Mustafa Öztürk

‘Mehir’, ‘Evlere Girerken İzin’, ‘Küçük Kız Çocuğunun Evlendirilmesi’ vb. Meseleler Üzerinden Tarihselcilik – Prof. Dr. Salim Öğüt

Müellif:

‘Bütün bu mülahazalardan hareketle denebilir ki Kur’an’daki tikel hükümler, gelecekteki tüm Müslümanların pratik yaşamlarındaki sorunlara da çözüm teşkil etsin diye değil, ilk nesil Müslümanların sorunlarını halletmek maksadıyla vaz edilmiştir.’ dedikten sonra Mümtehine Sûresi 60/10-11 arası ayetlerde işaret edilen ve evlilik esnasında kadınlara ödenmesi gereken mehir ile ilgili hükümleri Cessas, İbnü’l-Arabi ve Kurtubi gibi âlimlerden nakiller yaparak irdeliyor ve bu bölümü şu cümle ile bitiriyor:

“Ayrıca, ilgili hükümlerin Hz. Peygamber devrine mahsus olduğu hususunda ümmetin icmaından söz edilmiş olması, geçmiş dö­nemlerde Kur’an ahkamının tüm zamanlar için geçerli olduğu yönünde bir fikri sabitin mevcut olmadığına işaret eder.

Bendeniz, klasik kaynaklarımıza atıfta bulunarak bir fikre ulaşan kimselerin, o eserlerde söylenmeyen ve söylenmesi de hiç müm­kün görülmeyen hususları onlara isnad etmelerini, spekülasyon­dan öte bir iftira olarak görürüm.

Düşünebiliyor musunuz, müellif, 370/981 tarihinde vefat eden ünlü Hanefî fakihi Cassas’ın veya 543/1148 tarihinde vefat eden ünlü Mâlikî fakihi ve müfessir Ebû Bekr İbnü’l-Arabi’nin, Kur’an ahkâmının tüm zamanlar için geçerli olduğu yönünde bir fikri sabite sahip olmadıklarına hükmetmektedir. Neye dayanarak? Kur’an-ı Kerim’de nesh olgusunu kabul etmelerine… Yani sonradan gelen bazı ayetlerin (Nâsih), daha önceki bazı ayetleri hü­kümden düşürdüğünü (mensûh) kabul ettikleri için.

Okuyucunun bir kısmı bilmeyebilir ama irdelediğimiz makalenin müellifi çok iyi bilmektedir ki, nesh konusu, kökeni yine Allah’ın kelamında bulunan bir olgudur. Nitekim Allah Teala: “Biz bir âyetten her neyi nesheder veya ıınutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir. “276 bu­yurmuş, bizim kadim ve müteahhir ulemamız da bu konuyu, fıkıh ve tefsir usulü eserlerinde müstakil bir başlık altında incele­mişlerdir. Ayrıca müellif neden İbn Arabî veya Cessâs gibi, vah­yin nüzul döneminden 300 veya 500 sene sonra yaşamış âlimlere atıfta bulunmuştur ki? Buna ne gerek vardı? Meseleyi Kur’an-ı Kerim’e götürerek kaynağında incelese, her açıdan daha münasip olurdu.

276 Bakara Sûresi, 2/106

Ulemamızın büyük çoğunluğu nesh’i kabul ederler. Hatta bu ko­nuda çok sayıda müstakil eserler kaleme almışlardır. Katâde b. Dâime (ö. 118/726), Zührî, (Ö.124/742) ve Mukatil b. Süleyman (Ö.150/767) nesh konusunda eser veren ilk müellifler arasmda sayılmaktadır.

Mesela “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) boldur. O (her şeyi) bilendir. “277 Ayet-i kerimesinin “(Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin. Kitab verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. “278 ayet-i kerimesi ile nesh olunduğunu ve Kudüs’e yönelik kıblenin, Mekke’deki Kabe’ye döndürüldüğünü, bütün âlimlerimiz kabul ederler.

277 Bakara Sûresi, 2/115

278 Bakara Sûresi, 2/144

Ancak bu hususta çok çok önemli olan nokta şurasıdır. Asırlardır nesh konusunu bilen ve bu konuda eserler yazan veya yazılmış olan bu eserleri okuyan ve okutan hiçbir âlim veya talebe, bu konunun tarihsellik gibi bir konu ile irtibatlı olabileceğini düşünmemiş ve söylememiştir. Bugün ise, yine o âlimlerin sözlerine dayanarak, onlara iftira edilmek istenmektedir. Şu sözdeki cü­retkâr ve ithamkar üslubu bir daha görmek ister misiniz: “Kur’an ahkâmının tüm zamanlar için geçerli olduğu yönünde bir fikri sabite sahip olmamak.”

“Fikr-i sabit” ifadesinin kimler için kullanıldığına bakarsak, müel­lifin sınır tanımaz ölçülerdeki cüretkârlık ve bu muhteşem dinî-ilmî mirası bizler için hazırlayan Allah dostlarına karşı anlaşıla­maz ve kabul edilemez bir saygısızlık içinde olduğu görülmekte­dir. Ne kadar görmezden gelirseniz geliniz, yine de en basit anla­mıyla “ustalara saygısızlık” olarak telakki edilebilecek bu tavrın, aklen ve ahlaken izah edilebilir bir tarafını göremiyoruz. Hiçbir ilim ve fikir erbabı, klasik kaynaklarını bu kadar ucuz yoldan harcamayı düşünmemelidir.

Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerin diğer bazı ayetlerle yürürlük­ten kaldırılması başka bir konu, Kur’an-ı Kerim’in tarihsel bir hitap olduğunu ileri sürerek, bu günün insanına hitap etmediğini söylemek başka bir konudur. Birinci hususu, başta Kur’an-ı ke­rim’in kendisi olmak üzere 14 asırdır ulemanın kahir ekseriyeti söylemekte, ikinci hususu ise sadece müellif ve onun gibi düşünen nevzuhur birkaç akademisyen söylemektedir. Bu iki hususu birbi­rine karıştırmak ya büyük bir cehalet gerektirir, ya da iyi bir de­magoji… Bu ikincisi, birincisinden daha az ahlâkîdir. Çünkü de­magoji, hakikati bayıltıp ırzına geçme sefaletidir.

Onun için şair demiştir ki:

Demagog, iyi bilen, nasıl avlanır gafil, Hakikati bayıltıp, ırzına geçen sefil.279

279 Necip Fazıl Kısakürek, Çile

Demek Kur’an ahkâmının tüm zamanlar için geçerli olduğu yö­nünde bir anlayışa sahip olanlar, fikri sabit üzeredirler öyle mi? Aksi yönde bir kanaate sahipseniz, yani Kur’an ahkâmının tüm zamanlar için geçerli olmadığına inanıyorsanız, fikri sahih üzere olmuş oluyorsunuz. Bu düşünceye de nesnel düşünce diyorsunuz. Pes doğrusu!!!

Ahkâmın Değişmesi Meselesi

Müellif devam ediyor:

“Öte yandan, sahabe devrinde Kur’an’daki birçok hükmün zaman ve illetin değişmesiyle değiştirildiğine, naslarla sübut bulmuş bir hükmün celb-i menfaat ve/veya def-i mefsedet kaidesi uyarınca kimi zaman tatbik edilmediğine, toplumsal nizamı koruma gaye­siyle gerektiği yer ve zamanda nassı tahsis, ta’mîm veya zahirî hükmün terk edildiğine dair pek çok ictihad örneğine rastlamak mümkündür.”280

280 Örnekler için bk. Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 69-80.

Az önce Nesh konusu için söylediklerimizi, burada “Ahkâmın Değişmesi” başlığı için de söylemek zorundayız. Evet, müellifin işaret ettiği bu konu, ahkâmın değişmesi konusudur ve bu konu da İslam’ın ilk yıllarından itibaren Müslümanların gündeminden hiç düşmemiştir. Mecelle”nin küllî kaidelerinden biri de “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” maddesidir.281 Bu konuda müstakil tez çalışmaları yapılmış, sayısız kitab ve ma­kale yazılmıştır. Bu konudaki tartışma ve uygulamaların tarihi, müellifin de belirttiği gibi ta Sahabe dönemine kadar dayanır. Ancak bütün bunlara rağmen 14 asırlık tarihimiz boyunca hiç kimsenin aklına, ahkâmın değişmesi konusundan bir tarih-dışılık projesi üretmek gelmemiştir. Asıl üzerinde durulması gereken nokta burasıdır. Tarihselcilik tezine, ümmeti kurtaracak bir can­kurtaran simidi gibi sarılan bilim adamları, kemikleri toprak ol­muş ama eserleri hala yolumuzu aydınlatan bu insanlara, söyle­medikleri şeyi söyletmeye çalışacak yerde, şunu düşünmelidirler:

“Nesh”i bilen ve kabul eden, yanı sıra “ahkâmın değişmesi” me­selesini bilen ve kabul eden bu insanlar niçin hiç bir dönemde bu meselelerden hareketle bir “tarihselcilik” tezi üretmemişlerdir? Bu soru üzerinde düşünmek bu konuda daha sağlıklı sonuçlar elde etmek için çok yararlı olacaktır kanaatindeyiz.

281 Mecelle, md., 38

Demek ki, nesih veya ahkâmın değişmesi meseleleriyle, tarihselci­lik tezi birbirinden tamamen farklı hususlardır. En azından nesih veya ahkâmın değişmesi konularının en yetkin uzmanı sayılan ve hukuk tarihine ve literatürüne geçmiş yüksek ilmi şahsiyetlerden hiçbiri, o meselelerden böyle bir tez üretmemiştir. Tabiatiyle bu nokta, üzerinde durulmaya değer bir mesele olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.

Hz. Ömer’in Uygulamaları ve “Herkesin Bir Ömer’i” Meselesi

Müellif devam ediyor:

“Bu konuda genellikle Hz. Ömer’in bazı uygulamaları örnek gös­terilir. Ancak diğer bazı sahabîlerin de bu yönde görüş ve uygu­lamaları vardır. Mesela, “Ey müminler! Köleler ve cariyeleriniz ile henüz ergenlik çağına erişmemiş çocuklarınız odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından dolayı soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç vakit, örtülmesi gereken yerlerinizin açık halde bulunabileceği vakitlerdir. Diğer vakitlerde birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de onlar için de bir sakınca yoktur. İşte Allah mesajları[nı] size böyle açıklıyor. Çünkü Allah [sizin için neyin iyi neyin kötü olduğunu] çok iyi bilendir; her neylerse güzel eyleyendir.” mealindeki Nur 24/58. ayetin tefsiriyle ilgili rivayette belirtildiğine göre Iraklı bir grup Müslüman İbn Abbas’a gelerek, “Ey İbn Abbas! Üç vakitte evlere izin isteye­rek girmemizi emreden bu ayetteki hükümle ilgili görüşün nedir? Zira [günümüzde] ayetteki hükümle hiç kimse amel etmiyor?” diye sorar. İbn Abbas ise şu mealde bir cevap verir: Vakti zama­nında insanların [müminlerin] evlerinde dışarıdan gelenlerin içeri girmelerini engelleyecek kapı, bölme gibi şeyler yoktu. Dolayısıy­la bir kimse karısıyla birlikte yatıyorken kölesinin veya çocuğu­nun ansızın içeri girdiği oluyordu. Bu yüzden Allah bu üç avret vakitte onlara izin isteyerek evlere girmeyi emretti. Daha sonra Allah onlara kapılı, bölmeli ev sahibi olma imkânı lütfetti. [Gü­nümüzde] bu hükümle amel eden birine ben de rastlamadım.”282

282 İbnü’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, III. 414; Kurtubi, el-Cami, XII. 199-200.

Evet, müellif Hz. Ömer konusunda haklıdır. Çünkü nerede ve ne zaman “ahkâmın değişmesi” meselesi gündeme gelse, ilk akla gelen isim Hz. Ömer’dir. Ancak şu hususu da bendeniz ilave ede­yim. “Ahkâmın değişmesi” konusunda en az anlaşılan ve en çok haksızlığa uğrayan isim de Hz. Ömer’dir. Sanki “herkesin bir Ömer’i” vardır. Herkes kendi Ömer’ini konuşturarak kendi tezini isbat etmeye çalışmaktadır.283

———–

283 Bu konuda Saffet Köse’nin şu makalesi çok aydınlatıcı olabilir:

“Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları Bağlamında Ahkâmın Değişmesi Tartışmaları­na Bir Bakış” İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 7, s.13-50

———–

Bu durumda müellifin de bir Hz. Ömer’inin bulunması tabiidir. Ancak yukarıda müelliften alıntıda bulunduğumuz bölümde bi­zim anlamadığımız nokta şurasıdır: Allah Teala: “Ey müminler! Köleler ve cariyeleriniz ile henüz ergenlik çağına erişmemiş ço­cuklarınız odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler.” Buyuruyor ama ileriki zamanlarda bu hükme uyulmadığı görülü­yor. Büyük tefsir âlimi ve büyük Sahabe İbn Abbas ise bu konu­daki soruya şöyle cevap veriyor:

“Vakti zamanında insanların [müminlerin] evlerinde dışarıdan gelenlerin içeri girmelerini engelleyecek kapı, bölme gibi şeyler yoktu. Dolayısıyla bir kimse karısıyla birlikte yatıyorken kölesinin veya çocuğunun ansızın içeri girdiği oluyordu. Bu yüzden Allah bu üç avret vakitte onlara izin isteyerek evlere girmeyi emretti. Daha sonra Allah onlara kapılı, bölmeli ev sahibi olma imkânı lütfetti. [Günümüzde] bu hükümle amel eden birine ben de rast­lamadım.”

Evlere Girerken İzin İsteme Meselesi

Şimdi asıl soru şu: Zikri geçen bu ayetle amel edilmenin terk edil­diği belirtilen dönemde acaba insanlar, ayet-i kerimenin hükmünü ihlal ederek ebeveynlerinin, efendilerinin veya hanımefendilerinin yanına izinsiz girip onları uygunsuz vaziyette, ya da uygunsuz kıyafette mi yakalıyorlarmış? Yoksa şartlar değiştiği için bu du­rum ortadan kalkmış, çaldıkları kapı açılmayınca, içeri girme imkânı bulamıyorlar mıymış? Yukarıdaki ifadeden anlaşıldığına göre ikinci şık geçerliymiş, yani kapı açılmadan içeri giremiyorlarmış. Peki, bu durumda nasıl oluyor da o ayetin hükmüyle amel edilmemiş oluyor, doğrusu anlayamadım. Diğer taraftan evlere kapı takıldıktan sonra içeri girmek için kapı çalmak zarureti orta­ya çıkımş olmaz mı? Kapı çalmak da izin istemek değil midir?

“Daha sonra Allah onlara kapılı, bölmeli ev sahibi olma imkânı lütfetti. [Günümüzde] bu hükümle amel eden birine ben de rast­lamadım.” cümlesinde anlatılan husus ise “ahkâmın değişmesi” ile alakalıdır, yoksa tarih-dışılıkla değil. Çünkü tarih-dışı dediği­niz zaman bu hükmün, bugün çadırda yaşayanlar için geçersiz olduğunu söylemiş olursunuz. Ahkâmın değişmesi meselesi ola­rak gördüğünüz zaman, evlerin mimarisi gereği bu hükmün uy­gulaması biçim değiştirmiştir, dersiniz. Ancak şu veya bu sebeple hala çadırda yaşayanların mevcut olduğu yerlerde bu hüküm eski orijinalliği içinde geçerlidir, diye konuşursunuz.

Evet, çadırda yaşayanlar için hala bu ayet-i kerimenin hükmü geçerlidir. Kıyamete kadar da insanlar çeşitli sâiklerle çadırda yaşamaya devam edeceklerdir. Nitekim gerek spor olsun diye, gerek izcilik faaliyetlerinin amacına ulaşması için, gerekse Orta Asya bozkırlarında yaşayan insanlar eski kültürlerini yaşatmak için çadır hayatını devam ettirmektedirler. Afet zamanlarında çadırda yaşama mecburiyetinin evrenselliğini hatırlatmaya bile gerek yok.

Yani çadır gibi bir evde iseniz ve perdeyi kaldırıp içeri girmek mümkünse, istizan/izin isteme ayetinin hükmü, bugün de, aynen sahabe döneminde geçerli olduğu gibi geçerlidir. Bizim yaşadığı­mız evlere gelince, zaten kapı çalmak mecburiyeti olduğu için, bu da izin isteme sayılacağı için yine bu ayetin hükmü yürürlüktedir. Tabir caiz ise modern binalarda istizan (izin isteme, izin verilme­den eve girmeme) artık bir mecburiyet halini almıştır. Çünkü ev sahibi izin verdiğini göstererek kapıyı açmazsa zaten içeri girme imkânına sahip olamazsınız.

O halde ortada tarihsel sayılabilecek veya tarihselliği çağrıştıracak hiçbir durumdan söz edilmesini mümkün görmüyorum.

Bu vesile ile şu hususu da belirtelim: Evet, kaynaklardaki ifadelere bakıldığı zaman bu konuda keskin çizgilerle belirtilmiş bir açık­lama bulmak kolay değildir. Ancak şu sorduğumuz sorulan ve benzerlerini sormak suretiyle meseleyi belirginleştirebiliriz. İbn Abbas başta olmak üzere, ne ashap ne de tabiin döneminde hiçbir İslam aliminin, insanların edeb ve haya duygularının zayıflaması sebebiyle, izin istemeyi emreden ayetin hükmünü ihmal ettiklerini söylediklerini görmüyoruz. Ama bu ayetin hükmüyle amel edil­mesinin terk edildiğini söylediklerini, bunun sebebini de, kapısı ve duvarı olan meskenler inşa edilmesi olarak gösterdiklerini okuyoruz.

O halde düşünelim, böyle bir durumda, izin isteme ayetinin hük­mü nasıl iptal edilebilir. Olsa olsa, çadır kulübelere girerken iste­nen izin ile bildiğimiz meskenlere girerken istenen iznin biçimi ve üslubu değişmiştir.

Peki, buna rağmen bu durum, tarihselciler için neden bu kadar heyecan verici bir örnek olarak görülür acaba? Herhalde malzeme sıkıntısından olsa gerektir.

Değişen Şartlar ve İşlevsiz Kalan Hükümler

Müellif devam ediyor:

“Görüldüğü gibi, İbn Abbas kimi hükümlerin değişen şartlar mu­vacehesinde işlevsiz kalabileceğini rahatlıkla söyleyebilmiştir. Nitekim İbnü’l-Arabî de İbn Abbas’ın “Bu ayetteki hüküm işlev­sizdir” (kad zehebe hükmühâ) dediğini nakletmiştir.284 Hâl böyle iken, günümüzde, Kur’an’daki her hükmün olgusal bağlamı dı­şında mutlaka bir anlam taşıması gerektiğine ilişkin yaygın ve yerleşik bir fikri sabit oluşmuş ve tüm yorumlar bu fikir eksenin­de oluşturulmuştur. Tıpkı Mümtehine Sûresi 60/10-11. ayetlere ilişkin şu yorumda olduğu gibi.

284 İbnü’l-Arabî, Mkâmu’l-Kur’ân, IH. 414

Bu ayetlerde -o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık ilişkiler ve bu iki kesim arasındaki antlaşmayla bağlantı­lı olarak- yer alan mehirlerin mübadelesi hükümlerinin o zamana mahsus olduğu hususunda âlimler fikir birliği içindedir; Ebû Bekr el-Cessâs, İbnü’l-Arabî ve Kurtubî bunu açıkça ifade etmiştir (İbn Aşûr, XXVIII, 161). Tabiî ki bu tespit, söz konusu düzenlemeler­den bazı genel mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değil­dir. Özellikle böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefa prensibine hassasiyetle uyulması, sözleşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu ayetlerden kolayca anla­şılmaktadır.”285

285 Hayreddin Karaman ve Diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2004, V. 248

Önce Şu Soru Üzerinde Bir Daha Düşünelim

Yukarıda sorduğumuz soruyu burada tekrar etmek istiyoruz: İbn Abbas gibi bir sahabe, İbnü’l- Arabi gibi büyük bir âlim, istizan ayetiyle ilgili bu değerlendirmeyi yaptıkları halde niçin tarihimiz boyunca hiç kimse onların bu eserlerine ve değerlendirmelerine dayanarak, tarih-dışılık gibi bir inhiraf projesi üretememişlerdir acaba? Bu kaynaklar bu topraklarda asırlardır mevcuttur ve bu bilgiler bu bölgelerde asırlardır okunmakta ve bilinmektedir. Bu­na rağmen neden hiçbir akıl sahibi çıkıp da, bu değerlendirmeler­den hareketle Allah’ın kelamını sadece, vahyin inişine şahit olmuş Araplar’a hasretmek gibi bir indirgemeciliği ve redçiliği akledememiş acaba? Neden insanlar asırlardır, hem ortaya çıkan yeni durumların ilahî vahye intibakını sağlamak, hem de aynı ilahî vahyin gönüllerdeki hükümranlığını muhafaza etmek için, insa­nüstü bir mesai sarfederek “ahkâmın değişmesi” meselesini projelendirmişlerdir?

Onlar böylesine itina, dikkat ve gayret içindeyken, biz neden va­hiy konusunu sadece tahfif ve tahriple meşgulüz ve neden o müs­tesna şahsiyetleri tahkire yeltenmeyi alışkanlık haline getirdik?

Lütfen büyük şairimiz Akif’e kulak verelim ve söylediklerini önemseyelim:

“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,

Onu en çolpa herifler de emin ol becerir,

Sade sen gösteriver, işte budur kubbe, diye,

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye,

Ama gel kaldıralım dendi mi heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan”

Tarihselciliği matah bir yaklaşım diye görenler nelere alet olduk­larının farkında değiller mi? Süleymaniye’yi yıkan ırgatlar gibi davranmak kime ne şeref kazandırır bilmem ki? Neden bazı in­sanlar tahrip gücü yüksek birer ırgat olmaya soyunur ve insanı­mızın gönül ve zihin dünyasında zaten iyice zayıflamış “kutsal” inancını daha da zayıflatmak için çabalar bilmem ki?

Siz yoksa Allah’ın şu kelamını da mı tarih-dışı bir hitap sayıyor­sunuz. “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. “286

286 Fâtır Sûresi, 35/28

Sizleri de ilim erbabı olarak gördüğümüz için, yüreğinizde Allah korkusu taşıdığınızı hissetmek istiyoruz. O’nun dinini ve kelamım bu kadar ulu-orta irdelemekten çekinmenizi bekliyoruz. Hem neden yanlışlarınıza ve tahriflerinize, kendilerini savunma imkânı olmayan kimseleri de alet ediyorsunuz. Ne hakla İbn Abbas’ın sözünden Kelamullah’ın tarih-dışı, anakronik bir söz dizgesi ol­duğu iddiasını devşiriyorsunuz. İbn Abbas böyle bir yaklaşımdan haberdar olsaydı bu sözlerin sahiplerini kınar mıydı kınamaz mıydı? İbnü’l-Arabi farklı mı davranırdı? Madem bir takım her­zeler yiyecek, yaveler savuracaksınız, o zaman bütün ömrünü Kelamullah’ın her harekesini bile “İlahi” sayıp ondan hüküm İstinbat etmeye çalışan bu ulemayı, çirkin emellerinize alet etme­yiniz. Ne İbn Aşur, ne Hayreddin Karaman, ne de diğerleri, sizin Kelamullah’ı tarih dışına atmayı amaçlayan çabanıza malzeme olmazlar.

Kendilerine atıfta bulunduğunuz konuların bağlamı ve hedefi ile sizin onlara yöneltmek istediğiniz iftiranın hedefi arasında hiçbir irtibat noktası mevcut değildir. İlahi ilmin ağırlık ve sorumlulu­ğunu omuzlarında hisseden bu insanlar, tarih boyunca, ahkâmın değişmesinden söz etmişler ve o meselenin sınırlarını belirlemeye özen göstermişlerdir. Bu suretle, hem Allah’ın kelamının aslî ha­liyle işlevsel kalması gereken alanlara, lüzumsuz tecavüzlerde bulunmak gibi bir cinayeti işlemekten sakınmaya çalışmışlar, hem de hakiki sebeplerin ortaya çıktığı yerlerde, ümmetin problemini çözmek için beyin patlatmışlardır.

Sizin yaptığınız ise, dinî inanışı ve düşünüşü hafif-meşrep bir karaktere dönüştürüp, din olgusunu, ehl-i hevânın heveslerini tatmine amade bir kurum haline getirme çabası olarak gözükmek­tedir. Ne diyelim, “Allah’tan korkun” uyarısı sizin için bir anlam ifade etmiyorsa, O’ndan korkmak için bile ilim lazımsa,287 sizi, Allah’a havale etmekten başka bir şey elimizden gelmez.

287 Bu vesile ile Mehmed Akif’in şu beyitlerini bir kere daha hatırlayalım:

“Allahtan utan! Bari bırak dini elinden…

Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lakin ne demek bizleri Allah ile iskât?

Allahtan utanmak da olur, ilim ile… Heyhat!”

“Evrensel Mesaj Elde Etme Çabası İğreti bir Yorum”muş

Müellif devam ediyor:

“Tabiî ki bu tespit” diye başlayan ifadeler dizisi her ayetin mutla­ka evrensel bir mesaj içerdiği veya böyle bir içeriğe sahip olmasa bile yorum marifetiyle evrensel bir mesaj çıkarmak gerektiği inan­anın eseridir. Ancak bu inançtan sudur eden izah ve yorumlar bizce çok iğretidir. Kaldı ki bazı ahkâm ayetlerinden hiçbir evren­sel mesaj üretme imkânı da yoktur. Mesela, Talâk 65/4. ayette, “Âdetten kesilmiş ve âdet görmemiş kadınlarınıza gelince, eğer onların iddet süreleriyle ilgili bir tereddüdünüz varsa [bilin ki] bu süre üç aydır.” mealinde bir ifade yer almaktadır. Dikkat edilecek olursa burada hiç âdet görmemiş kadınların iddetinden bahsedil­mektedir. Bilindiği gibi iddet, boşanmış bir kadının başka bir er­kekle evlenebilmesi için beklemesi gereken süreyi ifade eder. Bu­na göre âdetten kesilmiş kadınlar ile hiç âdet görmemiş kadınlar boşandıktan sonra üç ay beklemek durumundadrr.

Doğrudur, bizler her ayetin evrensel mesaj içerdiğine inanırız, tıpkı sizin -çok azı hariç- gibi ne idüğü belirsiz bir kaydın arkasına sığınarak bütün ayetleri tarih-dışı ilan etmeniz gibi. Bunu ne­den yadırgıyorsunuz ki. Sizin, Kelamullah’ı 15 asır önceki cahil çöl insanın ihtiyaç ve idrak seviyesine indirgeme hakkınız var da, bizim Allah’a ve O’nun kemal sıfatlarına olan imanımızın bir neti­cesi olarak bu açık red ve inkârı reddetmeye ve Kelamullah’ı, son İlahi Kitab olarak görme ve kabul etmeye hakkımız yok mu?

Madem sizler ahkâmın değişmesi ile tarihselcilik arasında her­hangi bir fark görmediğinizi belirtiyorsunuz. Mademki Neshi kabul etmek de size göre tarihselci yaklaşımı kabul etmek demek­tir. O halde bize de tarihselci yaklaşımla inkâra yaklaşım arasında bir fark görmediğimizi belirtme hakkı doğar ve bu vesile ile şu konudaki sıkıntımızı paylaşmak fırsatı yakaladığımızı düşünürüz:

Kur’an-ı Kerim’e “tarihsel bir metin” demekle, O’nu “Çöl kanu­nu” diye nitelemek arasındaki -üslup dışında- gerçek fark nedir?

Bu soru ne bir sitemdir, ne de itham amaçlıdır. Tamamen anlama ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Bütün samimiyetimle belirteyim ki, uzun zamandır bu konuyu çok merek etmekteydim. Sadece nezaket telakkimiz dolayısıyla bu güne kadar bu soruyu dile getirmedik. Ancak bu makale sebebiyle gördük ki, bizim o tür telakkilerimiz çoktan tarih-dışı kalmış. O halde dedik, biz de bu yeni durumdan yararlanalım ve yıllardır boğazımızda düğümlenen bu ukdeyi dışa vuralım ve paylaşalım. Ola ki yaramıza merhem bir ses duyarız.

Küçük Kız Çocuğunun Evlendirilmesi Meselesi

Gelelim çok önemsediğiniz meseleye:

Küçük kız çocuğun evlendirilmesini çok mu merak ediyorsunuz. Dinleyiniz öyleyse:

Bu konu bir fıkıh konusudur ve fıkhın en önemli hususiyeti, in­sanların problemlerini meşruiyet sınırları içinde çözmektir. Bu cümleden olmak üzere, hangi miktardaki suyun hangi şartlarda kullanılıp kullanılmayacağını belirlerken, öyle ölçüler koyar ki, sulak bir bölgede yaşayan insanın ölçülerine göre o su temiz de­ğildir, dolayısıyla o suyu kullanamaz; çünkü içine sindiremez.

Ancak o insanın, bütün dünyayı kendi bulunduğu merkezden de­ğerlendirerek, “din, nasıl olur da benim içime sinmeyen bu kirlilik­teki suya temiz hükmü verebilir?” demek gibi bir küstahlığa teves­sül etmemesi gerekir. O zaman ona denir ki, kardeşim, kimse sen­den bu suyu kullanmanı istemiyor ki. Onun için itirazın hangi nok­taya olduğu, anlaşılabilmiş değildir. Bu suyu ancak bu sudan başka suya sahip olmayanlar kullanırlar. Şimdi düşününüz, bu sudan başka suyu olmayan kimseye din, bu suyu da haram kılmış olsaydı, nasıl bir sıkıntı doğardı, tahmin edebiliyor musunuz?

Ayrıca İslam, bir dindir ve kendine has bir takım talepleri vardır. Mesela namaz kılmak için cünüp olan kimsenin gusletmesi, cünüp olmayanın abdest alması şarttır. Bu ön ibadetler için de suya ihti­yaç vardır. Dindışı yaşayan bir insan için belki sadece içme suyu ihtiyacından söz etmek mümkün iken, dindar bir insanın bundan daha fazlasına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla su konusundaki ihtiyaç miktarı belirlenirken, bu önemli noktanın da göz önünde bulun­durulması gerekir.

İşte fıkıh denen ve kaynak itibariyle ilahî olan bu ilim, hüküm koyarken öncelikle bu temel ilkeyi gözetir. Olabilecek asgari had­de itibar eder. Bu ilke de, görme yetisini kaybetmemiş her göz tarafından son derece takdir edilmesi gereken bir ilkedir.

Küçük kız çocuklarıyla evlenilmesi meselesi de bu kabildendir. Din ve dinin ana kaynağı sıfatıyla Kitabullah, hiç kimseyi küçük kız çocuğuyla evlenmeye icbar etmemiş, hatta bunu teşvik de etmemiştir. Sadece izin vermiştir. Tıpkı bize göre içilmesi veya kullanılması içimize sinmeyen ve kirli bulunan suları kullanmaya izin verdiği gibi.

Biz her zaman şu hususun dikkate alınmasını gerekli görürüz: Geçmiş kavimlere ait bilgilerimiz ne kadarsa, yorumlarımız da o kadar olmalıdır. Bu günün şartlarından kalkarak dünü değerlen­dirmek ve hüküm vermek, akli de olmaz ahlaki de.

Öncelikle bilinmelidir ki bu hükmün uygulandığı toplumda, teaddüdü zevcat da uygulanmaktadır. Yani, erkekler isterse hukuki zeminde çok eşli olabilmektedir. Dolayısıyla buluğa ermemiş bir kızla evlenen bir adam, onunla karı-koca hayatı yaşamaktan başka bir sebebe mebni olarak evlenmektedir. Bu sebep veya sebepler nedir bilemeyiz. Sürekli savaşların yaşandığı, göçlerin, sürgünle­rin ve doğal afetlerin hiç eksik olmadığı dönemlerde beşerî ilişki­ler hangi şartlara bağlı olarak gelişir, toplum telakkileri nasıl olu­şur, bu konularda kesin yargılı ifadeler kullanamayız. Sadece yukarıda işaret ettiğimiz suyu kullanma konusunda nasıl ki bir müslümanın su kullandığı yerler gusül ve abdest sebebiyle daha çoksa, aynı şekilde bir mümini nikâha sevkeden sebepler de, seküler insan için geçerli olan sebeplerden fazladır. Onun için bu ko­nuda çizilen sınırlar bu ihtiyacı karşılamak üzeredir ve kendi öl­çüleri içinde makul ve meşru sebepleri vardır.

Ayrıca bu konu da her konu gibi ihtilaflıdır ve küçüklerin evlen­mesine izin veren âlimlerin yanında, izin vermeyen âlimler de vardır. Bu nokta önemlidir ve iyi niyetli ilim adamı ve araştırma­cıların, bu tür problemli konularda, bu önemli noktanın alanı çizmeleri ilim ve ahlaki bir zorunluluktur.

Bu konuya izin veren âlimler şu ayet-i kerimeye dayanmışlardır: “Adetten kesilmiş kadınlarınız hakkında şüpheye düşerseniz, onların iddeti de üç aydır; adet görmeyenler de öyledir. Yüklülerin süresi ise doğum yapmalarıdır. Her kim Allah’tan korkarsa, Allah onun işine bir kolaylık verir. “288 Bu yet-i kerimede geçen “adet görmeyenler” ifa­desini, buluğa ermemiş küçük kız çocuğu olarak yorumlamışlar­dır. Bu görüşü savunanlara göre evlilik velilerin, üzerinde önemle durmaları gereken bir tasarruftur. Hayreddin Karaman bu tahsi­sin, yani “adet görmeyenler…” ifadesini küçük kız çocuğuna tah­sis etmenin isabetsiz olduğunu belirtmektedir ki289, biz de bu teş­biti yerinde ve isabetli görmekteyiz.

288 Talak Sûresi, 65/4

289 Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1996,1,300

Buluğdan önce evliliği caiz görmeyenler ise şu ayet-i kerimeye dayanmışlardır: “Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri gözetip deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendile­rine teslim edin. “290

290 Nisa Sûresi, 4/6

Görüldüğü üzere Kur’an-ı Kerim’de her iki görüş sahibinin de delil sayacağı ayet-i kerimeler mevcuttur. İhlâs, iman ve ilim sahi­bi insanlar, bu ilahî hitapları almışlar, kendi dönemlerinin ihtiyaç ve maslahatları istikametinde yorumlayarak, hem toplumun ta­leplerini ihmal etmemeye, hem de ilahî hükme ters düşmemeye özen göstermişlerdir. İşte bu tavır, hem ilim hem de ahlak açısın­dan, fevkalade takdire şayandır.

Tarihselcilik ise, Kur’an-ı kerim’in bir kısmını gizleme, bir kısmını tahrif etme, bir kısmım ise hiç kaale almama, böylelikle O’nu, hakikaten olmasa da, hükmen nâ-mevcud kılma tavrıdır.

İhtilaf Edilmeyen Tek Konu Şudur

Evet, yukarıda da görüldüğü üzere, fıkıh ilmi bir ihtilaf ilmidir. Üzerinde ihtilaf edilen fikhî konular çok, ihtilaf edilmeyen hkhi konular da azdır. Hatta bu durum, bu ümmetin âlimlerince “rah­met” olarak değerlendirilmiştir.

Ancak bazı konular vardır ki, bu hükmün dışındadır. O konular­da ihtilaf olmaz. Nitekim aşağıdaki meseleyi, o kabil bir mesele olarak görürüm:

İster nesih, ister ahkâmın değişmesi olsun, bu ve benzeri konular dolayısıyla Kur’an-ı Kerim hakkında çok yönlü ilmi tartışmalar yapılabilir ve O’ndan İstinbat edilen hükümler için de çok çeşitli tenkitler ileri sürülebilir. Bütün bunlar ilmi yaklaşım açısından tabiidir. Ancak bu Kitab’ın beşer-üstü bir kaynaktan geldiği ve kıyamete kadar da bizzat nazmı/metni ile insanlığın yolunu ay­dınlatmaya devam edeceği konusunda en küçük bir şüpheye ma­hal yoktur. Zira “Fâtiha/Giriş/Mukaddime” ile başlayan bir Kitab, şeksiz şüphesiz, Kelamullah olmalıdır:

Hamd, alemlerin Rabbi Allah ‘a mahsustur.

O Rahman ve Rahim ‘dir,

Din/Ceza gününün mâlikidir.

(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.

Bizi doğru yola ilet:

Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!

İlk Sûresi şu beyanlarla başlayan bir Kitab, kesin surette Kitabullah olmalıdır:

“Elif. Lam. Mîm.

O kitab (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.

Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.

Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.

İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır. “291

291 Bakara Sûresi, 2/1-5

İşte, kendisinde asla şüphe bulunmayan O Kitab’ta ne buyrulmuşsa bizim başımızın tacıdır, çünkü ilahîdir/evrenseldir/tarih-üstüdür.

Geçmiş dönemlerde bir takım ihtiyaçların karşılanması için uygu­lama imkânı bulmuş ama bizim çağımızda ve bizim çevremizde bugün uygulanmayan bir takım hususları esas alarak, “İşte bakı­nız, böyle bir uygulamadan bahseden bir kitab evrensel olabilir mi?” diye Kitabullah’ın tarih-üstü olma vasfına itiraz etmeyi hem akıl ve ahlak dışı, hem de mümin kulun edebine yakışmayan bir davranış olarak görürüz.

Akıl dışıdır; çünkü böyle bir yaklaşım zımnen, dünyanın, bizim yaşadığımız çevreden ve içinde yaşadığımız çağdan ibaret oldu­ğunu iddia etmek anlamına gelir ki, bu yaklaşımın ne kadar basit ve sığ bir düşüncenin eseri olduğu izahtan varestedir. Bu yüzden bizim bilgi ve ilgi alanımızın dışmda başka âlemlerin de varlığını hesaba katmak zorundayız. Takdir edersiniz ki bu hakikati gör­mezden gelen bir düşünce üzerine hüküm bina etmek, akıllıca bir davranış olamaz.

Ahlak dışıdır; çünkü kendimizi, bilgi birikimimizi, alışkanlıkları­mızı ve düşüncelerimizi merkeze koyup ona göre bir dünya kurmak ve bütün bir insanlığı ve âlemi o dünyaya hapsetmek, bütün hükümleri o indirgemeci yaklaşım içinde vermek, çok çirkin bir egoizmdir. Ben-merkezli bir dünyada yaşama sevdasıdır. Egoizm ise bütün çeşitleriyle ahlak dışı bir anlayış ve davranış biçimidir.

Mümin kulun edebine yakışmaz; çünkü hem bu Kitab’ın Rabbi’nin önünde hergün onlarca kere secde yapacak, “Sübhane Rabbiye’l-‘Alâ” (Yücelerden yüce olan Rabbim’i tenzih ve teşbih ede­rim) diyeceğiz, O Rabbi’miz de bize Kitab’ı hakkında: “O kitab (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” diyecek, hem de Peygamberi hakkında “(Ey Muhammedi) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.'”292 diyecek, ancak biz bunları hiç önemsemeyecek ve kız çocuğunun buluğ çağına girmeden evlenmesi meselesini kendi zaviyemizden değerlendirerek reddeceğiz. Cinsel özgürlüğün insan hakkı açısından devrim sayıldığı, dolayısıyla bu konudaki bütün sınırların toptan imha edildiği, aile kurumun kökten alt-üst olduğu, değer yargılarının ise Nuh tufanından daha beter bir tu­fana tabi olarak savrulduğu bir dönemde, modern ve çağdaş dünyanın kıymet hükümlerine dair tek kelimelik bir eleştiri yönelt­meden, hatta lisan-ı halimizle onları takdis ve tenzih ederek ka­bullenip, Allah’ın ve Rasulüllah’ın sözlerinden hareketle ortaya konulan hükümleri çağ-dışı/tarih-dışı ilan edeceğiz. Ve ondan sonra da bulunduğumuz noktayı, sahip olduğumuz birikimi ve edindiğimiz kültürü merkeze koyup hükmümüzü vereceğiz: “Bu Kitab, tarih-dışıdır ve sadece 14 küsur asır önceki Bedevi Arap­ların tikel problemlerini çözmek için gönderilmiştir; onların akıl, idrak ve ihtiyaç seviyeleriyle sınırlıdır, o kadar.”

292 Enbiya Sûresi, 21/107

Kelam âlimlerinin bu tür meselelere yaklaşımlarını, bizim mesleğe mensup bütün akademisyenler bilirler. Söz konusu bu yaklaşıma göre, bazı sözlerin ve davranışların, kişinin imanını zedeleyeceği­ni yukarıda da ifade etmiştik.

Bilimsel çalışma veya eleştirel yaklaşım, bizim kültürel mirasımı­zın ana karakteridir. Bütün tarihimiz boyunca bütün âlimlerimizin ömürlerini kapsayan faaliyet tarzıdır. Bu âlimler Allah Teala ve O’nun sıfatları hakkında bile her meseleyi enine-boyuna rahat­ça tartışmışlardır. Kur’an-ı Kerim’in her harfini hatta her hareke­sini dahi tartışma konusu yapmaktan çekinmemişlerdir. Ancak bu tartışma ve eleştirilerde ne Allah Teala’nın, Alemlerin Rabbi oldu­ğu hususunda insan zihninde ve gönlünde gedik açacak bir şüphe dili kullanmışlar, ne de Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğu hakikatini, kafalarda ve kalplerde sarsacak bir üsluba tevessül etmişlerdir.

Tarihselci yaklaşımın handikapı bu noktada belirginleşmektedir. Bilimsellik veya eleştirel yaklaşım içinde hareket ettiklerini söyle­yenler, her adımda redçi, inkâra, tahripçi ve tahkirci bir istikamet­te ilerlediklerini görememekte, onun için de yanlışlarını fark etme ve düzeltme şansını elde edememektedirler.

İşte küçük kız çocuğun evlenmesi ile ilgili tenkitlerin de bu ölçüde abartılmasının gerekçesi, bu zihnî yapılanma ve bu aklî duruştur.

Müellifin “İşgüzarlık” Anlayışı

Müellif soruyor:

Burada şunu da sormak gerekir: Sırf Kur’an’da zikri geçtiği için haram aylar, zıhar, kölelik ve cariyelikle ilgili uygulamalara mut­laka bir karşılık bulmak veya bütün bu konularla ilgili ayetleri günümüze uyarlamak için, sözgelişi, “köleler” kelimesini “hiz­metçiler” şeklinde karşılamak veya köle-efendi ilişkisinden bah­seden ayetleri işçi-işveren münasebetleriyle irtibatlandırmak gibi işgüzarlıklar yapmak zorunda mıyız?

Çok yerinde bir soru ve cevabı da tek kelime ile: “Tabii ki değiliz” olmalıdır.

Ancak bu sorunun şu soruyu tetikleyeceğini de hesaba katmak zorundayız: Bazı işgüzarların işgüzarlığını eleştirmek için, Al­lah’ın kelamını tahrif ve ta’tîl etmek gibi bir işgüzarlığa soyunmak zorunda mıyız?

Diğer taraftan müellifin işaret ettiği bu tür işgüzarlıkların da du­rup dururken ortaya çıkmadığım görmeli ve bilmeliyiz. Bir takım başka işgüzarlıkların tetiklemesiyle vücut bulduğunu farketmeliyiz. Bu yüzden bu işgüzarlıklara itiraz edenler, öncelikle bu işgü­zarlıkları hazırlayan ortamı ve sebepleri de gözden geçirmelidir.

Kanaatimiz o dur ki, Kur’an-ı Kerim’deki müteşabih ayetleri tevil etme ihtiyacı nasıl ki tecsim ve teşbih tehlikesini bertaraf etmek için ortaya çıkmışsa, yukarıdaki işgüzarlık da aynı sebepten orta­ya çıkmıştır. Yani, birileri çıkıp bu örnekleri bağlamlarından ko­pararak ve hayatı bu örnekler üzerine kurarak, bu örneklerin ev­renselliği isbat edilemezse Kelamullah’ın evrenselliğinden bah­setmenin mümkün olamayacağım iddia edince, bu inkâra tutuma karşı gayret-i diniyyesi galeyana gelen bazı araştırmacılar da yu­karıdaki açıklamaları yapmak ihtiyacım duymuşlardır.

Hukukta “başlayan zalimdir/suçludur.” diye bir kural vardır.

Burada bir yanlışlıktan ve işgüzarlıktan söz edilecekse, o da, böy­lesine çerden çöpten örnekleri bahane ederek, Allah’ın kelamı’nın bütün insanlığa hitap etme karakterini iptal edip, O’nu 14 asır öncesinin bedevi Araplarının tikel ihtiyaçlarına ve idrak düzeyle­rine indirgeme iddiasıdır. 14 asırdır bu Kitab’a göre devlet kur­muş, toplum olmuş, aile olmuş ve hepsinden önemlisi insan ol­muş bir ümmetin hiçbir ferdi, böylesine bir saldırıya sessiz kala­maz. İşte yukarıdaki işgüzarlık böylesine bir tepkinin sonucudur.

Meselenin, Asıl Can Alıca Noktasına Geldik

Müellif devam ediyor:

Bu bağlamda, ahkâm ayetlerine konu olan uygulamaların köken itibariyle İslam öncesi Arap geleneğine uzandığını da belirtmek gerekir. Binaenaleyh, Kur’an hukuk alanında devrim değil, büyük ölçüde ıslahat gerçekleştirmiştir. Nitekim Kur’an’da Arap örfün-deki hukuki kurallara ilişkin yüzlerce ibkâ, ikmal ve ıslah örneği bulmak mümkün iken naslarla ilga edilen uygulamalar içki, ku­mar, ribâ ve fuhuş gibi birkaç konuyla sınırlıdır. Kaldı ki İslam öncesi Arap kültüründe kısas, kasâme ve diyet gibi cezalar mev­cut idi. Keza vahyin nazil olduğu dönemin Arap toplumunda namaz, oruç, hac, zekât, kurban gibi ibadetler de biliniyordu.

Kur’an’daki birçok ayete konu olan nikâh, talak, iddet, zıhar ve liân da İslamiyetten önce mevcut idi. Bunların hiçbiri İslam’la birlikte ortaya çıkmadı. Kuran bütün bu uygulamalara Allah’a kulluk temelinde dinî-ahlâkî bir boyut kattı.293

293 Bu konuda daha geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Mehmet Erdoğan, “Kur’an Vahyinin Nüzul Dönemi Olgusalhğıyla İlişkisinin Fıkhi Yorumu”, İslâmiyât VII (2004), sayı 1, s. 66-68.

Görüldüğü üzere müellif, bu “bölümdeki düşüncelerine kaynak olarak dip notundaki makaleyi göstermiştir. Bu makale, bizim, daha önce değerlendirdiğimiz bir makaledir. “Kur’an Vahiyinin Nüzul Dönemi Olgusalığıyla İlişkisinin Fıkhı Yorumu Üzerine Bir Değerlendirme” başlığı alandaki bu değerlendirmemizde, yukarıda sözü edilen konuya dair gerekli açıklamalar yapılmıştır.294 Biz burada sadece şu kadarcık bir alıntı ile yetineceğiz:

“Toplumların bilgi ve kültür birikimlerinin oluşumunda, bilhassa içtimaî ve hukukî yapılarının teşekkülünde, ilâhî katkıdan söz etmemiz gerekir mi gerekmez mi? Kur’ân-ı Kerim’deki “.. .Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (el-İsrâ, 17/15) ayeti ile ilgili kelâmî tartışmaya girmeyeceğiz ama en azından bu ayet-i kerimenin, işaret yoluyla da olsa, Allah Tealâ’nın her kavme bir veya birkaç peygamber gönderdiğini belirttiğine dikkat çek­mek istiyoruz. Şayet durum bu merkezde ise, o kavimlerin ahlak, hukuk ve bilcümle sosyal hayatla irtibatlı olarak oluşan ve gelişen kültürlerinde peygamberlerin ve getirdikleri ilâhî mesajların hiç mi rolü yoktur? Var ise, tahmini oranı ne kadardır?”295

———–

294 İslâmiyât Vm (2005), sayı 1, s.124-149.

295 Biz bu konudaki kanaatimizi şu şekilde arz etmek isteriz: Aydınlanma sürecini yaşayan modern dönem insanına gelinceye kadar bütün çağlarda din, toplum­sal hayatın her katmanında bazen tek belirleyici, bazen de en etkin belirleyici konumunda olmuştur, ilk defa bu çağda, yani modern dönemde otoritesini bu ölçüde yitirmiş, kıymetten düşmüş, beşer hayatında edindiği yerleri teker te­ker başka unsurlara kaptırmıştır. Çünkü bu süreçte insan sekülerleşmiş ve modernleşmiştir. Alev Alatlı’mn ifadesi ile modernite “Allah’ın hem kişiliğini, hem de bağımsız hareket sahasını yitirmesi anlamına gelmektedir ve bu suret­le “modernite” Allah’ı Kâinat’ın merkezinden almış, yerine “insan”ı koymuştur. Ayrıca human/insan kelimesinden türetilmiş olan ve “insancılık” anlamına ge­len humanism” kelimesinin de, “theism/tanrıcılık” kelimesini nehy eylemek üzere kullanıldığına dikkat çeken Alatlı, bu kelimenin “Tanrı’nın yerine insanı geçirmek” gayretini karşıladığını, yani “Humanism”in bir telmihinin de “dinsiz insan-merkezciliği” olduğunu belirtmiştir.” (bk. Alev Alath, “Obskürantizm, Afazi ve Bardakoğlu”, Zaman gazetesi, 09.10.2004)

———–

Bu değerlendirmeye göre gerek makalenin müellifinin, gerekse bu konuyu inceleyen diğer araştırmacıların296 sıklıkla göndermede bulunduğu ve “mahallî” olarak nitelediği kültür, büyük ölçüde “ilâhî” nitelemesini hak etmektedir. Hele bir de söz konusu olan bu kültür vahiy tarafından onaylanmışsa, artık hiç şüphe edilme­yecek biçimde “ilâhîliği” tescillenmiştir. Aksini düşünmek, yani bazı araştırmacıların mahalli diye niteledikleri bu kültürü veya hukuku, vahiy tarafından onaylanması halinde bile hala mahalli saymak, vahiy tasavvurundan önce mantıkî tutarlılık bakımından geçersiz gözükmektedir. Zira ilim, hikmet, kudret, adalet vb. sıfat­ları mutlak olarak hâiz olan müteâl bir varlığın, bir takım hüküm­leri kendisinin koymasına karşılık, diğer hükümleri mahallî kül­türden iktibas etmesini açıklamak, anlaşılır ve izah edilir bir du­rum değildir. Bu durumun acizlikten kaynaklanması hiçbir müminin aklına gelmeyeceğine göre, bir başka açıklaması olmalıdır. Bizim anlayışımıza göre onaylanan hükümler, “ilâhî”lik vasfını kaybetmemiş olanlardır. Değiştirilen hükümler ise, bu vasfı kay­bedenlerdir. Tebdil ve tağyir ile ibkâ edilenler ise, bir yönüyle bu vasfı koruyan ama tahrife uğramaları sebebiyle de tashihe muhtaç görülenlerdir.

296 Burada sözünü ettiğimiz araştırmacılar, Kur’an-ı Kerim’in “tarihsel” bir metin olduğunu ifade edenlerdir.

Zâid de gözükse şu hususa işaret etmeyi gerekli görüyorum: Vah­yin iniş döneminde bin hükümden sadece bir tanesi iptal edilse ve yerine yeni bir hüküm konulsa, geri kalan dokuz yüz doksan do­kuz tanesi olduğu gibi ibkâ olunsa, burada belirleyici olan keyfi­yet, iptal keyfiyetidir; ibkâ keyfiyeti değil. Bu yüzden müellifin, cahiliyye dönemindeki uygulamaların büyük çoğunluğunun ibkâ edildiğini anlatmaya çalışmasının, yani bu konuda kemiyet hesabı yapmasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü aksine delalet eden tek bir örnek bile, cevap bekleyen birçok soruyu beraberinde getir­mektedir. Bu soruların tamamı, kalpleri ve kafaları tatmin edecek ve bu suretle müminlerin vicdanlarım rahatlatacak ölçüler içeri­sinde cevaplanmadıkça, bu konu halledilmiş sayılmaz.

Bu sorular içinde benim açımdan en önemlisi şudur: Şayet yuka­rıda getirmeye çalıştığımız değerlendirme kabul görmezse, o za­man şu hususun açıklanması gerekir: Hükümlerde iptal ve ibkâ kriterleri nelerdir? Allah Teâlâ hangi kriterlere binaen bazı hü­kümleri iptal ederken, diğerlerini ibkâ etmiştir?297

297 Mehmet Erdoğan, İslâmiyât, s. 132-133

Biz burada bu konuya girmeksizin sadecece pratik bir istinbatla yetinecek ve tekrara düşme pahasına da olsa, şu hususu ifade edeceğiz: “Hz. Muhammed’e gelen vahiy -müellifin de işaret ettiği gibi- ta başından itibaren ed-Dîn olarak sürüp gelen uygulamaları onaylamış, bunun dışında gördüklerini, yani insanların zaman içinde hevâ ve heveslerinin sonucu olarak ortaya koydukları uy­gulamaları iptal etmiştir. Bir diğer ifade ile ibkâ ettikleri, ed-Dîn’den olanlardır, iptal ettikleri ise beşerî sâiklerle, yani nefsî/hevâî insiyaklarla zuhur eden insanî davranışlardır.”298

298 A.mk.s.139

Ayrıca şu hususa da dikkat çekilmesini gerekli görmekteyim:

Aynen Müellifin Dediği Gibi

Müellif diyor ki:

“Kaldı ki İslam öncesi Arap kültüründe kısas, kasâme ve diyet gibi cezalar mevcut idi. Keza vahyin nazil olduğu dönemin Arap toplumunda namaz, oruç, hac, zekât, kurban gibi ibadetler de biliniyordu.”

Durum, hakikaten de böyledir. Yani bir taraftan kısas ve kasâme gibi hukuki uygulamalar, diğer taraftan namaz, oruç, hac zekât, kurban gibi ibadetler Arap toplumu tarafından biliniyordu. Bu durumun bu şekilde ifade edilmesi, doğru bir tesbittir. Ancak bu­radan hareketle varılan sonuç, hiç de isabetli değil, hatta tam aksine büyük bir tağyir ve tahriftir. Çünkü müellifin vardığı sonuca göre bütün bunlar Arap örf ve âdetinden ibarettir. Yani Arap kültürü­nün icadıdır. Hadi diyelim ki kasâme ve kısas için bunu söyleyebildiniz; peki namaz. Oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadetler için nasıl söyleyebilirsiniz. Bu ibadetlerin de Araplar tarafından, özellikle Hz. Peygamberin (s.a.v) ilk muhatapları olan Kureyş Arapları tarafından ihdas ve icad edildiğini nasıl söyleyebilirsiniz?

Bırakın dinî ilimleri tahsil eden uzmanları, sosyal bilim uzmanla­rını da geçtik, sadece elini vicdanına koyan ümmi insanlara soru­yoruz: Ne dersiniz, bu ibadetleri Arapların icad etmiş olmaları mı kalbinize daha yatıyor, yoksa çok daha eski devirlerden Araplara intikal etmiş olma ihtimali mi?

Kökenleri çok eski devirlere dayansa bile bu ibadetlerin insanlar tarafından icad ve ihdas edilmiş olması ihtimali mi, kalbî kanaati­nize uygun düşüyor, yoksa “din” olarak Allah tarafından konul­muş olması mı?

Sanıyorum semavi din mensuplarının tamamı, Araplar tarafından da bilinen bu ibadetlerin asıl şekllerinin Allah tarafından “din” olarak konulduğu hususunda görüş birliği içindedir. Peki, Allah “din” olarak sadece bir takım ibadet esasları mı vaz etti. Muame­lata dair hiçbir hüküm koymadı mı?

Elbette koydu. Hayata dair gerekli olan ne varsa, hepsi hakkında emirler ve yasaklar koydu. Muharref de olsa, eldeki Ahd-i Atik’te bunun izlerini sürmemiz mümkündür.

O halde, ibadetleri geçmiş kavimlerden tevarüs eden bir toplum, niçin muamelata dair bazı uygulamaları tevarüs etmiş olmasm? Geçmiş kavimlerin ibadetlerini iktibas ederek kendine mâl eden insanlar, o kavimlerin muamelata dair uygulamalarım neden kül­liyen reddetsinler ki?

Hiç şüphesiz, ibadetleri iktibas ederken nasıl tahrif ettilerse, mu­amelata dair hükümleri de tahrif ederek iktibas ettiler. Çünkü ne onların anladığı ve uyguladığı kısas hükümleri ile İslam’ın vaz ettiği hükümler aynıdır, ne de onların yaptığı hac ile İslam’m em­rettiği hac menâsiki birdir. Zıhar ve İfân için de aynı hüküm ge­çerlidir. Aksi halde Arapların uygulamalarım reddetmek ve işin doğrusunu öğretmek için ne zıhar ayetleri299 gelirdi ne de mülâ’ane ayetleri.300

299 Mücadele Sûresi, 58/1-4

300 Nûr Sûresi, 24/6-7

O halde, bu vesile ile bir kere daha anlaşılmıştır ki, Arap toplumu da diğer toplumlar gibi, kendilerine peygamber gönderilmiş top­lumların devamıdır; dolayısıyla yaşadıklan hayata dair ne varsa, dedelerinden tevarüs etmişlerdir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da zamanın tahrib ve tahrif edici hükmü işlemiş ve nesiller arası intikallerde bir takım uygulamalar tamamen kaybo­lurken, bir takım uygulamalarda da bozulmalar ve yozlaşmalar vuku bulmuştur. İşte son din İslam ve o din’in Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), bu uygulamalardan kaybolanlan yemden vaz etmiş, bozulmaya uğrayanları ise ikmal veya tashih ederek ibkâ etmiştir. Bazı hükümleri de ilk defa vaz etmiştir.

Daha önce de hatırlattığımız üzere, bu açıklamayı yeterli ve doyu­rucu bulmayan meslektaşlarımız, Kelamullah tarafından iptal, ikmal, tashih ve ibkâ edilen hükümlerle ilgili olarak kabule şayan kriterler belirlemelidirler. Hangi hükümler olduğu gibi ibkâ edil­miş, hangileri ikmal ve tashih edildikten sonra ibkâ edilmiş, hangi hükümler tamamen iptal edilmiş ve hangi hükümler ilk defa vaz edilmiştir; bunlar belirtilmeli. Ardından da neden bazı hükümle­rin olduğu gibi ibkâ edilmelerine rağmen bazılarının bir takım ikmal ve tashih ameliyelerinden geçirilmiş oldukları, bazılarının ise tamamen iptal işlemine maruz kalmış olduklan açıklanmalıdır.

“Kraldan Fazla Kralcı” Ne Demek?

Müellif devam ediyor:

“Netice itibariyle, ahkâm ayetlerine ilişkin evrensellik iddiası, -tabiri caizse- “kraldan fazla krala” deyiminde ifadesini bulan bir anlayıştan sudur etmekte ve bu anlayış tarzı maalesef günümüz­deki Müslümanların kahir ekseriyetince bir inanç umdesi gibi telakki edilmektedir. Sahabe devrinden itibaren İslam ulemasının “Kur’an’daki şu hüküm vahyin nüzul ortamındaki tarihsel duru­ma münsahırdır” görüşünü dillendirmiş olmasmdan hareketle çağdaş dönem Müslümanların bu konudaki tavrım “kraldan fazla kralcılık” şeklinde nitelendirmek yanlış olmasa gerektir.”

Öncelikle belirtelim ki, şu “kraldan çok krala” deyimi burada abesten de öte, çirkin düşmüştür. Hem nezih değil, hem de isabetsiz. Bilemiyorum, “kral” derken Allah mı (c.c), Rasulüllah mı (s.a.v), yoksa ilk muhataplar mı kastedilmiştir. Ayrıca hangi ge­rekçeye binaen kastedilmiştir? Açıklanması gerekmektedir.

Şayet Yüce Allah ve O’nun Mümtaz Peygamberi (s.a.v) kastedilmişse bu deyimin böyle bir makamda kullanılması daha çirkindir. Çünkü bu deyim beşerî ilişkilerdeki beşerî zaafları ortaya koymak için icad edilmiştir ve o maksatla kullanılmaktadır. Kral bir insan­dır, beşerî zaafı ise, pohpohlanmaktan, yağcılıktan, yardakçılıktan ve tabasbustan hoşlanmaktır. Sıradan insanlar da menfaatleri için dalkavukluk yapmaktan çekinmezler. Dolayısıyla bu deyimin ortaya çıkması sadece sıradan insanların zaaflarından kaynak­lanmış değildir. Bunda kralın da payı bulunmaktadır. Hatta kralın zaafı daha ön planda gözükmektedir.

Dolayısıyla, kral olarak kim kastedilmiş olursa olsun, böyle bir münasebetle bu deyimin kullanılması hoş değildir.

Günümüz Müslümanlarına nisbet edilen “ahkâm ayetlerinin evren­selliğine inanma” meselesine gelince, bu hususta da istifhama yol açacak bir üslup görülmektedir. Çünkü bu ifadeye göre sanki vah­yin ilk muhatabı olan Rasülullah (s.a.v) ve O’nun fem-i muhsininden bu ilahî vahyi alan ashab-ı kiram, ahkâm ayetlerinin yerel/tarih-dışı olduğuna inanmaktaymışlar gibi bir zehaba sebep olmaktadır. Sanki Kelamullah’ın tarih-üstü bir Kitab olduğu inana, müteahhir ulemanın bid’aüymış gibi bir kanaate yol açmaktadır.

“Sahabe devrinden itibaren İslam ulemasının “Kur’an’daki şu hüküm vahyin nüzul ortamındaki tarihsel duruma münsahırdır” görüşünü dillendirmiş olmasma rağmen tarih boyunca, müellifin kahir ekseriyet dediği ulema, acaba neden hiçbir dönemde ahkâm ayetlerinin yerelliğinden tarih-dışılığından bahsetmemiştir. Bu durumun tek açıklaması sadece “kraldan çok kralcılık mıdır?”

Hatırlayınız, müellif yazısının baş tarafında aynen şöyle demişti:

“Müslümanların kahir ekseriyetine göre Kur’an tüm insanlara ve tüm zamanlara gönderilmiş bir kitabtır. Bu itibarla her bakımdan evrensel ve tarih-üstüdür.”

Şimdi burada problemli bir durumla karşı karşıyayız. Acaba mü­ellif “Sahabe devrinden itibaren İslam ulemasının “Kur’an’daki şu hüküm vahyin nüzul ortamındaki tarihsel duruma münsahırdır” derken, ulemanın tarihselci tezi savunduğunu, ama “Müslüman­ların kahir ekseriyetine göre Kur’an tüm insanlara ve tüm zaman­lara gönderilmiş bir ki tabur.” Derken de sıradan halkı kastettiğim mi söylemek istemektedir. Yani müellife göre tarih boyunca ule­ma tarihselci, halk evrenselci mi olmuştur? Aksi halde yukarıdaki ifadeleri nasıl uzlaştıracak ve nasıl bağdaştıracağız.

Diğer taraftan müellifin zaman zaman atıfta bulunduğu ulema, acaba neden böyle bir tez geliştirmeyi hiç düşünmemişler, aksine, o bilgileri, yani müellifin kendi tezine malzeme yapmak için kul­landığı bilgileri eserlerinde kaydetmelerine rağmen Kelamullah’ın evrensel hitap, bu cümleden olarak ahkâm ayetlerinin de evrensel olduğunu söylemeye devam etmişlerdir. O kaynaklardan yararla­nan müellif ve onun gibi düşünenlerse, acaba hangi sâikle o kay­naklardan böyle bir sonuca varmışlardır? Asıl açıklanması gere­ken nokta burasıdır.

Ayrıca, bırakınız kütüphanelerimizi dolduran muhalled eserlerin müstesna sahiplerini, dinî meselelerdeki bazı çıkışları sebebiyle modernistlerin de saygısını kazanan, hatta müellifin de kendisinden medet umduğu Süleyman Ateş bile bu husustaki tavrını çok net bir şekilde belirtmiştir. Bu tavrı ortaya koyan görüşünü yuka­rıda nakletmiş olmamıza rağmen, önemine binaen burada bir kere daha kaydetmek istiyoruz:

Süleyman Ateş Araf Sûresinin 158. ayetinin tefsirinde şöyle de­mektedir:

“O’nun risaleti dil bakımından Araplaradır. Önce kendi kavminin anlaması için İlahi vahiy O’na inmiştir. Ama risaletinin niteliği geneldir. Bütün insanlığa yöneliktir.”301

301 Süleyman Ateş, III, 400

Ayrıca aynı ayetin “De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın resulüyüm. 302 mealindeki bölümünün tefsirinde ise şunları söyle­mektedir:

“Bu ayette Hz. Muhammed’in, yalnız Araplar’a değil, bütün in­sanlara Allah’ın elçisi olduğu vurgulanmakta, felaha ermek için O’na uyulması emredilmektedir. Hz. Muhammed’in bütün insan­lığa gönderilmiş Allah elçisi olduğunu bildiren bu ayet Mekke’de inmiştir. O halde bazı müsteşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed Aleyhisselam, ancak hayatının son yıllarında değil, pey­gamberliğinin daha başlangıcında, risaletinin bütün insanlığa yönelik olduğunu ilan etmiş, Mekke devrinde inen ayetler O’na, bütün insanlığın peygamberi olduğunu bildirmiştir.”303

302 Araf Sûresi, 7/158

303 Süleyman Ateş, a.y.

“Kraldan Çok Kralcı” İddiasının Delilleri

Müellifin son paragrafı şöyledir:

Günümüzde kalem ve kelam erbabı olarak tanınan kimi Müslü­manların Kur’an’daki her hükme aktüel bir karşılık bulmak adına, sözgelişi, “Anam avradım olsun!” demenin zıhara tekabül ettiğini söyleyebilmesi, çok eşlilikle ilgili ayet münasebetiyle bir dizi hik­metten -ki bu bağlamda keşfedilen hikmetler belki de cinsel açlı­ğın örtük ifadesidir- söz edebilmesi, keza “[son bir hâl çaresi ola­rak] kanlarınızı dövün!” mealindeki ayet çerçevesinde kadın cin­sinin biyo-psişik gelişimi bakımından dayağın yararlarını sayıp dökebilecek bir lafazanlık düzeyi kesbetmesi, kraldan fazla kralcı­lığın ibret verici örnekleridir.

Hayret, müellif bu kavramlardan yola çıkarak Allah kelamının tarih-dışı olduğunu isbat etmek için çırpınırken haklı oluyor, ama bir diğer mümin bu kavramların bile tarih-üstü, yani bütün insan­lığın veya büyük bir çoğunluğunun duygularına tercüman olabi­leceğini söylediği zaman “lafazanlık” yapmış sayılıyor? Hayret ki ne hayret!304

———–

304 Allah Teâla Mehmet Akif e rahmet eylesin. Böyle durumlar için ne güzel söyle­
miştir:

Ey hikmeti fâzülan hayran eden Allah!

Bir nimet-i hayret mi bıraktın fuzalâda?!

Girdâbe-i hayrette kalır akl nihayet

Hayret, yine hayret, yine hayret, yine hayret

———–

Neden?

Neden Kelamullah’ın tarih-dışı kalması için her türlü tahrifi mubah görenlerin, muharref ve münharif kelamlan “lafazanlık” olmuyor da, bütün insanlığın problemini çözmek için gönderildiğine inanan insanların gayretleri “lafazanlık” oluyor, söyler misiniz?

Bu konudaki kanaatimi belirteyim:

Anne ile eş arasmda bir benzerlik kuran yaklaşımlar kefaret ge­rektiren çirkin yaklaşımlardır. Bu, dün böyle olduğu gibi, bu gün de böyledir. Arap toplumunda böyle olduğu gibi Türk toplumun­da da böyledir, bundan sonra da böyle telaki edilecektir. Çünkü sahip olduğumuz inanç ve değerler açısından annemizin yeri ile eşimizin yeri gönlümüzde farklı farklıdır. Onlara karşı görev ve sorumluluklarımız da farklı farklı olacaktır.

Hiç kimse çıkıp bu yaklaşımdan malzeme üreterek, modern şirin­lik yapmaya kalkışmasın. Çünkü -neredeyse- bütün kadınlar bir taraftan eş ise, diğer taraftan annedir. Bu sebeple her iki duyguyu da birlikte tatmaktadırlar.

Çok evlilik konusunu seküler ve modern bir kafa almayabilir ve anlamayabilir de, bir mümin, bir akademisyen nasıl anlamaz, algılamaz, ben de bunu anlayamıyorum. Maksat bir yerlere şirin gözükmekse, bu amacınızı gerçekleştirmek için başka argümanlar kullanınız. Allah’ın ahkâmını tahfif ve tahrif ederek yapmayınız. Gayretullah’a dokunabilir.

Herkes kadar müellif de bilir ki, gerek çok eşlilik konusu, gerekse bunun ardından örnek olarak verdiği konu, üzerinde herkesin rahat­ça fikir üretebileceği konulardan değildir. Fikir özgürlüğü iddiasını bayraklaşüran ve bu duruşu çağın en önemli değeri kabul eden kim­selerin ve kesimlerin de tabuları vardır. O tabular yıkılmadan bu konular sağlıklı bir biçimde konuşulamaz, tartışılamaz.

İnşaallah bu ülkede de gün gelir, insanlar riyasız, takiyyesiz, çifte standartsız konuşmayı ve yaşamayı başarır, dürüstçe ve mertçe tartışıp anlaşırlar veya anlaşamadıklarını görürler. Anlaşamasalar bile, hiç kimse diğerinin tavrından veya üslubundan, söylediklerinin dışında bir anlam çıkarma ihtiyacı hissetmez. İşte öyle bir günde, her konuda söyleyecek sözümüz ve açıklayacak fikrimiz olduğu görülecektir. Yeter ki dinlemeye mütehammil muhatabı­mız bulunsun.

Bugün ne zaman gelir bilemiyorum ama bugünün o gün olmadı­ğından eminim. Bugün, bazı konular açıldığı zaman “söyletmen urun” nidaları yükseldiğini biliyorum. Bu sebeple, ilim adamlığı vasfının gereklerinden biri de, bu tür konuları siper ederek atış yapmak olmamalıdır. Zira bazı konuların arkasına sığınmak, sa­hibine zarar verebilir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu