelerine bir diğer örnekte ‘‘Afrika Somalisi ileri gelenlerinden Elvedat (30.000 süvarisiyle senelerden beri İngiliz ve İtalyanlara karşı mücadele eden) ile Eritre müstemlekesindeki Denakil kabileleri de, Osmanlı Devleti tarafına geç’’mesidir. (Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, Cilt 4, 1914–1918, s. 506)
Yemen bölgesinde de Cihat ilanıyla başlayan İngilizlere karşı çatışmalar son bulmamıştır. Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey’in hatıralarında Yemen halkına seslenişini şöyle anlatır:
‘‘İşte harb ve cihat ilan olundu. Bu cihada iştirak edecek misiniz, peşinen söyleyeyim, kimseye on para vermem!’’
Yemen halkı ise hep bir ağızdan:
‘‘Para istemiyoruz. Cihad’a hazırız!’’ diye cevap vermişlerdi. Cihat’a binlerce gönüllü Arap askeri katıldı. (Mahmud Nedim Bey, Arabistan’da Bir Ömür, Son Yemen Valisinin Hatıraları, s. 207’den aktaran; Uluslararası Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılı Sempozyumu, Cilt 1, s. 344)
Genelkurmay Başkanlığından çıkan yayında, Yemen halkına paralar saçılmasına rağmen halkın savaşı bırakmadığından bahsedilir:
‘‘İngilizlerin altın paralar saçarak kabileler arasında yürüttükleri propagandalar ve Aden cephesinde zaman zaman dağıttıkları bildiriler bu sonucu (halkın savaşmaya devam etmesini) değiştirmedi.’’
(Birinci Dünya Savaşında Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı, Cilt 4, 1914–1918, s. 506)
Cihat’ın İngilizlere etkisi bir hayli ağırdı. Çıkan isyanlar yüzünden İngilizler kendi askerlerini Batı Cephesi veya Osmanlı üzerinde kullanmak yerine isyan bölgelerinde tutmak zorunda kalıyordu. Yusuf Hikmet Bayur, bu konu hakkında şöyle diyor:
‘‘Cihad ilânının tek maddi sonucu* Afgan-Hind sınırı üzerinde yaşayan Afgan oymaklarının zaman zaman Hindistan’a yapadurdukları akınların çoğalması ve bu yüzden dört İngiliz Hindli tümeninin meşgul olması, yani İngilizlerin o bölgede daimî surette tuttukları kuvveti bir miktar arttırmaya mecbur olmalarıdır. Bu akınlar yüzünden 1915 yılı İngilizler için çok tehlikeli bir yıl olur.’’ (Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Cilt III, s. 510–511)
*Hikmet Bayur’un, ‘‘tek maddi sonucu’’ diyerek Fetva’yı küçümseme çabasını anlamak mümkün değildir, çıkan isyanlardan ya haberi yok ya da bilmemezlikten geliyor.
Zahiren önemsiz gözüken bu mesele, aslında çok önemlidir. İngilizlerin Hindistan ve civarına dört tümen koyması asker sayısı açısından 72.000 askere bedeldir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir İngiliz tümeni 18.073 askere denk geliyordu. (İlkin Başar Özal, Kısa I. Dünya Savaşı Tarihi, s. 63) Bu mantıkla, sadece birkaç ay içinde dört tümenin Cihat ilanı yüzünden Hindistan’da oyalanması 72.000 civarında askerin savaş alanından uzak tutulması anlamına geliyordu.
Alman cephelerinde İtilaf Devletlerince kullanılan Müslüman askerler, Alman ordusuna esir düştükten sonra, esir düşen askerlere Mehmet Akif gibi isimlerle birlikte Cihat ilanı haberi verildi. Cihat ilanını öğrenen esir düşmüş Müslüman askerler, çok süre geçmeden Osmanlı Devleti saflarında savaşmayı gönüllü olarak istediler. Bu konuda Almanya arşiv kaynaklarıyla birlikte bir ilmî makale yazan Abdülkadir İnaltekin bize şu bilgileri veriyor:
‘‘Berlin’de yaptığımız saha araştırmasında, Almanya arşiv kaynakları ve makalelerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında Almanya ve Avusturya’daki Kafkas kökenli Müslüman esirlerin Irak cephesine uzanan seyri hakkında önemli bilgiler tespit ettik. Zira Birinci Dünya Savaşı’nda 50.000 kadar Kafkas kökenli Müslüman asker Batı cephesinde İttifak Devletleri ordularına esir düşmüştür. Mehmet Akif ve diğerler istihbarat görevlilerinin etkisi ile Müslüman esirlerden binlerce gönüllünün Osmanlı cephelerine katıldığını kaynaklar göstermektedir. Kadı Abdürreşid İbrahim Efendi “Cihad-ı Ekber” seferberliğinden sonra, Berlin ve Eger/Böhmen’deki esirlerden binlerce askerin “Asya Taburu” adında kurulan özel birlikle Osmanlı cephelerinde savaşa katılmalarını sağlamıştır. Berlin’deki esirlerden “Cihad–ı Ekber’e” icabet etmek için gönüllü olarak 2100 askerin Osmanlı ordusuna katıldığını kaynaklardan öğreniyoruz.’’
(Kut’ül Amare Zaferi, I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi, s. 23–24)
Martin Gussone, Alman ordusuna esir düşen Müslüman askerlerin cihat haberini öğrendikten sonra gönüllü olarak katılanların sayısıyla birlikte tarihlerini şu şekilde aktarır:
‘‘Bu çabaların bir sonucu olarak, Eylül 1915’te Halbmondlager’de 800, Weinberglager’de 1.000 gönüllü kaydedildi. Şubat 1916 ve Nisan 1917 arasında birkaç cihatçı birliği Türkiye’ye gönderildi. Gerhard Höpp, toplam olarak 1.100 Tatar, 1.084 Arap ve 49 Hintli savaş esirinin resmen Osmanlı ordusuna gönüllü olarak kaydedildiğini belirtiyordu.’’ (Erik Jan Zürcher, Birinci Dünya Savaşı’nda Cihat ve İslam, s. 180)
Almanya’da esir kamplarında misyonerlik görevi yapan Amerikalı Conrad Hoffmann, 15.000 Müslüman askerin esir düştükten sonra Osmanlı saflarında Cihat’a katıldıklarını öğrendiğini yazar:
‘‘Bana, bu [esir] kamplar[ın]dan yaklaşık 15.000 Müslümanın bu şekilde devşirildiği, disipline edildiği, Alman üniformalarıyla donatıldığı ve Alman ve Türk ordularını desteklemek üzere Makedonya ile Filistin’e gönderildiği söylendi.’’ (Conrad Hoffmann, In the Prison Camps of Germany, s. 82)
Yakın Tarih alanında Ortadoğu araştırmalarıyla bilinen Eugene Rogan, Amerika konsolosluk kaynaklarından aktardığına göre, Almanlara esir düştükten sonra Osmanlı saflarında gönüllü olarak savaşmak isteyen Kuzey Afrikalı sayısını şöyle verir:
‘‘Amerikan konsolosluk yetkilileri, 3.000 kadar Kuzey Afrikalı eski esirin Osmanlı kuvvetleriyle birlikte Bağdat’a gönderildiğini ve İran ile Mezopotamya cephelerinde görev yaptığını bildirmiştir.’’
(Eugene Rogan, Rival Jihads: Islam and the Great War in the Middle East, s. 12)
Bazı Araştırmacı/Tarihçilerin Yorumu:
İsmail Küçükkılınç, Cihat Fetvası’na karşı İslam aleminin tepkisini anlatırken şu yorumları katmaktadır:
‘‘I. Dünya Harbi’nde halife-padişaha ilan ettirilen cihad, zannedilenin aksine hiç tesirsiz olmamış ve istenilen seviyede olmasa da Müslüman dayanışmasını temin etmiştir… İç Rusya, Kafkasya ve Orta Asya Türk coğrafyası, Arap bölgesi, Afrika ve Hint dünyasının cihad ilanına tepkisi farklı boyutlarda olmuştur. Hazindir ki, Arap bölgesinin bir kısmı haricinde hemen her yer Avrupa sömürge ve işgali altındadır. Yine de Kazan’dan, Türkistan’dan, Kafkasya’dan az sayıda da olsa Müslüman cihada iştirak için her türlü zorluğa göğüs gerip Osmanlı mıntıkalarına doğru yola çıkmıştır. Rus ve Fransız ordusu saflarında savaşan sayısız Türk ve Arap Müslüman ancak Almanya ve Avusturya-Macaristan orduları tarafından esir alındıktan sonra Osmanlı ordusu saflarında harbe iştirak ve devam etmişlerdir… Afrika’da, bilhassa Trablusgarp’ta eli silah tutan Müslümanların hemen hepsi Osmanlı Devleti’nden yana bir tavır sergilemiştir.’’ (İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 185)
Yazdığı yüksek lisans tezinde Çanakkale Harbi’nde askere alım işlemlerini makalesinde detaylıca işleyen Mehmet Arslan, askere alım işlemlerinde Cihat Fetvası’nın etkisini anlatırken şunlardan bahsetmektedir:
‘‘Neticede cihadın ilanı İtilaf Devletleri sömürgelerinde ve Araplar üzerinde beklenilen etkiyi göstermese de [beklenen etkiden kasıt, tümden bir ayaklanmadır ki bunun imkansız olacağını makalenin başında yazmıştık. Y.N] Afganistan ve Sudan’da birtakım ayaklanmaların çıkmasına neden oldu. Çıkan ayaklanmaların yanı sıra Libya, Mısır, Tunus, Afganistan, İran, Gürcistan, Azerbaycan, Kırım gibi ülkelerden gönüllü olarak gelenler, Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Devleti’nin saflarında savaşa katıldı. Osmanlı Devleti’nden kopmuş, Balkan topraklarında yaşayan Müslüman halk ise savaşın patlak vermesiyle birlikte anavatan olarak gördükleri Anadolu’nun elde çıkmaması için gönüllü olarak Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan, Bosna ve Kosova gibi ülkelerden trenlerle ya da aç susuz haftalarca süren yaya yolculuklarından sonra Çanakkale Cephesi’nde savaşa katıldı.’’ (Mehmet Arslan, Çanakkale Muharebeleri Esnasında Osmanlı Devleti’nde Asker Alma Hizmeti ve Askerlik Şubeleri, s. 112–113)
Makalesinde Cihat Fetvası’nı hem siyasi hem tarihi yönleriyle ele alan Nevin Meriç, Cihat Fetvası’nın kendi içinde başarısını şu sözlerle aktarır:
‘‘Bir diğer propagandist söylem ise fetvanın başarısız olduğu yönündeki yayınlardır. Bütün bunlara rağmen fetvanın birçok ülkede cevap bulması, katılımın çokluğu ve sömürgelerde başlayan direniş ve isyan hareketleri, her ne kadar maksada ulaşmaya yetmemişse de, fetvanın başarısı olarak tanımlanabilir. Rusya’da hem Kafkas cephesinde hem de Afganistan, Kazakistan bölgelerinde ciddi direnişle karşılaşmış, savaşın seyri, sonucun lehlerine dönmesine neden olmuştur. Fetvanın Osmanlı ülkesi ve halkı Müslüman olan sömürgelerdeki aksüalemi/katılımı, istenilen hedefleri tutturduğu bir diğer ifadeyle başarılı olduğu anlamına da gelebilir.’’
(Nevin Meriç, Savaşan Devletlerin Tarihçilerinin Gözüyle 100. Yılında I. Dünya Savaşı, Siyaset Fetva İlişkisi: Birinci Dünya Savaşında Cihat Fetvası, s. 1020, 1025)
Amerikalı tarihçi ve Siyaset bilimcisi Lothrop Stoddard (1883–1950), Cihat Fetvası’nı popüler anlayışın tersine çok ciddi inceleyenlerden biridir. Fetva’yı sadece kısa dönemde (1914–1918) değil, uzun vadeli şekilde de incelemiştir. Kendisi, Cihat Fetvası’nın sanılandan çok daha farklı olduğunu, gerçekte İtilaf Devletlerine ciddi sıkıntılar çıkardığını ve etkisinin küçümsenmemesi gerektiğini şu çok önemli sözlerle savunur:
‘‘Bu koşullar altında, 1914’ün sonlarında Türkiye savaşa katılıp Sultan-Halife resmî olarak Kutsal Savaş çağrısı yaptığında, genel bir İslamî patlamanın yaşanmamış olması ilk bakışta garip görünebilir. Elbette bu çağrı, o dönem Müttefiklerin (İtilaf Devletleri’nin) Batı’ya inandırmak istediği gibi tam anlamıyla bir fiyasko değildi. Gerçekte Müttefiklerin denetimindeki hemen her Müslüman ülkede sorunlar yaşandı. Sayısız örnekten yalnızca birkaçını anmak gerekirse: Mısır, ancak büyük Britanya takviyeleriyle bastırılabilen bir kargaşaya sürüklendi; Trablusgarp, İtalyanları sahile kadar süren bir isyan ateşiyle yanıp tutuştu; İran, yalnızca Rusların hızlı müdahalesiyle Türkiye’ye katılmaktan alıkonuldu ve Hindistan’ın Kuzeybatı Sınırı, 250.000 Anglo-Hint askerinin varlığını gerektiren çatışmalara sahne oldu. İngiliz Hükûmeti, 1915 yılı boyunca Müttefiklerin Asya ve Afrika’daki mülklerinin büyük bir isyanın eşiğinde olduğunu resmen kabul etmiştir…
İslam ve Doğu meseleleri alanında İtalyan bir otorite olan Sermoneta Dükü Leone Caetani’nin değerlendirmesi şu şekildedir. 1919 baharında savaşın Doğu üzerindeki etkisi hakkında şöyle der:
“Bu çalkantı, İslamî ve Doğu medeniyetini temellerine kadar sarstı. Çin’den Akdeniz’e kadar tüm Doğu dünyası kaynamakta. Her yerde gizli Avrupa nefreti ateşi yanıyor. Fas’taki ayaklanmalar, Cezayir’deki isyanlar, Trablusgarp’taki huzursuzluklar, Mısır, Arabistan ve Libya’daki sözde milliyetçi girişimler, hep aynı derin hissiyatın farklı tezahürleri olup, Doğu dünyasının Avrupa medeniyetine karşı isyanını amaçlamaktadır.’’
Türkiye’nin Alman güçlerine katılması Mısır’da yeni ayaklanmalara yol açtı, ancak bunlar [İngilizler tarafından] hızla bastırıldı… Hindistan da derin bir huzursuzluk içinde bulunuyor. Bu geniş yarımada neredeyse iki asırdır İngiltere tarafından kontrol ediliyor; fakat son yirmi yıl içinde İngiliz yönetimine karşı hızla büyüyen bir hareket gözlenmiştir. Daha önce de görüldüğü gibi, Pan-İslamcı etki kısa süre içinde Hint Müslümanlarına da ulaştı ve Avrupa’nın İslam’a yönelik saldırıları onları harekete geçirdi. Avrupa’nın saldırganlığına karşı Müslümanlar arasındaki Pan-İslamcı dayanışma büyürken, Müslümanlar ve Hindular uzun süredir devam eden düşmanlıklarını bir kenara bırakarak, Avrupa egemenliğine karşı yeni bir birlik oluşturdular.’’ (Lothrop Stoddard, The Rising Tide of Color Against White World Supremacy, s. 74, 76–77, 79)
Ziya Nur Aksun ise popüler anlayışın aksine daha doğru bir görüşü savunur:
‘‘Bizdeki tarih yazarlarının hemen hepsi, bu fetvanın hiçbir sonuç doğurmadığını ve tamamen etkisiz kaldığını ileri sürmektedir. Ancak bu iddia, İtilaf Devletleri’nin — özellikle İngilizlerin — yürüttüğü propagandanın bir ürünüdür. Türklerin bu propagandaya sorgulamadan kapılması, eğer bir siyasi düşünceden kaynaklanmıyorsa, büyük bir gaflettir. Madem Hilafet bu kadar etkisiz bir kurumdu, o halde İngiltere, Fransa ve ardından Rusya neden onu ortadan kaldırmak istediler? Etkisiz olduğu söylenen bir kurumu yok etmeye çalışmanın ne anlamı vardı? Bu tür sorulara, bu yazarların elbette tatmin edici bir cevabı olamaz. Lloyd George’un Hind Hilafet Komitesi’ne söyledikleri ise tamamen farklıdır ve cihad fetvasının etkisini kabul etmekten ibarettir.
Kaldı ki, “Cihad Fetvası” gerçekten de etkisiz kalmamıştır. İslam dünyasının neredeyse her yerinde bir heyecan dalgası uyanmış; Hindistan’da, Mısır’da, Trablus’ta, Çin’de ve Rusya’da yer yer olaylar, kıpırdanmalar, gösteriler ve ayaklanmalar görülmüştür. İngilizler Sultan Abdülhamid’i devirmek için Jön Türkleri yüceltmişken, cihad fetvasından sonra bu kez “Jön Türklerin dinsizlerden oluştuğunu, Halife’yi esir aldıklarını, kendilerinin ise onu kurtaracaklarını” ilan etmeye başlamışlardır. Ayrıca yine İngilizler, “İngiltere Devleti’nin İslamiyet’in koruyucusu olduğunu, Müslümanları himaye ettiğini ve asla düşmanı olmadığını” ifade etmeye başlamışlardır ki, bu da fetvada yer alan suçlamalara karşı bir savunma niteliği taşır. Bu durum da fetvanın etkisini kanıtlar.’’ Dünya Müslümanları, hilafeti de elinde bulunduran Osmanlı Devleti ile her zaman manen birlikte olmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında da bu durum devam etmiştir. İngilizler, Şattü’l-Arap bölgesindeki askeri harekâtlarında Müslüman askerleri kullanamamışlardır. Çanakkale Savaşları’nda da benzer sonuçlar doğmuştur.’’ (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, Cilt 6, s. 292, 294)
Nevzat Kösoğlu’nun bir siyasi tarihçiye dayanarak şu sözleri söyler:
‘‘Bir siyasî tarihçimiz diyor ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yıkıldı; ama, bu Cihat Fetvası da İngiliz İmparatorluğunu bir daha toparlanamayacak biçimde çökertti.’’
(Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, s. 286)
Bazı İtirazlara Cevaplar: ‘‘İtilaf Devletleri Safında Savaşan Müslüman Askerler Problemi’’
Şevket Süreyya Aydemir’in baştaki itirazını yeniden nakletmekte fayda var:
‘‘Gerçi hiçbir İslam ülkesinde kimsenin kılı kıpırdamayacaktır. Hatta tersine… Müslüman ülkelerinden askerler, İngilizlerin, Fransızların saflarında bize karşı savaşacaklardır.’’
(Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt II, s. 490)
Sıkça fetvaya eleştiri olarak getirilen bu iddia, arkaplanı incelenmeden öne sürülür. İddiaya göre, Müslüman askerler bile isteye, din kardeşleri olan Osmanlı askerlerine kurşun sıkmıştır. Unutulan -veya bilinmeyen- şudur ki, birçok Müslüman asker neyin ne olduğunu bilmeden cepheye sürülmüş ve savaşa katılmıştır. İsmail Küçükkılınç ‘‘Kanaatimizce hiçbir Hintli, hiçbir Afrikalı Müslüman bile-isteye Halife’nin askerlerine kurşun sıkmamıştır’’ diyerek, askerlerin her şeyden habersiz olduğunu vurgular. (İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 187) Kazım Karabekir, Osmanlı’ya karşı savaşan Müslüman askerlerin her şeyden bihaber olduğunu şu yaşadığı olay ile anlatır:
‘‘Çanakkale’de yakaladığımız İslam esirleri bir türlü bizim Türk olduğumuzu kabul etmiyorlar, siz Almansınız diyorlardı. Güç hal ile ve birçok inandırıcı delillerle hakikati anlattıktan sonra kendilerinden öğrendik ki Çanakkale’ye asker çıkartmadan evvel İngiliz ve Fransızlar, İslam askerine şöyle bir tamim yapmışlar: ‘Halifeyi Almanların ellerinden kurtarmaya gidiyoruz. Almanlar Çanakkale Boğazı’nı tutmuşlar. Muharebede sakın Türk askerine ateş etmeyiniz! Onlar sizin din kardeşlerinizdir! Maksadımız o zavallıları da Almanların ellerinden kurtarmaktır! Türk askerinin başında kırmızı fes olduğunu biliyorsunuz! Almanların başlarında toprak renkli başlık vardır. Bu gibilere aman vermeyin öldürün! Sakın feslilere ateş etmeyin! Gayret ve kahramanlık gösterin de Halife ve padişah efendimizi çabuk kurtaralım. Bu tamim İslam askerlerin ruhuna işlemişti. Esirler bizi haki başlıklı görünce, Alman zannetmişlerdi. İşte propaganda böyle kısa ve yakışık alır ve dinleyenlerce inanılır ve kolay da silinmez bir tarzda yapılır. Türk kara ordusu, başlarından fesi çoktan çıkarmış ve toprak renkli başlık giymişti. Tabii müstemleke [sömürge] halkı bunu bilemezdi. Onun gözünde daima Türk askerinin kırmızı fesli kıyafeti gösterilmişti. Kulakları hâlâ böyle dolduruluyordu. O zavallılar, Alman sanarak Türkleri öldürürken üstelik bir de sevap işlediklerini zannederek seviniyorlarmış!… Biz siperlerden ara sıra ezan ve Kur’an okutarak, kendimizin İslam olduğumuzu anlatmak isterdik. Derhal düşman siperlerinden de aynı tarzda mukabele olunurdu. Meğerse zabitleri kendilerine demiş ki Almanlar hile yapıyor. Sakın aldanmayın siz de okuyun.’’ (Kazım Karabekir, I. Dünya Savaşı Anıları, s. 292–293’den aktaran; İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 188)
Benzer bir anı, Mehmet Akif’in kendisinden gelmektedir. Kendisinin Müslüman askerlerden duydukları şöyledir:
‘‘Evvela bizi iğfal (kandırdılar) ettiler. “Sizin halifenizle müttefikiz. Onun düşmanı olan Almanlada harp ediyoruz. O halde halifenize yardım etmeniz dinen borcunuzdur” dediler. Sonra Hakikat meydana çıkınca cebire, şiddete müracaat ettiler. Askere gitmemek isteyenlerin anasını babasını hapisler, işkenceler altında inlettiler. Evini, barkım yaktılar. Bundan başka şayet muharebede kanımızın son damlasına kadar dökmeyecek olsak ailelerimizi perişan edeceklerini, tekrar tekrar söylediler. Bizim memleketimizdeki analarımız, babalarımız, çocuklarımız bugün o kafirlerin elinde rehindir. Artık ne halde olduklarını Allah’tan başka kimse bilmez. Bizi daima en öndeki saflara veriyorlar. Önümüzde Almanların cehennemler yağdıran topları, arkada, İngilizlerin ve Fransızların ateşleri bulunuyor. Ne ilerlemeye imkan var, ne de geri dönmeye takat! Hele bu cehenneme niçin girdiğimizi düşündükçe beynimiz tutuşuyordu. Evet, insan canını feda eder. Lakin bunda dünya için, Ahiret için muazzez bir gaye olur. Biz bi çareler ise sırf düşmanımız üzerimizdeki zulmünü, tahakkümünü devam ettirmek için ölüyorduk. Bizi bu cehenneme sürükleyenler ise ölmemizi de öldürmemizi de kendileri için kazanç bilerek ona göre davranıyorlardı.” (Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, Tefsir Yazılan ve Vaazlar, s. 292; İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 188–189)
Yine tıpatıp aynı olaylar, Osmanlı Arşiv Belgeleri’nde geçmektedir. Belgede yazanlar Kazım Karabekir ve Mehmet Akif’i doğrular niteliktedir. Selanik Başşehbenderliği’nin hükümete yazdığı raporu, günümüz Türkçesine aktardım:
‘‘Zavallı Müslümanların kiminle savaşa girdiklerinden habersiz olduklarını; İngilizlerin ise Müslümanları sadece “Almanlarla savaşıyoruz” diyerek aldattıklarını ve Mondros ile Limni’de sansür uygulamasını çok sıkı bir şekilde yürüttüklerinden, adadaki insanların hiçbir şeyden haber almalarının ve bilgi edinmelerinin imkânsız olduğunu…’’ (Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi, Cilt I, Yayın No: 130, Belge No: 121, HR. SYS. 2323/24, s. 215–216)
Fahrettin Paşa’nın İstihbarat zabitliğini yapmış Naci Kâşif Kıcıman, Osmanlı’ya karşı savaş(tırıl)an askerlerin, vaziyetin içyüzünü öğrenince isyan dahi ettiklerini, yine etmeye kalkışanların ise hapse atılan ve bu yüzden öldürülen on binlerce Müslüman’ın olduğundan şu sözlerle bahseder:
‘‘[Osmanlı’ya karşı savaşan] Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hristiyan devletlerin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak suretiyle mâruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbülarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan’da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği Müslümanın adeti 30.000’in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar âni bir sürette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir. Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen işbu Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idârecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir.’’
(Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473–474)
Bunların dışında, Osmanlı askerlerine karşı savaşacağını öğrenen Müslüman askerlerin, Osmanlı saflarına gizlice kaçarak geçtiği bilinmektedir. Fırsat buldukça Osmanlı saflarına iltica eden askerlerle ilgili Erhan Çifçi’nin Irak Cephesi’yle ilgili yazdığı ‘‘Kut’ül Amare’’ kitabından aktarmalar:
‘‘Townshend’in [İngiliz komutan] ikinci çekincesi ise Hintli askerlere tam olarak güvenememesiydi. Sih ve Hindu inancına sahip askerler açısından bu sıkıntı fazla olmamakla beraber, Hint Müslümanları kendileri ile aynı dini inanca sahip Müslüman Osmanlı askerleri ile savaşmakta gönülsüz davranıyorlardı…
[Bir sürü dini propagandaya rağmen] istedikleri kontrolü sağlayamadılar. Örneğin; Nisan 1915’te Hint alaylarından birine bağlı üç Peştun bölüğünün, din kardeşleri olan Osmanlılar ile savaşmayacaklarını vurguladıkları ve kendi silah arkadaşlarına ateş ettikleri bildirilmişti…
Keza 17–19 Temmuz 1915 tarihleri arasında beş Müslüman Hintli askerin silahları ile beraber Osmanlılara iltica ettikleri haber verilmişti. Bu askerler ilk sorgulandıklarında diğer bazı Müslüman Hintlilerin de Osmanlı tarafına iltica etmek istediklerini söylemişlerdi…
6’ncı Poona Tümeni’nin Selmanpak üzerine ilerleyeceği ortaya çıkınca Townshend’in korktuğu şey başına geldi. Hint ordusunun Müslüman askerleri arasında daha önceleri münferiden gerçekleşen firar ve ilticalar bu kez gruplar halinde görülmeye başlandı.
Kaydedilen bir vukuata göre, Ekim ayı sonlarında dört Müslüman Hintli asker isyan ederek komutanlarının boğazını kesmişler ve Osmanlı tarafına kaçarlarken İngiliz hattına ateş açmışlardı.’’
(Erhan Çifçi, Kut Almış Ordunun Zaferi, Kut’ül Amare, s. 78, 91)
Hintlilerin Kut’ül Amare’deki tutum ve davranışlarını bir makale üzerinde inceleyen İsmet Üzen, Müslüman Hintlilerin ilticası hakkında şu bilgileri vermektedir:
‘‘Hint Müslümanları Halife’nin askerleri olan Müslüman Türklere karşı savaşmaya isteksizdi. Bundan başka Irak cephesinin başlangıcından beri Şii Müslüman Hintliler Irak’taki kutsal yerler yakınında savaşmaya isteksiz olduklarını belirtmişlerdi. 1914–1916 arasında 3 Hint alayı Irak’ta Türklerle savaşmamak için kitle halinde isyan etmişti. Kut’ül-Amare muharebesinden önce, 17–19 Temmuz 1915 tarihinde 5 Müslüman Hintli er silahlarıyla kaçarak Türklere iltica etmişti. Firarî Hintlilerin sorgulaması sırasında, diğer Müslüman efradın da Türklere iltica etmek niyetinde oldukları… öğrenilmişti. Müslüman Hintlilerin Irak’ta Türklerle savaşmak konusundaki istek sizlikleri açıkça görülmektedir. Bu isteksizlik sayısı 150’ye varan başarılı firar olaylarında etkili olduğu söylenebilir. Bir o kadar da başarısız firar girişimi ve intihar olayları ile daha kuşatmanın başında 500 kadar kişinin de hasta olmadığı halde hasta olduğunu iddia etmesi de bunun başka bir kanıtıdır. Bunda Pan-İslam propagandalarının da etkisi görülebilir.’’
(İsmet Üzen, Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu (Aralık 1915 — Nisan 1916), s. 83–84, 100)

Benzer bir örnek Çanakkale Cephesi’nde yaşanmıştır. 20 Kasım 1915 tarihinde İngiliz saflarından kaçarak Osmanlı tarafına geçen Muhammed Kamara, kendisi gibi birçok Müslüman askerin, Almanlara karşı savaşıldığı yalanıyla kandırıldığını ve gerçeği öğrendikten sonra Osmanlı saflarına geçmeye çalıştığını söylemiştir:
‘‘Burada birçok Sudanlı Müslüman var. Bize dediler ki, ‘8- 10 günde muharebe bitecektir. Almanlara karşı gidiyoruz. Halbuki burada harp devam ettikçe Müslüman esirler gelmeye başladı ve herkes işin iç yüzünü anladı. Birçok Sudanlı Müslüman kaçmak istiyor; fakat fırsat bulamıyorlar. Hatta 6 kişi daha benimle birlikte gelecekti, yalnız ben fırsat buldum ve gündüz size iltica ettim. Diğer Müslüman arkadaşlar da kaçmak istiyor fakat Fransızlar tarafından öldürülmekten korkuyorlar. Şimdi oradaki bütün Sudanlıların ayakları şişmiş vaziyettedir, bu da soğuktandır. Hücum için koşacak hâlde değiller. Tahammül edemiyorlar. Fransızlar çok kötüdürler. Sudanlılardan birçok kişiyi elleriyle öldürüyorlar. Hatta en son, beni bir Fransız subay öldürmek istedi. Sebebi de illâ ayakta siper yapmamı istiyordu. Hâlbuki Fransızlar yatarak iş görüyorlardı. Fransızlar bizleri sizinle savaşmaya zorluyorlar. Daha önce Sudan’dayken Sultan Mehmet (Osmanlı Devleti Padişahı Sultan V. Mehmet Reşat’ı kastediyor) var diye, herkes bir şeyler anlatırdı. Hatta bir gün, Sultan’ın bir fotoğrafı memlekete getirildi. Biz memlekette başlık olarak beyaz takkeler giyerdik. Halbuki Sultan’ın fotoğrafını ziyaret etmek için herkes kırmızı fes tedarik ettikten sonra gidebilmiştir. (Osmanlı’ya duyulan sevgi ve saygı kastediliyor)… Bundan böyle ben burada yaşayacağım.’’ (Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Afrika’daki Faaliyetleri, s. 118–119)
İlber Ortaylı, Osmanlı’ya karşı savaşacağını öğrenen Rusya’nın emri altındaki Müslüman askerlerin silahı bırakma (savaşmama, çatışmama) eğiliminde olduğunu söylerken, diğer yandan Hintlilerin savaş boyu beklenen desteği İngilizlere vermediğini belirtir:
‘‘Rusya Müslümanlarında mevcut Hilâfet ordularına karşı savaşmamak gibi bir eğilim, Rusya cephesinde askere alınan Müslüman Türk askerlerin kolayca silahı bırakıp teslim olmalarının da bir nedeniydi… Hindistan Müslümanlarının savaş boyu Britanya’ya beklenen desteği göstermemesinin hilafetle ilgili olduğu da görülmektedir.’’
(İlber Ortaylı, 19. Yüzyılda Pan-İslamizm ve Osmanlı Hilafeti, Türkiye Günlüğü Dergisi, Kasım-Aralık 1994, s. 31)
Cihat Fetvası’nı Yanlış Yorumlamak Üzerine
Cihat Fetvası’nı yanlış yorumlamak, popüler tarih anlatımında en çok kullanılan teknik haline gelmiştir. Cihat Fetvası’nı sadece bütün İslam aleminin ayaklanmasını sağlamak için araç olarak görmek, fetvayı anlamadan daha baştan yanlış okuma yapmaya sevk etmektedir. Bütün Müslümanların ayaklanmasını beklemek, batılıların tabiriyle ‘‘Alman yapımı Cihat’’ın ürünüydü. Son zamanlarda yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Osmanlı lider kadrosunun hedeflediği Cihat algısı tek yönlü bir amaca hizmet etmemektedir.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki seferberliğini detaylıca inceleyen ve bu konu üzerine eser yazan Mehmet Beşikçi, fetvaya tek yönlü bakmamak gerektiğini ısrarla vurgular. Fetva’nın devletin iç Müslüman unsurlarına yönelik olduğunu da belirtir. (Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, s. 79–80)
Aynı şekilde Erik Jan Zürcher’de bu görüştedir. Erik Jan Zürcher, Cihat ilanının kendi içerisinde toplumsal (Türk-Kürt-Arap ve diğer Müslüman unsurlar) dayanışmayı bir arada tuttuğu için başarılı bulmaktadır. Yine benzer bir görüşte saygın tarihçilerden biri olan Şükrü Hanioğlu’ndan gelmektedir. Hanioğlu, Cihat Fetvası’nın Osmanlı yüksek kadrolarınca ne amaçla ilan edildiğini şöyle aktarır:
‘‘Almanlar Hindistan, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da büyük ayaklanmalar beklerken gerçekçi olmayan hayaller kurmuş olsalar da, Osmanlı liderliğinin nispeten daha gerçekçi hedefi vardı: İlk olarak, küresel cihad ilan edilmeden önce açılan ilk cephede bağımsız bir cihad silahını kullanmak; İkincisi, Arap yarımadasındaki Müslüman nüfusu harekete geçirmek…’’
(Erik Jan Zürcher, Jihad and Islam In World War I, s. 118–119)
Erik Jan Zürcher, Cihat Fetvası’na çok doğru bir gözlemle inceleyip, şu kıymetli sözleri söylemektedir:
‘‘Aksakal ve Beşikçi’nin ve bir anlamda van Os’un gösterdiği gibi, yabancı Müslüman halklara yönelik Alman kaynaklı cihat kampanyasının yanı sıra Osmanlılar da Osmanlı halkını dini gerekçe ve simgeler temelinde harekete geçirmeye, seferber etmeye gerçekten çaba harcadılar, cihat kavramı da bu halk açısından önemliydi. Dini temel alan bu tür bir seferberliğin uzun bir tarihsel geçmişi vardı ve bu, Osmanlı Devleti’yle halkının Müslüman kesiminin (1914’te nüfusun % 80’inden fazlası) tarihsel bilincinin derinliklerinde yatmaktaydı. Bu cihat gerçekten etkili olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu gibi kesinlikle Sünni olan bir devletin Şii azınlığın desteğini kazanmasını sağlamakla kalmamış, Türklerin egemen olduğu bir devletin Kürt, Arap ve Çerkes gibi diğer etnik grupları da harekete geçirmesini mümkün kıldığı gibi, Osmanlı ordusundaki morali yüksek tutmakta da önemli bir rol oynamıştı. Osmanlı İmparatorluğu savaşı -tıpkı Avusturya-Macaristan gibi- Almanya kaybettiği için kaybetmişti, büyük ölçüde okuryazar olmayan Müslüman köylülerden oluşan ordusunun, dört küçük Balkan devleti karşısında birkaç hafta içinde yok olmasından çok kısa bir süre sonra, dünyanın en güçlü devletlerinden üçünün saldırılarına karşı dört yıl boyunca savaşabilmesi müthiş bir başarıydı. Sarıkamış ve Süveyş Kanal Seferi’ndeki taarruzî harekât aşırı iddialı yenilgilerdi ama savunma olarak Çanakkale, Kut’ül Amare ve iki kere Gazze’de gösterilen performans beklenenden çok daha yüksekti. Osmanlı ordusunun savunmada bu kadar başarılı olması, askerlerin moralini yüksek tutmakta önemli bir rol oynayan dinsel motivasyon hesaba katılmadan açıklanamaz. Başka bir deyişle; cihat ve daha genel olarak dine yapılan referans kuşkusuz Osmanlı toplumunu harekete geçirmeye ve seferber etmede işe yaramıştı, öyle ki Aksakal’ın betimlediği üzere, özgün Osmanlı Cihadı’nın bir başarı, çok daha iddialı olan Alman Cihadı’nın ise bir başarısızlık olduğunu öne sürmek mümkündür.’’
(Erik Jan Zürcher, Birinci Dünya Savaşı’nda Cihat ve İslam, s. 12)
Sonuç: Cihat Fetvası’nı Değerlendirmek ve Anlamak
14 Kasım 1914 tarihinde resmî olarak duyurulan Cihat Fetvası, günümüze kadar birçok tartışmanın konusu olmuştur. Cihat Fetvası’nın işe yaramaması gerekçesiyle Hilafet’in kaldırılmasını meşru görenlerin sayısı bir hayli fazladır. Cihat Fetvası’nın etkisiz olması gerekçesiyle, ümmet fikrinin ve bu tür düşünce akımlarının artık ‘‘etkisiz’’ hale geldiği görüşü yaygınlaşmıştır. Bu makale, Cihat Fetvası’nın -en azından Almanlarca- hayal edilen gibi olmamasının normal olduğunu, dönemine göre gayet yerinde sonuçlar verdiği ve işe yaradığını savunmaktadır. Cihat Fetvası’na karşı üretilen argümanların (Arapların başkaldırması, Müslüman askerlerin Osmanlı’ya karşı savaşması, Fetva’ya katılımın olmaması vs.) çoğuna ciddi ve ilmî cevaplar verilmeye çalışılmıştır. Cihat Fetvası dönemi itibariyle dört sene boyunca farklı etnik (Türk, Kürt, Arap vs.) unsurların dayanışmasını sağlamıştır. Bütün engellere rağmen Fetva, on binlerce gönüllü askeri bir araya getirmeyi başarmıştır. Fetva sayesinde orduya alınan gönüllü sayısı aşağı-yukarı asgarî şekilde 100.000 kabul edilebilir (sadece Rumeli’den 50.000 kişi geldiği varsayılırsa dahi bu sayıya rahatlıkla ulaşılabilir). Fetva’nın Osmanlı ordusuna kattığı faydalar dışında diğer büyük bir katısı da İtilaf Devleti askerlerini oyalamasıdır. Bu durum Fetva’nın etkisinin büyüklüğünü ve işlevini gösterir. Sadece Trablusgarp’taki isyan sayesinde İngiliz ve İtalyanların 100.000’i aşan kuvveti senelerce Mısır ve Libya bölgelerinde oyalanmıştır. Bunun dışında sadece 1915 yılında İngilizlerin 100.000’e yakın bir kuvvet yine Cihat’a katılan Afganların saldırıları sayesinde Hindistan’da oyalanmıştır. Dünya Savaşı genelinde ise İngilizler, Hindistan ve civarında 250.000’e yakın kuvveti isyan korkusundan tedbir amaçlı tutmuş, etkili kullanamamıştı. Ayrıca makalede çok az değinilen, ancak göz ardı edilmemesi gereken bir diğer önemli nokta da, Hilâfet’in ve dolayısıyla Cihat’ın yalnızca Cihan Harbi sırasında değil, sonrasında da etkisini sürdürmesidir. Savaşın ardından İslâm âlemi, olup biteni daha net bir şekilde gördüğünde (çünkü kandırılmışlardı) Anadolu’ya ve diğer Müslüman coğrafyalara beklediklerinden çok farklı bir muamele yapıldığını fark ettiler. Bu durum, Anadolu’daki direnişe ellerinden geldiğince, hatta zaman zaman sınırları aşarak, destek vermelerine yol açtı. Dolayısıyla Cihat’ı yalnızca 1914–1918 yılları arasına sıkıştırıp yorumlamak doğru olmayacaktır.
Son sözü 1 Haziran 1916 tarihli Fransız savaş raporu ile bitirelim:
‘‘Türkiye, Trablusgarp, Libya çölü ve Darfur, hiç şüphesiz Kutsal Savaş için ayağa kalktı. Basın aracılığıyla Hindistan’ın sadık kaldığı izlenimi ediniliyor, fakat biz biliyoruz ki Hollanda Doğu Hint Adaları’nda bir miktar hareketlenme olmuştur, İran ciddi şekilde sarsılmış, Afganistan heyecanlanmış ve Mısır titremektedir. Ayrıca Afrika’da burada burada patlak veren neredeyse tüm huzursuzlukların dini bir renk taşıdığını biliyoruz; “Kutsal Savaş” kelimelerinin telaffuz edildiği ve kullanıldığı konusunda hiçbir şüphe yok. Gerçi 12 ila 15 milyonluk bir nüfusa sahip Kuzey Afrika bize 10.000’den fazla asker verdi [bu askerler Alman cephelerinde kullanıldı. Y.N], ama Mağrip’teki İslam’ın (Müslümanlar’ın) tamamen bizim lehimize tavır aldığını söyleyemeyiz; sözde olsa bile, dini gösterilerin çoğu İslam adına yapılmıştır: Elbette başarısız oldular, ancak İtilaf Devletleri’ne bitmek bilmeyen sıkıntılar çıkardılar.’’
(Laurent Murawiec, The Mind of Jihad, s. 191–192)
(Alıntı: penny)