Selefilik Neyin Devamı – Halit İstanbullu
Yatağından ayrılan nehir suyu gibi, vahyin aydınlık yolundan uzaklaşan insan zihni de saf halini kaybeder. İdeolojiler mahşerine dönüşen zihnin, hakikati yanlışlardan ayıklayabilmesi, vahyi bozulmamış bir akılla okuması ile mümkündür.
Peygamberler farklı renk, dil ve iklimlerin egemen olduğu zihinleri yanlışlardan ayıklayıp “hakikat” etrafında yek vucût olmaya çağırdılar.
Her peygamber ümmetini Allah’a ve ahiret gününe iman etmeye davet etmiştir. En son Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı düşünceleri İslam etrafında bir araya getirip mümin zihinleri ideolojik ihtilattan kurtarmıştır.
İnsanlık tarihi Hz. Adem’den Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru tarandığında görülecektir ki esasta aynı şeyleri söyleyen peygamberler ömürlerini zihinleri yanlışlardan arındırmaya yani bâtılı geçersiz kılmaya adamışlardır.
İslam’ın ilk yılları yanlışların silinip, farklı düşüncelerin tevhit edilmesinin örnekleriyle doludur. Değişik kabulleri, algıları, istekleri olan kabileler mümin kimliği altında tek renge bürünmüşlerdir.
İslam’ın evrensel bir din olması bazı ameli meselelerin gri tonda kalmasına yol açmıştır. Bu durum farklı zaman ve mekanlarda yaşayan insanların hayatlarına kolaylıklar getirdiği gibi “tevhid”in de zorlama olmaksızın kabulünü temin etmiştir. “Te’vil” ve “tefsir”e açık olan nasslar insanlık aleminin tek düze olmasına engel olmuşlardır. Ameli noktada sahabeden yapılan farklı rivayetler de bu noktada önem arz etmektedirler. Bir konuda sahabenin ihtilaf etmesi sonraki kuşaklar için “rahmet” olarak kendini göstermiştir.
Ameli bir konuda sahabenin ihtilaf etmesinden haz duyan Ömer b. Abdulaziz gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır: “Eğer onlardan rivayet edilen tek bir görüş olsaydı bu durumda insanlar darda kalırlardı.”[1]
İmanla hakikati yek vucût halinde özümseyen zihinlerin ameli konularda ihtilaf etmeleri, sonraki dönem müçtehitlerine alternatif çözümler üretme ya da farklı tercihlerde bulunma imkanı sağlamıştır. Bu yüzdendir ki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinin ihtilafını rahmet olarak değerlendirmiştir.
Burada altı çizilmesi gereken bir konu vardır ki, o da sahabe ihtilafının ameli konularla sınırlı olmasıdır. Eğer sahabenin ihtilafı konuyla alakalı mevcut bir nassa vakıf olamamaktan kaynaklanıyorsa, nassın sabit olmasıyla düşüncelerini ayet ya da hadis etrafında derhal tevhit etmişlerdir. Nitekim Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ahirete irtihali üzerine bir grup sahabi O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ölmediğini, Allah Teala’nın İsa (aleyhisselam) gibi O’nu da katına yükselttiğini dillendirdiklerinde, Hz. Ebu Bekir “(Ey Muhammed!) Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.”[2] ayetini okuyup, “kim Muhammed’e ibadet ediyorsa bilsin ki O ölmüştür. Kim de Muhammed’in Rabbine ibadet ediyorsa yine bilsin ki O diridir ve asla ölmeyecektir.” hitabında bulununca ihtilaf ortadan kalkmış ve istisnasız herkes Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatını kabul etmiştir.[3] Yine “Sakîfe Ehli”, devlet başkanlığı konusunu tartışırken ensardan bir grup, muhacirlere; “sizden bir, bizden de bir emir” olsun teklifinde bulunmuştu. Fakat devlet başkanın “Kureyş”ten olması gerektiğini bildiren hadis gündeme getirildiğinde ensar, Allah ve Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) itaat edip, gayri bütün görüşleri devre dışı bırakmıştı.[4]
Sahabe asrının sonlarına doğru ihtilaflar kelâmî alana da kaymış kader ve sıfatlar ekseninde cereyan eden tartışmalar bir çok meşrebin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Nev zuhûr fırkalara karşı usûl-u dinde ihtilaf etmeyen topluluğun adı ise “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mezhebidir. “Fırka-i Naciye” olarak ta bilinen bu oluşumun ihtilafı fıkhî alanla sınırlı kamıştır.[5]
İtikadî İhtilafların Arkaplanı
Farklı kültür ve dinlere mensup şahıs ve toplumların İslam’a girmeleri, beraberinde yeni sorunlar getirmiştir. Bunlardan en önemlisi farklı din müntesiplerinin ihtida etmelerine rağmen zihinlerindeki eski dinlerine ait bakiyeleri silememeleridir. Bu durum İslam’ın gerçeklerini önceki akidelerinin ışığı altında değerlendirmelerine yol açmıştır.
İslam’a girme noktasında samimi olan fakat eski görüşlerinden kurtulamayan bu grubun yanı sıra bir başka oluşum daha vardır ki onlar, görünüşte Müslüman, gerçekte ise İslam düşmanıdırlar. İçlerinde haramı helal, helali de haram gösteren 4 bin hadis uyduracak kadar ileri giden zındıklar da vardır. Bu grup Müslümanlar arasındaki itikadî ihtilafın oluşmasında son derece etkili olmuştur.
İranlılar, uluslararası arenada ciddiye almadıkları, kabile hayatı yaşadıklarından dolayı da devlet gözüyle bakmadıkları Araplar karşısında gün gelip saltanatlarını kaybedince, itibarlarını geri alabilmek için onlar arasına fitne tohumları ekip, sonu gelmez itikadî ayrılıklara zemin hazırlamışlardır.
Yunan ve Roma filozoflarına ait felsefi metinlerin tercüme edilmesi de ihtilafların oluşmasında etkili olmuştur. Nassları Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden düşünce sistemi ile (usul) yorumlayan kelamcıların yerine, felsefi ekollerin düşünce sistemlerini esas alan mütefekkirler zuhur etmiştir. Bu ekolün en güçlü temsilcileri mutezilî kelamcılar arasından çıkmıştır.
Mutezile, ideolojik saplantılara teslim olunca Allah Teala’nın sıfatlarını ispat ya da nefy gibi insan aklının sınırlarını zorlayan sorunlara dalmıştır. Bu bapta incelenen her bir konu beraberinde yeni ihtilaflar getirmiştir. İhtilafların gündemde kalması daha büyük ihtilafların doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Allah Teala’nın müminlerin imanlarını sınamak için indirdiği “müteşabih” ayetler, zamanla ilim adamları arasında ihtilaf sebebi olmuştur. Selef, müteşabih ayetlerin anlamını Allah Teala’ya havale ederken, Haşviyye onlardan hareketle Cenab-ı Hakk’a cisimlere mahsus özellikler isnat etmiştir.
Kelamcıların Zuhuru
Sahabe devrinden uzaklaştıkça hem ihtilafın derinliğinde, hem de konularında artış görülmüştür. Sıfatlar ve müteşabihatı te’vil etmeksizin anlamlarını Allah Teala’ya havale eden selef akidesi, bu cereyanları cevaplama noktasında yetersiz kalmıştır.
Selef akidesinin içe kapanması, buna mukabil akla aşırı önem veren Mu’tezile’nin etkin hale gelmesi muvazeneyi sarsacak bir konuma geldiğinde, nassa bağlı kalma şartıyla aklı da kullanan fakat bunu yaparken Ehl-i Sünnet’in belirlediği sınırların dışına taşmayan kelamcılar ortaya çıkmıştır. Irak’ta kırk yaşına kadar mutezili olarak yaşayan “ihve-i selase/üç kardeş” meselesinden dolayı da hocası Ebu Ali el-Cübbai ile tartışıp Mutezile’den ayrılan Ebu’l-Hasan el-Eş’ari (v. 324/936) ve Maveraunnehir bölgesinde yüksek ilgi ve alaka gören Ebu Mansur el-Maturidi’nin (333/944) çalışmaları muvazenenin yeniden tesis edilmesinde hayati öneme sahiptir.
Ehl-i Sünnet kelamı olarak isimlendirilen bu yeni cereyan, Mutezile başta olmak üzere bidat ehli fırkaların güçlerini etkisiz hale getirmiş, selefîn temsil ettiği akideyi ise hem muhafaza etmiş hem de neşretmiştir. Bu yüzdendir ki Cüveyni selef ve halef alimlerinin benimsedikleri “tefviz” ve “te’vil” sistemlerinin Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[6]
Maturidiyye ve Eş’ariyye mezhebine müntesib kelamcılarının telif ettiği eser ve yetiştirdikleri talebeler zamanla sıfatların bir kısmını reddeden ve Allah Teala’yı yaratılmışlara benzeten bidat fırkalarının inkıraza müncer olmalarına yol açmıştır.
Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v. 728/1328) “ehl-i sünnet kelamına” karşı yönelttiği eleştirileri ve “selef akidesi” başlığı altında “Haşviyye” ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde “selefîyye” olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır.
Selef
“Halef” kelimesinin zıddı olan “selef”, önceden yaşayan büyükler ve akrabalar anlamına gelmektedir.[7] Buna göre her yaşayan insanın bir selefî vardır. “Halef” olan, bir gün mutlaka “selef” olacaktır. Fakat kelime, ıstılahta belli bir dönemle sınırlandırılmaktadır. Hadisin delalet ettiği anlama göre “selef”ten Allah Resulün’den (sallallahu aleyhi ve sellem) itibaren yaşayan üç kuşak anlaşılmaktadır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları üstünlükleri itibariyle kıymetlendirirken şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı benim asrımdaki[8] ashabımdır. Sonra onlara yakın olan tabiundur. Sonra da onlara tabi olan etba-u tabiindir. Bunların ardından bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin şehadeti yemininin, yemini de şehadetinin önüne geçer.”[9]
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetin kaynağına yakın olmalarından dolayı lehlerinde şahadette bulunduğu selefîn, ilk tabakasında yer alan sahabe İslam akidesini direkt olarak Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) almış, ikinci tabakada yer alan tabiun Resulullah’ı gören sahabeden dinlemiş, son tabakada yer alan etba-u tabiin ise tabiundan öğrenmiştir. Üçüncü kuşaktan sonra bidat ve dalalet yaygınlık kazanmış, inanç ve fikirdeki safiyet bozulmuştur. Enes b. Malik’in, Haccac-ı Zalim’in zulmünden şikayet eden Kûfe halkına “Bundan sonra gelecek zaman muhakkak bundan daha fena olacaktır. Ve bu kötülük siz ölüp Rabbinize gidinceye kadar (asırlarca) devam edecektir.”[10] hadisini hatırlatarak sabır tavsiye etmesi de bu hükmü desteklemektedir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yarını, dününden daha fena olacak insanlığa, selefîn, kendisine en yakın halkası olan ashabın yolunu izlemeyi vasiyyet etmiştir: “Benim sünnetime ve raşid halifelerin sünnetine sarılın.”[11], ”Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’e uyun, Ammar’ın rehberliğinde yol alın, İbn Mesud’un rivayet ettiğini de kabul edin.’[12] “Ashabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız uyun, sizi doğru yola erdirir.”[13]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın bir gelecekte ümmetinin 72 fırkaya ayrılan İsrailoğulları gibi, 73 fırkaya ayrılacağını içlerinde ise sadece “ashabıyla birlikte kendisinin üzerinde olduğu” ehli sünnet ve’l-cemaat yolunu benimseyeceklerin kurtulacağını söylemektedir.[14]
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinden, selefîn ilk halkası olan ashaba uymalarını istemesi zaman itibariyle önce olduklarından değil, Kur’an’ın inişine, Cebrail’in gelişine şahit olduklarından yani Kitab ve Sünnet’i diğer kuşaklardan daha iyi bildiklerinden dolayıdır. Selefîn diğer iki halkasını teşkil eden tabiun ve tebe-u tabiin de ilmin menbaı olan Allah Resulü’ne sonraki kuşaklara nisbetle daha yakındır. Yaşadıkları dönemde Arap dili saf haliyle korunduğundan selikaları daha güçlüdür. Bu durum din ve istikamet noktasında imam olmalarına yol açmıştır.
İslam’ı doğru bir şekilde anlamak için gerekli olan selefe ittiba, sınırsız olmayacağı gibi kelimeleri bir takım kalıplara hapsetmek şeklinde de olmamalıdır. Selefe ittibanın çerçevesi; nassları tefsir ve te’vil ederken başvurdukları prensiplerle, içtihat yaparken dikkate aldıkları kriterleri benimsemek olarak anlaşılmalıdır.[15] Zira selef, tek bir içtihat usulü benimsememiştir. Tabiun kuşağından Said b. Müseyyeb “hadis merkezli” fıkhî bir yaklaşımı tercih ederken, Kûfe’de İbrahim en-Nahai “içtihat merkezli” fıkhî bir ameliye içerisinde olmuştur. Bu durumda kendilerinin selefî olduğunu iddia eden grup içtihat ederken hangi fıkıh mektebinin usulünü takip edecektir?!
Eğer selefe ittiba etmek onların söz, fiil ve adetlerini ilave, eksiltme ve değiştirme yapmaksızın özümsemek şeklinde anlaşılacaksa bu, selefîn kabulleriyle çelişen bir durumdur. Zira onlar kendi söz, fil ve uygulamalarına sonsuza kadar baki kalacak kutsi unsurlar olarak bakmamışlardır. Nitekim sahabenin Mekke’deki örf ve adetiyle Medine’deki örfü arasında ciddi derecede farklılıklar vardır. Mekke’de bir çoğu dikişli elbiseyi tanımazken, Medine’de dikişli elbiseler giymişlerdir.[16]
Tabiun dönemi fakihleri de sahabe asrında söz konusu olmayan bir çok meselede içtihat etmişlerdir. Yeni sorunları, yeni içtihatlarla çözmüşlerdir. Bu durum müçtehit imamlar devrinde zirveye çıkmış, içtihadın fazlalığından dolayı bu döneme fıkhın altın çağı denmiştir.
Sonraki dönem alimleri avamın, ilk kuşakta yer alan selefe doğrudan ittiba yerine onların rivayet ve içtihatlarını tedvin ve tahlil ederek fıkha altın devrini yaşatan müçtehit imamları taklit etmeyi daha uygun görmüşlerdir.[17] Çünkü müçtehit imamların içtihatları mezhep disiplini çerçevesinde tertip, tahkik ve ta’lil edildiğinden farklı görüşler arasında tercihte bulunmayı kolaylaştırmaktadır. Aynı sistemin sahabe ya da tabiun içtihadı için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir.
Selefiyye
İslam’ın ilk asırlarında selef denilince Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yakınlıklarına göre derecelendirilen üç kuşak anlaşılırken, daha sonra kelime bu ilk anlamından alınıp belli bir mezhebin adı olarak kullanılmıştır.
Bugün selefiyye dinilince “şer’i hükümleri çıkarma noktasında sadece Kitap ve Sünnet’e başvuran, onlar dışındaki hükümleri geçersiz kabul eden oluşum” anlaşılmaktadır.
Selefiyye, sahip olduğu nisbesiyle ümmet içerisinde farklı olduklarını ihsas ederken, aidiyet iddiasında bulunduğu selef alimlerinden hiç birisi onlar gibi kendilerini sonraki dönem Müslümanlardan ayırt edici bir tavır içerisinde olmamıştır. Zira onlar selef kelimesini halefin zıddı olarak kabul etmişlerdir.
Düşünce ve meyilleri ile “cemaat-ı kübra”dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren[18] bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid’at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid’attır.
Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir.
Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; “Cebrail risaleti Ali’den kaydırıp Muhammed’e verdi” diyen ve bu yüzden “Cebrail’e söven”[19] “Gulat-ı şia” ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan “ehl-i zeyğ”[20] kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır.
Selefin Akidesi
Sıfatlar ve müteşabihatı zahiri anlamda anlayan selefiyyenin itikadi görüşleri ile selef-i salihinin itikadı arasında ciddi farklılıklar vardır. Nitekim selef, müteşabihat noktasında konuşmayı uygun görmezken, selefiler Allah Teala’ya “el”, yüz” gibi insana ait uzuvları isnat etmişlerdir.
İmam-ı Gazzali (v. 505/1111) nassların zahirine bakarak Allah Teala’ya el, ayak gibi uzuv, nüzul, intikal ve arş üzerine oturmak gibi hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye’nin “selef itikadı üzerine oldukları” iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı “İlcamu’l-avam an İlmi’l-Kelam” adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:[21]
Takdis: Allah Teala’yı “cisimlere ait özelliklere sahip olmak” gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.
Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala’nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.[22]
Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.
Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.
İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.
Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak, haklarında fikir yürütmemek.
Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.[23]
İmam-ı Gazzali söz konusu eserinde müteşabihat bağlamında değerlendirilen ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini de örneklerle izah eder. Müteşabihattan olan “el” kelimesinin iki anlamının olduğunu et, kemik ve sinirden müteşekkil uzuv anlamına geldiği gibi, “idare, güç, kuvvet” gibi anlamlarda da kullanıldığını söyler. “Bölge emirin idaresi altındadır./el-beldetu fi yedi’l-emîr” cümlesinde “yed/el” kelimesinin gerçek anlamında kullanılmadığına dikkat çeken Gazzali, Kur’an ve Sünnet’teki her “el” kelimesinden de “et, kan ve kemikten” oluşan bir uzvun kasdedilip sonra da bunun Allah Teala’ya isnat edilmesinin muhal olduğunu söyler. Gazzali’ye göre Allah Teala’nın uzuvlardan müteşekkil bir varlık olduğunu tasavvur etmek puta tapıcılıkla eş değerdir. Zira uzuvlardan oluşan cisim mahluktur. Mahluk olan bir varlığa ibadet etmek de küfürdür.[24]
Sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı nassları zahir anlamlarında alan ve Allah Teala’nın “el” ya da “yüz” gibi uzuvlarının olduğunu söyleyen selefiyye ile haşviyye arasında ciddi benzerlikler vardır. Selefiyyenin Allah Azze ve Celle’yi insanlara benzemekten tenzih etmesine gelince onu Haşviyye’de yapmıştır.
Selefiyye’nin Kurucusu
Selefiler amel ve akidede düşüncelerinin Ahmed b. Hanbel ile İbn Teymiyye’ye dayandığını söylemektedirler.[25]
Ahmed b. Hanbel’in müteşabihat noktasında “tefviz” sistemini benimsemesi yani hiçbir yorum yapmadan manayı Allah Teala’ya havale etmesi göstermektedir ki, medresenin kurucusu olarak adının geçmesi meşruiyet kaygısı ile kurgulanmış bir söylemin ürünüdür.
Tanımlanan anlamda selefiyye’nin kurucusu İbn Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu’l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani’nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir.
Bu isimlerden hiç birisi İbn Teymiyye’nin temsil ettiği selefiyyenin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde etkili olamamıştır. Arabistan çöllerinde Muhammed b. Abdilvahhab (ö. 1787) ortaya çıkınca selefiliğin rengiyle birlikte toplum nezdindeki itibarı da değişmiştir.
Muhammed b. Abdilvahhab İbn Teymiyye’nin eserlerini okudu, inceledi ve düşüncelerini teoriden pratiğe taşıdı.[26] Aslında O İbn Teymiyye’nin görüşlerine bir şey ilave etmedi. Sadece görüşlerini daha radikal bir forma dönüştürdü. Muhammed b. Abdulvahhab’ın mutaassıb bir profil çizmesinde çöl ikliminde yetişmesi de etkili oldu.
Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı yeni İbn Teymiyyecilik hareketi kısa zamanda hısımı olan Muhammed b. Suud’un da delaletiyle siyasi bir boyut kazanarak[27] Suud Devleti’nin kurulmasını temin etti.
Muhammed b. Abdilvahhab’ın selefiliğe radikal bir kimlik kazandırması hareketinin selefiyye yerine “Vahhabilik/Vehhabiyye” diye şöhret bulmasına zemin hazırlamıştır.
Sıfat ve müteşabihatı zahiri anlamlarında anlayan “vehhabiyye”, tevessül ve kabir ziyareti gibi konularda da genel kabule aykırı yorum ve uygulama içerisinde olmuştur. Bunun bir yansıması olarak içerisinde 10 bin sahabi kabrinin bulunduğu Cennetu’l-Baki mezarlığını yerle bir etmişlerdir. Yine içerisinde kabir bulunan mescitleri de yıkmışlardır. Bu hareketlerinden dolayı bazı yazarlar tarafından “mabet yıkanlar” olarak nitelendirilmişlerdir.[28]
Bidatın sınırlarını genişleterek ibadetle bağlantısı olmayan şeyleri de onun kapsamına almışlardır. Ravza’ya örtü koymayı bidat olarak telakki ettiklerinden can sıkacak derecede eski püskü olan örtülerin değiştirilmesine –uzun yıllar- engel olmuşlardır.
Vahhabiler ameli noktada da aşırılığa gitmişler; sigarayı haram kabul ettikleri gibi, içenleri de müşrik gibi değerlendirmişlerdir. Bu cihetle günah işleyenleri tekfir eden haricilere benzemektedirler.[29] İlk yıllarda kahve türü içecekleri de haram görmekte idiler. Ne var ki daha sonra bu görüşlerinde müsamahakar olmuşlardır.
Günümüzdeki haliyle selefiyye, selef-i salihinin devamı olmaktan ziyade Haşviyye ile Hariciliğin bileşkesi gibi görünmektedir. Her ne kadar düşüncelerini benimsemeyenleri “ehl-i zeyğ” olarak isimlendirseler de Ehl-i Sünnet tarafından -namazı Mekke-i Mükerreme’de inşa edilen Kabe’ye doğru kılmayı gerekli gören her müslüman gibi- “İslam milletinin”[30] bir parçası olarak kabul edilmektedirler.
————————————————————-
[1] Muhammed Ebu Zehre, Tarihu’l-Mezahibi’l-İslamiyy, Beyrut, t.y., s. 12.
[2] Kur’an, Zümer(39): 30.
[3] Abdulkahir b. Tahir el-Bağdadi, el-Fark-u beyne’l-Firak, Beyrut, 1994, s. 19.
[4] Ebu İshak Muhammed İbrahim b. Musa eş-Şatibi, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, II, 589; Ayrıca bkz. el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[5] el-Bağdadi, a.g.e., s. 21.
[6] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[7] Mecduddin Muhammed el-Fîrûzâbâdi, el-Kamûsu’l-Muhît, Beyrut, 2003, 820.
[8] Hadisi şerifte geçen “karn” kelimesinin ne kadarlık bir zaman dilimini kapsadığı noktasında ihtilaf vardır. Yaş itibariyle bir birine yakın insanları kapsadığını söyleyenler olduğu gibi yirmiden yüz yirmi yıla kadar olan bir zamanı içerdiğini söyleyenler de olmuştur. Bkz. Bedrüddin el-Ayni, Umdetü’l-Kari, XIII, 203.
[9] Buhari, Şehadat/52, 9, H. no: 2652.
[10] Buhari, Fiten/96, 6, H. no: 6657.
[11] Tirmizî, İlim, H. no: 2685; Darimi, Mukaddime, H. no: 95.
[12] Tirmizi, Menakib, H. no: 3663; İbn Mace, Mukaddime, H. no: 97; Ahmed, Müsned, V, 382.
[13] İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Acluni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nas, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 118.
[14] Hakim, İlim, I, 82.
[15] Bkz. Said Ramazan el-Buti, es-Selefîyye Merheletün Zemeniyyetün Mubareketün La Mezhebun İslamiyyün, Dımeşk, 1996, s. 12.
[16] Bkz. el-Buti, a.g.e., s. 15-16.
[17] Müçtehit imamlar sahabenin rivayetlerini esas aldığından onları taklit eden avam dolaylı yoldan sahabeye de ittiba etmiş olmaktadır.
[18] el-Buti, a.g.e., s. 13.
[19] Abdulmuni’m el-Hafna, Mevsuatu’l-Fıraki ve’l-Camaat, 2005, s. 127
[20] el-Hafna, a.g.e., s. 405.
[21] Ebu Hamid Muhammed el-Gazzali, İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili’l-İmami’l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41
[22] el-Gazzali, a.g.e., s. 45.
[23] el-Gazzali, a.g.e., s. 42.
[24] el-Gazzali, a.g.e., s. 43.
[25] el-Hafna, a.g.e., s. 403.
[26] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[27] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[28] Ebû Zehre, a.g.e., s. 213.
[29] Ebû Zehre, a.g.e., s. 212.
[30] el-Bağdadi, a.g.e., s. 18.
Sayı:7 | http://www.inkisaf.net/sayi-7/selefilik-neyin-devami.html