Muhammed Esed’in Meal Çalışmasındaki Dev Yanlışlar – Ali EREN
Muhammed Esed ve Kur’an Mesajı isimli Meal-Tefsiri
(7/11/2008)
Kur’an Mesajı isimli eser Muhammed Esed’e ait. Eser hakkında bilgi vermeden önce, kısaca eserin sahibini tanıyalım.
Yahudi bir âilenin çocuğu olan Muhammed Esed, Ukrayna’nın Lvov şehrinde 1900 yılında doğdu. Anne tarafından dedesi bir yahudi hahamı idi. Âilesinde hususi bir Yahudilik eğitimi aldı. Öyle ki, 13 yaşında İbraniceyi su gibi biliyor, Tevratı ve yahudiliğe ait diğer kitapları rahatça okuyordu.
Esed 14 yaşındayken âile Viyana’dadır. 20 yaşına gelen Esed, Viyana’yı terk ederek Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Orada film yönetmenliği ve senaristlik yapar. United Telegrabt adlı ajansta muhabir olur.
Dayısının daveti üzerine âni bir kararla Kudüs’e gider. Oradayken, birçok gazeteyle yazışma sonucu Frankfurter Allgemeine Zeitung’un Yakındoğu muhabiri olur.
Derken, Kudüs’ten Kâhire’ye gider 23 yaşında tekrar Kudüs’e döner. Oradan Amman’a geçer. Amman’da Emir Abdullah ve danışmanı Rıza Tevfik’le tanışır.
Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan olup meşhur masonlardandır.
Oradan Şam’a geçer. Devamla Bursa, Istanbul, Sofya, Belgrat üzerinden Frankfurt’a gider. Berlin’e gidiş gelişleri olur.
24 yaşındayken, Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından tekrar Doğu’ya gönderilir. Port Said üzerinden Kâhire’ye geçer. Ezher şeyhi Mustafa Merâğî ile tanışır.
O senelerde Ezher Üniversitesi’nin kâmilen masonların elinde olduğunu hatırlatalım.
Kâhire’den Ürdün’e geçer. Birkaç kere Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeleri olur. Sonra İran’a Kürdistan’a ve Afganistan’a gider.
(Burada kullandığımız “Kürdistan” kelimesi lütfen yadırganmasın. Çünkü, bu kelime bize ait değildir. Kendisinden bahsedeceğimiz eser, İşaret Yayınları tarafından 1999’da basılmış olup Yeni Şafak Gazetesi tarafından okuyucularına verilmiştir. Eserin önsözünde Muhammed Esed hakkında bilgi verilmiş. “Kürdistan” kelimesi de orada geçiyor. Biz de orada okuduğumuz olduğu gibi aktarıyoruz.)
Esed 26 yaşındadır. Herat, Merv, Semerkant, Buhara ve Taşkent üzerinden Moskova’ya gider. Oradan da Avrupa’ya geçer ve evlenir. Berlin’e yerleşir. Çalıştığı gazeteden ayrılır, yeni gazetelerle anlaşır.
Bu sıralarda karısıyla beraber müslüman olduğunu açıklarlar. 27 yaşında karısıyla beraber yine seyahata çıkar fakat bu sefer hacca giderler.
Karısı bilinmeyen bir sebeple Mekke’de ölür.
Aynı yıl Kral Abdülaziz ile tanışır. Orada evlenir ve Medine’ye yerleşir. Burada tarih ve tefsir çalışmasına başlar.
Arabistan’da ancak 32 yaşına yani 1932’ye kadar kalır. Daha fazla Arabistan’da kalmaz. Devamlı gezer. Afrika’da Şeyh Sünûsî ile de tanışır.
Pakistan’a gider. Orada Cinnah ve İkbal ile tanışır. 47 yaşındayken Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olur. Tecdid hususunda araştırma ve çalışmalarda bulunur.
Buraya bir mim koyalım ve “Tecdid”in ne demek olduğunu hatırlayalım.
“Tecdid” yenilemek demek, “Müceddid” de yenileyici/yenileyen…
Hadisi şerifte haber verildiğine göre, “Hazreti Allah her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler.”
Peki din/İslam zamanla eskimiş mi olmaktadır ki yenilensin?
Tabii ki hayır… Din, orjinal haliyle durmaktadır.
Gerçi dine art niyetli kimseler tarafından zaman zaman bazı ilave ve eklemeler yapılmaya çalışılmıştır. Fakat, Peygamberimiz’in haber verdiği gibi, “Hazreti Allah her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler; aslî haline döndürür.” Tarihte bu mukaddes vazifeyi yerine getiren bir çok zevat olmuştur. Bunların en çok tanınanı İmam-ı Rabbânî kuddise sirruh Hazretleri’dir ki, kendileri “İkinci Binin Yenileyicisi” olarak anılırlar.
Bir de ikinci tip müceddidler vardır ki başlangıcı çok eskilere dayanmaz. Bunlar, uzun müddet İngiliz idaresi altında kalan Hindistan ve Pakistan’da kendilerine göre daha doğrusu İngiliz arzusuna göre bir hareket başlatmışlar, tesirleri nisbeten başka ülkelere de yayılmıştır. Bunlar da tecdid yaptıklarını söylüyorlar. Fakat bunların peşinde koştukları tecdid daha başka bir tecdid.
Diyorlar ki, “İslam şimdiye kadar yanlış anlaşıldı. Biz İslamı yeni bir bakış açısıyla ele alıp yenileyeceğiz.”
Onlara da işte bu mânâda “Tecdidciler/yenilikçiler” deniliyor.
Bu zevat, dinin asliyetini muhafaza mânâsında değil, eski köye yeni âdet getirmek mânâsında yenilikçidir.
Bunlara göre din bozulmak şöyle dursun hiç doğru anlaşılmamış ki. Onun için dini yeni bir anlayışla ele alacak ve aslî vaziyetine getirecekler.(!)
İşte bunun için bunlara da “Tecdidci/ yenilikçi” deniliyor.
Aslında bunlara verilecek doğru isim, “Tecdidci/ yenilikçi” değil “Reformcu” olmalıdır.
Muhammed Esed’i tanımaya devam edelim:
Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olan ve Tecdid hususunda araştırma ve çalışmalarda bulunan Esed, 1952’de Pakistan’ı Birleşmiş Milletler’de temsil etmek üzere New York’a gider.
Kısa bir müddet sonra bu vazifesinden ayrılır ve eser yazmaya başlar. Son senelerini de yazımıza konu olan Kur’an Mesajı isimli eserini yazmaya hasreder.
Ve nihâyet 1992’de İspanya’da 92 yaşında ölür.
***
Esed’in Suudi Arabistan’da evlendiği karısı ne oldu? Ondan çocukları oldu mu? Gittiği yerlere onu da götürdü mü? Yoksa karısı öldü veya boşandı mı? Bilmiyoruz. Kitabın, babası ile kızkardeşinin toplama kampında öldüğünü bildiren önsözü, karısı hakkında son senelerini nerede geçirdiği hakkında hiç bilgi vermiyor.
Değerli okuyucular! Muhammed Esed’in ilk gençlik yıllarından itibaren yaptığı uluslararası seyahatlar size de enteresan gelmiyor mu? Şu yapılan yolculuklara bakın:
Önce Prag, Berlin, oradan taa Kudüs…
Sonra Kâhire…
Henüz 23 yaşındayken tekrar Kudüs.
Devamla Amman, Şam, ondan sonra ver elini Bursa…
Oradan İstanbul, Sofya, Belgrat, Frangfurt, Berlin…
Tekrar Kâhire, Ürdün…
Yaş henüz 24… Bu arada Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeler…
Yaş 26: Herat, Merv, Semerkant, Buhara, Taşkent ve Moskova üzerinden geri Berlin…
Bundan sonra müslüman oluyor ve hacca gidiyor…
Mekke, Medine… 32 yaşına kadar Suudi Arabistan…
Bu kadar durmak fazla. Durmak yok… Afrika, sonra Pakistan…
Daha sonra Pakistan adına vazifeli gittiği için New York’u saymıyoruz…
Esed, hayatının baharında ve en cevval olduğu yaşta öyle uzun yolculuklar yapmış ki, bu türlüsü Seyyâh-ı Âlem Evliya Çelebi’ye bile nasip olmamış.
Buna para dayanır mı? Kaldi ki, Esed o yaşlarda uzun seneler çalışıp bol para biriktiren biri değil ki bu uzun yolculuklarda onları harcayabilsin…
Neredeyse bütün İslam âlemini kaplayacak olan böyle bir yolculuk, merak ve heves gibi bir kelimeyle izah edilebilir mi?
Mümkün değil!.. Bunu, olsa olsa bir dava adamı yapabilir…
Bir kimse kendini bir davaya adamış olmalı ki, böyle uzun ve yorucu yolculukları göze alabilsin.
Peki Muhammed Esed buna niçin katlanmış olabilir? Müslümanlık uğruna mı?
Olamaz!.. Çünkü o yaşlarda henüz müslüman değildir. Kaldı ki, müslümanlık adına da böyle oradan oraya bir yolculuğu ihtiyaç yoktur.
Evet, bazı İslam büyükleri din uğrunda uzun yolculuklar yapmışlardır ama, oradan oraya gezip durmamış, gittikleri yerlerde sebat edip hizmet etmişlerdir.
Esed’in yolculuğunun enteresan tarafı, onun bir yerde durmayıp müfettiş gibi oradan oraya gezmesidir.
Hani insanın aklına gelmiyor değil: Bu zat bir yahudi hahamının torunudur ve çocukluğunda âilesinde sıkı bir yahudi eğitimi almıştır. Yoksa diyor insan, bu genci iyice yetiştirip İslam âlemine hususi mi gönderdiler?
Bir de bakıyoruz ki, gençlik yıllarının sonunda olgunluğa adım attığında müslüman olmuş.
Fakat seyahata devam. Bu sefer İslamın merkezine, Mekke’ye…
Değerli okuyucular! Sonradan müslüman oldu görülen niceleri var ki, aslında müslüman olmadığı halde öyle görünmüşler. Müslüman görünmeye mecburdur çünkü vazifelidir. Esed’in müslüman olmadan yaptığı yolculuklar, insanın aklına böyle şeyler getiriyor. Sanki İslam âlemine hususi gönderilmiş…
Ama öyle olsa bile Esed nihâyet müslüman olmuş. Ondan sonrasını fazla düşünmeye lüzum yok.
Acaba yok mu? O hatadan sâlim mi? Yani Esed, masum mu? Peygamberler gibi mânen korunma gibi bir zırh içersinde olmadığına göre onun da art niyetli olması ihitimali var mı yok mu?
Akla, bu zatın müslümanlığı samimi mi değil mi şeklinde bir soru gelirse ne yapacağız?
Günaha girdiğimizi düşünerek, git kör şeytan, bana vesvese verme mi diyeceğiz?
Galiba bunların hiç birine lüzum yok. “Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” denilmemiş mi?
Öyleyse gelin biz de öyle yapalım. Esed’in işine bakalım.
Iyi ama işini bilmiyoruz ki!
Efendim, ortada 1400 sahifelik koskocaman bir eseri var: Kur’an Mesajı Meal-Tefsir…
Eserine bakıp eser sahibi hakkında yani Muhammed Esed hakkında karar vermek mümkün…
Çünkü meşhur sözdür: İnsan ölürse kalır eseri, eşek ölürse kalır semeri…
Evet, öyle yapacağız. Eserine bakacağız. Ama maalesef bu yazıda olamayacak. Nasipse daha sonra…
Bakalım, Muhammed Esed Kur’an Mesajı isimli Meal-Tefsir’inde neler yazmış…
Doğru şeyler mi yazmış yoksa yanlış mı?
Yanlışlar varsa bile bile mi yapmış yoksa hata ile mi?
Eserinde doğrular bulursak seviniriz. Eğer yanlış şeyler bulursak, bunun bilmeden, hata ile yapıldığını kabul etmemiz maalesef mümkün olmayacaktır. Çünkü, ilmi kâfi gelmeyen bir kimsenin Kur’an hakkında kalem oynatmaması icap eder ve Esed bunu bilecek mevkidedir.
Kaldi ki, biz Muhammed Esed’in çok iyi Arapça bildiğini biliyoruz.
Bu takdirde eserinde ya büyük hatalara düşmemiştir veya düşmüşse bunu bile bile yapmıştır…
Kur’an Mesajı Meal-Tefsir isimli eser hakkındaki değerlendirmemizi inşallah ileride yaparız…
Türkiye’de buna tefsir diyorlar…
(6/12/2008)Ali Eren
Dergimizin geçen sayısında, Muhammed Esed’den bahsetmiş yazdığı KUR’AN MESAJI meal-tefsir’e işaretle bu hususta zihnimizde tereddütler bulunduğunu kaydetmiştik. Bu yazımızda Muhammed Esed’in, üzerinde tereddütlerimizin bulunduğu adı geçen eserinden bahsedeceğiz.
Türkiye’de ilk defa 1996’da basılan eserin o günden bu güne bir çok baskıları yapılmış ve birçok kimselere ulaşmıştır. O bakımdan böyle bir eseri tetkik edip değerlendirmek zaten vazife olurdu. Nitekim dikkatini çektiği için bu eseri tetkik niyetiyle ele alan ilk kişi biz değiliz. Daha önce Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Suat Yılıdırım ve Sayın Ahmet Tekin’in de dikkatini çeken eser, bu zatların da tetkikinden geçmiş ve uzun tenkitlere uğramıştır.
Nasıl uğramasın ki daha baştan baskısı bile netamelidir. Bakın ilk baskısının hikâyesi nasıl:
“Bu tefsirî-meal, merkezi Mekke’de olan Râbıtatü’l-Âlem’il-İslâmî tarafından M. Esed’e yazılmak üzere sipariş ediliyor. Ilk cildi Cenevre’de basılıyor. Râbıta, Nedvî’nin sekreterinin ve merhum Hasanü’l-Bennâ’nın damadı Dr. Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed’e ödenen paranın da geri istenmesine karar veriyorlar. Islâmî bir kuruluş olan Rabıta’nın basmaktan vazgeçtiği bu kitabı M. Esed, Dâru’l-Endülüs’te basma yoluna gidiyor.
Bu hadisenin, bütün safâhatı ile birlikte görgü şahidi Sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge bu yazdıklarımızı te’yide her zaman hazırdır.” (Ahmet Tekin, Kur’an Yolunda Kalem Oynatanlar, s: 170)
Şimdi böyle bir esere ihtiyatla yaklaşılmaz da ne yapılır. Biz de öyle yaptık ve ihtiyatla göz atmaya başladık. Göz attık ve gördük ki tefsîrî mealde derde devadan başka her şey…
Ve şu kanaata vardık: Kitabın üzerinde her ne kadar meal-tefsir yazıyorsa da, buna başka herhangi bir isim verilebilir ama katiyen Kur’an meal ve tefsiri denilmez. Aşağıdaki satırları okuduğunuz zaman sizler de bu tesbitimizde ne kadar haklı olduğumuzu göreceksiniz.
Sahifelerini çevirmeye başlayalım. Önce “Türkçeye çevirinin önsözü”nden başlıyoruz…
Önce bir noktaya işaret etmek isterim: Çeviri kelimesi bana ait değil, kitapta öyle yazıyor. Ben, tercüme kelimesi varken asla çeviri demem, denilmesini de tasvip etmem. Bu sözde meal-tefsir, İngilizce yazılmış. Türkiye’de de İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş. Bizim elimizdeki bu tercüme..
Mütercimlerden üç not aktaracağım. Bu kitabı niçin tercüme ettiklerini şöyle anlatıyorlar:
1- “Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed’in İngilizce meâlinin ve bu meâle eklediği geniş açıklama ve notların, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan Türkiye’deki okuyucuyu da yararlandırma niyetidir.”
Mütercimlerden öğrenmiş oluyoruz, demek bir de Kur’an’ı çağdaş kavrayış varmış. Nasıl bir şeyse, Muhammed Esed bu çağdaş kavrayışa zengin ve derin katkı yapmış, mütercimler de okuyucuların bu geniş açıklama ve notlardan istifade etmeleri için bu eserin çevirisini yapmışlar…
2- Meâli şöyle değerlendiriyorlar: “Esed’in sahip olduğu objektif vasıfların ve hâlisâne niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir.”
Aşağıda, Esed’in gerçekten ne kadar objektif ve ne derece hâlis bir niyete sahip olduğunu(!) görecek ve mütercimlerin okuyucuya ne derece doğru bilgi verdiğini de öğrenmiş olacağız.
3- Muhammed Esed’in ilmî cihetini izah ederken de, “Arapçaya, üstelik Kur’an Arapçasına hâlâ en yakın dil olan bedevî Arapçasına ana dili ölçüsünde bir vukûfiyet kesbetmiştir” diyor ve Esed’in “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu vurguluyorlar.
Bunu söyleyen mütercimler, inanılması güç ama, Kur’an Arapçasını ana dili gibi iyi bildiğini söyledikleri ve İslâmî duyarlığının derin olduğunu söyledikleri Muhammed Esed’in, âyetlere mânâ verirken birçok kelimeye kendine göre mânâlar yüklediğini söylüyorlar. Esed’in değişik mânâlar verdiği kelimelerden bazıları şunlarmış: Takvâ, kâfir, zekât, cihad, hanif, tâğut, hicret, nefs, münafık, gayb, kitab, ehl-i kitab, din, kur’an vb…
Peki “Derin İslâmî duyarlığı” olan bir kimse Kur’an’a nasıl kendine göre mânâ verebilir? “Men fessere’l-Kur’an’e fekad…” hadisi şerifi ne olacak? Ama –mütercimlerin söylediğine göre- Esed vermiş. Vermiş ama olmuş mu? Olmamış; olmaz da zaten. Olsa olsa, bektâşî fıkrasında ki gibi olur. Bektâşîye sormuşlar: “Abdestsiz namaz olur mu?” Bektâşî, “Ben kıldım oldu” demiş…
Bir de Muhammed Esed’in kendi önsözü var. O da, masonluğu artık su götürmez bir gerçek olan Muhammed Abdüh için, “Büyük İslam âlimi” diyor. Abduh’a öyle darken, önsözün ikinci satırında Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz hakkında “Peygamber Muhammed” diyor. Hazret yok…
Bir Müslüman Peygamberimiz hakkında böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mütercimlerin “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu söylediği yazarın ifadesi işte böyle…
Kurnaz yazar,(!) daha önsözde baklayı ağzından çıkarıyor. Farkında olmadan, bu meâl ve tefsiri yazmaktaki niyetinin ipuçlarını veriyor. Ashabı kiramdan bahsederken, onların “İslam ve müslim kelimelerini herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadığını” söylüyor.
Bununla ne mi demek istiyor? Demek istiyor ki, “İslam ve müslim kelimeleri sadece islam toplumu için kullanılmaz. Hıristiyan ve yahudiler de müslümandır.”
Böyle söylemek istediğini nereden mi anlıyoruz? İlerideki sahifelerdeki açık ifadelerinden…
Muhammed Esed’e göre ehl-i kitab kâfir değil. Onlar “Geçmiş vahiylerin izleyicileri.”
Önsözde çok doğru bir şey söylüyor, “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz” diyor. Diyor da, ehl-i kitabın kâfir olup olmadığı hususunda bu söylediğini 1350 sahifelik eser boyunca hiç hatırlamıyor, Kur’an’ın her ibâresini başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırmıyor ve Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayan ehl-i kitabın da kurtulacağını söylemek için kırk dereden su getiriyor.
Değerli okuyucular! Buraya kadar yazımızın girişini yapmış olduk. Şimdi bazı misaller vererek bahsettiğimiz meâl-tefsiri daha yakından tanıtmaya çalışalım.
1- Yazar, Fâtihanın son iki âyetine şöyle mânâ veriyor: Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna, gadabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
Mânâ tamam. Fakat âyette gadaba uğrayan ve sapkın denilenler kim? Diğer tefsirler, bunların hıristiyan ve yahudiler olduğunu beyan ederken, Esed, bu âyetlerle ilgili verdiği izahta böyle bir bilgiye yer vermiyor. Gadaba uğrayan ve sapkınların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu söylemiyor.
2- Bakara sûresi 43. âyete mânâ verirken, hem zekatı verin emrini “Karşılıksız yardımda bulunun” şeklinde kafasına göre değiştirip hem de bu mânâ daha uygun olur diyor. Oysa, böyle bir mânâ kökten yanlış ve zekât farzını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zekât başka karşılıksız yardım başka. Zekât da sadaka da karşılıksız yardımdır ama zekat farz, sadaka nâfiledir. Zekatı vermemenin büyük günâhı var, sadaka vermemenin günahı yoktur. Bu yanlış sık sık tekrarlanıyor…
Şimdi sormayalım mı:
Mütercimler, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayış vererek okuyucuyu yararlandırmak istediklerini söylüyorlardı. Böyle bir tercümeyle mi yararlandıracaklar acaba?
Esed’in hâlisâne niyete sahip olduğunu da söylüyorlardı. Halisâne niyet böyle mi oluyor?
Esed’in, Kur’an Arapçasına tam vâkıf olduğunu söylüyorlardı. Arapçaya tam vâkıf olan insan âyete böyle mi mânâ verir?
Esed’in Derin İslâmî duyarlık sahibi olduğunu söylüyorlardı. İslâmî duyarlılık dedikleri, zekâta karşılıksız yardım demek midir?
3- Bakara sûresinin 62. âyetinin mânâsı Esed’in kaleminden şöyle:
“Kuşkusuz, (bu ilâhî kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”
Bu mânâyı vermekle kalmıyor; Dinlerarası Diyalog havârileri ile bazı ehl-i kitab muhiblerinin istediği gibi hareket ediyor yani âyeti istismar etmekten geri durmuyor. Meseleyi kendi isteği doğrultusunda ele almak için İslamı över görünerek bakın 50 nolu dipnotta ne diyor:
“Kur’anda birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, (âyet demek istiyor) İslamın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, kurtuluş fikri, burada üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak.”
Müfessirimiz îmanın 6 şartını unutuyor ve âyete kendi kafasından yorum getirerek, kurtuluşu 3 şarta bağlıyor. Hatta sadece imanın 6 şartını değil kitabının önsözünde kendi yazdıklarını da unutuyor.
Halbuki orada şöyle demişti: “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz”
Bu durumda Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabilmesi için bu âyeti de başka âyetlerle irtibatlandırması gerekirdi. Irtibatlandırmıyor ve istismar cihetine gidiyor.
Demek ki onun vazifesi bu. Bizim de kendisine şu soruları sormak hakkımız olsa gerek:
a- Yahudi inancının takipçileri de Allah’a ve âhiret gününe inanıp doğru ve yararlı işler yapınca cennete gireceklerse, niçin yahudi kalmadınız da ihtiyaç yokken müslüman oldunuz?
b- Müslüman olmadan önce böyle bir kolaylık(!) olduğunu yani imanın 6 şartını yerine getirmeden, bahsettiğiniz 3 şartla cennete girilebileceğini bilmediğinizi kabul edelim. Sonra öğrenince, “Ben boşuna müslüman olmuşum. Meğer Müslüman olmadan da üç şartla cennete girilebilirmiş” deyip tekrar yahudiliğe döndünüz mü? Dönmedinizse niçin?
Değerli okuyucular! Yazar, hangi âyette bir İslam kelimesi veya aynı kökten gelen bir kelime gorse, hemen teyakkuza geçmekte ve âhiret kurtuluşuna erenlerin sadece müslümanlar olmadığını isbat için adeta çırpınmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 112. âyetinindeki “Esleme” kelimesinden de işkillenmekte, zihinlere Esleme’den İslam kelimesinin gelmesinden korkarak hemen şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmektedir:
“Böylece Kur’an’a göre kurtuluş herhangi bir özel zümreye (müslümanlara demek istiyor) tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, (iman eden demiyor) kendini onun iradesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.”
Yine öne sürdüğü üç şart. Demek istiyor ki, Allah’ın birliğini kavra, onun iradesine teslim ol, dürüst yaşa yeter. İlle de müslüman olmak şart değil.
Allah’ın birliğini kavramak ifadesine dikkat! Bir kimse Allah’ın birliğini kavrar ama iman etmemiş olabilir. Yazarımız Allah’ın birliğine iman şart demiyor, birliğini kavramayı kafi görüyor.
İslam ve din kelimelerini bir arada kullanmaktan ise köşe bucak kaçıyor. Meselâ Âli İmran sûresinin 19. âyetinin mânâsını hemen hemen herkes bilir. Bu âyetin mânâsı şöyledir: “Allah indinde (hak) din İslamdır.”
Müfessirimiz ise şöyle mânâ veriyor: Allah nezdinde tek (hak) din insanın ona teslimiyetidir.
Nerede bir İslam kelimesi görse israrla mânâyı kıvırıyor ve İslam dini dememekte diretiyor. Meselâ Âli İmran sûresi 85. âyetin mânâsı şöyledir: “Kim İslamdan başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”
Âyetin mânâsı, “İslamdan başka bir din ararsa” şeklinde olduğu halde yazarımız “Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa” şeklinde mânâ veriyor.
Adı “Allah’a teslimiyet” olan bir din mi var?..
Velhasıl yerimiz bitti yanlışlar bitmedi. Zaten yanlışlar, -hem de bile bile yapılan yanlışlar- yazmakla bitecek gibi değil…
“Kur’an Mesajı” mı yanlışlar kumkuması mı?
(9/1/2009) Ali Eren
Yazımızın başlığı, Türkiye’de bazı çevrelerin canhıraş bir gayretle reklam ettiği ve basıp dağıtmaya çalıştığı Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı” isimli eseriyle ilgili. Siz değerli okuyucularımızın da bildiğiniz gibi, bundan önceki iki yazıda bu eser ve yazarı hakkında bilgi arzetmiştik. Bahse konu eseri bu sayımızda da tanıtmaya devam edeceğiz. Tanıtalım da, müslümanlara meal ve tefsir adıyla nasıl bir şeyin kakalandığını herkes duymuş, bilmiş ve görmüş olsun.
Bu sözümona tefsirde iki türlü tutarsızlık mevcut:
1- Âyetlere verilen yanlış mânâlar. 2- Bazı âyetlerin mânâlarının başka yönlere çekilmesi.
Bu tutarsızlıkların birleştiği ortak nokta ise her ikisinin de iyi niyetle bağdaşmıyor olması.
Saymakla bitmeyen bu tutarsızlıkların bazılarına işaret etmeye çalışalım. Başlıyoruz:
1- Tarihte, isyan ve azgınlıklarından dolayı Allah tarafından maymun şekline dönüştürülen insanlar olduğunu biliyoruz. Bu husus Bakara sûresinin 65. âyetinde şöyle haber veriliyor:
“Onlara, aşağılık maymunlar olun dedik.”
Allah’ın bu fermanıyla beraber o kimseler maymun oluvermişlerdir. Bu, Allah’ın gadabının onların üzerindeki bir tecellisi olduğu gibi diğer insanlar için de uyarıcı bir mûcizedir.
Yazımıza konu olan Kur’an Mesajı isimli eserin müellifi Muhammed Esed’in aklı ise, mûcizeleri ve insanların maymun şekline dönüştürülmesini almadığı için, meâline âyette olmayan bir kelime sokuşturarak ilgili âyete şöyle mânâ veriyor:
“onlara, aşağılık maymunlar gibi olun dedik.”
Oysa âyette, “gibi” mânâsına gelen hiç bir şey olmadığı için, bu tavır tahrife yönelik olmaktadır.
2- Hazreti Mûsâ zamanında bir adam öldürmüştü. Öldürülenin kâtili bilinmemektedir. Hazreti Allah, Mûsâ Aleyhisselâm vasıtasıyla, “Bir sığır kesmelerini ve onun bir parçasıyla öldürülen kimseye vurulmasını” emreder. Sığırın nasıl bir sığır olacağını da bildirir. Onlar da emredileni yaparlar. Bu husus Bakara sûresinin 67-73. âyetlerde beyan buyurulmaktadır.
Emredilen şekilde yapılınca öldürülen adam dirilir ve kâtilini gösterir. Bu husus Kur’an müfessirleri tarafından bütün tefsirlerde anlatılmaktadır.
Muhammed Esed işte bunu da kabul edememekte ve Kur’an tefsircileriyle, “adamın mûcizevî olarak canlanıp kâtili gösterdiği gibi gününç bir iddiâ” diye dalga geçmektedir.
3- Neyse ki Esed, Âli İmran sûresi 3. âyetle ilgili dipnotta, bir doğruyu kabul ediyor. Diyor ki:
“Kur’an’da sık sık vurgulanan ve objektif bilimsel araştırmaların da tesbit ettiği, Kitab-ı Mukaddes’in (İncil ve Tevratın) binlerce yıllık zamanın akışı içinde büyük ve çoğu zaman keyfî değişikliklere maruz kaldığı gerçeği.”
Yani, İncil ve Tevrat’ın zamanla değiştirildiğini kabul ve itiraf ediyor. Ediyor da eğer hayatta olsaydı kendisine şunu sorardık:
Burada “Kitab-ı Mukaddes’in büyük ve köklü değişikliğe maruz kaldığını” söylediğiniz halde, eserinizin başka yerinde, bu kitapların takipçilerinin âhirette kurtulacağını söylüyorsunuz. Allah’ın indirdiği gibi kalmayıp büyük ve köklü değişikliklere uğrayan bir kitaba uyanlar nasıl ebedî kurtuluşa ererler?
4- Hazreti İsa’ya diğer peygamberler gibi birçok mûcizeler verilmişti. Âl-i İmran sûresi 49. âyette ifade buyurulduğuna göre, Meryem Aleyhisselam’a Hazreti İsa hakkında şu müjdeli haber verilmişti:
“O İsrailoğullarına gönderilen bir resul olarak şöyle diyecektir: Hakikaten ben rabbinizden size bir âyet (mûcize) olarak geldim. Size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üflerim. Allah’ın izniyle (o da) canlanıp bir kuş oluverir.”
Bu âyete bir de Muhammed Esed’in nasıl mânâ verdiğine bakalım. Şöyle mânâ vermiş:
“Onu İsrailoğullarına elçi yapacak. Ben size Rabbinizden bir mesaj getirdim. Sizin için çamurdan, adeta kaderinizin sûretini yapacağım ve sonra ona üfleyeceğim ki Allah’ın izniyle (sizin) kaderiniz olsun diyecek.”
Gördüğünüz gibi mânâ verirken “adeta” kelimesi kullanıyor. Fakat âyette âdeta mânâsına gelen bir kelime yok. Olmadığı halde, -yukarıda yaptığı gibi- meâle bu kelimeyi sokuşturuveriyor.
Gerçi verdiği mânânın düzeltilecek tarafı yok da, biz bir noktaya işaret edelim:
Verdiği mânâya göre, Hazreti İsâ, “Çamurdan kaderinizin sûretini yapacağım ve sonra ona üfleyeceğim ki sizin kaderiniz olsun” diyecekmiş.
İnsan yazdığını biraz düşünerek yazmalı da gülünç duruma düşmemeli değil mi?.
Kaderin şekli, sûreti olur mu hiç? Güya Hazreti İsa o sûrete üfleyecekmiş de o üflediği şey onların kaderi olacakmış…
İkinci maddede Kur’an tefsircileriyle dalga geçtiğini okumuştunuz. Orada Esed’in müfessirlerle dalga geçtiği gibi, ne dersiniz şimdi biz de kendisiyle dalga geçelim mi? Bunu hak etmiyor mu? Bıyık altından gülerek kaderin şeklinin nasıl olduğunu soralım mı?
Değerli okuyucular! Allah’ın âyetlerini esas mânâsından çıkarıp oraya buraya sündüreni, Allah işte böyle gülünç duruma düşürür…
5- Eşsiz müfessirimiz, Âli İmran sûresi 55. âyetle ilgili 45 nolu dipnotta şöyle diyor:
“Hz. İsa’ya saygı gösteren yani, onu Allah’ın oğlu olarak gören Hıristiyanlar…”
Şimdi şu mantıksızlığa, şu sapıklığa ne dersiniz siz!
Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı –hâşâ- Allah’ın oğlu olarak görecekler, sen de bunu hem bilip hem yazacaksın, buna rağmen onların Hazreti İsa’ya saygı göserdiklerini söyleyebileceksin!
Bu inançta olan hıristiyanların ona saygı gösteren kimseler olduğunu söylemek sapıklık değil de nedir Allah aşkına!.. Hayır hayır! Sapıklık değil, ondan da öte bir şeydir…
6- Esed’in, âyetlerin mânâlarını nasıl sündürüp başka taraflara çektiğine bir misal verelim. Önce başka bir meâlden Âli İmran sûresi 100. âyetin meâlini okuyalım:
“Ey iman edenler! Eğer kitap verilen(hıristiyan ve yahudiler)den herhangi bir guruba uyarsanız, (onlar sizi) imanınızdan koparıp küfre döndürür.”
Bu âyete Esed’in verdiği mânâ ise şöyle:
“Siz ey imana ermiş olanlar! Önceki çağlarda kendilerine vahiy verilenlerden bir fırkaya uyarsanız, iman ettikten sonra yeniden hakikati reddetmenize sebep olabilirler.”
Hakikati reddetmenize sebep olabilirler diyor. Ama ne hakikat denilen şeyin ne olduğu belli ne de o hakikati reddetmenin tehlikesi…
Aslında, mânâyı başka taraflara çekmeye hiç lüzum yok. Âyette kastedilen, -başka bir şeyin hakikati değil- imandır. Yani, “Onlara uyarsanız sizi imanınızdan ederler” demektir. Esed bu mânâdan ürktüğü için böyle bir kıvırtmaya gidiyor. Bi kere, sadece hakikati reddetmek demek âyetin mânasından çok çok uzak. Çünkü, her şeyin bir hakikati vardır ve onları reddetmek imansızlığı icap ettirmez. Bir insan bile bile taşa demir dese “Kâfir oldun” diyecekse kendisi desin?
“Onlar sizi imanınızdan koparıp küfre döndürür” demek nerdeee, “O fırkaya uyarsanız hakikati reddetmenize sebep olabilirler” demek nerde. Ikincisinde öyle bir ifade kullanılmış ki sanki onlara uymakta bir tehlike yok.
Dedim ya, Esed’in verdiği mânâyı düzeltmek imkânsız. Öyle bir mânâ vermiş ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Âyette “Önceki çağlar” mânâsına gelen bir ibâre de yok. “Onlar” dediği topluluğa vahiy verilmiş de değildir. Zaten vahiy insan topluluklarına değil peygambere gelir, onlar da vahiy yoluyla aldıklarını insanlara tebliğ ederler.
Bu kadarcık bir bilgiye bile sahip olmayan bir kimsenin Kur’an’a mânâ vermeye kalmışması, ihanet olmasa bile en azından haddini bilmezliktir.
7- Esed, hıristiyanlarla yahudileri kurtulan topluluklar olarak gösterebilmek için bir kurnazlık sergiliyor. İslamı över görünmek için önce -tabir câizse- insanları avlayacak yemlik ifadeler kullanıyor. Arkasından da esas söyleyeceğine geçiyor.
Meselâ şu satırlarda gizlemeye çalıştığı kurnazlıklar. Lütfen dikkatlice okuyalım:
“Kur’an bütün vahiylerin zirvesini temsil eder ve rûhî/mânevî tatminin en son, en mükemmel yolunu ortaya koyar. Ancak Kur’an mesajının bu benzersizliği, önceki inançların mensuplarını Allah’ın rahmetine ulaşmaktan alıkoymaz. Çünkü, -Kur’anın sıkça işaret ettiği gibi- onlar arasından tek Allah’a ve hesap gününe (yani bireyin ahlâkî sorumluluğuna ) katıksız biçimde inananlar ve erdemlice bir hayat yaşayanlar, ne korkacaklar ne de üzüleceklerdir.”
Burada sergilediği kurnazlık şu: Önceki inançların mensupları dediği hıristiyan ve yahudileri, Allah’ın rahmetine ulaşan yani cennetlik topluluklar olarak gösterebilmek için, önce Kur’an’ın mesajının benzersiz olduğunu söylemek kurnazlığını gösteriyor.
8- Hepimizin bildiği gibi, Peygamberimiz’in en büyük mûcizelerinden biri de bir işâretiyle ayın ikiye ayrılmasıdır. Buna Şakk-ı Kamer mûcizesi deniliyor. Bu mûcize, Kamer sûresinin ilk âyetinde haber veriliyor.
Muhammed Esed, Kur’an’da haber verilen diğer mûcizeler gibi bunu da kabul edememekte ve bunu Kamer sûresiyle ilgili 1 nolu dipnotta şöyle te’vil etmektedir:
“Bazı sahâbîlere kadar uzanan birçok rivâyette anlatıldığı üzere, bir gece ay sanki iki parçaya ayrılmış gibi göründü. (Dikkat! Aslında ayrıldığı falan yok da öyle göründü demek istiyor.) Bu rivâyetlerin subjektif gerçekliğinden kuşkulanmak için bir sebep yoksa da, gerçekte meydana gelen şeyin, alışılmamış optik bir yanılsamaya yol açan, yine aynı ölçüde alışılmamış bir tür kısmî ay tutulması olması muhtemeldir.”
Ona göre neymiş efendim? “Alışılmamış bir tür kısmî ay tutulması olması muhtemel” imiş. Yarım yamalak da olsa, bir dayanağı olmadığı için, açık açık ay “tutulmasıdır” diyemiyor da, ne yapsın garibim diye diye ancak “Ay tutulması olması muhtemel” diyebiliyor.
Elinde böyle bir ihtimal olduğuna dair ilmî bir ölçü var mı? Yook! Olması da icap etmez zaten. Peki ay tutulması olması ihtimali neye göre? Esed Beyefendinin sakîm kanaatına göre…
Oysa, kabul etmek isterse bu hususta bir çok rivâyet var. Bu rivâyetleri biz biliyoruz, okuyoruz da o okumadı mı? Elbette okudu ama mühim olan sadece okumak değil, okuduğuna inanabilmek. Işte bizimle onun ve ona meftun olanların farkı burada. Biz okuyup inanıyoruz, onlar ise okuyorlar ama içleri almadığı için inanamıyor, mûcizeleri içlerine bir türlü sindiremiyorlar.
9- Esed’in bir vasfı da yalancılıktır.
Meselâ Müdessir sûresinin 4. âyetiyle ilgili dipnotta şöyle diyor:
“Râzî, ayrıca, “(ilk) müfessirlerin çoğuna göre (bu âyetin) anlamı, “kalbini bütün kötülüklerden arındır” şeklindedir” der ve kendisi de bu yoruma katılır.”
Dikkatinizi çekerim! Âyette, “kalbini bütün kötülüklerden arındır” emri verilen Peygamberimiz oluyor. Râzî dediği, Tefsiri Kebir’in müellifi Fahreddin Râzî Hazretleri’dir. O zat, tefsirinde sadece bütün görüşleri naklediyor, fakat Esed’in dediği gibi, “(bu âyetin) anlamı, “kalbini bütün kötülüklerden arındır” şeklindedir” demiyor. “Ben de bu görüşe katılıyorum” da demiyor “Benim görüşüm böyledir” de demiyor. Ama Esed o da böyle söylüyor diye basbayağı yalan söylüyor. Bunu niçin mi yapıyor? Efendim mesele şu:
Kur’an’ın muhatabı kim? Peygamberimiz… Âyetteki emir de haliyle ona. Bahse konu âyetin mânâsı, “Kalbini bütün kötülüklerden arındır” şeklinde olursa, Peygamberimiz’in kalbinde kötülük varmış da Allah ona kalbindeki kötülükleri temizlemesini emretmiş olacak…
Yani Esed, kendisi “Peygamberimiz’in kalbinde kötülükler olduğunu” söyleyemiyor da bunu Fahreddin Râzî’ye söyletmek istiyor. Dolaylı olarak okuyucuya şu mesajı vermek istiyor:
Böyle bir emir niçin verilir? Peygamber’e bu emir verildiğine göre, anlayın işte canım…
Bir tefsirin(!) yanlışlarına iğne deliğinden bakış…
(10/2/2009) Ali Eren
Öyle tefsirler vardır ki, insan onu okurken aldığı zevkten dolayı elinden bırakmak istemez. Öyleleri de vardık ki, ismi tefsir olduğu halde gerçekte tefsir olmaktan uzaktır. Elinize alır almaz bırakmak istersiniz. Düzgün tefsirler insanı bilgilendirip olgunlaştırırdığı halde diğerleri okuyucusunu mânen mahveder.
Birkaç sayıdan beri bahsettiğimiz ve yanlışlarını yaza yaza bitiremediğimiz, Muhammed Esed’in kaleme aldığı Kur’an Mesajı isimli sözümona meal-tefsir işte böyle bir tefsir.
Yanlışlarını yaza yaza bıktık ve bitiremeyeceğimize kanaat getirdik. Onun için bu yazımız bu meal-tefsir hakkında yazdığımız son yazı olsun istiyoruz. Çünkü, Kur’an Mesajı o denlü yanlışlarla dolu ki, tam ve eksiksiz bir tenkit yapacak olsak, yapacağımız tenkit, kitabın kendisinden büyük olacak. En iyisi, bu yazıyla bu işe son verip gerisini okuyucuya bırakmak…
Şimdi kitaptaki yanlışlar yığınından bazılarına madde madde işaret etmeye çalışalım:
1- Önce Bakara sûresinin 73. âyetine bakıyoruz. Âyetin doğru mânâsı şöyle: “…İşte böyle Allah Teâlâ ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir.”
Muhammed Esed’in verdiği yanlış mânâ da şöyle: “Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir ki (bunu görüp) muhakemenizi kullanmayı öğrenebilesiniz.”
Meseleyi daha açık ifade edelim ki ilim ehli hayretten küçük dilini yutsun. Duyduk duymadık demeyin! Esed, âyetteki “yuhyillâhü’l-mevtâ” ibâresine “Allah canları ölümden korur” mânâsı veriyor.
2- Esed, Yahudilikten geldiği ve muharref Tevrat’i çok iyi bildiği için, Bakara sûresindeki 53 nolu dipnotta yaptığı gibi, okuyucusunu zaman zaman Tevrat’a havale etmekte oradan bilgiler edinmeye göndermektedir. Fakat bu tek misal değildir. Okuyucunun Kur’an’ın mânâsını daha iyi anlaması için(!) ikide bir Tevrat’a göndermeler yapmaktadır. Bu da gösteriyor ki, yazar terkettiği daha doğrusu terkettiğini ilan ettiği yahudiliğin tesirinden kurtulabilmiş değil. Zihni hâlâ orayla irtibatlı.
Eldeki Tevrat’ın doğruluğuna kendisi inanmıyor olsa, okuyucusunu niçin yanlış yere göndersin ki!..
Bu durumda şu sorular da zaruri olarak devreye girer:
Bugünkü Tevrat madem güvenilecek bir kitaptı da Esed niçin onun gösterdiği yolu terkedip müslüman oldu?
Tevrat tahrif edilmiş/bozulmuş bir kitap olduğu için onun gösterdiği yolu terk edip müslüman olduysa niçin hâlâ okuyucuyu oraya gönderiyor?
3- Bakara sûresi 137. âyeti kerimeye şöyle mânâ veriyor:
“Eğer (ötekiler de) sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Ama Allah seni bundan korumaktadır.”
Parantez içinde “ötekiler” denilen yahudi ve hıristiyanlardır.
Bu mealde doğru ile yanlış yan yana. Doğru olan, meâlin baş tarafı, yanlış olan da sonu. Şöyle:
Âyetin başında, ötekilerin yani hıristiyan ve yahudilerin doğru yolu bulmaları için onların da müslümanlar gibi inanmaları icap ettiği ifade buyuruluyor ki, doğru…
Esed, bu âyette mânâyı sündürebileceği bir kelime bulamadığı için doğru mânâ vermiş. Iyi ama eserinin diğer yerlerinde “Müslüman olmayanların da kurtulacaklarını” söylemesi neyin nesiydi?..
Işte bu tavır, Esed’in kitabının çelişkilerle dolu olduğunu daha doğrusu kitapta doğrularla yanlışların birbirine karışmış olduğunu göstermesi bakımından ibretlik.
Âyetin meâlindeki yanlış olan ikinci cümleye dikkat. O cümle şöyleydi: “Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar.”
Ehl-i kitap hakkındaki bu âyette “Şikak” kelimesi geçiyor. Şikak, Esed’in dediği gibi “Derin bir çıkmaza saplanıp kalmak” değil, muhalif olmak, zıt ve düşman olmak mânâsınadır.
Esed’in derdi yine depreşiyor ve meseleyi hiç olmazsa biraz hafifletebilmek için elinden geleni yapıyor. Hıristiyan ve yahudileri, hem sapık hem de müslümanlara karşı olan topluluklar olarak göstermektense, şikak kelimesinin mânâsını sündürüp, onları sadece kendi hallerinde “Derin bir çıkmaza saplanıp kalan” kimseler olarak gösteriyor.
Âyetin devamında Hazreti Allah Peygamberimiz’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) hitaben, “Onlara (yahudi ve hıristiyanlara) karşı Allah sana yeter” buyurduğu halde, ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıklarını gizlemek için, yukarıda gördüğünüz gibi şöyle mânâ veriyor:
“Ama Allah seni bundan korumaktadır.”
Okuyucu, meâlde yahudi ve hıristiyanlar hakkındaki, “Müslümanların inandığı gibi inanmaktan yüz çevirirlerse derin bir çıkmaza saplanmış olurlar” hükmünü okur, arkasından da “Ama Allah seni bundan korumaktadır” cümlesini okuyunca “Allah’ın Peygamberimiz’i onların saplandığı derin çıkmaza saplanmaktan koruduğunu” anlayacaksa da yanlış bir mânâ anlayacaktır.
Evet, Hazreti Allah’ın, Peygamberimiz’i koruduğu doğrudur. Ama âyetin verdiği mânâ bu değil. Doğru mânâ yukarıdaki gibi değil şöyle olacak: Onlara (hıristiyan ve yahudilere) karşı Allah sana yeter.
Niye böyle buyuruluyor? Çünkü, hıristiyan ve yahudilerin Peygamberimiz’e düşmanlıkları var. Esed’in burada yaptığı da, bu düşmanlığı gizleyip yanlış mânâ vermek.
Buradaki yanlış mânâyı anlamak için, derin bir arapça ilmine sahip olmaya lüzum da yok. Bu yanlışı arapçaya yeni başlayan birkaç aylık talebeler bile anlar. Âyetteki “Feseyekfîkehümüllah”daki “Hüm” zamiri müfred değil cemi’dir ve ona “Bu” mânâsı verilemez. Verilemez ama ilme göre. Esed’e göre verilir.
4- Kızıldeniz’in sularının yarılıp Mûsâ Aleyhisselam ve kavminin geçip Firavun ve askerlerinin de boğulup helak olduğunu hepimiz biliriz. Esed, bu mûcizeyi haber veren âyetle yetinmeyip bir de Tevrat’a bakmadan edemiyor. “Tevrat’a bakılacak olursa” diyerek Şuarâ sûresi 35 numaralı dipnotta şöyle diyor:
“Tevrat’taki muhtelif atıflara bakılacak olursa (özellikle Çıkış xiv, 2 ve 9), Kızıldeniz’i geçme mûcizesi, bu denizin bu gün Süveyş Kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Kıssanın geçtiği çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi’nin ana kıtayla Frisina adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Yüksek cezir (geri çekilme) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, ama bu durumdayken, ânî ve şiddetli bir med dalgasıyla bütünüyle sulara gömülmektedir.”
Değerli okuyucular, halbuki, kendisi Şuarâ sûresi 63. âyete şu mânâyı veriyor: “…Musa’ya asânla denize vur diye vahyettik. (Musa söyleneni yapınca) deniz ortadan yarıldı. Öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi.”
Bu kadar açık ifadeden sonra hâlâ “Tevrat’a bakılacak olursa” demeye niçin lüzum görülmektedir?
Esed, Tevrat’a atıf yapıyor ama, orada verilen bilgiye inanıp inanmadığını söylemiyor. Kur’an’daki ifade buyurduğu gibi, Kızıldeniz’in yarılmasının bir mûcize olduğuna mı inanıyor, yoksa Tevrat’ın söylediği gibi, suların med-cezir olayından dolayı çekilip geldiğine mi? Bunu açıklaması icap etmez miydi?
5- Âl-i İmran sûresi 50. âyet-i kerimeye öyle bir mânâ veriliyor ki, anlaşılır gibi değil. Böyle bir mânânın iman ve islamla uzaktan yakından alâkası olamaz. Esed’in verdiği mânâya göre, Hazreti İsa şöyle demiş: “(Ben) Tevrat’tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için …(geldim)”
Değerli okuyucular! Musa Aleyhisselam’dan bir müddet sonra Tevrat insan eliyle bozuldu ve aslı ortadan kalktı. Elde de kala kala bozuk tevratlar kaldı. Esed’e göre, Hazreti İsa Aleyhisselam, işte elde kalan bu bozuk tevratın doğruluğunu tasdik etmek için geldiğini söylemiş oluyor. Hâşâ! Sümme hâşâ!
Bir peygamber Allah kelamı olmayan bozuk bir kitabı tasdik eder mi? Ben onu tasdik etmek için geldim der mi hiç? Bu ifade, bir peygambere yapılacak iftiraların en büyüğüdür. İsa Aleyhisselam, aslî hüviyetini kaybeden ve elde kalan bozuk Tevrat’ı değil, Allah’ın gönderdiği Tevrat’ın aslını tasdik etmiştir. Gerçek bu olduğu halde, Hasreti İsa’ya “(Ben) Tevrat’tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için …(geldim)” dedirtmek, “Şimdiki Tevrat da Allah kelamıdır” demek değil midir? Ve bu sözü bir peygamberi âlet ederek kabul ettirmeye çalışmak değil midir! Bu da İslama, müslümanlara ve müslümanların evlatlarını yapılacak en büyük kötülük değil midir? Öyle değilse bu gayretin sebebi nedir?
Maamâfîh, Muhammed Esed, bu cinayeti eserinde yer yer işlemektedir.
6- Bu düşüncedeki bir kimsenin eserininin sonunda ne yapacağı daha açıkçası okuyucuya son bir darbe vurmadan bitirmeyeceği açıktır. Nitekim yazarımız aynen öyle yapmakta, bizi tahminimizde yanıltmamaktadır. Son darbeyi Kur’an’ın son sûresi olan Nâs sûresinin sözümona tefsirinde vurmaktadır.
Nâs sûresi, şeytanın insanların göğüslerine vesvese verdiğini haber verir. Ayrıca, vesvese veren şeytanın hem cinlerden hem insanlardan olduğunu yani cinlerin ve insanların şeytanlaşmış olanlarının da insanlara vesvese verdiğini ifade buyurur.
Esed, bu âyetlerin meâlinde de hatalara düşüyor. Biz o hataları bir tarafa bırakalım da tefsir sadedinde yazdıklarına bakalım. Cinn kavramının neyi gösterdiğini söylüyor Diyor ki,:
“Muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçlendiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir.
Demek ki cin neymiş? Kur’an’da haber verildiği gibi ateşten yaratılan varlıklar değil, -hâşâ- tabiat güçleri imiş. Peki bunu neye göre söylüyor. Tabii ki kendi sakîm düşüncesine göre…
Ama bayağı da kurnaz. Söylediklerinin hepsini kendi kafasından söylüyor demesinler diye, âyetlere dayandığına işaret etmekten de geri durmuyor. Güya âyetin ışığında bakarak şu sonuca varıyor:
“Kur’an’ın son sûresinin bu son âyeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah’a sığınmamız emredilen “görünmez güçler”in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler olduğu sonucuna varırız.”
Bakın hele siz! Güya âyetin ışığında gele gele şeytanı inkâra geldi dayandı. Ona göre, insanlara vesvese veren şey, okuduğunuz gibi şeytan değil, “Kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler” imiş…
Eserin sonunda cinler hakkındaki 3 numaralı EK’in ilk cümlesinde de şöyle diyor:
“Kur’an’da kullanıldığı şekliyle cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız.”
Niçin kurtarmak zorunda olalım ki! Araplar bir kelimeyi ne mânâda kullanıyorlarsa doğru olan odur. Arapçada bir kelimenin mânâsının neye delâlet ettiği ne kadar iyi bilinirse, Kur’an’ın mânâsı da o kadar iyi anlaşılır. O da ancak –hadi onun gibi folklor dileyim- arap folkloründe kelimelerin ne mânâya geldiğini iyi bilmekle mümkün olur. Hatta Arapçayı en iyi kullananlar şehirlerde değil köylerde yaşayanlardır. Esed bunu kendisi de gayet iyi bildiğinden, Arapçayı iyi öğrenmek için uzun müddet köylü arapların içinde kalmıştır.
Şimdi kalkmış, cinn kelimesinin mânâsını anlamak için zihnimizi onların anladığı anlamdan kurtarmamız gerektiğini söylüyor.
Esed’in huyunu iyi bildiğimiz için niye böyle söylediğini de iyi biliyoruz. Gayesi şu:
Cin kelimesini asıl mânâsından çıkarmalı ki cinlerle ilgili âyetlere kendine göre mânâ verebilsin. Bunun için ne lâzım? Arapların cinn kelimesine verdiği mânâyı reddetmek lâzım. İşte bunu yapıyor Esed..
Değerli okuyucular! Âyetle sâbit olduğu için cinlerin varlığına inanmak imanın şartıdır. Inanmayan kâfir olur. Ama bu iman, inanılması icap ettiği şekilde olmalıdır. Meselâ bir kimse, “Ben cinlerin varlığına inanıyorum. Cin denilen şey ağaç ve taşlardır” diyemez. Nasıl inanılması icap ediyorsa öyle inanılmalıdır.
Öte taraftan, meleklerle cinleri de karıştırmamak şart. İnsan ayrı, melek ayrı, cin ayrıdır. İnsanlar topraktan, melekler nurdan, cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Âyetle sâbit olduğu için, cinlerin ateşten yaratıldıklarını inkâr eden de iman dâiresinden çıkar.
Cinler hakkında gerçek bu olduğu halde bir de Esed’e kulak verelim. Onun şöyle dediğini aktarmıştık:
“Cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız.”
Niçin kurtarmak zoruydaymışız? Bu folklor ilkel olduğu içinmiş. Ilkel olduğunu kim söylüyor, yüksek bir ilim erbabı mı? Hayır! Ya kim söylüyor? Esed’in kendisi. Dinleyelim bakalım ne diyor:
“İlkel folklardaki kullanımından tamamen farklı olan Kur’an’daki kullanımı ile cinn terimi çok çeşitli anlamlara sahiptir. …bedensel bir varlığı olmadığından …ruhsal güçler veya varlıklardır. Bu, hem şeytanları ve şeytânî güçleri, hem de melekleri ve melekî güçleri ihtivâ eden bir anlamdır.”
Muhammed Esed burada artık baklayı tamamen ağzından çıkarıp cinn denilen şeyin şeytanlar ve melekler olduğunu söylüyor. Şeytanlarla meleklerin aynı varlıklar olduğunu da bakın nasıl bir ters mantıkla izaha kalkışıyor. Ne yapıyor? Allah’tan korkmadan, Peygamberimiz’in hadisini müslümanları kandırma yolunda kullanıyor. Diyor ki, “Hz. Peygamber’in meleklerden “nurdan yaratılmış” varlıklar olarak söz ettiğini ortaya koyan sahih bir hadis de bulunmaktadır.”
Evet Peygamberimiz’in böyle buyurduğu ve meleklerin nurdan yaratıldıkları doğrudur. Biz, buna inandığımız gibi cinlerin de ateşten yaratıldığına inanırız.
Esed’in sözlerinin devamı mühim. Esed ters bir mantık yürüterek okuyucusunu yanlış bir inanca yönlendirmeye çalışarak devamla diyor ki:
“Ateş ve nur benzerdirler ve kendilerini birbirleri aracılığıyla ve birbirleri üzerinde yansıtırlar.”
Demek istiyor ki, “Meleklerle cinlerin aynı varlıklar olduğuna inanıverin.”
Eh, yazarımız bu kadar uğraşıp ipucu verdikten sonra, okuyucu hâlâ ateşten yaratılan cinler ile nurdan yaratılan meleklerin aynı varlıklar olduğuna inanmazsa sevgili yazarımıza karşı ayıp etmiş olmaz mı yani?
İşte böyle bir yazarın böyle bir eseri tefsir adı altında bu millete kakalanıyor değerli okuyucular.
Biz bu hataları kitaba sadece iğne deliğinden bakarak gördük, Ya bir de geniş açıdan baksaydık!..