Tarihselciler Hakkında Genel Değerlendirme – Prof. Dr. Salim Öğüt
Tarihselcilik düşüncesinin icadmda etkin olan en önemli faktör, müellifin şu beyanında dile gelmektedir:
“Kur’an bu anlayışa göre Allah’ın ezelî-kadîm” vasfını haiz kelam sıfatının bir tecellisidir. Allah nesneler dünyasına ilişkin her şeyi sınırsız ilim ve iradesiyle ihata ettiğine göre Kur’an’in nüzulünden sonraki tüm gelişmeler de ilâhî planda hesaba katılmış olmalıdır.” Bütün mesele, bu hususun akla sığdırılamamasından kaynaklanmaktadır.
Dünyayı ve sosyal hayatı bir sosyolog mantalitesiyle/zihniyetiyle ele aldığımız ve incelediğimiz zaman, hakikaten böyle görmekte ve böyle değerlendirmekte mazuruz.
Hatta bundan başka çıkış yolu da bulamayız. Çünkü bu zihniyete göre insanlık sürekli “değişmekte ve gelişmekte”dir. Bilim, hukuk, ahlak ve din de bu gelişim ve değişime ayak uydurmak zorundadır. Bu durumda, yarının neler getireceğini bu günden hesaba katmak, mümkün değildir.
Gerçi bunun mümkün olmadığını söylemek insanlar açısından doğru olsa bile Allah Tealanın ilmi ve kudreti söz konusu olduğunda doğru olmaz; ancak biz yine de şimdilik bu inceliğin peşinde değiliz; onun için bu noktayı, bu kadarak bir işaretle geçiştiriyoruz.
Modern çağın sihirli iki kavramı olan “değişim ve gelişim” hayatın ana merkezim doldurduğu için bütün değerlendirmeler bu perspektiften yapılmakta, dolayısıyla Kur’an’in nüzulünden sonraki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katılmış olması imkân dâhilinde görülmediği için “yeni arayışlarda ihtiyaç duyulmaktadır.
Ne var ki, böylesine temel bir meselede, çok önemli bir nokta gözden kaçırılmaktadır ki o da şudur: Bu Kur’an’m Rabbi olan Allah, kullan için bir “sırat-ı müstakim (dosdoğru yol)” çizmekte ve onları, ona çağırmaktadır. Kulların ona çağırılması ise, önce ona ulaşmak, sonra da ondan ayrılmamak suretiyle mümkün olmaktadır. Bunun anlamı, O Rabbin kullan, hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar, sırat-ı müstakim üzere olmak zorundadırlar. Bu meselenin çağ ile, devir ile, dönem ile, bölgesel farklılıklarla ilgisi yoktur. İslam’m temel iman, ibadet, ahlak ve muamelat hükümlerine uygun olarak yaşama yükümlülüğü bütün insanlar ve bütün devirler için geçerlidir, ikincil derecedeki hükümler ise, ahkâmın değişmesi ile ilgilidir ve bu husus bütün fıkıh tarihi boyunca ulemamızın hüsnü kabulü ile karşılanmıştır.
O halde, modern dünyada “değişim ve gelişim” ne kadar merkezi bir önem taşıyor ve bütün disiplinler bu telakkinin etrafında konuşlanıyor ve ona ayak uydurmaya çalışıyorsa, dinî inanış, düşünüş ve yaşayışta da “muhafaza etme, riayet etme ve ittiba etme” aynı ölçüde merkezi önem taşımakta ve dinî ilimlerin tamamı bu zihniyeti esas almaktadırlar. Hal böyle olunca müellifin “tüm gelişmeler” diyerek belirttiği bu gelişmelerin büyük çoğunluğu İslam toplumunda vücut bulamaz, dolayısıyla da bir problem olarak boy gösteremez.
Mesela İslam toplumunda “cinsel özgürlük” diye bir anlayıştan söz edilemez, Çünkü “cinsellik”, özgürlük konusu olarak görülemez. Zira bir müslümanın hem gönül dünyası, insanın, canının bir ilahî emanet olduğuna inandığı gibi, teninin de emanet olduğuna inanır ve canını korurken gösterdiği titizliği, tenini yaşatırken de gösterir. Hiçbir zaman, o teni kendisine emanet eden Yaratcı’nın bu konudaki talimatlarına başkaldırmayı düşünmez. Zina etmemesi de O Yaratıcı’nın emrettiği tensel/bedenî talimatlarındandır. Dolayısıyla ne zina, ne eş cinsellik ne de onların türevleri olarak ortaya çıkan modern problemler bizi meşgul etmez. “Özgürlük” olarak algılanan birçok konu, mesela alkol tüketimi ve uyuşturucu kullanımı, bizim zihin dünyamızda “yozlaşma, tereddi, dejenere” olarak görülmekte, dolayısıyla probleme bakış tarzımız farklılaşmaktadır. Çünkü bu konularda bizi bağlayan “nass”lar vardır ve biz bu naslara uymak ve onlar tarafından çizilen sınırlan aşmamakla yükümlüyüz.
İktisadi alanda da böyledir. Gerek kazanma, gerekse harcama konusunda İslam’ın getirdiği bir takım hükümler vardır ve bunlara uymak, “sırat-ı müstakim” üzere bulunmanın gereğidir. Faiz yasağından alkollü içki üretim ve satışına kadar birçok konu bu kabildendir.
Şöyle de söyleyebiliriz:
İslâm ilahiyatının en önemli konularından, yani ana başlıklarından biri de “hüsün-kubuh” meselesidir. Bir başka ifade ile “iyi-kötü” veya “hayır-şer” ya da “doğru-yanlış” telakkilerinin belirlenme kriterlerinin tesbit edilmesidir, “iyi” yi nasıl tanımlayacağız ve hangi ölçüleri esas alarak belirleyeceğiz. Tabii” kötü” için de aynı sorulan soracağız.
Bizim din telakkimizde bir fiil, sadece dünya açısından değil, hem dünya hem de ahiret açısından değerlendirilir ve o fiilin, insanı, ya sevaba ya da ikaba/cezaya götüreceğine inanılır. İşte bu “dünya ve ahiret açısından fayda-zarar”ın belirlenmesi, tamamen “nass”larda, yani Kur’an-ı Kerim’de ve O’nun açıklaması hükmünde olan Sünnet’te beyan buyrulan ölçülerle sübut bulur.305
305 Bu konuda teferruatlı bilgi edinmek için bk. İlyas Çelebi, “Hüsün ve Kubuh” DİA, XIX, 59-63
Bu meseleyi uçsuz bucaksız okyanuslara açılmak zorunda olan iki kaptan üzerinden şu şekilde tasvir edebiliriz: Birinci kaptan maceraperest duygular ve dürtülerle yola çıkmakta, ne kendisi, ne de bir başkası, yolculuğun bir adım sonrasına dair hiçbir öngörü geliştirememektedir. Bu şekilde denize açılan bir kaptanın rotasını kestirebilmek, güzergâhını belirleyebilmek tabiî ki imkânsızdır. Hava durumuna göre, uğradığı menzillerin/konaklann çekiciliğine veya tehlike arzetmesine göre, tayfasının istek ve ihtiyaçlarına göre, daha önceki tecrübelerine dayalı olarak geliştirdiği tahminlerine göre her gün yeni bir rota belirlemesi mümkündür. Onun için ondan, onun yolculuğundan ve bu yolculuğun takip edeceği rotadan ve bu yolculuğun nerede son bulacağından, hatta ne zaman son bulacağmdan bahsetmek mümkün olmaz.
Ancak, bir otoritenin emrinde, mesela Sultan’ın/Padişah’ın/Kral’ın veya silahlı kuvvetlerin emir ve komutasında yola çıkan, izlemek zorunda olduğu rota eline verilen, nerelere uğrayacağı, ne kadar mola vereceği ve mola yerlerindeki vakitleri nasıl geçireceği kendisine bildirilen ve mecbur kalmadıkça bu rotanın ve bu talimatın dışına çıkmaması kendisine tembih edilen bir memur/asker kaptan için durum farklıdır. Çünkü bu kaptan, belli bir hedefe yönelik olarak yola çıkmış, aynı zamanda daha önce almış olduğu askeri disiplin ve mesleki terbiye gereği bu talimatlara bağlı kalmanın önemini ve değerini de en derinden kavramıştır; bu yüzden bu talimatlara, -bir mecburiyet olmadıkça- muhalefet etme ihtimali son derece zayıftır.
Evet, gerçekten de birinci örnekteki kaptanın ne yapacağını, nasıl bir seyir izleyeceğini kestirebilmek mümkün değildir; onun için de onun rotasını hesap edebilmek ve ona göre tahminler yürütmek tam bir kumardır. İkinci kaptana gelince, durum tamamen aksinedir. Onun izleyeceği seyir ve bu seyir esnasında yapıp edeceği bütün davranışlar bellidir. Bu konuda tahmin yürütmeye ihtiyaç yoktur.
Görüldüğü üzere birinci örnekte kaptan özgür, arkada kalanlar onu merak etmekte ve onun seyri hakkında talimin yürütmek zorundadırlar, ikinci örnekte ise kaptan eline verilen talimatlarla buyruk altına sokulmuş, ona o talimatı veren kudret onu sadece talimatlara uyup uymadığı noktasından kontrol etmekte, kaptan da bunu bilmektedir.
İki resim arasında bu kadar fark varken, nasıl olur da haklarında aynı hükme varılabilir? Doğrusu müellifin bu konudaki düşüncelerini bir daha gözden geçirmesini arzu ederiz. Ancak kendisi farklı bir resim çizer de, eksik bıraktığımız veya hatalı yorumladığımız bir noktaya işaret ederse, biz de düşüncelerimizi gözden geçireceğimize söz veriyoruz.
İşte elimize verilen bu rota veya daha genel anlamda, bu yolculuğumuzda uymamız gereken talimatlar bütünü, bizim uymamız gereken hayat üslubumuzdur. Ve bu talimatlara uygun olarak oluşturulan hayat üslubunun adı ise “sırât-ı müstakim”dir.
Evet, aslında uçsuz bucaksız karanlık denizlere açılırken, uzman kişi ve kurumlardan, gerekli bilgi ve talimatları alarak yola çıkmak, aslında her akim ve sağduyunun da beklentisi ve talebidir ama bir de nefis ve hevâ diye bir dürtümüz vardır ki o, talimatlardan hoşlanmaz. Serkeşlikten ve serserilikten hoşlanır ve çoğunlukla bu durumu özgürlük diye algılar. Aklın ve sağduyunun sesini bastırır ve kendi hezeyanlarını öne çıkarır. Bu yüzden de böyle bir yolculuğa çıkacak herkes, aslında korku, kuşku ve kaygı doludur ve nelerle karşılaşacağım bilememenin sonsuz endişesi ve tereddüdü içindedir. Ne var ki, nefisinin sesine kulak verip bu korkulan ve kaygılan “serüven/macera/safari” olarak algılamaya başlayınca, artık ona hiçbir kişi ve kurum yardıma olamaz
Artık o, yaşadığı bütün sıkıntıları “değişim ve gelişim” diye algılar; bunu da “ilerleme, aydınlanma, çağdaşlaşma ve modernleşme” gibi kavramlarla karşılamaya başlar.
Epeyce bir süredir ülkemizde böylesine bir süreç yaşanmakta, bazı sosyologlar bu sürecin adım “iç sekülerleşme” olarak belirlemektedirler. Buna göre “dinsel düşünce çerçevelerinin içerikleri giderek değişmekte ve giderek daha çok modern değer ve kavramı bünyesine almaktadır. En bariz biçimi dinlerin modernizasyon hareketlerinde görülen bu tür bir süreçte, en kaba hatlanyla, örneğin tüm zamanlar için geçerlilik, otantiklik ve dogmatiklik gibi dinsel değerlerin yerini değişim, yenilik ve görecelilik gibi modern değerlere bıraktığı görülmektedir.”306
306 Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, İstanbul, 1994, s. 36
İşte müellifin “Kur’an’ın nüzulünden sonraki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katilmiş olmasının imkânsızlığı” tezi, bu iç sekülerleşmenin bir sonucudur. Hâlbuki dinî düşüncenin ana çerçevesini teşkil eden “tüm zamanlar için geçerlilik” prensibinden haberdar olunabilse ve bu prensibin korunmasının gerekliliği üzerinde basit bir zihni çaba gösterilebilseydi, bu problemler bu kadar büyümez ve bütün dünyamızı işgal etme istidadı gösteremezdi.
Bu durumda müellifin ve müellif gibi düşünenlerin “Kur’an’ın nüzulünden sonraki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katılmış olmasının imkânsızlığı” tezinden yola çıkarak kurmaya çalıştıkları bu yenidünyanın yeniden gözden geçirilmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Çünkü bu “yenidünya” çok yanlış bir hesapla, çok yanlış bir paradigma üzerine kurulmuştur.
Buna inanamayanlar, hem insan unsurunun, hem de çevre unsurunun, son yüz senelik bir zaman dilimi içerisinde nasıl tahrip edildiğini görsün. Otuzbeş sene sonra kuzey buz denizinde bir metrekarelik bile buz dağı kalmayacağını ve bunun arkasından sökün edip gelecek çevre felaketlerini bir an için hatırlamaya ve tahmin etmeye çalışsın. Akabinde de dahî ingiliz bilim adamı Hawking’in, “artık bu gezegenden ümidinizi kesin ve kendinize başka bir gezegen arayın” uyarışını düşünsün.
İnsan unsurunun başına gelen bu ahlaki çürümüşlüğü ve çöküntüyü örneklendirmeye bu kitabın muhtevası izin vermez. Ayrıca buna gerek de yok zaten. Sıradan bir gün, sıradan bir haber sitesine girip haberler arasmda küçük bir gezinti yapan herkes, bu konunun vahametini rahatlıkla görebilmektedir. Bazı mütefekkirlerin tabiriyle bugünün inşam “ayak parmaklarında başlamakta, göbek çukurunda bitmektedir.”
Paradan gayri tapacak putu, şehvetten gayri izleyecek rotası kalmayan bugünün insanının ne kadar çukurlaştığını hemen her gün herkes yeniden görebilmekte ama bunu da macera ve safari tadında sunan haber merkezlerimiz ve onların özenle seçilmiş cezp edici figürleri sayesinde, yaşanması gereken tatlı bir serüven olarak algılamaya devam etmektedir.
Son olarak şu hatırayı naklederek bitirmek istiyorum:
Bir grup sosyal bilimci ile bir grup ilahiyatçı bir araya gelmişler ve din anlayışı üzerinde fikir teatisinde bulunuyorlarmış. İlahiyatçı meslektaşlarımız dinimizin gelişime ve değişime ne denli açık olduğunu büyük bir şevk, iştah ve heyecanla anlatıyorlarmış. Bütün bu coşkulu beyanları dinleyen sağduyu sahibi bir gazeteci ve sosyal bilim uzmanı olan birisi307 söz sırası kendisine geldiğinde aynen şöyle söylemiş: “Beyler, -acaba ben yanlış mı biliyorum-din, değişmek için gelmemiştir, bilakis değiştirmek için gelmiştir.”
307 Kimliğini tam olarak teyid edemediğimiz için ismini vermeyi uygun görmüyoruz.
Burada asıl can alıcı nokta, “neden bir sosyal bilimcinin ufkunun ihata ettiği bir hakikati çoğu ilahiyatçı akademisyen idrak edememektedir?” sorusunun cevabında yatmaktadır.
Üzerinde düşünmeye değer, değil mi?
Ayrıca “Bir teolog (din âlimi)308 ile din bilimci arasındaki fark, birinin dinî vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dinî veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. “309 Tesbitini ciddiye alıp, dürüstçe bir karar verme zamanı gelmiştir. Bizim kendimiz için seçtiğimiz şık hangisidir: Din âlimliği mi, yoksa din bilimciliği mi? Sanıyoruz bu noktadaki belirginleşme, birçok muğlâk ve karanlık noktanın da berraklaşmasını sağlayacaktır.
303 Burada din ve teoloji aynı anlamda kullanılmıştır. Aslında bunlar çoğunlukla ayrı ayrı anlamlar ifade etmektedirler. İleride bu farka işaret ettik.
309 http://tr.wikipedia.org/vvriki/Dm_bilimleri
Sonuç
Bu meseleyi noktalarken iki hususun alanı çizmek istiyorum:
1- İnsanda tekâmül yoktur; tekâmül eşyadadır. Bu yüzden bazılarının tarihselcilik tezini makulleştirmek ve meşrulaştırmak için öne sürdükleri gerekçenin hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Yani toplumun değiştiği/geliştiği tezinin hiçbir esası yoktur. Toplumun geliştiğini söyleyenler, şayet insanın fıtratında ve cibilliyetinde bir değişiklik olduğunu belirtmek istiyorlarsa bunu isbat edemezler. Yok, öyle değil de kullanılan alet ve edevatın geliştiğini kastediyorlarsa bunu tabii ki bunu kabul ederiz ama bu durumun tarihselcilik tezine nasıl mesnet kılınmak istendiğini de bilmek isteriz.
Evet, üzerinde geniş geniş durulması gereken bir noktaya parmak bastığımızı biliyoruz; ancak özel bir çalışma konusu olabilecek kadar önemli ve hacimli olan böylesine bir konunun burada bihakkın ele alınmasının mümkün olmadığının farkındayız. Ancak madem dile getirdik, o halde şu kadarcık bir işarette bulunmadan da geçmeyelim:
Elinize geçirebildiğiniz en eski bir yazıt alınız ve oradaki insani duygular, talepler, ihtiyaçlar ve ihtiraslarla, günümüz insanınkilerini karşılaştırınız. Mesela yazının bulunduğu ilk tarihte, yani altı bin sene önce yaşamış bir devlet adamının, bir siyasetçinin, bir askerin, bir tüccarın, bir sanatçının veya bilim adamının duyguları, talepleri, ihtirasları ve ihtiyaçları ile günümüzdeki benzerlerinin arasında bir fark bulunmadığını göreceksiniz. Daha somut olması ve daha yakından bir örnek olması açısından zikredelim: Hz. Peygamber döneminin Mekke-Site Devleti’nin reisi Ebu Süfyan ile çağımızın imparatorluğu olarak kabul edilen ABD’nin başındaki Geoge W. Bush arasında, ya da Ebu Süfyan’ın eşi Hind ile Bush’un eşi Laura Bush arasında, insanî ihtiraslar ve ihtiyaçlar bakımından herhangi bir fark bulunmadığını göreceksiniz.
Aklı olan ve gözü gören herkes beşerî duygular ve olgular açısından “insan türü”nde herhangi bir tekâmülün söz konusu olmadığını bilirler. O halde neye itiraz edilmektedir, anlayabilmiş değilim.
2- Bütün medeniyetler, sosyal, siyasal, ahlaki ve hukuki yapılanmaları, estetik değerleri ve sanat faaliyetleri ile bir bütünlük arz ederler. İslam medeniyetinin de bu özelliğe sahip olması gerekir. Bu ilke açısından bakıldığı zaman, İslam’ın itikad, ibadet, ahlak ve muamelat hükümlerini ayrı ayrı mütalaa etmek ve bunların bir kısmının, mesela itikad ve ahlak esaslarının evrensel olduğunu, ama ibadet ve muamelat hükümlerinin tarihsel olduğunu söylemek, açıklanması imkansız bir çelişki arz eder. İtikad, ahlak, ibadet esaslarım ayrı, muamelat hükümlerini ayrı değerlendirmek de böyledir. Bunun da hesabı verilemez ve açıklaması yapılamaz.
Bu konudaki temel düşüncemizi ve hareket noktamızı açıklayabilmek için Rahmetli Ömer Kirazoğlu hocamızdan nakledilen şu hatırayı burada zikretmek ve değerlendirmek istiyorum.
Başarılı bir mimar olan merhum Kirazoğlu hocamıza Amerikalı bir mimar meslektaşı misafir olur. Birlikte İstanbul’un Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Fatih gibi Selâtîn camilerini gezerler. Gördükleri karşısında büyük bir hayranlık duygusuna kapılan misafir mimar, ev sahibine der ki: “Efendim, ben, bir de bu mimarînin musikîsini dinlemek istiyorum.” Misafirin bu talebi üzerine Müzeyyen Senar, Münir Nureddin Selçuk ve Safiye Ayla gibi o günkü ünlü sanatçıların konserlerine götürülür. Fakat misafirin gönlü bir türlü itminan bulmaz. Arayışı devam etmekte ve hala o mimarinin musikisini dinlemek istemektedir. Bunun üzerine bir sanat erbabı Kirazoğlu hocamıza, bu misafire bir âyin-i şerif dinletmelerini tavsiye eder ve birlikte Galata mevlevihânesine giderek orada icra edilen bir âyin-i şerif merasimine katılırlar. Dinlediklerinden fevkalade müteesir olan misafir mimar büyük bir heyecanla: “Evet, işte bu! O mimarinin musikisi budur.” der.
O yabancı sanat adamı, sadece sanatkâr ruhunun sesini dinleyerek bu bütünlüğü yakalayabilmiştir.
Evet, her medeniyet gibi Osmanlı medeniyetinin ürünü olan Osmanlı sanatı da, şiiri, mimarisi, tezhibi, hattı, minyatürü, musikisi vb alanlarıyla kendi içinde bir bütünlük arz etmektedir ve gerçek sanatçılar bunun farkındadır.
İslam dini de böyledir. İtikad, ahlak, ibadet ve muamelatıyla bir bütündür. Görmediği Allah’a, kendisine bildirilen bilgiler çerçevesinde inanmayan bir kimsenin günümüz şartlarında başını secdeye koyması mümkün değildir. Az önce önümüzden geçen birinin bastığı yere alnımızı ve burnumuzu koymak, sadece “emre itaat” ve “teslimiyet” ilkelerine riayetle mümkün olabilir. Aksi halde hiçbir güç bugünün insanını böyle bir davranışa ikna edemez.
O halde böyle bir ibadeti kolaylıkla kabullenme ve ifa etmenin gerekçesi, öyle bir imandır. O imana dayalı olarak böyle bir ibadet manzumesini kolaylıkla kabullenen kimseler, O inancın ortaya koyduğu ahlak ilkelerini de kolaylıkla sindirirler. Bu durum muamelat hükümleri için de aynen geçerlidir.
Son cümlemiz, en başta dikkat çektiğimiz ilk Nazm-ı Celîl olsun:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz taraftndandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”310
310 Âl-i İmran Sûresi, 3/7