Ali Eren

76 SENE ÖNCE… 29 OCAK 1932

Bilindiği gibi, İslamda imandan sonra ilk emir namaz… Namazın vakitleri, müslümanlara, belli ve belirli lâfızlarla ve yüksek sesle okunan ezanla duyurulur. Bir beldede İslamın ve müslümanların varlığının sembolü ezandır. Ezan öyle bir sembol ki, Müslüman olan bir bölge halkı, ezan okumamakta diretse, İslam hukukçularına göre, başka bir çare yoksa onlara harp ilan edilir…

Allah’a, Allah’ın peygamberine ve âhiret kurtuluşuna çağırdığı için,  ezan aynı zamanda İslama bir çağrı ve dâvettir. Bu dâvet, dünyada Müslüman bulunan her yerde devamlı tekrarlanır durur…

Ezan, “bildirmek, duyurmak, çağrı ve ilan” mânâlarına gelir. Ezan okuyana “müezzin” denir.

Ezan kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe sûresi 3. âyette “Bildiri” mânâsında, Hacc sûresi 27. âyette de “Îlan” mânâsında geçer. Mâide sûresi 58. âyet ile Cuma sûresi 9. âyette de mânâ olarak ezandan bahsedilir. Müezzin kelimesi de A’raf sûresi 44. âyet ile Yûsuf sûresi 70. âyette “Îlan edici” mânâsında geçmektedir.

Ezan okumak; Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre müekked (kuvvetli) sünnet. Bâzı Hanefî âlimlerine göre de vâcib. Onun için, “Ezan vâcib derecesinde kuvvetli sünnettir” deniliyor.

Ezan, namaz vakti girdikten sonra okunur. Vakitten önce okunan ezan okunmamış sayılır, tekrar okunması gerekir. Ezanın sözlerinin sırası değiştirilirse yeniden okunması icap eder.

Namaz İslamın Mekke döneminde farz kılındığı halde, ezan henüz meşrû kılınmadığı için müslümanlar Mekke döneminin tamamında ve Medine’de ilk dönemde zaman zaman bir araya gelip namaz vakitlerini beklerlerdi. Namaz vaktini bildirmek için bir müddet “Essalâh! Essalâh!..” diye namaz için çağrıda bulunuldu. Fakat bu kâfi gelmiyor ve başka bir işarete ihtiyaç duyuluyordu…

Başka din mensuplarının yaptıkları gibi boru öttürmek, ateş yakmak veya bayrak asmak gibi teklifleri onlara benzemek olacağından Resûlüllah Efendimiz kabul buyurmadılar…

Ezan, o sıralarda ashabtan Abdullah bin Zeyd’e rüyasında bildiğimiz şekliyle öğretildi. O da rüyasını Peygamberimiz’e anlattı. Hazret-i Ömer (r.a.) aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü söyledi. Hazret-i Resûlüllah Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem, Bilâl-i Habeşî Hazretleri’ne, rüyada öğretilen şekilde ezan okumasını emretti. Hz. Bilal yüksek bir evin üstüne çıktı ve ilk olarak sabah ezanı okudu…

Ezan, 75 sene öncesine kadar İslamın yayıldığı her yerde aynı şekilde asırlarca okundu durdu…

EZANIN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ

Osmanlı döneminin son zamanları ve 2. Meşrûtiyeti takip eden yıllarda “Türkçülük ve Dilde Sadeleşme” akımının arkasından, önemli münakaşalara sebep olan “Ezanın Türkçeleşmesi” meselesi ortaya atıldı. Bu fikri 1918’de ilk ortaya atan Ziya Gökalp idi. Gökalp, Osmanlılık idealini taşıdığı dönemde, 1908’de Ezan adlı şiirinde, ezanı “Büyük asrın (asr-ı saadetin) sesi” olarak anıyor ve şu mısralarla övüyordu:

Okunurken ezan, sanır her vicdan

Cebrâildir; gelmiş Bilal ağzından

Bütün İslam âlemine seslenir.

Bu mısraların sahibi Ziya Gökalp, Selânik’e yerleştikten sonra 1918’de yazdığı Yeni Hayat kitabındaki “Vatan” şiirinde 180 derecelik bir dönüş sergiliyor ve şöyle diyordu:

Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur

Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur 

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın

Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın

Ziya Gökalp, ezan ve Kur’an’ın Türkçe okunma fikrini Türkçülüğün Esasları kitabında da tekrarladı. Onun bu fikirleri Cumhuriyet döneminde hararetle benimsendi ve 1932’de ezanın Türkçe okunmasına karar verildi. Türkçe ezan ilk defa 29 Ocak 1932’de Fatih Câmii’nde okutturuldu…

Ezanla beraber diğer ibâdetlerin Türkçeleştirilmesi üzerinde duruluyor hedef şöyle belirleniyordu:

Tekbirin, ezanın, kâmetin, salânın, hutbenin ve namazın Türkçeleştirilmesi…

Bu iş için Dolmabahçe sarayında çalışmak üzere Aralık 1931’de 9 hafız görevlendirildi. Bu heyet, tekbir, ezan ve kâmeti konservatuvardan bazı sazların da katılımıyla meşkederek hazırladı.

Diğer 8 hafız “Allâhü Ekber” lafzını “Allah büyüktür” şeklinde, Ali Rıza Sağman ise  “Tanrı uludur” şeklinde tercüme etti ve bu tercüme kabul edildi.

Ezanın “Hayye ale’l-felah” cümlesi önce “Haydi kurtuluşa” diye tercüme edilmek istendiyse de vazgeçilip “Haydi felâha” şeklinde okunmasına karar verildi.

Türkçe Kur’an, Türkçe tekbir ve Türkçe kâmet ise 3 Şubat 1932’ye rastlayan Kadir Gecesi’nde, o zaman henüz müze haline getirilmemiş olan Ayasofya Câmii’ndeki mevlidde okunup radyodan da naklen yayınlandı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu uygulamayı kabul etmesi sağlandı. Câmi ve mescid görevlilerine gönderilen tâmimden sonra ezanın Türkçe okunması sıkı bir şekilde takip edildi.    Karakol ve jandarma teşkilatının ulaşabildiği her yerde Türkçe ezan okutulmaya başlandı…

Ezanın yeni şeklini benimsemeyenler, bu yeni şekli çocuklara ve bazı meczuplara okutarak pasif direniş gösteriyorlardı. Bazıları da yeni şekli yüksek sesle okuttuktan sonra arkasından kısık sesle eski şekliyle ezan okuyorlardı. Buna engel olmak için câmi içinde, câmi dışında ve minare kapılarında polis ve jandarmalar bekletiliyordu. Bu yasağın kânunî bir dayanağı olmadığı için,  uymayanlar böyle polisiye tedbirlerle yıldırılsa da tepkiler bitmiyordu….

Ezanın Türkçe okunmasına ilk büyük tepki 1 Şubat 1933’de Bursa’da oldu. Topal Halil adında halktan biri Ulucâmi’de Arapça ezan okuyunca minare dibinde bekleyen bir sivil polis tarafından tartaklanarak karakola götürülmek istendi. Buna tepki gösteren halk valiliğe yürüdü. Bunun üzerine Bursa müftüsü, savcı ve sulh hâkimi görevden alındı. Hadiseye karışan 19 kişi Çorum Ceza Mahkemesi’nde ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. Diyanet İşleri Reisliği, bütün müftülüklere gönderdiği tâmimle “Görevlilerin ezan ve kâmeti Türkçe okumalarını, buna uymayanların katî ve şedid (şiddetli) şekilde cezalandırılacağını…” bildirdi. Bunun ardından da câmi görevlilerine Arapça salâ vermemeleri emri geldi.

Ezanın Türkçe okunmasına uymayan görevliler, 1941 senesine kadar “Yetkili mercîlerin kamu düzenini sağlamaya yönelik emrine aykırı davranmak” suçundan cezalandırıldılar.  Bu cezayla ilgili 526. maddeye daha sonra şu ilave ceza da eklendi:

“Arapça ezan ve kâmet okuyanların üç aya kadar hapis veya on liradan ikiyüz liraya kadar para cezası ile cezalandırılması…”

Her ne kadar öngörülen cezalar böyleyse de uygulamalar daha ağır oluyordu. Gerçek infaz, kanunla belirlenenin üç-dört katına çıkıyordu. Tatbik edilen cezalar içinde dayak ve aylarca akıl hastanelerine kapatma da vardı. Buna rağmen, kâh bir millî maçta, kâh bir sinemada, kâh çeşitli câmilerde, kâh bir vâlinin bulunduğu yerde hatta TBMM dinleyici locasında Arapça ezan okuyanlar oluyordu. Hükümet ise işin peşini bırakmıyordu. Arapça ezan okuyanlara hapis ve para cezaları veriliyor, bir çoğu da akıl hastanelerine sevkediliyordu…

Seneler böyle geçerken, halk 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’ye yönelince hükümet  bu sıkı politikanın ve yasağın hızını kesmek mecburiyetinde kaldı. Bunun neticesi olarak Diyanet İşleri Reisliği’nin 22 Eylül 1948 tarihli tâmiminde şöyle deniliyordu:

“Mevlidlerde, hatim duâlarında, bayram namazı ile bayram günlerinde okunması gereken tekbirlerin Arapça okunması, Arapça ezan ve Arapça kâmet yasağı içine girmemektedir.”

1950 seçimlerinden sonra, ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması için yoğun bir çalışma başlatıldı. TBMM’ye kanun teklifleri sunuldu. Sonunda ceza kanununun 526. maddesinde değişiklikler yapılarak 16 Haziran 1950’de o senenin Ramazan ayından önce ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın müftülüklere gönderdiği bu meseleyle ilgili tâmimde şöyle deniliyordu:

“Ezana mahsus özel lafızlar, ezanın rüknü ve sıhhatinin (doğru olmasının) şartıdır. En doğru şekilde bir tercüme ile de olsa, bu özel lafızlardan başka şekilde okunan ezana itibar yoktur…..”        

Ramazan ayıydı, bayram gelmemişti ama yasağın kalkmasıyla ülkeye adeta bayram gelmişti. Minarelerden yükselen “Allâhü Ekber” sedalarını duyan halk kapı ve pencerelere, balkonlara doluşmuş, sevinçten ağlıyordu. Sabah ezanlarını dinlemek için câmilerin etraflarında toplananlar yeri öpüyorlardı… Birçok kimse kurban kesmişti…

Değerli okuyucular!

Rahmetli annem de kendisinin bu sevinç göz yaşları akıtanlar arasında olduğunu anlatırdı. O zaman Kırıkkale’nin Keskin kazasında bulunuyormuş. Ezan ilk defa “Allâhü Ekber Allâhü Ekber…” diye okunmaya başlayınca, kadınlar evlerin  balkon ve pencerelerine koşuşup sevinçten hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Annem bunu iç çekerek anlatır “O günler bir daha geri gelmesin” derdi…

Son senelerde, ezan ve namazla ilgisi olmayan kimselerden bazı çatlak sesler duyulmakta, bunlar ezanın Türkçe okunması gerektiğini söylemeye kalkışmaktadırlar. Fakat söylemeleriyle seslerinin kesilmesi bir olmaktadır. Siyâsî bir hüviyet taşıyan bu kimseler, bu sözü söyler söylemez siyâsî hayatları sönüvermektedir. Adeta ezan kendilerini çarpmaktadır. Zaten ezan 14 asırdır nicelerini çarpıp durmaktadır. Bundan sonra da elbette çarpacaktır…

Değerli okuyucular! Memleketimizde 1932’de başlayıp 18 sene devam eden Arapça ezan yasağı 29 Ocakta başlamıştı. Bu tarih, dergimizin bu sayısına uygun düştüğünden, yazımızda bu meseleyi ele almış olduk. Bu hususta daha geniş bilgi için, TDV İslam Ansiklopedisi’nin Ezan maddesine ve Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri isimli esere müracaat edilebilir…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu