Ankara İlahiyat'ın Bazı TeologlarıHüseyin Avni
M.H.Kırbaşoğlu’nun İslâm’a ve Ümmet’e Yamadığı Yakıştırmalar
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bundan sonra…
Sayın Bay M. Hayri Kırbaşoğlu ‘İslâm’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidâd Meselesi’ nâmındaki yüz karası ve ilim ayıbı makalesiyle aslında önümüze bir akademik seviyesizlik ve modern hurâfelerin işporta tezgâhını sergilemiş oldu… Bu yazımızda hiçbir ilmî ve mantîkî kıymet-i harbiyyesi olmayan hezeyânlarına, sırf illüzyonist şaşırtmalarla mağdûr ettiği zavallıları uyandırmak ve kendine getirmek umuduyla kısa ve tenbîhvârî cevâblar vereceğiz. Her zaman yaptığımız gibi, eline mazeret kozu bırakmamak içün sözlerinden bir kelime bile makaslamayacağız. Buyrun: [1]
[Akademik Hurâfe]: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın geçerli akçe olduğu başka ülkeIerin bulunup bulunmadığını bilemiyorum, fakat bildiğim bir şey varsa, o da, bunun benim ülkemde geçerli ve yaygın bir şey olduğudur.
Cevâb: Akademik hurâfe dediğime bakıp bunun da öyle olduğunu sanmayınız; bu tesbît tamâmen doğrudur ve en güçlü misâllerinden biri de şu doğru sözün sahibidir. Şaşırmayınız; ‘el kezûbü kad yasdüku’…
[Akademik Hurâfe]: Bu tespitin, en geniş ölçekte geçerli olduğu alan ise, hiç kuşkusuz İslam’a ilişkin medyatik vaaz ve tartışmalar alanıdır.
Cevâb: Bu da aynı. Nitekim ‘makâle’ ismiyle neşredilen şu hezeyan harmanı, anlattıklarına tıpatıp uymaktadır.
[Akademik Hurâfe]: Bilimin, bilimsel bilginin, araştırma, inceleme ve yaratıcı düşüncenin bırakın geçer akçe olmayı, pul bile etmediği toplumumuzda, İslam’a ilişkin konuların da bu çerçevede ele alınması pek de şaşırtıcı değildir.
Cevâb: Bu sözler, ancak İslâmî mes’elelerde vesvese ve peşin inkâra dayanan yeni ortaya çıkmış akademik metodoloji sâhiblerinin yaratıcılık meraklıları ve ortakçılarına âid piyasası için yerden arşa kadar doğru…
[Akademik Hurâfe]:Şaşırtıcı olan ise bu tartışmalarda İslam’ın savunuculuğu rolünü üstlenenlerin de böyle bir tavrı benimsemekten rahatsızlık duymamalarıdır.
Cevâb: Vallâhi, en ciddi vazîfelerin icrâ ve îfâsının şu makâle sâhibi gibilerince kendi hâl ve vaziyetlerine bakarak bir ‘rol’ olarak anlaşılması saçmalığı bir yana bırakılırsa bu dahî doğru… Vesvese ve palavra temeline dayanan ve hakîkatleri kuş beyinleriyle mıncıklayıp heder eden ve sunturlu bir inkârcılığın çığırını açanlardan daha ne beklenebilirdi?
[Akademik Hurâfe]: Ama asıl şaşırtıcı olan, benzer bir tutumun akademik çevrelerde de oldukça yaygın olmasıdır. Bu çevrelerde yaygın olan söz konusu tutumun en bariz özelliği ise, bilimselliğin vazgeçilmez şartı olan araştırma, inceleme, sorgulama ve tenkide sırt çevirmek; buna mukabil bilinenleri aynen tekrarlamak, hatta savunmak şeklinde özetlenebilir.
Cevâb: Demek ki şu sözü edilen çevrelerde -nâdir bulunsalar da- henüz bir ölçüde bile olsa ilim ile vesveseyi karıştırmayan, ilim adamları kalmıştır. Denilebilir ki, oryantalizmin kadîm projesi (2002 yılı i’tibâriyle) meyvesini tam vermemişti. Şimdi yani 2010’da ise şu hayıflanmalar bir hayli azalmış olmalıdır. Çünki bizim nâmütenâhî efendi, çelebi ve kibar iyi niyyet kahramanlarımız olan ilim adamlarımız(!) sayesinde Oryantalizm ekolü/mezhebi nihâî hedefine neredeyse tamamen varmıştır. Zayıfdan kuvvetliye doğru olarak açılan sarsma, zayıflatma ve yıkmaya dönük tartışmak ve münâkaşa mevzûu yapmak halkaları artık en kuvvetlilerin bombardıman edilip dövülmesi ile kuvvetliden zayıfa doğru bir tamamen süpürme harekâtına çevrilmiştir.
[Akademik Hurâfe]:Bu eleştirilerin geçerli olduğu konular ise, uzun bir liste oluşturacak kadar çoktur. Ama bu konular içerisinde hiçbirisi ‘Recm ve İrtidad’ kadar aydınlatıcı bir örnek olamaz. Zira bu iki konu, hem İslam-şiddet bağlamındaki medyatik tartışmaların odağında yer alması, hem de epistemolojik ve metodolojik problemlere işaret etmesi bakımından özel olarak üzerinde durmayı hak etmektedir. Hatta recm ve irtidada ilişkin epistemolojik ve metodolojik problemlerin İslam’a ilişkin başka pek çok tartışma konusunu da teşmil edilebilecek nitelikte görünmesi, recm ve irtidad konusunun önemini bir kat daha arttırmaktadır.
Cevâb: Aşağıda getirilecek vesvese temelli basit ve sathî mülâhazalar ile karşılığında verilecek -fazlasını hak etmemesi sebebiyle bir nisbette basit- cevâb ve tahlîller, makâle sâhibinin bilgili ve kültürlü oluşunun isbâtı ve alâmeti olarak zevkle isti’mâl ettiği ‘epistemoloji’ ve ‘metodoloji’den ne anladığını açıkça ortaya koyacaktır.
[Akademik Hurâfe]:Bu mülahazalar ışığında recm ve irtidad konusuna dair yazılıp çizilenleri değerlendirecek olursak, bunların ortaklaşa İslam’da recm ve irtidad diye birer suçun ve bu suçlara verilecek ölüm cezalarının varlığını peşinen kabul ettiklerini, bu konuda en küçük bir şüphe bile duymadıklarını görürüz. Nitekim İslam ceza hukukuna dair yazılan klasik/çağdaş bütün eserlerde recm ve irtidadın, sınırları nass (Kur’an ve Sünnet) tarafından kesin olarak belirlenen cezalar çerçevesinde ele alınması ve bedenî cezalar kategorisinde değerlendirilmesi[2] bunu açıkça göstermektedir.Bir defa recm ve irtidadın İslam’a ait olduğu peşinen kabul edilince, artık geriye eleştiriler karşısında savunma ve aşırı te’villere başvurmaktan başka bir yol kalmayacağı da aşikârdır.[3]
Cevâb: Ya ‘bir defa recm ve irtidadın İslam’a ait olmadığı peşinen kabul edilince’… O zaman ne olacak? Elbetteki, ‘artık geriye eleştiriler karşısında savunma ve aşırı te’villere başvurmaktan başka bir yol kalmayacağı da aşikârdır;’ öyle değil mi? Elde sahtekâr tüccârların her zaman kullanageldikleri iki terâzisi yoksa, elbette öyle…
[Akademik Hurâfe]:Mütevatir yahud Meşhur Sünnet, tarih ve icma’ya ve bu arada İslami eserlerin istisnasız tamamına dayanan bir itimâd elbette ki meseleyi kuvvet bakımından tahlile mani değildir ve olmamıştır. Nitekim bu şimdiki gibi şahsiyet müflisi bir neslin zuhurundan evvel pek ala yapılmıştı. Kafa konforunun bozulmasından korkmayanlar ve yarasa meşreb olmayanlar bunu çok açık bir şekilde okuyabilir ve görebilirler.
Cevâb: Ortada peşin kabûl diye bir şey yoktur; amma tenezzül edelim ve soralım; bu kadar güçlü mesnedi olan bir peşin kabûl mü daha ilmî olmaya münâsib düşmektedir, şeytânî vesveselerden başka hiçbir dayanağı olmayan peşin inkâr mı? O meftûnu olunan garb ilim disiplininin hangi yerinde bir ilmî hususta -İslâmî mes’elelerin dışında- geçmiş müktesebâtın hiçbir şekilde kaale alınmaması vardır? Ne bu yobazlık Allah aşkına?!….
Evet doğrusu, İslâm düşmanı müsteşriklerin oltalarındaki zavallı yemler olan ‘şimdiki şahsiyet müflîsi bir neslin zuhûrundan evvel’ mütevâtir haberlerin sıhhatini hiçbir akıllı Mü’min tartışmamıştır. ‘Yarasa meşreb’olmayan hiçbir Mü’min, icmâ‘a ve bu arada İslâmî eserlerin istisnâsız tamamına dayanan i’timâd’ısarsıcı bir gevezelik yapmamıştır.
Tamam, bir takım haberlerin mütevâtir olup olmaması, bazı husûslarda icmâ’ bulunup bulunmaması, bir mes’elenin İslâmî eserlerin istisnâsız tamamına dayanıp dayanmadığı münâkaşa mevzuu olmuştur ve olabilir; lâkin bunların sübût buldukları teslîm edildikten sonra ‘kuvvetli’ veya ‘sâbit’ olup olmadığının tartışılabileceği hezeyânı aklı başında hiçbir kimsede görülmemiştir. Kabûl, bunların bazıları bazılarından daha kuvvetli olabilir; ancak asılsız veya kuvvetsiz asla olamazlar.
Muhâtablarına şahsiyet müflisi veya yarasa meşrebyakıştırması yapan bir beyefendiye şu sözlerinin aynen iâde edilmesi çok ayıb olur; öyle değil mi, ey çelebiler topluluğu?!..
[Akademik Hurâfe]: Hâlbuki, bilimsel zihniyet, önce bu iki suçun ve cezasının ne kadar İslami olduğunun sorgulanmasını gerektirir.
Cevâb:
Bir: İslâm’ı kökünden inkâr eden kimselerin bu inkâr temeline oturttukları ‘epistemoloji’ ve ‘metodoloji’leri ne nisbette insâflı ve objektif olabilecektir?!… Üstelik yapılan, sıradan bir sorgulama olmanın ötesinde yargısız infâz olursa, iş hepten içinden çıkılmaz hâl alacağı âşikâr değil midir?.
İki: ‘İslam’a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidad Meselesi’ şeklindeki yakıştırmalar ciddiyetsizlik, edebsizlik ve terbiyesizlik damlayan, hatta peşin de olsa yargısı bulunmayan cânîce ve canavarca bir infâz değil midir? Elbette öyledir. Bu yüzdendir ki, biz de başlığımızı ona göre koymaya mecbûr kaldık. Bütün bir Ümmetin bin dört yüz küsur senelik ilmine ve icmâ’ına dayanan tatbîkatının sanallıkla vasfedilmesi ucu bucağı olmayan bir edebsizlik ve terbiyesizlik değil de nedir?
Üç: Kimileri de buna, yani som İslâmî cezâlara ‘vahşet’ diyebilecek kadar alçaklaşabilirken içlerindeki değişik bir tondaki küfrü kusmakta hiçbir beis görmemektedirler. Esâsen bu tavır, kompleks sınırlarını da aşmaktadır. Hırsızın elinin kesilmesi cezâsının karşısında yırtınan hırsızları geçmişte ve günümüzde çok gördük ise de, bunları yeni gördük. Nâmus celladları olan nâmussuzların bu denli müdâfaa edilmesi insanın aklına birçok şübhe ve suâlleri getiriyorsa da bu zannların İslâm nezdinde hukukî bir ağırlığı olmadığından bir şey diyemiyoruz.. Şu noktada dört âdil şâhidin şehâdetine dayanan kesin bir bilgimiz yok. Mezheb imâmlarının hepsi, muhaddisler, müfessirler ve fakıhlerin tamamı ve bütün bir Ümmet, İslâm’a sanal bir vahşet yamamış(!) da şimdiki kimlerin memuru olduğu açık olanlar bu ayıbı ve karayı İslâm’ın yüzünden silmeye çalışıyorlarmış(!)
Dört: Bunlara göre kimileri de ‘vahşî’… Daha açığı Ebû Hanîfe’ler, Mâlik’ler, Şafiî’ler, Ahmed’ler, Buhârî’ler, Müslim’ler, hâsılı Ümmetin âlimlerinin tamâmı ‘vahşî’… Ama şu karayı onlara çalanlar medenî… Öyle mi?… Sizi gidi makam mevki, gelecek hesabları, okunma kaygusu, ‘beklenti’ zebûnu sahtekâr Ehl-i Sünnet(!) âlim ve fâdıl çelebiler sizi!.. Siz susun bakalım… Şunlar saçmalamalarını, ‘epistemolojik’ ve ‘metodolojik’(!) esâsa dayandırarak ‘İslâm’ın tartışma kaldırmayacak kadar kesin olan hükmü ve Ümmetin Mütevâtir Ameli’ olduğu inkâr edilemez bir esâsı ‘sanal’/hayalî veya ‘vahşet’ olarak ilan edebilmektedirler?.. Siz ise efendiliğiniz(!) sebebiyle susuyorsunuz!… Siz, efendilik postuna bürünmüş mıymıntı, pısırık, ecvef ve kof zavallılar!… Susun bakalım!…
[Akademik Hurâfe]: Ne var ki, recm ve irtidadın İslam ceza hukukunun bir parçası olduğuna dair bu ‘sarsılmaz inanç‘, yaklaşık 14 asır boyunca kendisini sorgulamayı nedense aklına getirememiştir.
Cevâb: Bu kesinlik ifâdesiyle vasfedilen inanç hiç şübhe yoktur ki, İslâm müctehidlerine âid olup mes’elede bir icmâ’ın bulunduğunun i’tirâfından başka bir şey değildir. Üstelik ‘yaklaşık’ değil, -Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem devri de dâhil- on dört asır geçti bile… Ancak siz ve peşinden gittiğiniz İslâm düşmanı Oryantalistler ve diğer uşakları türediniz ve varsınız ya, yeter de artar bile; öyle değil mi?…
[Akademik Hurâfe]: Bu kesin inanç, kendinden o kadar emindir ki, daha önce gördüğümüz üzere recm ve irtidadın Kur’an ve Sünnet’le sabit birer suç olduğunu kesin bir dille ifade etmekte tereddüt etmemektedir. O kadar ki, bu suçların mahiyeti, türleri, şartları, cezaların tatbiki vb. konular üzerinde uzun uzun durulmakta, detaylar bile ihmal edilmemektedir.[4]
Cevâb: Doğru… Çünki onlar, Tâğûta değil de Allah’a ve O’nun mutlaka îmân ve itaat edilmesini kesin emrettiği Resûlü’ne îman eden kimselerdirler. Bu sebeble, sübût bulduktan sonra Sünnet ve İcmâ’ onları bağlar…
[Akademik Hurâfe]:Peki, 14 asır boyunca hemen hemen bütün İslam ulemasının, özellikle de fukahânın İslam’da varlığından en küçük bir şüphe dahi duymadıkları ‘recm ve irtidad’ cezalarının dayanakları nedir?
Cevâb: ‘Hemen hemen’ değil, istisnâsız tamamının… Bütün bir Ümmet’in âlimlerinin tamâmının elbette inkârı imkânsız bir nice dayanakları varsa da görmek içün göz gerek; körler neylesin?!.. Anlamak içün kalb gerek; ehl-i küfür tarafından yürekleri erâcif ile doldurulan zavallılar neyi nasıl anlasın?
[Akademik Hurâfe]: Hemen belirtelim ki, eski-yeni, konuyla ilgili eserlerin çoğu recm ve irtidad suçlarının ve bunlar için öngörülen cezaların dayanaklarının Kur’an ve Sünnet olduğunda müttefiktirler.
Cevâb: Konuyla ilgili eserlerin ‘yeni’ olanlarını bir tarafa bırakırsak ‘çoğu’ değil ‘tamâm’ı… Bunda sözbirliği içindedirler; lütfen kandırmaca ve saptırmaca yoluna girilmesin.
[Akademik Hurâfe]: Ancak bu konuda delil olarak gösterilen ayetlere -özellikle irtidadla ilgili olduğu öne sürülen ayetlere- bakıldığında bunların mürted için öngörülen ölüm cezasıyla uzaktan yakından ilgisi olmadıkları açıkça görülmektedir: Sizden her kim dininden döner de kafir olarak ölürse, işte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gidecektir; ve onlar ebedî olarak orada kalacak olan cehennem sakinleridir (2.Bakara, 217).Ey iman edenler! Sizden her kim dininden dönerse, Allah ileride öyle bir kavim getirir, onlar Allah’ı, Allah da onları sever, onlar müminlere karşı son derece mütevazi, kafirlere karşı ise izzetlidirler. Onlar Allah yolunda cihâd ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar (5. Mâ’ide, 54).Tekrar vurgulayalım ki, bu iki ayetin “mürteddin öldürülmesi gerektiği” iddiasıyla ilgisi yoktur. Bu husus son derece açık olmasına rağmen, mesela Abdulkâdir Udeh’in, “Şeriat’a göre mürted öldürülür. Bu konuda temel dayanak ‘Sizden her kim dininden döner de kafir olarak ölürse…’ (2. Bakara, 217) ayetiyle Rasululah’ın ‘Kim dinini değiştirirse onu öldürün‘ sözüdür” diyerek, konuyla hiç ilgisi olmayan ayetleri delil olarak gösterebilmesi, akıl alacak gibi değildir.
Cevâb: Bir kimsede akıl olsa bunu alır da, olmayınca ne yapsın?!… Sözü edilen âyetleri delîl getirenlerin hangi fakıh(ler) olduğu yeri gösterilerek söylenmeliydi. Getirenler gerçekte var idiyse şu cezaların isbâtında mı, bir başka husûsta mı getirdikleri açıklanmalıydı. Bu yapılmadı. Kendi çapında derlemeci bir beşerî hukukçu olan, İslâmî gayreti gelişen ve de İslâm fakıhi olamayacak çapta bir zât olan Merhûm Udeh’in burada misâl verilmesi doğru değildir.
[Akademik Hurâfe]: Hak-hukuk adalet konularında herkesten titiz olması gereken bir hukukçunun, ölüm cezası gibi son derece ciddi bir konuda nasıl bu kadar sorumsuz davranabildiğini kavramaktan âciz kaldığımızı itiraf edelim.
Cevâb: ‘Sorumsuzluk’ mefhûmu çocuk oyuncağı haline sokulunca, zinâyı hafifleterek himâye ve teşvik etmek, böylece de namussuzluğu korumak ve teşvik etmekle ma’lûm sıfatları kazananlara âid asıl ‘sorumsuzluk’ işte böyle ortada gürültüye getirilir.
[Akademik Hurâfe]: Buna rağmen, Udeh’in kendisinin, bu eserini “İslam ceza hukukuyla ilgili ve pozitif hukukla mukayeseli olarak yaptığım bu incelemede Allah bana Şeriat’ın güzelliklerini ve pozitif kanunlardan üstünlüğünü ortaya koymaya, insanlığın bilmediği ve ilim adamlarının ancak son zamanlarda keşfettiği insani ilkeleri ve bilimsel toplumsal teorileri önceden vazetmiş olduğunu gözler önüne sermeye muvaffak kıldı.”[5] şeklinde takdim etmiş olması karşısında ise şaşkınlığımız bir kat daha artmıştır.
Cevâb: Bizim de şaşkınlığımız ziyâde oldu… Yalnız farklı bir sebeble… Recmi kabûl etmesi ve ‘Şerîat’ın güzelliklerini ve (yanlış olarak) pozitif (denilen, ama harbiden negatif olan) kanunlardan üstünlüğünü’ ilan etmesine değil, ‘insanlığın bilmediği ve ilim adamlarının ancak son zamanlarda keşfettiği insani ilkeleri ve bilimsel toplumsal teorileri önceden vazetmiş olduğunu’ ifâdelerini kullanmasına… Şerîat, ‘ilim adamlarının ancak son zamanlarda keşfettiği insani ilkeleri ve bilimsel toplumsal teorileri önceden vazetmişti’ sözü yanlıştır. İnsanlık Şerîat’in vazettiklerini keşfetmek şöyle dursun ona henüz yanaşamamıştır ve ilel ebed yanaşamayacaktır bile… Sizin şaşkınlığınızın ise, İslâmın kanunlarının üstünlüğünün ifâde edilmesi olduğu anlaşılmaktadır ki, bu sizin îmân ve İslâm röntgeniniz veya MR’ınız…
[Akademik Hurâfe]: Udeh, bu tavrıyla yeni bir şey yapmış olmayıp, sadece konuyla ilgili klasik İslam fıkhındaki söylemi yeniden tekrarlamaktadır. Dolayısıyla, yaptığımız bu tespit ve değerlendirmenin 14 asırlık İslâm fıkıh geleneğinin tamamı için de aynen geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
Cevâb:
Bir: O’nun günahı(!) zaten buydu… Hakkı teperek ve tepeleyerek küfrî bir tavır sergilememiş olmasıydı… İllâ da yeni bir şey getirmek sevdâsı, Usûl-i Hadîsçilerin ifâdesiyle ‘iğrâb’[6] hastalığı, uydurma metin ve düşünce mikroplarının üretildiği et suyu…
İki: Görüldüğü gibi buraya kadar, mide gurultusu haysiyetinde bile olmayan laflardan başka -ilmî olmak şöyle dursun- orta halli bir aklî ve mantıkî hiçbir iddiâ ortaya konulmadı. Sadece laf ebeliği yapılmaya çalışıldı; ancak onda da başarılı olunamadı… O yüzden biz de dişe dokunur ilmî bir şey ortaya koyamadık; afv ola…
RECM CEZÂSI
[Akademik Hurâfe]: Recm cezasına gelince, bu konuyla ilgili olarak da Kur’an’da herhangi bir açıklama bulunmadığı, yani bu cezanın Kur’an’la uzaktan yakından ilgisi olmadığı herkesçe malumdur.
Cevâb: Recmin gözleri neredeyse kör denilecek kadar az görenlere göre ‘Kur’ân’la yakından ilgisi olmadığı’ hadi muhâl farz kabîlinden tenezzül edilip kabûllenilsin de, ‘uzaktan alâkalı olmadığı’ nasıl iddiâ edilebilir?!. Kur’ân, bir yanda kendinin en büyük ve baş müfessiri olan, diğer yandan da her bir şer’î husûsta (recmi de emreden ve tatbîk eden) bir Peygamber’e kayıdsız şartsız itâat etmeyi emredip dururken, Mü’minlerin âlimlerinin söz birliği ile Kur’ân’a muhâlif bir anlayış ve tavrın içinde bulunması mümkin olamayacak Sahâbe ve bütün bir Ümmet’in inanç ve ameli varken, Kur’ân’a böylesi bir süflî ve hayâsızca iftirâyı yapmak hangi Mü’minin haddine düşebilir?!… Elbette hiçbir aklı başında îmân sâhibi buna cesaret edemez…
[Akademik Hurâfe]: Zaten İslam fıkhında recm cezasının varlığını iddia eden pek çok İslam alimi de, bunun Kur’an’la herhangi bir ilgisinin bulunduğunu ileri sürmüş değildir.[7] Bilakis ne zinayı yasaklayan ayetler arasında ne de r-c-m kökünden gelen kelimelerin geçmiş olduğu ayetlerde, evli olan zanilerin recmedileceğini bildiren bir ayet mevcuttur. Kur’an’da evli veya bekâr ayırımı yapılmaksızın, zina edenlere sadece 100 celde vurulması emredilmektedir.[8]
Cevâb: Kur’ân ha ‘evlileri recmedin’ şeklinde dolaysız, ha ‘Resûl’ün dediğine bakın, evliler için ne dediyse öyle yapın, yüz celde âyetini yanlış anlamayın’ meâlindeki dolaylı olarak bir emir vermiş olsun; ne fark eder? Evet, İslâm âlimleri recmi Sünnet ile Sahâbe ve sonraki asırların âlimlerinin icmâ’ıyla isbât eder. Dipnotta verilen eski âlimler ile yeni âlim koltuğuna oturtulan âlim taslaklarını birbirine karıştırmamak lâzımdır.
[Akademik Hurâfe]: Ne recm ne de mürteddin öldürülmesi hükmünün Kur’an’la şu veya bu şekilde ilgisi bulunmadığı gün gibi aşikâr olduğuna göre,
Cevâb: Bu, Kur’ân’a yapılan düşük bir iftirâdan ibârettir. Kur’ân, Recm’i açıkça değilse de dolaylı olarak emretmektedir.
[Akademik Hurâfe]: Bu bahsi kapatıp, bir de bu iki konuyla ilgili ölüm cezasının asıl dayanaklarını oluşturan hadis rivayetlerine[9] bakalım. İslam’dan dönenin (mürteddin) cezasının ölüm olduğu iddiasının en güçlü (!) delili ‘Kim dinini değiştirirse onu öldürün’ rivayeti, onun ardından da ‘Müslümanın kanını dökmek ancak şu üç durumda caiz olur: Evlendikten sonra zina etmesi; cinayet işlemesi ve dinini terkedip cemaatten ayrılması’ mealindeki rivayettir.
Cevâb: Parantez arasındaki nidâ harfi/ünlem ile İslâm âlimlerinin tamamını alaya alabilecek kadar edebsiz ve terbiyesiz birine ne diyelim? Şu terbiyesizlikleri akademisyenlerin birçoğu yapmaktadır. Hattâ bu vasıf onların ehass-ı havâssındandır.
[Akademik Hurâfe]: Öncelikle şunu belirtelim ki, bu rivayetlere dayanarak bir insanın ölüm cezasına çarptırılabileceğini -bundan herhangi bir rahatsızlık duymadan- ileri süren İslam hukukçularının, söz konusu rivayetler konusunda kapsamlı ve titiz bir inceleme yapmış olmaları beklenirdi.
Cevâb: Bu en güzel bir şekilde yapılmıştır; ancak görmek için göz gerek.. Kör olana veya gözünü ısrârla kapatana çıplak kuşluk güneşi bile bir şey ifâde etmez… Şer’î bir hükmü bildirmekten ancak İslâm düşmanları veya müslümanlığından utanan şahsiyyet müflisleri rahatsızlık duyabilirler; İslâm âlimleri neden bundan herhangi bir rahatsızlık duymuş olsunlar?!…
[Akademik Hurâfe]:Ne yazık ki, ilgili literatür incelendiğinde, tam aksine, pek çok İslam hukukçusunun -mesela Abdulkâdir Udeh örneğinde olduğu gibi- bu rivâyetleri kaynak ve isnad zikretmeye bile gerek görmeksizin ve sanki Hz. Peygamber’e aidiyeti kesin imişçesine delil olarak kullandıkları veya sadece bir-iki hadis kaynağına işaret edip -ama yine bu kaynaklardaki rivayetleri incelemeksizin- nakletmekle yetindikleri görülmektedir.[10]
Cevâb: Merhûm Abdülkâdir Udeh bir fakıh değil, sadece bir Müslüman muharrir idi ve o bahsi kısaca almakla iktifâ etmeyi hedeflemişti. Üstelik O’nun zamanında, İslâmî ilimler ve ilim sâhibleri şimdiki gibi zayıflamamıştı. Oryantalizmin tohumları henüz çatlamaya durmuştu; şimdiki gibi meyvesini veren büyük ağaçlar hâlini almamışlardı. Muhtemelen o yüzden de teferruâta lüzûm görmemişlerdi…
[Akademik Hurâfe]: Hadis kaynaklarına gelince, bunların musannifleri de bu rivayetleri eserlerine alıp, en azından uydurma olduklarını da ifade etmedikleri için, bunları kabullenmiş olmaktadırlar. İster fakih, ister muhaddis, ister diğer İslam alimleri olsun, mürteddin ölüm cezasına çarptırılması gerektiği konusunda bu rivayetleri delil olarak ciddiye almakla, aslında son derece vahim bir hata işlemiş olmaktadırlar.
Cevâb:
Bir: Hadîs kaynaklarının musannifleri bu rivâyetleri eserlerine alıp, uydurma olduklarını delîlsiz ve mesnedsiz bir şekilde, ilmin esâslarını ayaklar altına alarak nasıl iddiâ edeceklerdi? Onlar Allah’dan korkmaz, kullardan da utanmaz kimseler değillerdi ki!..
İki: Burada irtidâd ile alâkalı rivâyetleri kabûl etmenin son derece vahim bir hatâ olduğu iddiâ ediliyor. Hem de Ümmetin âlimlerinin tamamı, öyle sıradan bir hatâ da değil, vahim bir hatâ etmekle suçlanıyor. Üstelik Ümmet’in mütevâtir bir ameli karşısında. Tabiî ki büyük kelimesinin bile ifâde etmekten âciz kalacağı cesâmetli bir iddiânın ‘epistemolojik’ ve ‘metodolojik’ bir dayanağı olmalıydı. Var tabiî; olmaz mı?(!) Aşağıyı okuyalım:
[Akademik Hurâfe]: Zira; bu rivayetlerin yer aldığı kaynaklar kronolojik bir sıra içerisinde incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:1. Konuyla ilgili çok sayıdaki rivayet, aslında birkaç hadisin çeşitli kaynaklarda çeşitli isnadlarla tekrarlanmasından ibarettir.2. Bu rivayetlerin hepsinin ortak özelliği Hz. Peygamber’i takip eden 2.-3. tabaka ravilerinin, açıkça bunları birbirlerinden işittiklerini gösteren bir ifade kullanmayıp, tam tersine an ve enne lafızlarıyla nakletmeleri, yani rivayetlerin muananve mu’en’endenen türden olmalarıdır.[11] Bu tür rivayetlerin ciddiye alınabilmesi için anveya ennelafzıyla rivayette bulunanların gerçekten birbirlerinden hadis işittiklerinin ortaya konması gerekir[12] ki, bu bilimsel olarak gösteril(ebil)miş değildir.3. “Kim dinini değiştirirse onu öldürün” rivayetinin, -bir-iki mürsel rivayet dışında- hemen hemen bütün tarikleri İbn Abbâs’a dayanmakta olup, bu da rivayetin ferd olduğunu göstermektedir.
Cevâb:
Bir: Birinci maddedeki ‘konuyla ilgili çok sayıdaki rivayet, aslında birkaç hadisin çeşitli kaynaklarda çeşitli isnadlarla tekrarlanmasından ibarettir’ şeklindeki iddiâ, bizzat metinler gösterilerek isbât edilmeliydi. Bu yapılmayıp okuyucu, ‘epistemolojik’ ve ‘metodolojik’ ve de ‘bilimsel’ bir şekilde yalan söylenerek kandırılmış. Oysa, mürted’in öldürülmesinde, İbnu Abbâs, Muâz, Abdullah İbnu Mes’ûd, Osmân İbnu Affân, Cerîr, Muâviye İbnu Hayde, Ebû Hureyre, Abdurrahmân İbnu Sevbân, Enes İbnu Mâlik radıyellâhu anhum gibi ondan fazla Sahâbî’den Merfû’ rivâyetler gelmiştir. Mürted olup Sahâbeye herhangi bir harb açmayan ve yerinde duranlara harb ilan eden Ebû Bekir radıyellâhu anhu, harbe katılan Sahâbe ordusu ile Ömer ve Alî radıyellâhu anhum’dan da Mevkûf rivâyetler vardır. Recm meselesinde ise altmışa yakın Sahâbî’den merfû’ ve mevkûf olarak rivâyetler gelmiştir. Bunların ulemânın kabûlü ile karşılanması ve üzerlerinde icmâ’ vakı’ olması göz önünde bulundurulursa, mürted ve husûsan recm ile alâkalı rivâyetlerin mütevâtirlik ve kesin bilgi hükmünde oldukları asla tartışma götürmez. Îmân ve ilim ölçüleri göz önünde bulundurulursa, böyle. Ancak, inkâr ve keyfîlik ölçüleri ile bakılacak olursa -değil bunlar- Kur’ân’ın açık âyetleri, hattâ yüz dört kitâbın tamamı dahî delîl olarak yetmez.
Üstelik sayılan şu kadar Sahâbîden gelen bir rivâyetin ‘ferd’ yâhud ‘ğarîb’ olduğunu iddiâ etmek esâslı bir ğarîblik ve câhilliğin değilse ilim hâinliğinin en açık bir delîlidir.
İki: Kabûl edelim ki, ‘dînini değiştireni öldürün’ nebevî hükmü hakkındaki haberler ‘an’ veya ‘enne’ ile gelen rivâyetler olsunlar. Râvîler müdellis olmadıkça bu cumhûra göre sıhhat’a zarar vermez. Râvîlerin buluşma imkânı sıhhat içün yeter. Bu rivâyette ise Buhâri de dâhil hiçbir kimseye göre zarar vermez. Çünki Buhârî ve bir takımlarına göre bu tür rivâyetlerde buluşmanın sâbit olması şartı ileri sürülüyor ise de, şu rivâyette bu buluşmak ona göre sâbittir ki, onu Sahîh’ine koydu. Buna göre şu rivâyette hiçbir âlime göre sahîhliğe mâni’ yoktur. Bu noktada bu imkânın olamayacağını veya sâbit olmadığını isbât ise size düşerdi.
Sağlam bulunan râvîler tarafından yapılan sözü edilen ‘muanan’ veya ‘müenen’ rivâyetlerin makbûl olmaması içün; (1) Râvîlerinin tedlîsçi[13] olduğunun bilinmesi, (2) Cumhûra göre,buluşmasının imkânının bilinmemesi (3) Yâhudimkânsızlığının bilinmesi, (4) Veya buluşmadıklarının bilinmesi, (5) Azınlığa göre ise, ravîlerinin görüştüklerinin bilinmemesi gerekir. Hâlbuki bunlardan hiçbirisi vârid değildir.
Üç: Hattâ, Buhârî ve diğerlerinin (meselâ ‘bu hadîs Buhârî’nin şartına göredir’ diyen Hâkim’in) yaptıkları ve dedikleri şu buluşmayı isbât etmektedir. Bunları inkâr edecek olan tarafından burada yapılması gereken râvîlerin müdellis olduğunu veya buluşmalarının târîhen sâbit olmadığını isbât olmalıydı. Ama nerede?!.. Yapılan boş laflarla ortaya konan moloz yığını…
Dört: Üstelik verilen kaynakla Süyûtî’ye de iftirâ edilmektedir. Zîrâ bu görüşe kaynak olarak (Tedrîbu’r-Râvî, I:215) verilmesinden ilk anlaşılacak olan bu görüşün tek, sağlam ve Süyûtî’ce mu’temed olan bir görüş olduğudur. Hâlbuki, tam tersine şu görüş küçük bir azınlığın görüşü olmanın yanında Süyûtî tarafından tercîh edilen bir görüş de değildir. Verilen yerde bu bahse ayrılan dört sayfayı okuyan,bu dediklerimizi açıkça görecektir. Hâsılı ortada bir ilim hâinliği ve aldatmaca da vardır.
Beş: Üçüncü maddede geçen ‘Kim dinini değiştirirse onu öldürün rivâyetinin, -bir-iki mürsel rivayet dışında- hemen hemen bütün tarikleri İbn Abbâs’a dayanmakta olup, bu da rivâyetin ferd olduğunu göstermektedir’ biçimindeki iddiâ dahi açık bir yalandır. Ciddiyet sâhibi olan bir ilim adamı şu iddiâsını isbât ederdi. Ama bu da yapılmadı. Nitekim yukarıda merfû’ rivâyetlerin Sahâbî râvîlerini zikrettik.
Altı: Şu mes’elelerde sahîh ve hüccet kabûl edilip delîl olarak getirilen bu rivâyetlerde taraftarlarınca bir müşkil yoktur. Problemlerin var olduğunu isbât ise iddiâ sâhibine düşerdi. Ama ne var ki, bu yapılmayıp iş dedikodu seviyesinin ötesine taşınamadı. Biz iddiâmızı basit bir târîh ve cerh-tâ’dîl nakli ile isbât edebilir isek de dediğimiz gibi bu daha önce kahramanımıza düşer. Ama nerde?…
[Akademik Hurâfe]: Bütün bunlar, konuyla ilgili hadislerin isnad açısından sıhhat şartlarını taşımadıklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Cevâb: Yukarıdaki ifâdelerimizden de anlaşılacağı gibi şu sözler hakîkat nokta-i nazarında boş gürültü… Öyle ya… Hem de ‘açıkça gözler önüne sermektedir’! Bu sözlerin açık ifâdesi şudur: Ümmet’in âlimlerinin tamâmı ya şu ‘açıkça gözler önünde olan’ hakîkati göremeyecek ve bilemeyecek kadar -hâşâ ve kellâ- kör, câhil ve öküz veya bile bile dîni tahrîf edebilecek kadar satılmış hâin kimselerdir. Vallâhi bunlar bühtân-ı azîmden başka bir şey değillerdir. Şu hâlde bu söylenenler ve anlatılmak istenenler ancak söyleyene dönecek olan hezeyanlardan ve ona âid hâs vasıflardan gayri değillerdir…
[Akademik Hurâfe]: Bilfarz bunların sahih oldukları kabul edilse bile, ‘âhâd oldukları için‘ Hz. Peygamber’in sözü oldukları ‘kesin olarak‘ ileri sürülemez; zira âhâd haberler kesin bilgi değil zann-ı gâlip ifade ederler.
Cevâb:
Bir: Bu husûs bir kerre tartışmalıdır. Sahîh âhâdları ‘kesin’ kabûl eden ulemâ vardır. Kimse sizin görüşünüzü kabûl etmeye mecbûr değildir.
İki: Meşhûr olduklarında tartışma yoktur.
Üç: Birçoklarına göre de şu rivâyetler mütevâtirdir.
Dört: Hanefîlerin Cumhûruna göre bu meşhûr da mütevâtirin bir nev’i/çeşidi olup kat’îdir.
Beş: Âhâd bile olsalar ve Cumhûra göre kendi başlarında diğer delîllerden kat-ı nazar edilerek zann bile bildirseler, ulemânın tamamının kabûlleriyle herkese göre kat’î olurlar. Nitekim, El-Bâcî(Ö: 494), Haber-i Vâhid’i Ümmet kabûl ettiyse (ve ona ehlinden i’tirâz gelmediyse) onun ilim bildireceği görüşündedir.[14] Bizim mes’elemiz de aynen böyledir.
Altı: Sahâbe ve sonraki asırlarda hâsıl olan icmâ’ delîliyle bütün İslâm âlimlerince kesinlik bildirirler.
Yedi: Hâsılı vesveseler boşuna… Şu yazdıklarımız ve dediklerimiz hakkında tereddüdünüz bulunuyorsa ve kitâblara bakma gücünüz de varsa, bakınız…
[Akademik Hurâfe]: Bu ise, söz konusu rivayetlerin Hz. Peygambere nispetinin kesin değil, tahminî olduğu anlamına gelir.
Cevâb: Yukarıdaki îzâhlarımızdan da anlaşılacağı gibi bu iddiâ da kesin ve katıksız bir yalan…
[Akademik Hurâfe]: Bu rivayetlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti konusundaki bu şüphe, hadlerin şüpheli durumlarda düşürülmesi ilkesi uyarınca, mürteddin ölüm cezasına çarptırılması önünde ciddi bir engel teşkil eder.
Cevâb: Önceden uydurulan bir bâtılın üzerinde sonradan kurulan ikinci bir bâtıl…
[Akademik Hurâfe]: Metin tenkidi açısından bakıldığında, bu rivayetlerin Kur’an’a da ters düştüğü görülmektedir. Zira “İman edip sonra kâfir olan, sonra tekrar iman edip yine kâfir olan, ardından da küfürlerinde ileri gidenlere gelince, Allah onları ne affeder ne de onları doğru yola iletir.” (4. Nisa’, 137) ayetinde, mükerreren vuku bulan bir irtidaddan bahsettiği hâlde, ne ilk irtidâddan ne de ikinci irtidaddan sonra “onları öldürün” şeklinde bir emir mevcut değildir. Şayet rivayetlerde iddia edildiği gibi mürteddin öldürülmesi gerekli olsaydı, ayette bahsedilen daha ilk irtidaddan sonra “onları öldürün” denmesi ve ikinci ve müteakip irtidadlara müsaade edilmemesi gerekirdi.
Cevâb:
Bir: Hemen hemen hiçbir İslâm âlimi dinden dönenin derhal öldürüleceğini söylememiştir. Aksine ulemânın neredeyse hepsi onlara yeniden dîne girme teklîf edileceğini açıkça söylerler. Kabûl etmediği takdîrde ona zaman tanınıp tanınmayacağı, tanınırsa, bunun hükmünün ne olduğu (müstehâb mı, vâcib mi olduğu) ve ne kadar zaman tanınacağı husûslarında ise farklı görüşler vardır. Dolayısıyla bir kimse dînden dönse, hukûkun önüne çıkmadan Müslüman olabilir, tekrâr dinden dönse, tekrâr Müslüman olma imkânı vardır. Hattâ dînden dönen kadı önünde bile îmân eder, sonra tekrâr dînden dönse, kadı önünde yine îmân edebilir ve böyle devâm eder. Âyette anlatılan işte budur. Yoksa âyette bu cinâyetin dünyevî cezâsı anlatılmamaktadır. Mes’ele bu değildir.
İki: Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, ya mes’elede aşırı bir anlayış kıtlığı veya câhillik ve kitâb okumamak veyâhud da korkunç bir hâinlik vardır. Hepsi kötü ise de son ihtimâl tabiî ki çok daha kötü…
Üç: Bu saçmalıklara rağmen yine de şükür ki, nihâyet bir ‘ilmî’ istidlâl ile karşılaştık(!) Bir delîl getirildi(!) Buradan şu bilim adamlarının neden açık konuşmayıp, muğlâk ifâdeler kullandıkları ve ne sebeble hep kaçak güreştikleri çok iyi anlaşılmaktadır; çünki o kadarını onlar da görebilmektedirler ki, derhal yakayı ele vermektedirler.
Dört: Hâsılı, şu ‘metin tenkidi’nden(!) de açıkça ortaya çıkmaktadır ki, bunların ‘metin tenkidi’ dedikleri sizin de gördüğünüz saçma tahrîflerdir.
[Akademik Hurâfe]: Öte yandan, Kur’an pek çok ayette irtidad olgusunu ele aldığı hâlde,[15]-şayet bu suça maddi bir müeyyide/ceza öngörülmüş olsaydı- bu dünyevi/maddi ceza konusunda hiçbir açıklamada bulunmaması makul değildir. (Lâ yecüzu te’hiru’I-beyân fî vakti’l-hâcet) Açıklamanın, Kur’an’ın kendisi dururken Hz. Peygamber aracılığıyla yapılmış olabileceğini ileri sürmek de ikna edici görünmemektedir.
Cevâb:
Bir: Hangi akla göre?… Mü’min aklına göre mi, inkârcı aklına göre mi? Bu mantıkla düşünülecek olursa, Kur’ân’ın beyâna muhtâc olan her yerinin mutlaka yine Kur’ân’la açıklanmış olması ve Sünnet’e beyân salâhiyeti bırakılmaması gerekirdi. Oysa Allah celle celâlühû müteaddid âyetlerde Resûlü’nü ‘Kur’ân’ı beyân edici’ olarak gönderdiğini açık bir şekilde ifâde etmektedir. Şu ifâdelerin sâhiblerine namazla, oruçla, hac ile ve zekâtla alâkalı mücmel âyetlerde hemen yapılan hangi beyânların bulunduğunu sorsak, bilmem ki ne derler? Delilenmemek elde değil… İlim seviyesi bu denli ayağa düşmüş; doğrusu bu kadarı da olamaz!…
Hâsılı, yapılan i’tirâz, aslında Allah celle celâlühû’ya ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’edir…
İki: Bu usûl kâidesi bir kere her bir âlim tarafından kabûl edilen ittifâkî bir kâide değildir. Kimi usûlcüler -ki hanefîler bu görüştedirler- hâcet anında beyân-ı takrîr ve beyân-ı tefsîri geciktirmenin câiz olacağını ve bunda imtihan gibi bir takım hikmetlerin bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunun içün ‘artık onu sana okuduğumuz zaman, onun okunuşuna tabi ol. Sonra şübhen olmasın ki onun beyânı bize âiddir’[16] âyeti celîlesinin de delîl olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki, âyette geçen sümme/sonra kelimesi bu geciktirmenin câiz olduğunu göstermektedir. Buna göre kişi gelen teklîfi kabûl edip ona îmân eder ve nasıl yerine getirileceğini bekler.[17]
Üç: Evet, bütün bunlara rağmen kabûl edelim, bu ‘ihtiyâc ânında yapılması gereken beyân geciktirilmez’ şeklindeki kâide belli şartlarla ve belli yerlerde doğrudur. Lâkin bu beyân bahane edilerek Kur’ân’ı beyân içün gönderilen Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in beyânına i’tirâz edilmektedir ki, bu açık ve büyük bir bâtıldır. Oysa ortada en muazzamlarından bir beyân var; ama kabûl edilmeme husûsunda direnilmekte ve inâd edilmektedir.
Dört: Allah celle celâlühû dilediğini yapar ve kimseye sormaz. Dilerse, bizzat kendisi açıklar; dilerse Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’e açıklattırır. Bir âmirin halka bir şeyi emretmeyi veya emrettiğini açıklama işini kendi yaptığı gibi bazan memuruna dahi yaptırması hasta olmayan hangi akla ters düşer? Sübhânellâh klinik bir vak’a ile karşı karşıyayız.
[Akademik Hurâfe]: Sonuç itibarıyla, mürteddin öldürülmesi gerektiğine dair rivayetlerin, gerek isnad gerek metin açısından ciddi problemleri bünyelerinde barındırması…
Cevâb: Meselâ hangileri isnâd ve metin açısından hangi problemleri bulundurmaktadır? Bu iddiâ da isbât istemez miydi? Yukarıdaki saçmalama nev’inden şeyler mi?… Laf var isbât yok. İsbât diye getirilenler ise mücerred laflar ve vesveselerden ibâret…
[Akademik Hurâfe]:Problemsiz oldukları var sayılsa bile, bilgi değeri bakımından kesinlik değil, ihtimal ve zann-ı galip ifade etmesi sebebiyle, ölüm cezası gibi son derece ciddi bir konuda delil olamayacağı rahatlıkla ifade edilebilir.[18]
Cevâb: Bu sizin, mesnedi olmayan bâtıl bir iddiânız… Hâlbuki âlimlerin çoğuna göre, kendi başına tevâtür bildiren irtidâd hadîsleri, âlimlerin tamâmınca kabûl edilmeleri ve ayrıca icmâ’ ile de pekişmekle sözbirliğiyle kesin olarak mütevâtir hükmünde olurlar.
[Akademik Hurâfe]: Recm ile ilgili rivayetlere gelince, bunların da;a. Kur’ân dışında bir recm ayeti bulunduğuna dair rivâyetler,b. Hz. Peygamber’in iki Yehûdî’yi recmettirmesiyle ilgili rivâyetler,c. Mâ’iz b. Mâlik’in recmedilmesi ile ilgili rivâyetler,d. Ğamidiyeli veya Cuheyneli kadının recmedilmesiyle ilgili rivâyetler,e. Asîf (amele) olan birinin recmedilmesiyle ilgili rivâyetler,f. Diğer birkaç recm hadisesiyle ilgili rivâyetler,g. Müslümanın kanının (akıtılmasının) ancak -biri recm olmak üzere- üç durumda helal olacağına dair rivayetler, şeklinde tasnîf edilmesi mümkündür.Bu rivayetler isnad açısından incelendiğinde, büyük bir kısmının ferd-ğarîb muanan ve mu’en’enolduğu, pek çoğunun isnadının zayıf, yine birçoğunun da çeşitli illetlerle malul olduğu görülür.
Cevâb: Bu rivâyetlerin -meselâ- hangileri, hangi illetlerle ma’lûldur? Bu ‘büyük kısmı’ denilen rivâyetler hangileridir?. Bunlar nasıl ferd oluyorlarmış? Bulanık suda ve sisli havada avlanma taktikleri… Aslında bunların böyle olmadığı kolayca gösterilir de, bu kadar lâubâlîce yazılan bir yazı böyle bir gayreti hak etmez.
[Akademik Hurâfe]: Bunlardan bir kısmının mevkuf, maktu ve mürsel rivayetlerden oluştuğunu da burada belirtmek yerinde olur.
Cevâb: Öyle olsa ne olur? Hiçbir şey olmaz. Bunlar sahîh veya hasen isnâdlı olup sâbit olduktan sonra merfû’ hükmündedirler. Merfû’ hükmünde olmasalardı bile, diğerlerine zarar gelmezdi; sahîh yolla veya yollarla gelen bir metnin başka bir takım zayıf, hattâ uydurma isnâdlarla da gelmiş olması sıhhâti gölgelemez. Aksine zayıf rivâyetlerin onu takviye ettiği de olur.
[Akademik Hurâfe]:Elbette içerisinde çok miktarda sahih-hasen türden rivayetler de mevcuttur.[19] Ancak, bütün bu değerlendirmeler isnad açısından olup, raviler hakkındaki cerh-ta’dil bilgilerindeki ihtilaflardan dolayı, bunların kesinliğinden de söz etmek mümkün değildir.
Cevâb: Bunlar, meselâ nelerdir, hangi hadîslerdeki, hangi râvîlerin hakkında, hangi muhtelif cerh ve ta’dil bilgileri gelmiştir. Desteksiz sözler… Hem de haklarında konuşulması her hâl ü kârda mu’teber sayılıp, kesinliğe mânî’ mi kabûl edilecek? Elbetteki hayır. Yoksa, Allah’ın ve Resûlü’nün aleyhine yapılan konuşmalar da mı hesâba katılacak? Üstelik böyle bir mantık sünnette hiçbir zaman güvenilecek bir rivâyetin bulunmaması netîcesini doğuracaktır ki, bu ancak İslâm düşmanlarının yapabileceği bir hâinliktir.
[Akademik Hurâfe]: Diğer yandan, yukarıdaki tasnifte yer alan her bir grup hadis rivayetinin kendi içlerinde çeşitli çelişkiler, tutarsızlıklar, eksiklik-fazlalıklar ve kapalı noktalar içerdiğini de bilmek gerekir.
Cevâb: Bunlar -meselâ- nelerdir? Aman ne müthiş bir ilmî makale(!)… Şu sözlerde anlaşıldığına göre çelişki veya ıztırâb’ın da ne olduğu bilinmemekte veya kasden çarpıtılmaktadır…
[Akademik Hurâfe]:Sadece isnad açısından incelendiğinde dahi pek çok problemi bünyesinde barındırdığı görülen ‘recm’le ilgili rivayetlerin tamamının ‘sahih’ olduğunu varsaysak bile, sonuç itibarıyla bunların ancak ‘âhâd‘ kategorisinde değerlendirilmesi mümkün olabilir.
Cevâb: Kime göre ve neden? Bu kaçamak ifâdedeki mümkün olabilir sözünün delîli ve mesnedi nedir? Bu da gösterilmemiş. Beş paralık ilmî değeri olmayan kof laflar, seviyesiz vesveseler…
[Akademik Hurâfe]:Gerçi, bazı İslam uleması ve günümüzde bazı ilim adamları, sağlam-çürük, bulabildiği bütün rivayetlerin ve bunların sahabi ravilerinin sayısal olarak çokluğuna bakarak, ‘recm‘ rivayetlerinin meşhur veya mütevatir olduğunu iddia etmekten de geri kalmamışlardır. Ancak, bir başka çalışmamızda ele aldığımız üzere, isnadlarının ve isnadlarındaki ravilerinin tek tek incelenmesi ve cerh-ta’dile tâbi tutulması mümkün olan rivayetlerin, sayısı ne kadar çok olursa olsun, mütevatir olması mümkün değildir.[20]Zaten klasik dönem muhaddislerinin ‘recm‘le ilgili hadisleri tek tek “sahih-hasen-zayıf-garib, maktu,’ mursel, mu’an’an” vs. şeklinde nitelendirmiş olmaları da, bunların mütevatir değil, âhâd olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü mütevatir olan bir şeyin sahih, hasen, zayıf vs. olması söz konusu olamaz; daha doğrusu, mütevatirin isnadı olmaz ve ravileri de belli değildir, bu sebeple de mütevatir, hadis ilminin inceleme alanı dışında kalır.
Cevâb: Şeyhin kerâmeti kendinden menkûl, derler ya, işte o hesâb. Anlaşılmayan bir mes’elede temellendirilen bir yanlışa dayandırılan başka bir bâtıl… Âlimlerin âlimce sarf ettikleri sözlerin avamca karıştırılması.. Mütevâtirin isnâdı olmaz imiş… Kapkara bir cehâlet… Böyle bir isnâdsız tek bir misâl verilsin, denilse asla getiremeyecektir. Rivâyet edenlerin tevâtür haddine varacak çoklukta oluşu elbette isnâdları getirilerek görülebilecek ve gösterilebilecektir. Yoksa mütevâtir namına elde anonim halk hikâyelerinden başka bir şey kalmayacaktır. Doğrusu, ibtidâda bunlar ortaya konulur, ama tevâtür sübût bulduktan sonra artık münferid senedlerin râvîlerinin hâlinden ayrı ayrı sorulmaz. Kişi sahası olduğunu zannederek sahası dışına çıkarsa olacağı işte budur. Bu husûsu sayın bay Kırbaşoğlu’nun ‘Îsâ aleyhisselâm’ın Nüzûlü ile alâkalı yazdığı ilim ayıbı ve yüz karası bir makâleye karşı Ğurabâ’da neşretttiğimiz bir makâlemizde genişçe ele almıştık; oraya bakılabilir.
Şu klasik dönem demekle ne kasdedilmişdir?.. Orası da belli değil!..
[Akademik Hurâfe]: Recm hadisleri metin tenkidi açısından ele alındığında ise, durum daha da problemli bir hâl almaktadır. Özellikle Kur’ân dışında bir recm ayeti bulunduğuna dair rivayetler ilk asırlardan beri ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Her şeyden önce, hükmünün geçerli olduğu iddia edilen bir ayetin metninin niçin mensuh olduğu ve niçin Kur’an’a yazılmadığı sorularına bugüne kadar tatminkâr bir cevap verilememiş olması, bu eleştirilerin haklılık payını arttıran önemli bir husustur. Ayrıca, böyle bir ayetin varlığından bahsettiği rivayet edilenHz.Ömer’in Kur’an’ın bir mushaf haline getirilmesini ilk olarak teklif eden kimse olduğunu ve sırf birileri ileri-geri laf edecek diye bir Kur’an ayetini Kur’an’a yazmaktan çekinecek biri olmadığını da burada hatırlamakta yarar vardır.
Cevâb:
Bir: Kim tarafından ‘özellikle Kur’ân dışında bir recm ayeti bulunduğuna dair rivayetler ilk asırlardan beri ciddi eleştirilere maruz kalmıştır.’? Kurusıkı atış…
İki: Doğrusu şöyle: ‘Her şeyden önce, hükmünün geçerli olduğu bidirilen bir âyetin metninin niçin mensûh olduğu ve niçin Kur’an’a yazılmadığı sorularına bugüne kadar tatminkâr birçok cevap verilmiş olması, İslâmî bir uygulamaya yapılan eleştirilerin hiçbir haklılık payının olmadığını açıkça gösteren önemli bir husustur.’
Üç: Bu âyetin Kur’ân âyeti olduğunu açık olarak söyleyeni bilmiyoruz. ‘Allah’ın kitâbından bir âyet’ demek illâ Kur’ân âyeti demek olmayabileceği, belki Tevrât’tan bir âyet olabileceği dahi söylenmektedir.
Dört: Bunun Kur’ândan bir âyet olup hükmünün bırakılarak lafzının nesh edilmesinin câiz olması Allah celle celâlühû’nun bileceği bir iştir; kimsenin O’nun irâdesine sınırlama getiremeyeceği âlim-câhil hiçbir îmân sâhibinin i’tirâz edemeyeceği bir husûstur. Bunun hikmetlerinden biri de -meselâ- bazı marazlı aklını putlaştıranları imtihân edip, Allah celle celâlühû’nun irâdesine pranga vurmaya kalkıp-kalkmayacaklarını onlara ve selîm akıl sâhiblerine göstermek neden olmasın?
Beş: Hz. Ömer radıyellâhu anhu efendimiz’in onu bir tefsîr olarak Kur’ânın bir yanına yazmasının -işi anlayamayanlarca Kur’ân’ın el-ân lafzından olması zannedilmesine sebeb olmadığı veya bunun gerçek bir ilâve olduğu zannedilmediği takdîrde- ne zararı olabilir? Onun bu korkusu, meselenin yanlış anlaşılması endîşesin den başka bir şey değildi. Nitekim, günümüzdeki çok bilmişlerin mes’eleyi anlayamaması veya anlamak istememesi O’nun kerâmetlerinden veya firâsetlerinden biridir, denilse yeridir.
[Akademik Hurâfe]:Diğer yandan, recm ileilgili rivayetler, ravilerin zaptı konusunda ciddi kuşkulara yol açacak kadar birbirleriyle çelişkili bir durumdadır. O kadar ki, raviler genellikle aynı olayı, birbirleriyle uzlaştıramayacak kadar farklı şekillerde anlatabilmektedir.[21]
Cevâb: Meselâ neymiş bunlar?.. Boş gürültüler…
[Akademik Hurâfe]: Hepsinden önemlisi, zina suçunu detaylı bir şekilde ele alan Kur’an-ı Kerim’in, genç-yaşlı, evli-bekar bütün ihtimalleri kuşatacak bir şekilde ez-zâniyetü ve’z-zânî… (zina eden kadın ve zina eden erkek…) (24. Nur, 2) ifâdesini kullanmış olması, verilecek cezayla ilgili kapalı herhangi bir nokta bulunmaması; üstelik cariyelere verilecek cezanın hür kadınlara verilecek cezânın yarısı olduğunu açıkça ifade etmesi; -ölüm cezasının yarısından ise bahsedilemeyeceğinden- zina edene ölüm cezası öngören rivayetlerin kabulünü imkansız bir hale getirmekledir.
Cevâb:
Bir: Ne kadar detaylı? Meselâ, ‘genç, yaşlı, evli–bekâr, (kız) çocuk, deli, bir şekilde kendi hanımı zannederek yanlışlıkla başkasıyla zinâ eden, bu işi başkasının Şer’an geçerli sayılabilecek zorlaması ile yapan, kâfir memleketinde yeni Müslüman olup da bu fiilin harâm olduğunu bilmeyip de onu yapan?…’ Bütün bunları da mı içine alıyor? Değilse, neden? Bütün bunları dâirenin dışında bırakıyorsanız bu detay sınırlandırmasını nasıl yaptınız? Şu ‘her bakımdan detaylı’ olan âyet bunları neden içine almaz? Ayıp diye bir şey var; ama doğru, adamlara ve insanlara…
İki: Mü’min olduğunu iddiâ edene, ‘bu mes’eleyi şu âyeti getirenden daha mı iyi anladın’, demezler mi? İşi neden tersine çevirirsiniz?
Üç: Kölenin cezâsına gelince… Mü’minlerin bu husûstaki sözleri hiç mi okunmadı? Okunduysa neden çürütülmedi? Okunsaydı görülecekti ki, (köleler ve) câriyeler (muhsan ve) muhsane olamadıklarından veya ölüm bölünemeyeceğinden ancak yüz celde’nin yarısı ile cezâlandırılırlar. Nikâh kalesiyle iyice koruma altına alınmayan bir köle veya câriyenin sadece kölelik ile muhsane olabileceğini kesin nasıl iddiâ edebilirsiniz? Bu husûstaki inandırıcı delîliniz nedir? Bunda en azından bir şübhe de mi yoktur? Böyle bir ağırlıklı şübheyi savabilecek yeterli bir delîl bulamadıkça muhâtablara ‘üstelik cariyelere verilecek cezanın hür kadınlara verilecek cezânın yarısı olduğunu açıkça ifade etmesi; –ölüm cezasının yarısından ise bahsedilemeyeceğinden’ şeklinde bir i’tirâz getirilemez.
Dört: Câriyelerin cezâsının her hâl ü karda muhsanelerin cezâsının yarısı olacağı bildirilen âyette erkek kölelerden hiç söz edilmemektedir; ne olacak şimdi?.. Şunların ‘detaylı âyet’i ile buna nasıl bir açıklık getirilecek?!.. Elbette ki getirilemeyecek; samîmî Mü’minler içün bu noktada Sünnet’e başvurmaktan başka çâre yok…
[Akademik Hurâfe]:Konuyla ilgili olarak özellikle İslam hukukçularına yöneltilebilecek bir eleştiri de şudur; Bilindiği gibi, fıkıh ve usuli fıkh uleması. Hz. Peygamberin hüküm ve uygulamalarını genelde, a) Peygamber sıfatıyla, b) devlet başkanı sıfatıyla, c) normal bir insan ve toplumun bir bireyi sıfatıyla olmak üzere, farklı açılardan değerlendirmişlerdir. Dikkati çeken husus, böyle bir tasnifin irtidad ve recm rivayetleri için geçerli olup olmadığını tartışmaksızın, bu uygulama ve hükümlerin siyasi değil dini nitelikte ve genel geçer olduklarını ileri sürmenin ne kadar isabetli olduğu hususunun göz ardı edilmiş olmasıdır. Bu ise, İslam hukukçularının verdikleri hükümlerin dayanakları konusunda -en azından irtidad ve recm konusunda- yeterince mes’eleyi inceleyip tartışmadıkları sonucunu doğurmaktadır.[22]
Cevâb:
Bir: Evvelâ böyle bir tasnîf, akıl, anlayış veya hidâyet kıtlığı sebebiyle yanlış olarak anlaşılmış. Dolayısıyla fıkıhçılar böyle bir ‘eleştiri’ sâhibinin aklına ve anlayışına ancak bir yanda acı acı gülerlerken öte yandan ağlarlar.
İki: Makâle sahibinin ‘Siyâsî değil, dînî’ ifâdesinden, lâik anlayış bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır ki, asıl problem işte bu noktada yatmaktadır. Oysa bir Mü’mine göre Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in siyâsî yanı, yine dîn çerçevesindedir. O bakımdan bu cezâları şu veya bu yanıyla tatbîk etmesini araştırmak mes’eleyi değiştirmeyecektir.
Üç: Abdurrezzâk’ın el-Musannef’inden verilen bir kaynakta, İbrâhîm en-Nehâî’ye dayandırılan ve Süfyân es-Sevrî’nin de kabûllendiği nakledilen rivâyet ya anlaşılamamış veya kasden tahrîf edilmiştir. Orada söylenen, her dinden dönüşte onun tevbeye çağrılacağı, tevbeye çağrılmadıkça öldürülmeyeceğidir; yoksa sürekli tevbe istenip hiçbir şekilde öldürülmeyeceği değil… Üstelik, getirilen bu rivâyetin burada ‘muanan’ olmasına, aynı rivâyetin Beyhakî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ’sındaki isnâdında bir râvînin mechûl olmasına, metninde yer alan ‘dinden döndüğü her zaman’ ilâvesine[23] hiç bakılmaması cidden ibret verici olup çağdaş ‘epistemolojık’, ‘metodolojık’ ve dahî ‘bilimsel’ birsahtekârlık olsa gerektir. Hâlbuki Beyhakî’nin şu rivâyetine el-Musannef’den verilen kaynağın dipnotunda işâret edilmektedir. Kaldı ki, birazcık ilim ciddiyeti gösterilip en-Nehâî’nin bu husûstaki görüşleri araştırılsaydı böylesi bir saçmalık işlenmezdi. İmam Ebû Hanîfe, arkadaşları ve birçok müctehid, Abdullah İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’ya dayandırarak, kadını mürteddin öldürülmesinden hâric tutarken, en-Nehâî dinden dönen kadının bile öldürüleceğini söylüyor.[24]
Dört: Bu ifâdelerin doğrusu ufak bir değişiklik ile şöyledir: ‘Bütün bunlar İslam hukukçularının verdikleri hükümlerin dayanakları konusunda -bu arada da irtidad ve recm konusunda- mes’eleyi fazlasıyla çok iyi inceleyip tartıştıkları, ancak çağdaş Müslümân reformist bilim adamalarının(!) buna gözlerini kapatmakta ısrâr ettikleri sonucunu doğurmaktadır.’
[Akademik Hurâfe]: Özetle, konuyla ilgili rivayetlerin, Hz. Peygamber’e kesin olarak aidiyeti ileri sürülebilecek bir durumda olmadıkları, bilakis bunların ona (s.a.v) aidiyetinin oldukça şüpheli olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
Cevâb: Aslâ… Bunlar, -kısa cevâblarda da görüleceği gibi- ufak bir silkelemeyle elde kalacak vehim ve vesveselere dayanan süzme yalanlar… ‘Şübheli’(!), hem de sadece ‘şübheli’ değil, ‘oldukça şübheli’(!)… Hayâ îmândandır; âmennâ…
[Akademik Hurâfe]:Gerek irtidad gerek recm konusundaki rivayetlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti konusundaki bütün bu engeller, bu iki konudaki hadis rivayetlerinin kesin delil, yani ‘hüccet‘ olarak kullanılmasına engel teşkil edecek niteliktedir. Bir başka ifadeyle, bu iki konudaki rivayetlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda ciddi şüphelerin bulunması, bu rivayetlere dayanan ölüm cezâlarının da şüpheli bir konuma düşmesi sonucunu doğuracaktır.[25] Bu durumda İslam’da zina ve irtidad suçlarını işleyenlerin ölüm cezâsına çarptırılması gerektiği yönündeki geleneksel kabulün yeniden gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi cihetine gidilmesi son dereceisabetli olacaktır.
Cevâb:
Bir: ‘Gerek irtidad gerek recm konusundaki rivayetlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti konusundaki bütün bu engellerin bulunduğu’ iddiâsı, ilmî hiçbir temeli bulunmayan kuyruklu bir yalandır. Bu iki konudaki hadîs rivayetleri kesin delîl, yani ‘hüccet‘ olarak kullanılmasına engel teşkil edecek vasıfta hiçbir sebeb mevcûd değildir.
İki: Küçük bir değiştirmeyle: ‘Bir başka ifâdeyle, bu iki konudaki rivâyetlerin Hz. Peygamber’e âidiyeti konusunda ciddi hiçbir şübhenin bulunmaması, bu rivâyetlere dayanan ölüm cezâlarının da kesin bir konuma çıkmasını te’yîd etme sonucunu doğuracaktır.’
Üç: Yine küçük bir değiştirmeyle: ‘Bu durumda İslâm’da zinâ ve irtidâd suçlarını işleyenlerin ölüm cezâsına çarptırılması gerektiği yönündeki kat’î İslâmî kabûle i’tirâz eden kandırılmışların hâllerini yeniden gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi cihetine gidilmesi son derece isâbetli olacaktır.’
[Akademik Hurâfe]: Bu, aynı zamanda mağdurun korunması, suçu verilecek cezanın kesin delillere dayanması, şüpheli delillere dayalı bir ceza uygulama riskinden kaçınılması açısından da yerinde olacaktır.
Cevâb:
Bir: Basit bir farklılıkla: ‘Bu, aynı zamanda ırzına geçilen mağdurun veya ifsâd edilen toplumun korunması, suçu verilecek cezânın kesin delîllere dayanması yanında kat’î delîllere dayalı bir cezâyı uygulamama, namussuzluğa prim vermek ve namussuzları himâye etmek riskinden kaçınılması açısından da yerinde olacaktır.’
İki: Hem, mağdûr denilen de kim? Zinâ eden nâmussuz mu? Zinâ suçuyla, tecâvüze uğrayan veya her ne şekilde olursa olsun temeline dinamit konulan toplum mu? Çünki, her zinâ eden karşılıklı rızâ ile etmez; bu bazen tecâvüz şekliyle de olur. Gerçek mağdur, zinâkâr alçaklar mı, yoksa tecâvüz edilenler veya toplum mu? Ben şu namussuzlardan yana takınılan tavırdan inanın bir hayli uyuz oluyorum; bunun altında bir şeyler olabileceğini düşünüyorum. Ancak bu benimkisi harbî bir zann(-ı ğâlib)dir ve şu husûsta hakîkaten delîl olmaz.
[Akademik Hurâfe]:Mürtedle ilgili temkinli tutumunu az önce gördüğümüz İbrahim en-Nehaî’nin; “Denilirdi ki, elinizden geldiğince Müslümanlardan cezaları kaldırmaya çalışın. Müslümanın lehine bir çıkış yolu bulursanız onun cezasını kaldırın. Zira Müslümanların yöneticilerinden bir yöneticinin affederek hata etmesi, ceza uygulayarak hata işlemesinden daha iyidir”[26] sözü, sanırız bugün bizlerin recm ve irtidad konusunda takınmamız gereken tavrı çok veciz bir şekilde özetlemektedir.
Cevâb:
Bir: İbrahim en-Nehâî’nin yukarıdaki sözü doğrudur ve bu iki mes’eleyle hiçbir alâkası yoktur.
İki: İbrahim en-Nehâî’nin bu sözüne, bizzat kendisinin aklının ucundan geçmeyen bir ma’nânın yakıştırılması Yehûdî ve Hıristiyanların kitâblarını tahrîf geleneğinin bir uzantısı olduğu îzâh ve beyâna bile muhtâc değildir.
[Akademik Hurâfe]:Bütün bu mülahazaların, İslam hukukunda asırlarca sürdürülmüş olan bir yanlışın düzeltilmesinden öte bir başka anlamı daha vardır ki, o da, zaman zaman İslam’a yönelik eleştirilere yol açan birtakım hususların, aslında bizatihi bizler tarafından kesinlikten uzak bilgilere dayanılarak ‘sanal‘ olarak yaratıldığı, bunun ise İslam gerçeğini bizzat kendi ellerimizle saptırmak ve İslam imajını çarpıtmak gibi son derece tehlikeli bir girişim olduğudur.
Cevâb:
Bir: Bu ifâdelerin de doğrusu şöyledir: ‘İslâm Ümmeti ve âlimlerinin tamamının kabûlüne aykırı olan bütün bu mülâhazaların, İslâm hukukunda asırlarca sürdürülmüş olan bir hakîkatin tahrîf edilmesinden öte bir başka anlamı daha vardır ki, o da, zaman zaman İslâm’a yönelik eleştirilere yol açan birtakım İslâm düşmanlığı karşısında kapıldığınız aşşağılık kompleksi ve iğrâb düşüncesi aslında bizatihi sizler tarafından kesinlikten uzak bilgilere dayanılarak sanal olarak hesâba katılmıştır ve bu cümleden olarak onların örsüne vurulmaya başlanmıştır.’
İki: Evet, gerçekten -i’tirâf da ettiğiniz gibi- siz ‘İslam gerçeğini bizzat kendi ellerinizle saptırmak ve İslam imajını çarpıtmak gibi son derece tehlikeli bir girişim’ içerisindesiniz.
[Akademik Hurâfe]: Artık Müslümanlar ve özellikle de İslam uleması, muhatap oldukları eleştirilere savunma içgüdüsüyle her ne pahasına olursa olsun cevap vermeye girişmeden önce,[27] İslam olarak savunduklarının ne ölçüde gerçekten İslam olduklarını da kendilerine sorma cesaretini göstermelidirler. Kanaatimce, bu, her şeyden önce onların kendilerine duydukları saygının ve özgüvenin gereği olsa gerektir.
Cevâb:
Bir: Doğru ya, ‘İslâm düşmanlarının bize öğrettiği İslâm’ı esâs alarak ‘Selefimizden bize intikâl eden bildiğimiz ve inandığımız İslâm’ın ne derece ‘İslâm’ olduğunu sorgulamazsak ne bilimsel, ne de akademik hattâ ilmî bir tavır sergilemiş sayılamayız(!)…
İki: Hurâfecinin sözlerinin doğrusu, küçük bir değiştirme ile şöyledir:
Artık Müslüman olduklarını sanan ama İslâm ile alâkası kalmayanlar ve özellikle de İslâm hakkında ileri geri konuşmakta olan bir takım akademisyenler, muhâtab oldukları haklı tenkîdlere savunma içgüdüsüyle her ne pahasına olursa olsun cevâb vermeye girişmeden önce, İslâm olarak savunduklarının ne ölçüde gerçekten İslâm olduklarını da kendilerine sormak cesaretini göstermelidirler.
Netîce:
Açık seçik ortaya çıkmıştır ki, İslâmiyyetin doğduğu günden bu güne kadar avâmıyla-âlimiyle bütün bir Ümmet’in inandığı, savunduğu ve yaşadığı İslâm’dan utanan, ‘şahsiyet müflisi’ve ‘kafa konforunun bozulmasından korkan ve yarasa meşreb’ hâle getirilen bir nesil ile karşı karşıyayız. Bunlar bir yanda îmân esaslarının bile tamâmını tartışma mevzûu yapabilirlerken, öte yanda ancak üç şeyi tartışma mevzûu yapamamaktadırlar: Birincisi, şu fikirleri kendilerine empoze eden müsteşrikleri ve maşalarının düşüncelerini, ikincisi, tartışılmayacak şeyleri tartışmayı, üçüncüsü de İslâm’a düşman olmuş, harb i’lân etmiş ve müslümânlara kan kusturmuş zâlimleri ve ilkelerini… Onları husûsan bu üç noktada çok mûnis bulursunuz… Onlar ilim noktasındaki olanca yayalıklarına ve -bilmediklerini bile bilmemekle- câhil avamdan dahi çok aşağı mertebelerde bulunmalarına rağmen kendilerini Himaleyaların zirvelerinde zannederler… Bir Arab şâirinin dediği gibi, çok yüksek bir dağın eteklerinden dağın tepesine bakarak, oradaki koca yaban öküzünü bir kuş gibi görürler ve bunu öküzün gerçekten küçük olduğuna hamlederler; bilmezler ki, bu küçük görmek koca yaratığın küçüklüğünden değil, kendilerinin zirveden çok aşağılarda olmalarından, dipsiz bir çukurda bulunmalarından ve zirveye oradan bakmalarındandır…
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا
كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين
[1] [Bu yazı, M. Hayri Kırbaşoğlu’nun, İslâmiyât dergisi’nin, 5. cild, 1. sayı, 125-132. sayfaları arasında yayımlanan ‘İslâm’a yamanan sanal şiddet’ isimli makalesine yapılan basit ve irticâlî bir tenkıdden ibârettir. Yazısından hiçbir kelime makaslanmamıştır. Onun sözlerine, bizim cevâblarımızdan ayrılmaları içün yapıalan [Akademik Hurâfe] şeklindeki ilâveden başka bir ilâve de yapılmamıştır. Dipnotların köşeli parantez içinde olanları bize, kalanları da Kırbaşoğlu’na âiddir.]
[2] Bkz. İbrahim Çalışkan, “İslâm Hukukunda Zina Suçunun Mahiyeti ve Cezası”, AÜİF Dergjsi: XXXIII (1992), s. 61-100, Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul 2001, i. 183y; 186; ez-Zerkâ, Çağdaş Yaklaşımla İslam Hukuku. İstanbul 1993, II. 454; Mâcid Ebû Rahiyye, el-Hudûd fil-fıkhi’l-İslâmî Mektebetü’l-Felâh, Kuveyt ve B.A.E. 1997, s. 55 ve 202: Yaşar Yiğit, “İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidât Suç ve Cezasına Bakış”, İslâmiyât II (1999), sayı: 2, s. 121-135- ve bu çalışmalarda zikredilen konuyla ilgili klasik kaynaklar
[3] Yaşar Yiğit’in adı geçen makalesi bu konuda verilebilecek en son örneği oluşturmaktadır.
[4] Bkz. adı geçen çalışmalar ve ayrıca Nu’mân es-Samarrâ’î’nin İslâm Fıkhında Mürted’e âid hükümler (İstanbul 1970) adlı eseri.
[5] Abdulkâdir Udeh, et-Teşrî’u’l-Cinâi’l-İslâmî, I. 66l ve 534.
[6] İğrab:Kimsenin henüz getirmediği yeni bir şey getirmiş olmak hastalığı…
[7] Age,I. 3.(Abdulkâdir Udeh, et-Teşrî’u’l-Cinâi’l-İslâmî)
[8] Mesela, eş-Şafi’î, Ebû’I-Hasen Alî b. Ubeydi’llâh, Fahruddîn er-Râzî, İbn Kudâme, İbn Teymiyye, ez-Zeylâ’î, el-Kurtubî, el-Bâbertî, el-Alûsî el-Mevdûdî, Ebû Zehra, Fazlu’r-Rahman, Hayreddin Karaman ve Mursafî gibi eski-yeni birçok ilim adamının recmle ilgili görüşleri incelendiğinde, onların hiçbirinin recimin Kuran’a dayandığını iddia etmedikleri görülür. Bkz. Yusuf Ziya Keskin, Recm Cezası, İstanbul 2001, s. 61-70.
[9] Gönül Kolkıran, Hadislerde Recm Hadisesi, (yayımlanmamış lisans tezi), ÇÜİF, Adana 2000, s. 20.
[10] Mesela bkz. Nu’mân es-Samerrâ’î, age, s. 36-46; Abdulkâdir Udeh, age, 1. 66l; Yaşar Yiğit, agm, 5. 130; klasik fıkıh kaynaklarından bir örnek için de bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, Riyad. y, VIII. 123, vd.
[11] Bkz. Zeyd b. Alî b. el-Huseyn, el-Musned, Beyrut 1983, s. 318; Mâlik, el-Muvatta’(Yahya b. Yahya rivayeti), 36, “el-Akdiye’/ İS, no: 15 s. 376; Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Kahire 13976, s. 194 (isnadsız); Şâfi’î, el-Müsned, Mısır 1951, II. 86-87; Tayalisî, el-Musned(Minhatu’l-Ma’bûd), Beyrut, 1400. I. 290-291, no: 1472-1474, I. 296, no: 150-4-1505; Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut, 1972, X. 164-177, no: 18690-18731; Humeydî, el-Müsned, Haydarabad, 1383, I. 65, no: 119; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Bombay 1401, X. 137-139, no: 9034-9041; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, Mısır 1313, I. 217. 282, 283, 323, V. 231; Buhârî, es-Sahîh, Mısır 1313, 56, “el-Cihad”, 149, IV, 61, 88; “İstitâbetü’l-Murteddin”, 2, IX. 15; 96, “el-İ’tisâm”, 28, IX. 113, (isnadsız olarak); Ebû Dâvûd, es-Sunen, Beyrut t.y, “el-Hudûd/1, no: 4351-4J53, IV. 126; Nesâ’î, es-Sünen (bi Şerhi’s-Suyûtî),:el-Hukmu fi’I-murted”, VII. 103-105; Tirmizî; es-Sunen, Mısır 1937-1975, 15, “el-Hudûd”, 25, no: 1458, IV, 59; İbn Mâce, es-Sünen, Mısır 1952, 20, “el-Hudûd”, 2, no: 2035, 2036, II. 848.
Bu kaynaklardaki rivayetlerin istisnasız tamamının mu’an’an veya mu’en’en, birkaçının da isnadsız rivayetler olduğunu tekrar vurgulamakta yarar vardır.
[12] Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, Mısır 1966, I. 215 vd.
[13] [Tedlîs: Şeyhini veya şeyhinin bilinen vasfını gizlemek]
[14] İhkâmu’l-Fusûl: 2/4/8.
[15] Gönül Kolkıran, agt.; Yusuf Ziya Keskin, sge.
[16] Kıyâme sûresi: 18-19
[17] [Usûl-i Fıkıh kitâblarının beyân bahislerine, bu arada meselâ el-Menâr şerhleri, Keşfu’l-Esrâr ve Nuru’l-Envar’a (2/65-66) bakılabilir.]
[18] Bkz. Gönü! Kolkıran, agt., s. 21-170; Yusuf Ziya Keskin, age., s. 93-286.
[19] Bkz. İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara 2000, s. 93-109
[20] Bkz. Y. Ziya Keskin, age., s. 95 vd., 105 vd., 119 vd, 143, 152 vd, 155, 168 vd.,182, 189 vd, 192vd, 197 vd., 201, 204, 210, 212. 215 vd., 2h2 vd., 255 vd., 242 vd, 255 vd.. 267 vd., 28i, 284-285-
[21] Burada Muhammed İzzet Derveze’nin recmi Hz. Peygamber’in şahsi bir içtihadı olarak değerlendirmiş olmasına dikkat çekmek yerinde olur. Bkz. Kolkıran, agt., s.177.
[22] İbrâhîm en-Nehaî’nin (ö. 96/714) mürteddin ebediyen tövbeye davet edilmesi gerektiğini ileri sürmesi ve öldürülmesinden söz etmemesi ve Sufyân es-Sevrî’nin (ö. 161) de ona katılması bubağlamda değerlendirilebilir (Bkz. Abdurrazzak, el-Muşannef, Beyrut 1970-72, X. 166, no: 1869).
[23] Beyhakî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ (8/197)
[24] İmâm Muhammed, Kitâbu’l-Âsâr (129, H:592), Tahâvî, İhtilâfu’l-Ulemâ (Cessâs, Muhtasaru İhtilâfi’l-Ulemâ:3/472)
[25] Güya İslam ceza hukukunda insancıl esasların tespiti amacıyla gerçekleştirildiği ileri sürülen, M. Cevat Akşit’in İslâm Ceza Hukuku ve İnsani Esasları (İstanbul 1976) adlı doktora tezinde, insancıl olmanın gereği olarak Önce irtidad ve recm cezalarının Şer’î delilleri/dayanakları tartışılacağı yerde; nasıl bîr insancıllık anlayışıdır ki, irtidad ve zina suçlarına dair -durumu yukarıda arz ettiğimiz- şüpheli delillere dayanılarak ölüm cezası öngörülmesinden hiçbir rahatsızlık duyulmamıştır (Bkz. age., s. 20, 53, 54, 9, 70, 74.). Zina ve irtidad suçlarına verilecek ceza konusunda gerekli hassasiyeti ve bunun sonucu olarak gerekli inceleme-araştırmayı yapmadan, birtakım zanni delillerle insanlara ölüm cezası vermenin neresi insancıllıktır? Bu durumda İslam ceza hukukunun insancıllığından bahsetmek acaba ne kadar dürüst ve ne kadar ikna edici olur? Sanırız bu soruları -herkesten önce- ilahiyatçı kimliği yanında, avukat olarak bir de hukukçu kimliği taşıyan yazarın kendi kendisine sorması gerekir.
[26] Age., X. 166, no: 18698
[27] Bu bağlamda, İslam hukukçularının recm ve irtidad konularıyla ilgili, ikinci dereceden ve yorumsal nitelikteki delillerini ayrıca ele almayı düşünüyoruz
darusselam.com’dan alınmıştır.