Savrulma çağında istikamet
12 ve 19 Temmuz 2015 tarihli Star Açık Görüş’te yayınlanan yazılarımızın ana konusu İslâmcılığa bağlı kimliklerin sorgulanmasıydı. Ancak gelen duygusal tepkilerle tartışma mecrasından saparak Nurculuk alanına kaydı. Gelen yegâne düzgün cevap diyebileceğim Şahin Doğan kardeşimin yazısında olduğu gibi, meselenin son derece yanlış bir şekilde Nakşibendîlik/Nurculuk mücadelesi gibi sunulduğu görülmektedir. Niyetim asla kısır bir polemiğe girmek olmadığı halde bu yanlış izlenimden dolayı bu üçüncü yazıyı yazma zarureti hâsıl oldu. Bunun aynı zamanda deontolojik bir işlev görmesini, ülkemizde sağlıklı bir tartışma kültürünün geliştirilmesine de katkı bulunmasını umuyorum.
İşin başında usûle geçmeden önce sağlıklı bir tartışma yürütmek için esasa ilişkin bazı ilkeleri belirlemekte fayda görüyoruz. Tartışmanın sürüklendiği bu mecrada meselenin elimde olmadan yer yer şahsileştirilmesinden rahatsız olabilecek okuyucularımızdan peşinen özür dilediğimi ifade etmek isterim. Niyet okumasından kaçınmak, üsluptan ziyade muhtevaya/şahıstan ziyade fikirlere bakmak, başkaları değil. kendi adına konuşmak…
Sağlıklı bir tartışmanın birinci şartı, niyet okumasından kaçınmaktır. Bazı Nurcu kardeşlerimiz, fikre fikirle karşılık verme aczine düşenlerin hemen yaptığı gibi niyet okuması yoluna saparak beni artniyetle, garazkârlıkla itham etmektedirler. Arapça’da ‘Hâlif tu’raf’ (Karşı çık tanın) sözünün belirttiği artniyetli polemiklere gençlik yıllarında bile tevessül etmemiş biri, neredeyse emeklilik yaşına geldikten sonra mı tevessül edecek, böyle ucuz nefsânî yollara sapacak? Eğer gayem daha fazla tanınmak, taraftar kitlemi arttırmak olsaydı, en basit bir Twitter hesabım olurdu. Teorik ve pratik, klasik ve modern boyutlarıyla İslâm’ı daha iyi anlama ve anlatmaya ömrünü adamış Müslüman bir ilim adamı olarak benim için ‘ehl-i sünnet ve cemaat yolu’ denen doğru İslâm’a uymayan her din anlayışı eleştiriye açıktır. Bu bakımdan Nurculuğa özel, artniyetli bir ilgim, içlerinde birçok dostumun bulunduğu Nurculara bir takıntım olamaz. Yaptığımız eleştirileri, Allah’ın kelimesini i’lâ ve Habibinin sünnetini ihyâdan başka bir kaygısı olmayan bir kişi olarak tamamen hak adına yaptığımı tanıyanlar gayet iyi bilir.
Sağlıklı bir tartışmanın ikinci şartı, üsluptan ziyade muhtevaya, şahıstan ziyade fikirlere bakmaktır. ‘Saflar ve Hatlar Ayrılırken’ başlıklı ikinci yazımızda üslubumuzun keskinliğini ve sebebini zaten açıkladık. Burada muhataplara hitap ve doğruları ifade tarzı olarak iki bakımdan üslubun keskinliğinden söz edilebilir. Muhataplara hitap tarzı bakımından üslubun keskinliği, yazının siyasî ve aktüel bir bağlamda yazılmasından kaynaklanır. Bu, safları ve hatları kaçınılmaz bir ayrışmaya zorlayan bir konjonktürde doğru tavrı alma kaygısına, hamiyetimize verilmeli demiştik. Doğruları ifade tarzımızın keskinliğinden kasıt, aşırı netliktir. Şahin Doğan, “İslâm, ehl-i sünnet ve cemaat yolu, Nakşibendîlik te bunu gövdesidir; Din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuf, tasavvuf yolu Nakşibendîliktir” şeklindeki tespitlerimizi çok keskin bulmuş.
Bu kadar net veya keskin ifade tarzımız da yaşadığımız çağın doğasına atf edilmelidir. Bu bağlamda Yusuf Kaplan arkadaşımın bizimkine de uyan İsmet Özel’in düşünce ve ifade tarzıyla ilgili tespitlerini isabetli bulurum. Kaplan, Özel’i Batı’da modernliğe karşı iconoclasm (putkırıcılık) işlevi gören Nietzsche’ye benzetir. Ona göre Özel, bir apati çağında kendini öne çıkarmak zorunda kalan, kuran değil yıkan, seslenen değil şok edendir. Evet, birileri bu ‘seyl-i hurûşân-ı zamân’da bağırmak, apati çağında insanları sarsmak, tam bir ahlakî ve fikrî netlikle ‘batıla batıl’ diyebilmek zorundadır. Bu, farz-ı kifaye kabilinden kifâî bir misyondur. Bu âcizin “İslâm, ehl-i sünnet, ehl-i sünnet te Nakşibendîlik” olarak okunan keskin tespitleri de bu misyon hissinden kaynaklanır.
Tarikata karşı tarikat
14 Nisan 2014-26 Mayıs 2014 tarihleri arasında Sakarya’da bulunan Serdivan Fikir ve Sanat Akademisi’nde yedi haftalık ‘İslâm Düşüncesinin Temel Kavramları’ başlıklı bir seminer programı yürütmüştüm. Aynı zamanda öğretmenlik yapan program katılımcılarından biri bana, “Hocam, biz normalde ‘sosyal bilimlerde 2×2 her zaman 4 etmez, doğrular birden fazla olabilir’ şeklinde modern seküler çoğulcu zihniyete uygun düşünce tarzıyla yetişmiş bir nesiliz. Hayatımda sizin kadar kafası, kriteri, perspektifi net biri görmedim. Siz, net bir ak/kara ayırımı yaparak insanları bu ikisinden birine yakınlığına göre değerlendiriyorsunuz” diye itirafta bulunmuştu. Ben de gülerek “Eyvallah, doğru söze ne denir!” diye cevap vermiştim. Seküler zihniyete göre ham yobazlık, kusur sayılabilecek bu tutum, “Emr olunduğun gibi istikamet üzere ol” diyen Kitabımıza göre ana idealimizdir. Müslümanların zihnen ve ahlaken bu kadar savrulduğu, ayakların sürekli kaydığı, at izinin it izine karıştığı, kriptoluk denen münafıklığın standart haline geldiği çağımızda inancımızı, duruşumuzu netleştirmek, pergelin ayağını sabitlemek zorundayız. ‘Amelde tevazu, ilimde iddia’yı düstur edinmiş bir Müslüman olarak üslubumuzun ne kibir, ne ifratla alakası vardır; “Doğru İslâm ve yoluyla ilgili kitabın ortasından konuşmamız”, hepimiz adına istikamet kaygısındandır.
Sünnîlik ve Nakşibendîlikle ilgili hakikatleri elbette ancak bir gazete makalesinin hacminin elverdiği ölçüde anlatabiliriz. Öncelikle Talha Alp kardeşimin iddia ettiği üzere Sünnîlik ‘İslâm’ın ana doğru yorumu’ değil, kendisidir. İslâm tarihinde Müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra sahâbenin çoğunluğunun yolunu benimseyen topluluk, bid’at fırkalarından ayırmak için ‘ehl-i sünnetin ehl-i hak’ olduğunu ifade eden ‘ehlü’l-hakk, ehlü’s-sünne’ deyimleriyle kendilerini tanımlamışlardır. Muhammed b. Sirin ‘ehlü’s-sünne’, Ebü’l-Leys Semerkandî ise ‘ehlü’l-hakk ve’l-cemaâ’ terimini ilk kullananlardır. St. Augustine ile Katolik teoloji, Hıristiyanlığın ana doğru yorumu olmuştur. Ancak bizim gösterdiğimiz gibi, İslâmî dünyagörüşünü ilahî-merkezcilikten şer’î-merkezcilik zeminine kaydırmak suretiyle teodise problemini aşan Gazâlî ile Sünnîlik bizzat İslâm olmuştur.
Sünnîlik bizzat İslâm iken Nakşibendîlik bizzat Sünnîlik ve İslâm demek değildir. Gayet net olduğu halde benim söylediğimi Nurcu kardeşlerimiz niçin ısrarla algılamak istemezler, anlamak cidden zor. Ahmed Cevdet Paşa’nın Malûmât-ı Nâfia adlı ilmihal eserinde dört mezhebe bağlılık tarzına ilişkin açıklamaları Nakşibendîliğe de uyar. Ahmet Cevdet değişmez, şer’î bir nassın olmadığı meselelerde içtihatlardan oluştuğu için mezheplere mutlak hak denemeyeceğini belirttikten sonra şöyle der: “Bu ictihad meselelerinde şeriattan bir nas bulunmadığından her ne kadar bir kişinin mezhebi işin aslında hatalı olup da diğer üç mezhepten birisi hak ve doğru olmak ihtimali varsa da, herkes kendi mezhebine doğru, diğer üç mezhebe hatalı gözüyle bakmak gerekir. Ve benim mezhebim haktır, hata olmak ihtimali de vardır. Ve diğer üç mezhep hatalıdır, hak olmak ihtimali de vardır, demek gerekmektedir. Fakat ileri gelen âlimlerin çoğu Hanefî mezhebinin hak ve doğru olmasına karar vermiştir. Bu bakımdan İslâm ülkelerinin çoğu yerlerinde Hanefî mezhebi yaygın ve geçerlidir.” Aynı tespit, Nakşibendîlik için de geçerlidir. Günümüz dünyasında Nakşibendîlik, ehl-i sünnete en yakın tarikattır. Ahmed Sirhindî’den Veliyyullah Dihlevî’ye, Osman Bedreddin Erzurumî’den Hamid Algar’a eski ve yeni sayısız yerli ve yabancı âlim, bu gerçeği ifade etmiştir; bu şahsî bağlılıktan kaynaklanan sübjektif değil, objektif bir hükümdür.
Bu bakımdan Nakşibendîlik ile Nurculuk, kategorik olarak kıyas edilemez. Biri ehl-i sünnete en yakın olarak İslâm ümmetinin kabulüne mazhar olmuş neredeyse bin yıllık bir tarikat, diğeri çağdaş Türkiye’de çıkmış bir dinî akımdır. Necip Fazıl merhumun dediği gibi, “Nurculuk, asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir”. İkisi arasındaki mücadele izlenimi, bizzat Said Nursî’nin tutumundan kaynaklanır. Nursî, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır; Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, zaman, cemaat zamanıdır” sözleriyle yepyeni bir dinî hareket başlattığını ifade eder.
Mustafa Sabri, İskilipli Âtıf, Ermenekli Saffet, Mûsâ Kâzım, İzmirli İsmail Hakkı gibi çağdaşı II. Meşrûtiyet devri Türkiye ve İslâm dünyası ulemasında görüldüğü üzere tasavvufa tepki, modern çağda İslâm’ın ideolojileştirilmesinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir bir tutumdur. Ancak ne hikmetse önce tarikatı inkâr eden Nursî’nin bilahare kendi yolunu ana tarikat olarak sunarak herkesi davet ettiği görülür: “Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor.” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarîkatın hulâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli, kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.”
Seçilmişliğin çıkmazı
Bu ‘tarikata karşı tarikat’ anlayışından daha tehlikelisi, Nursî’nin ‘paralel’ hareketleri besleyebilecek dediğimiz seçilmişlik inancına dayalı gnostik felsefesidir: “Risale-i Nur’a işaret eden 33 âyetin anlatıldığı Birinci Şuâ’da ele alınan, 33 âyetten 26. sıradaki Hûd Sûresi’nin “Saadete mazhar, mutlu olan saidlere gelince, onlar cennette kalacaklardır.” meâlindeki 180. âyetin işareti değerlendirildikten sonra: “Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-i sâdıkadır. Şöyle ki Isparta’da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zâta, rüyada ona deniliyor ki: “Risale-i Nur talebeleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler”.
Dinimizde Peygamberler ve cennetle müjdelenmiş sahabe-i kiramdan 10 kişi (aşere-i mübeşşere) dışında hiç kimsenin son nefesine kadar akıbeti belli değildir. İslâm’a göre mümin, Allah’a hüsn-i hâtime için dua ederek son nefesine kadar havf ile recâ arasında olmak zorundadır; buna ‘Allah’ın mekrinden emin olmamak’ denir. Havf ile recâ uçlarından birine kaymak, yani Allah’ın rahmetinden emniyet ile ümitsizliğin ikisi de ‘Allah’ın mekrinden emniyet’ olarak küfür sayılmıştır; şu ayetin ifade ettiği gibi: “Ya onlar Allah Teâlâ’nın mekrinden emin mi oldular? Fakat Allah Teâlâ’nın mekrinden hüsrana düşen bir kavimden başkası kendisini emin göremez” (A’râf, 7/99). Buna istinaden İslâm âleminin en yaygın akaid metni Nesefî Akaidi’nde “Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından emin olmak küfürdür. (Allanın rahmetini umarız, azabından korkarız.)” denir.
Bu yüzden İslâm tarihinde hiçbir tarikat, mezhep, fırka “Bizim yolumuzdan gidenler, imanla ölür” deme cesaretini gösterememiştir. Hoşlarına gitmeyen, ucu kendilerine dokunan her fikrin sahibini tekfircilikle suçlayanlar, beyan ettikleri İslâm’ın bu inanç esası karşısında acaba ehl-i sünnetin imamlarına da aynı ithamı yöneltecekler mi? Necip Fazıl ve Cemil Meriç’i hüccet kabul etmiyorsanız Eş’arî’yi, Gazâlî’yi, Matürîdî’yi, Nesefî’yi de mi hüccet kabul etmiyorsunuz? Din adına her tür çılgınlığı yapabilecek, gerektiğinde küfür ehliyle bile rahatlıkla iş tutabilecek bir noktaya gelen malum güruh, “vizyonunu” Risale-i Nur’daki bu “küllî kaideler”den, seçilmişlik inancından almıyor mu? Sürekli kendinizi berî kılmaya çalıştığınız gruplar niçin hep Nurculuktan besleniyor?
Necip Fazıl ve Cemil Meriç gibi aydınların Nurcularda eleştirdiği fanatizm, bu seçilmişlik inancından kaynaklanmıyor mu? “Nurculuk, asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir. Bu halka içinde bazı fertlerin korkunç mübalâğaları ve üstatlarına bağlılıkta had tanımaz taassupları gözden kaçacak gibi değildir”. Aynı Necip Fazıl değil miydi Nursî ve eseri hakkında övgüde bulunduktan sonra dayanamayıp onun ilahî seçilmişliğine ilişkin işârî tefsirlerinin şeriata aykırı olduğunu haykıran? O, Nursî’nin hayat hikâyesini özetledikten sonra onun Kur’ân-ı Kerim’in 33 yerinde kendisine ve eserine işaret edildiğine ilişkin eleştiri konusu iddiasına sözü getirir:
“Bu mes’elede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuriyle Risale-i Nur’a hücum edilemez! O, doğrudan doğruya Kur’âna bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Azam ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli iple¬ri çözsün. Hem, bu memlekette maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtı ile ve İmam-ı Ali Radiyallahu ‘anhın üç kerâmât-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı A’zam’ın kat’i ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur (Said Nursî’nin kendi şahsî eserine Kur’ân’dan hüküm ve haber çıkarması, o kadar sevdiği ve bağlı olduğu şeriate aykırıdır) bizim âdi ve şahsî kusurumuzdan mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı! (Kısakürek 1987: 232, vurgu BG).
Doğrudur, Şahin Doğan kardeşimin yazısında belirttiği gibi, Nakşibendîlik dâhil tasavvufun “rical-i gayb, rabıta” gibi kavramları da tek kanatlı ulemâ tarafından ağır eleştirilere uğramış, ancak bunlara karşı iki kanatlı (zül-cenahayn) ulemâ tarafından ciddî, ikna edici cevaplar verilmiştir. Sadece rabıta kavramıyla ilgili olarak Hz. Râbia’nın kalbinde ilahî muhabbetten Muhammedî muhabbete yer kalmadığı yolundaki sözüne İmam-ı Rabbânî’nin eleştirisini anmak yeter. Ancak tâ peygamberden beri önde gelen halife ve âlimlerin, Kur’ân ve Hadis’in Nursî ve eserini müjdelediği, Nurcuların hüsn-i hâtimeyi garantilediği gibi akla ziyan iddiaları kim savunabilir? Bu açıdan Doğan’ın “Kaldı ki İslam itikadiyatı açısında velev Nurculuğun bir hatası varsa Nakşibendiliğin yüzlerce hatası sıralanabilir” sözü ne kadar abes kalmaktadır. Bütün bu hakikatlere rağmen Nursî’yi hâlâ eleştiriden münezzeh, fiilen masum görenler, Cemil Meriç’in putçuluk benzetmesine niçin kızarlar?
Burada maksadım, çerçevemizi aşan teknik ayrıntılı bir tartışmaya girişmek değildir; bunun muhatabı ilahiyat ehlidir. Ancak ilahiyatçı kanaat önderlerimiz, birilerine mavi boncuk dağıtmak, teknik konularda vurmakla meşgul olduğu için suya sabuna dokunmak, bizim gibi hamiyet ehline kalmaktadır. Maksadım, hep vurguladığım gibi, içlerinde birçok dostumun bulunduğu Nurcu kardeşlerime saldırmak değil, Nurculuğa ilişkin riskli hakikati ortaya koymaktır. Ne kadar ağır da olsa iyiniyetli her eleştiriye saygımız var. Örneğin ağır eleştirdiği halde saygılı tavrını elden bırakmayan Şahin Doğan’a ben de “kardeşim” diye hitap ediyorum. O yüzden bulaşmaktan kaçındığım sosyal medyadan sataşmalara tevessül etmemeleri, işi tadında bırakmaları, Nurcu kardeşlerimden istirhamımdır. Kıymetli Faruk Beşer hocamın dediği gibi, hepimiz “bilgi ishali yaşıyoruz Eyleme ihtiyacımız var.”
Bedri Gencer