SAİD NURSİ ELEŞTİRİLEMEZ Mİ? / PROF. BEDRİ GENCER
Nakşibendîlik ile Nurculuk, kategorik olarak kıyas edilemez. Biri ehl-i sünnete en yakın olarak İslâm ümmetinin kabulüne mazhar olmuş neredeyse bin yıllık bir tarikat, diğeri çağdaş Türkiye’de çıkmış bir dinî akımdır. Necip Fazıl merhumun dediği gibi, “Nurculuk, asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir”. İkisi arasındaki mücadele izlenimi, bizzat Said Nursî’nin tutumundan kaynaklanır. Nursî, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır; Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, zaman, cemaat zamanıdır” sözleriyle yepyeni bir dinî hareket başlattığını ifade eder.
Mustafa Sabri, İskilipli Âtıf, Ermenekli Saffet, Mûsâ Kâzım, İzmirli İsmail Hakkı gibi çağdaşı II. Meşrûtiyet devri Türkiye ve İslâm dünyası ulemasında görüldüğü üzere tasavvufa tepki, modern çağda İslâm’ın ideolojileştirilmesinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir bir tutumdur. Ancak ne hikmetse önce tarikatı inkâr eden Nursî’nin bilahare kendi yolunu ana tarikat olarak sunarak herkesi davet ettiği görülür: “Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor.” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarîkatın hulâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli, kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.”
Seçilmişliğin çıkmazı
Bu ‘tarikata karşı tarikat’ anlayışından daha tehlikelisi, Nursî’nin ‘paralel’ hareketleri besleyebilecek dediğimiz seçilmişlik inancına dayalı gnostik felsefesidir: “Risale-i Nur’a işaret eden 33 âyetin anlatıldığı Birinci Şuâ’da ele alınan, 33 âyetten 26. sıradaki Hûd Sûresi’nin “Saadete mazhar, mutlu olan saidlere gelince, onlar cennette kalacaklardır.” meâlindeki 180. âyetin işareti değerlendirildikten sonra: “Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-i sâdıkadır. Şöyle ki Isparta’da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zâta, rüyada ona deniliyor ki: “Risale-i Nur talebeleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler”.
Dinimizde Peygamberler ve cennetle müjdelenmiş sahabe-i kiramdan 10 kişi (aşere-i mübeşşere) dışında hiç kimsenin son nefesine kadar akıbeti belli değildir. İslâm’a göre mümin, Allah’a hüsn-i hâtime için dua ederek son nefesine kadar havf ile recâ arasında olmak zorundadır; buna ‘Allah’ın mekrinden emin olmamak’ denir. Havf ile recâ uçlarından birine kaymak, yani Allah’ın rahmetinden emniyet ile ümitsizliğin ikisi de ‘Allah’ın mekrinden emniyet’ olarak küfür sayılmıştır; şu ayetin ifade ettiği gibi: “Ya onlar Allah Teâlâ’nın mekrinden emin mi oldular? Fakat Allah Teâlâ’nın mekrinden hüsrana düşen bir kavimden başkası kendisini emin göremez” (A’râf, 7/99). Buna istinaden İslâm âleminin en yaygın akaid metni Nesefî Akaidi’nde “Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından emin olmak küfürdür. (Allanın rahmetini umarız, azabından korkarız.)” denir.
Bu yüzden İslâm tarihinde hiçbir tarikat, mezhep, fırka “Bizim yolumuzdan gidenler, imanla ölür” deme cesaretini gösterememiştir. Hoşlarına gitmeyen, ucu kendilerine dokunan her fikrin sahibini tekfircilikle suçlayanlar, beyan ettikleri İslâm’ın bu inanç esası karşısında acaba ehl-i sünnetin imamlarına da aynı ithamı yöneltecekler mi? Necip Fazıl ve Cemil Meriç’i hüccet kabul etmiyorsanız Eş’arî’yi, Gazâlî’yi, Matürîdî’yi, Nesefî’yi de mi hüccet kabul etmiyorsunuz? Din adına her tür çılgınlığı yapabilecek, gerektiğinde küfür ehliyle bile rahatlıkla iş tutabilecek bir noktaya gelen malum güruh, “vizyonunu” Risale-i Nur’daki bu “küllî kaideler”den, seçilmişlik inancından almıyor mu? Sürekli kendinizi berî kılmaya çalıştığınız gruplar niçin hep Nurculuktan besleniyor?
Necip Fazıl ve Cemil Meriç gibi aydınların Nurcularda eleştirdiği fanatizm, bu seçilmişlik inancından kaynaklanmıyor mu? “Nurculuk, asla bir tarikat veya mezhep değildir: ve iddiaya göre ruhanî terbiye yönüyle zevkini şeriat ve hakikattan almış bir zâtın etrafındaki vecd ve bağlılık halkasından ibarettir. Bu halka içinde bazı fertlerin korkunç mübalâğaları ve üstatlarına bağlılıkta had tanımaz taassupları gözden kaçacak gibi değildir”. Aynı Necip Fazıl değil miydi Nursî ve eseri hakkında övgüde bulunduktan sonra dayanamayıp onun ilahî seçilmişliğine ilişkin işârî tefsirlerinin şeriata aykırı olduğunu haykıran? O, Nursî’nin hayat hikâyesini özetledikten sonra onun Kur’ân-ı Kerim’in 33 yerinde kendisine ve eserine işaret edildiğine ilişkin eleştiri konusu iddiasına sözü getirir:
“Bu mes’elede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuriyle Risale-i Nur’a hücum edilemez! O, doğrudan doğruya Kur’âna bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Azam ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli iple¬ri çözsün. Hem, bu memlekette maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtı ile ve İmam-ı Ali Radiyallahu ‘anhın üç kerâmât-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı A’zam’ın kat’i ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur (Said Nursî’nin kendi şahsî eserine Kur’ân’dan hüküm ve haber çıkarması, o kadar sevdiği ve bağlı olduğu şeriate aykırıdır) bizim âdi ve şahsî kusurumuzdan mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı! (Kısakürek 1987: 232, vurgu BG).
Doğrudur, Şahin Doğan kardeşimin yazısında belirttiği gibi, Nakşibendîlik dâhil tasavvufun “rical-i gayb, rabıta” gibi kavramları da tek kanatlı ulemâ tarafından ağır eleştirilere uğramış, ancak bunlara karşı iki kanatlı (zül-cenahayn) ulemâ tarafından ciddî, ikna edici cevaplar verilmiştir. Sadece rabıta kavramıyla ilgili olarak Hz. Râbia’nın kalbinde ilahî muhabbetten Muhammedî muhabbete yer kalmadığı yolundaki sözüne İmam-ı Rabbânî’nin eleştirisini anmak yeter. Ancak tâ peygamberden beri önde gelen halife ve âlimlerin, Kur’ân ve Hadis’in Nursî ve eserini müjdelediği, Nurcuların hüsn-i hâtimeyi garantilediği gibi akla ziyan iddiaları kim savunabilir? Bu açıdan Doğan’ın “Kaldı ki İslam itikadiyatı açısında velev Nurculuğun bir hatası varsa Nakşibendiliğin yüzlerce hatası sıralanabilir” sözü ne kadar abes kalmaktadır. Bütün bu hakikatlere rağmen Nursî’yi hâlâ eleştiriden münezzeh, fiilen masum görenler, Cemil Meriç’in putçuluk benzetmesine niçin kızarlar?
Burada maksadım, çerçevemizi aşan teknik ayrıntılı bir tartışmaya girişmek değildir; bunun muhatabı ilahiyat ehlidir. Ancak ilahiyatçı kanaat önderlerimiz, birilerine mavi boncuk dağıtmak, teknik konularda vurmakla meşgul olduğu için suya sabuna dokunmak, bizim gibi hamiyet ehline kalmaktadır. Maksadım, hep vurguladığım gibi, içlerinde birçok dostumun bulunduğu Nurcu kardeşlerime saldırmak değil, Nurculuğa ilişkin riskli hakikati ortaya koymaktır. (Yazının Tamamı star.com.tr / Açıkgörüş)