Harun ÇetinNurettin Yıldız

NURETTİN YILDIZ’DAN OSMANLI’YA SUÇLAMALAR 6

“OSMANLI O KADAR BÜYÜKTÜ DE NEDEN HAKSIZ YERE BU DEVLETİ YIKTI ALLAH?”

“Biz burada Osmanlıyı tenkit etmiyoruz. Hani şu masum diyorlar ya! Yeryüzünde Ashab’dan sonra en büyük devlet ya! (Peki) Haksız yere bu devleti niye yıktı Allah? Onu konuşmuyorlar. Yani Osmanlı yüzde yüz şanına layık İslâm devletiydi Allah da bunu yıktı ya da yıkılmasına göz yumdu. … eksik bırakılan yönlerin faturasını ödetiyor Allah.”

İbn Haldun’a göre devlet insan gibidir, doğar, büyür, yaşar ve ölür. Nureddin Yıldız’ın yukarıdaki sözleri sünnetullahı göz ardı etmesinden meydana gelen sözlerdir. Peygamber Efendimizin Medine’de ikame ettiği devlet bile yıkılmışken Osmanlı neden yıkılmasın. İslam Devleti yıkıldığına göre –haşa- o zaman Resulullah Efendimiz de bir hata mı vardı acaba?

Ayrıca Nureddin Yıldız, her zamanki gibi demogoji yapıyor, zira hiç kimse Osmanlı Devleti masumdur demedi. Ama masum değil diye de, iftira atmak icab etmez ve masum değil diye illa büyük hatalar yapacak diye şart da yoktur. Elbet siyasi hatalar sonucu devlet yıkılmıştır. Takva sahibi bir insan, dünyevi işlerinde başarısız olabilir ve bu onun dinen bir hata yaptığı manasına gelmez.

Osmanlı’nın İslam Devleti, hem de anlı şanlı bir İslam Devleti olduğu aşikardır.

XIX. asırda Ortadoğu’da bazı emperyal emellere sahip Avrupa hükümetleri ve bunların desteklediği oryantalistler, bilhassa Arap asıllı müslümanların İstanbul’a itimadını yıkmak için, Osmanlı idaresinin, kanunnâmeler vesilesiyle şer’î hukuktan uzaklaştığını iddia etmişti. Bugün de klasik fıkıh terminolojisine sahip bulunmayan bazılarının Osmanlı Devletindeki tatbikatı sathî değerlendirerek benzeri neticeleri vardığı müşahede edilmektedir. Şu halde şer’î bir devletten söz edebilmek için hangi kriterler lâzım geldiği ve Osmanlı Devleti’nin bunlara ne denli sahip olduğunun ortaya konulması icap etmektedir.

et demek, hukuk demektir. Zira devlet, haklı ile haksızın arasını ayırmak, mazlumun hakkını zâlimden almak üzere vardır. ‘Hakk’ın çokluk hâlinin ‘hukuk’ olması boşuna değildir. Hemen her semâvî din, inanç ve ibâdetler yanında, hukuk kaideleri de getirmiştir. İslâmiyet, daha başından itibaren bir devlete sahip oldu. İslâm hukuku, bu devletin himayesinde doğdu ve inkişaf etti. Klasik İslâm kaynaklarında, bu hukukun hâkim olduğu beldelere dârülislâm veya şimdiki tabirle ‘İslâm devleti’ veya -aman yanlış anlaşılmasın- ‘şer’î devlet’ deniyor.

Demek ki bir beldede İslâm hukuku hâkim ise, müslüman ve gayrımüslimler vatandaşlık şemsiyesi altında barış içinde yaşayabiliyorlar ise, orası İslâm devletidir. Şer’î devlet, müslüman ve gayrımüslimlerin, can, mal ve din hürriyetine sahip bulunduğu, hukuk sisteminin şer’î prensiplere dayandığı bir sistemdir. İsterse müslümanlar ekseriyette olmasın. Hatta emperyalistlerin işgal ettiği ve başına da gayrımüslim idareciler tayin ettiği müslüman beldeleri, şer’î hukukun tatbikatı devam ediyorsa, dârülislâm olarak kalır. Kur’an-ı kerim, aşağıda zikredileceği üzere, indirdiği hukuk kaideleriyle inanarak amel etmeyi iman ile bir tutar.

Bazı yazarlar ve tarihçiler, Osmanlı hukuku denildiğinde, İslâm hukukunun bir versiyonunun anlaşılmasını yanlış bir ön kabul olarak değerlendirmişler; Osmanlı Devletinde İslâm hukukunun ancak sınırlı ve kısmî bir yürürlüğünün olduğunu, geniş bir sahada örf kuralları ile padişah emirnâmelerinin tatbik edildiğini; hatta şer’î hukukun en çok şeklî hukuku ifade ettiğini, bir başka deyişle şeklen yürürlükte olduğunu; Osmanlıların pek çok hususta şer’î hukuka aykırı hükümler kabul etmek zorunda kaldığını söylemişlerdir. Bunun neticesi olarak da Osmanlı Devleti’nin aslında bir İslâm devleti olmaktan çok, kısmen de olsa laik esaslara dayandığını iddia etmişlerdir. Bu yazarlar ekseriya arazi rejimi, devşirme sistemi, şehzâde idamları, muamele satışı, irsadî vakıf sistemi gibi spesifik tatbikatları bu iddialarına misal göstermişlerdir. Böylece Osmanlı Devleti’nin klasik mânâda bir şer’î devlet sayılamayacağı hususunda bir paradigma meydana getirmişlerdir.

İslâm hukukunun aslî kaynaklarına ulaşamayan bu müelliflerin kanaatlerine iştirak etmek mümkün değildir. Şer’î hukuk, bazı sahalarda boşluk bırakmış ve bu sahalarda teşri (hüküm koyma) salâhiyetini hükümdara vermiştir. Hükümdar, İslâm hukukuna aykırı olmamak şartıyla, gerekirse mahallî örf ve âdetlerden de istifade ederek bir takım hukuk kâideleri koyabilir. Bunun misallerine de rastlanmaktadır. Nitekim İslâm hukuku, kim olursa olsun idarecilerin (emîrin) hukuka uygun emirlerine itaat edilmesi esasını koymuştur.

İslâm tarihi boyunca şer’î hukuk Müslüman devletlerde hep aslî sistem olarak tatbik edilmiştir. Hazret-i EbûBekr’inhalîfeliğinden, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, her meselede, İslâm hukuku referansları araştırılmış ve mesele fetvâya bağlanmadıkça icraata geçilmemiştir. Osmanlı Devleti de esas itibariyle İslâm hukukunun Hanefî tefsirini tatbik etmiş; ihtiyaç oldukça diğer sünnî mezheplerden, hatta bu mezheplerin zayıf kavillerinden istifade etmekte beis görmemiştir. Böylece her meselede İslâm hukukunun sınırları içinde hareket etmeye itina gösterilmiştir. Tanzimat’ta sonra, Avrupa kanunlarının iktibasında bile, bu metinler şerî hukukla mutâbık hâle getirilmeden ilan olunmamıştır.

Evet, Osmanlı Devleti, Avrupa siyaset tarihi terminolojisi çerçevesinde bir teokrasi değildir. Çünkihalîfe/padişah, her ne kadar ruhânî ve dünyevî iktidarı uhdesinde birleştirmiş bir pozisyonda ise de; Papa gibi masum olmadığı gibi, insanları dine alma veya dinden çıkarma, günahları afvetme, dinî emirler koyma, mevcut dinî hükümleri değiştirme ve kaldırma salâhiyetine de sahip değildir. İslâm-Osmanlı cemiyetinde ruhban [râhipler] sınıfı bulunmaz. Dinî âyinlerin mutlaka hükümdar veya din adamı tarafından idare edilmesi gibi bir şart yoktur. Din adamlarını, aynı zamanda ilmiye sınıfı diye bilinen, kadılar [hâkimler], müftüler (hukuk müşavirleri) ve müderrisler (akademisyenler) teşkil eder. Osmanlı Devleti’ndeki bütün hukukî ihtilaflar, medrese mezunu din âlimi kâdılar önüne çıkarılır; İslâm bilginlerinin dinî kâidelerisistematize ettiği hukuk kitaplarına göre çözülür.

Osmanlılarda örfî hukuk hükümlerinin tedvin edildiği fermân ve kanunnâmeleri hazırlayan Divan-ı Hümâyun mensubu yüksek rütbeli nişancı, medrese mezunudur ve ilmiye sınıfındandır. Kendisine bu sebeple müfti-i kanun da denir. Ayrıca hazırlanan kanunnâmeninşer’î hukuka mutâbık (uygun) olup olmadığı hususunda da şeyhülislâmın fetvâsına müracaat edilir. Osmanlı arşivlerinde, padişah ve sadrâzam tarafından şeyhülislâmlıktan istenen çok sayıda fetvâ bulunmaktadır. Hukukî meselelerde fetvâsı almanın mecburi olduğunu bildiren fermânlar da vardır. Zaman zaman şeyhülislâmlıkta kanunnâme metinlerinin tashih edildiği vâkidir. Böyle bir hataya şeyhülislâm Ebussuud Efendi ‘bu kaydı câhil kâtipler yazmış olsa gerek’ demiş ve “Nâ-meşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz!” [Dine aykırı bir hüküm, padişah bile emretse, meşru olmaz] diyerek itiraz etmiştir. Fetvânın müeyyide gücü ve bağlayıcılığı yoktur. Uyulmadığı zaman kişiyi buna zorlayacak bir makam bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı idarecileri, amme efkârı önünde meşruluk temelini muhafaza etmeye her zaman itina etmiştir. Nitekim bu inceliği sezen bazı Avrupalılar, ‘Sul­tan Türk­le­re; Kur’an da sul­ta­na hük­me­der’ demekten kendilerini alamamışlardır.

Yahudi asıllı Alman müsteşrik Joseph Schacht, devletin fiilî tatbikatını şer’î hukukun hükümlerine uygun tutma gayretinin en dikkate değer ve başarılı örneğinin Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya konduğunu söyler ve der ki: “Osmanlılar, adaletin tevziini tamamen şeriate dayandırmıştır. Hatta sivil idarenin en küçük birimini, kâdının salâhiyeti altındaki kazâ [ilçe] olarak kabul edip, mahallî polis şefi olan subaşıyıkâdının emrine vermişlerdir. Şeyhülislâm, devletin en yüksek memuriyetlerinden birisi hâline gelerek, devlet içersindeşer’î hukuka riayet edilmesini sağlamak ve kâdıların faaliyetlerini kontrol etmekle vazifelendirilmiştir. Her vesilede hükûmetçe yapılması düşünülen işlerin şeriata uygun olup olmadığı hususunda kendisine danışılmıştır”. Schacht son olarak, Osmanlı sultanlarının şer’î hukuka bağlılıkları ile temâyüz ettiklerini [öne çıktıklarını]; imparatorluktaki hukuk nizamının, çağdaş Avrupa’da hâkim olan hukuk düzeninden çok üstün olduğunu söyler.

Bir yandan padişah, diğer yandan ulemâ ve tüccar, her zaman şeriatın yanında yer almıştır. Bunun akılcı bir sebebi de vardır. Şeriat, idarecilerin güçlerini kötüye kullanmalarının önüne geçmek üzere yaratılmıştır. Şer’î hukukta, hak ve hürriyetler, bizzat teminat altına alınmış; ferdî münasebetler de net bir şekilde düzenlenmiştir. İslâm ulemâsı, siyasî otoriteye karşı, kendine has bir sınıf şuuru içinde, şer’î prensiplerin taviz vermez muhafızı rolü oynamıştır. Osmanlılarda Batılılaşma devresi olarak adlandırılan Tanzimat devrindeki ıslahat dahi, şer’î hukuk prensiplerine riayet edilerek yapılmıştır. Bu ıslahatın başında Ahmed Cevdet Paşa gibi şer’î hukuka vukufu ve muhafazakâr tavırları ile tanınmış bir simânın bulunması dikkate değerdir. Hatta dinî hususlardaki lâkaytlıkları ile tanınan İttihatçıların bile, hükûmet icraatlarında şer’î hukuka uygun davranma endişesi taşıdıkları görülür.

XIX. asırda Ortadoğu’da bazı emperyal emellere sahip Avrupa hükümetleri ve bunların desteklediği oryantalistler, bilhassa Arap asıllı müslümanların İstanbul’a itimadını yıkmak için, bir yandan Osmanlı ailesinin Kureyşî olmadığı, dolayısıyla meşru halife sayılmayacağı propagandasını yaparken; öte yandan da Osmanlı idaresinin, kanunnâmeler vesilesiyle şer’î hukuktan uzaklaştığını iddia etmiştir. Arap memleketlerinde ilmî maksatlarda bulunduğum zamanlarda, bu telakkinin bazı kesimlerde az da olsa hâlâ yaşadığını müşahade etmiştim. Ancak buna da cevabı yine Arap uleması vermiş; Osmanlı Devleti’nin gerçek bir İslâm devleti olduğunu ispata dair kitaplar kaleme almışlardır. Mısırlı Şâfiî âlimi İmam Şa’rânî (973/1565), Osmanlıların dine bağlılığını ve adaletlerini överek “Bugün dinin koruyucusu ve İslâmiyet’in yüzünü ak eden ancak Osmanoğulları ve onların askerleridir” diyor. Şam ulemâsındanAbdülganî en-Nablüsî (1143/1731), “Yeryüzünü sâlih kullarıma miras bırakırım” meâlindekiâyet-i kerîmenin (Enbiyâ: 105) Osmanlı Sultanlarını övdüğünü bildirmektedir. Mekke-i mükerremeŞâfiîmüftisiSeyyidAhmed bin Zeynîed-Dahlân (1304/1886), Osmanlıların İslâmiyet’e hizmetlerini anlatmak üzere müstakil bir eser kaleme almıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 60 sene evvel Şam’da vefat eden ve manevî keşifleriyle tanınan Muhyiddin Arabî’nin, “İnneaslaha’d-düveli ba‘de’s-sahâbetied-Devletü’l-Osmaniyye, Ve lâ inkırâza ilâ yevmi’l-hatmi ve’l-kıyâme” (Sahabeden sonra en sâlih devlet Osmanlı Devleti’dir ve kıyametin zuhuruna kadar yıkılmaz) sözü meşhurdur.

İslâm dininin herkes tarafından duyulması demek olan i’lâ-i kelimetullah [Allah’ın adının yüceltilmesi] prensibi, Osmanlı Devleti’nin birinci misyonu olmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler Osmanlı Devleti’nin kısa bir zamanda büyüyüp dünyanın en güçlü devleti oluşunun arkasında, gazâ ruhunun yattığını söyler. Osmanlılar, nice Haçlı taarruzunu durdurarak müslüman âlemini büyük bâdirelerden korumuş; kurdukları güçlü maarif müesseseleriyle sayısız âlim yetiştirerek İslâmî ilimlerin inkişafını ve İslâm inancının saf bir şekilde günümüze intikalini temin etmişlerdir. “Sizden biriniz kötü bir şey gördüğünde eliyle, buna gücü yetmezse diliyle önlesin. Bu da mümkün olmazsa kalbiyle buğzetsin!” hadîs-i şerifini tefsir eden ulema, el ile emr-i maruf ve nehyi münker mükellefiyetinin hükümete ait olduğunu bildirmiş; Osmanlı idarecileri de, Müslümanların günlük hayatta dinî prensiplere uyup uymadığını kontrol ederek bu vazifeyi devletin sonuna kadar yerine getirmiştir. Meselâ alenen nakz-ı sıyam (açıkta oruç bozmak) Osmanlı ceza kanunlarında hep yer almış bir suçtur. Kadınların tesettüründen, mektep talebelerinin cemaatle namaza devamına kadar, müslümana alkollü içki satışından, kibrit kutuları üzerindeki mübarek resimlerin yerlere atılmasının men’ine kadar günlük hayatın her safhasında, müslümanların dinlerinin prensiplerine uymaları kolaylaştırılmış ve kontrol edilmiştir. Dinî kitaplar, zamanın muteber ilim adamlarından teşekkül eden maarif encümeninde tasdik edilmedikçe basılamamıştır.

Netice itibariyle Osmanlı Devleti, klasik ilmî terminolojiye göre tipik bir şer’î devlettir. Hatta bu kategoriye giren devletlerinin de sonuncusudur. Asr-ı Saadet ve hulefa-i râşidîn devrinden sonra, İslâm dininin olabildiğince kemal mertebede hüküm sürdüğü bir numunedir. Müslümanların siyasî hâkimiyetlerini kaybettiği XX. asır başlarından itibaren, dünyada hakiki mânâda bir şer’î devlet görülmemektedir.

“HİLAFET MAKAMINI HAK ETMEDİĞİ HALDE İŞGAL EDEN OSMANLI”

Nurettin Yıldız: Hilafet makamını hak etmediği halde işgal eden Osmanlı’nın, son yeteneksiz padişahlarının zevk-i sefasını (Enderun teravihini) ibadet diye bana sunuyorsun…”

OSMANLI’NIN YIKILIŞ SEBEBİ (!)

Nurettin Yıldız: “Bu kıldığı, ritüel dediği teravih yüzünden o devletin çöktüğünü niye hatırlatmıyorsun? Sen bunu Dolmabahçe Sarayı’nda balo salonunda kılınmış namazdan alıntıladın… (Enderun Teravihi)”

Osmanlı’nın hilafeti meselesi hususuna aslında yukarıda, Osmanlı Devletinin bir İslam Devleti olduğunu anlattığımız kısım cevap teşkil eder. Biz Enderun usulü teravih namazını anlatalım.

Terâvih namazının, Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan namaz olduğunu hepimiz biliyoruz. Terâvih, “rahatlatmak, dinlendirmek, nefsi dinlendirmek, fasıla vermek” manasına gelen “Tervihâ” kelimesinin çoğuludur. Fasılalarla kılınan namaz demektir. Tadı çıkarılarak, dualarla niyazlarda bulunularak, ferahlatan, yorulmadan zevkle kılınan namazdır terâvih. Ancak günümüzde bu manasından fersah ve fersah uzaklaştırılmış, uzaklaşmıştır. Artık hızlı hızlı kılınıp bir an evvel bitirilen, rahatlatan değil, yoran bir namaz olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in, “Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihya eden kimsenin geçmiş günahları bağışlanır” (Buhârî, “Salâtü’t-terâvih”,1) buyurmasından yola çıkan âlimler bu hadisle Peygamberimiz’in bilhassa gece ibadetlerinin ve teravih namazının kastettiği yorumunu yapmışlardır. Başlangıçta Terâvih Namazı bizzat Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından iki veya üç gün mescidde kıldırmıştır. Ancak kılan cemaatin sayısının artması üzerine farz olur endişesiyle Resûlullah (s.a.v.) mescide gitmemiştir. Resûlullah’ın ikinci defa teravih namazı kıldırdığına dair bir rivayetin nakledilmemesinden hareketle teravihin risaletin son yılında teşri kılındığı (Teşri: Peygamber’in emri ve isteğiyle yapılan iş, ibadet.) görüşü vardır. Daha sonraları Hz. Ebû Bekir döneminde Teravih namazı kılınmaya devam etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Übey b. Ka‘b’dan cemaate teravih namazını kıldırmasını istemiş ve bu uygulama günümüze kadar sürüp gelmiştir. (Saffet Köse, DİA, c. 40, s. 482)

Önceleri Terâvih namazı kılınırken, dört rekâtta bir selam verildikten sonra oturulup dinlenilirmiş. Sonra diğer dört rekâta geçer onu eda ederlermiş. Bu uygulama zaman içinde değişikliğe uğramış dinlenme fasılları yerini zikir ve salavatlarla değerlendirme şekline bırakmıştır. Hanefi Mezhebi’nemensub olanlar bu namazı dinlenerek kılmışlar ve dinlenme fasıllarında da salavat ve zikirlerle değerlendirmişlerdir.

Burada İslam’a aykırı olan durum nedir, anlamak elde değil. Osmanlı’yı tenkit etmek için Nureddin Yıldız bunu bile diline dolamış, engin (!) tarih bilgisiyle yine duvara toslamıştır!

5 dk. Boyunca süren iftiraların tamamı burada: https://www.youtube.com/watch?v=NZ0u-5NxN70

 

İttihattan İhtilafa – Harun Çetin

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu