Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış Kitabına Cevap 6 -Hüseyin Avni
Âlimlere ve velîlere câhilâne i’tirâzlarda bulunan bir zavallının(1) bâtıllarını nakletmeye, ona ve onun şahsında aynı câhillik ve sapıklığı benimseyenlere kısaca da olsa şu bâtıl düşünceleri husûsunda cevâb vermeye devâm ediyoruz:
İddiâ: Mezhebler, ulaşabildikleri hadis-i şerifleri kendi usullerine göre değerlendirirler. Bakarsınız ki, aynı konuda mezheblerden biri bir hadise, diğeri başka bir hadise dayanmıştır. Üçüncüsü de bunlardan hiçbirini kabul etmemiştir. Zayıf bir hadis kabûl edildiği halde sahih bir hadisin kabul edilmediği durumlar da olur.
Cevâb:
Bir: Mezhebler hadîsleri usûllerine göre değerlendirirler, sözü yanlış anlamalara sebebiyet verebilecek eksik, hattâ, bazı yanlarıyla yanlış bir sözdür. Böyle bir ifâdeden ‘hadîsler mezheblere uydurulur, mezhebler hadîse uymazlar’ gibi haksız bir sû-i zann doğabilir. Tabiî esâs maksad bu zannı uyandırmaksa ortada bir de hâinlik var; değilse, câhillik, beyinsizlik ve geri zekâlılık… Oysa hakîkat aslâ öyle değildir. Doğrusu, her hak mezheb, sahîh ve hasen hadîsin kurbanıdır; ona canı fedâdır. Hattâ, İmam Zehebî’nin İbnü Hazm’dan naklettiğine göre, Ebû Hanîfe’nin arkadaşlarının hepsi, Ebû Hanîfe’nin mezhebinin, ‘O’na göre zayıf hadîsin kıyâs ve reyden daha evlâ olduğu’nda müttefıktirler.[2]
Her mezheb imâmından, kim, ictihâdıma ters bir sahîh hadîs görürse ictihâdımı terk edip o sahîh hadîsi alsın, benim mezhebim o kavlim değil, sözü edilen o sahîh hadîstir, gibi rivâyetler vardır.[3] Yalnız bu söz de, kimi câhillerin ve sefîhlerin çarpıttığı, yukarıda sözü edilen câhillik, beyinsizlik ve geri zekâlılığa âlet edilen, ama, doğru ve kıymetli olan sözlerdendir. Câhillerin şu ictihâd, şu sahîh hadîse aykırıdır sözü ile, yukarıdaki sözün hiçbir alâkası yoktur. Müctehidlerin şu sözleri, kendilerine ulaşmayan fakat her cihetle sahîhliğine hükmedilecek hadîsler içindir. Görünürde sahîh olan isnâdlarla kendilerine ulaşan, fakat, şâzz[4] ve mensûh[5] olmak gibi değişik ma’kûl ve meşrû sebeblerle ictihâdlarına mesned yapmadıkları rivâyetleri için değil…
Hâfız ve Fakîh İmâm Nevevî şöyle demiştir: “Bize imâmlar İmâmı Ebû Bekr b. İshâk b. Huzeyme’den -ki O, hadîs ezberi ve Sünnet bilmek husûsunda yüksek bir rütbedeydi- şöyle bir rivâyet geldi: Ona, Şâfiî’nin, kitâblarına koymadığı sahîh bir sünnet var mıdır? diye soruldu da, O, hayır, yoktur, dedi. Buna rağmen, -(her şeyi) kuşatmak beşere imkânsız olduğundan- Şâfiî (rahimehullâh), kendinden değişik şekillerle sâbit olan Sahîh hadîsle amel edilmesi ve açık olan sâbit nassa muhâlif sözünün terk edilmesi, şeklindeki sözünü söyledi: Arkadaşlarımız (rahimehumullah) Şâfiî’nin vasiyyetine uyup birçok meşhûr mes’elede onunla amel ettiler…. Ancak, bunun, bu zamanlarda az kişinin üzerinde bulunan bir şartı vardır.[6] Ben bunu Şerh-i Muhezzeb’in mukaddimesinde îzâh ettim.”[7]
İmâm Nevevî, “Muhezzeb”in şerhi olan “el-Mecmû’”un Mukaddimesinde bu şartı açıkladı ve şöyle dedi: “Şâfiî’nin dediği bu söz, her sahîh hadîs gören kimse, bu Şâfiî’nin mezhebidir diyecek ve o hadîsin görünürdeki ma’nâsıyla amel edecek, demek değildir. Bu, ancak mezhebde ictihâd rütbesi olan kimse hakkındadır. Nasıl olduğu geçmişte anlatıldığı, veya ona yakın bir şekilde olarak. Şartı da, galip zannıyla, Şâfiî rahimehullah’ın bu hadîse vâkıf olmaması, veya, sahîh olduğunu bilmemesidir. Bu da ancak, Şâfiî’nin bütün kitâblarını ve ondan alan talebelerinin benzeri kitâbları ve onlara benzeyenleri mutâlaadan sonra olur. Bu, az kişinin üzerinde bulunan zor bir şarttır. Bu anlattığımızı, sadece şundan dolayı şart koştular: Çünkü Şâfiî, gördüğü ve bildiği, fakat kendine göre ondaki ayıblamayı veya hükmünün kaldırıldığını, yahut sâhasının sınırlı görülmesini veyâ te’vîlini ve bunlara benzer bir şeyi gösteren bir delîl bulunduğunda, bir çok hadîsin görünürdeki ma’nâsıyla amel etmeyi terk etmiştir.
Ebû Amr (Hâfız İbnu Salâh rahimehullâh) söyle dedi: İmâm Şâfiî’nin dediği sözün zâhiri ile amel etmek öyle kolay değildir. Her fakîhe hüccet gördüğü hadîsle müstakil olarak amel etmesi câiz değildir…”[8] (Nevevî’den Nakil Bitti.)
İki: Hadîslerin sahîh kabûl edilmeleri için gerekli görülen şartlar içinde, üzerinde söz birliği edilenler ve edilmeyenler vardır. İttifak edilen şartlar, ya nassa, yâhud nassın varlığına delâlet eden icmâ’a dayanır. İhtilâflı şartlar ise, ictihâd kabûl eden nasslara ve ma’kûl sebeblere dayanır. Hâsılı, mütevâtir olmayan hadîslerin sahîh olup olmaması, birçok bakımdan, ictihâda dayanır. Dolayısıyla, bunların sahîhlik hükmü de (mütevâtir olmayanlarda) zannîdir.
Kısacası, hiçbir hak mezheb, sahîh olduğuna hükmettiği ve inandığı bir hadîse ters bir fetvâ veremez, ictihâd yapamaz, sahîh hadîsle amel etmeyi terk edemez. Zâhirde sahîh olup, daha sahîhlere muhâlif olmak, yâhud âyetlere, yâhud Şer’î delîllerin umûmâtına ters düşmekle haddizâtında zayıf, hattâ sâbit olmayan delîller câhilleri yanıltmamalıdır. Aksi halde, hak mezheb olmak husûsiyyetini kaybeder. Hiçbir hak mezheb, sahîh hadîsi usûlüne kurban edemez; usûlüne uymuyor diye gelişigüzel reddedemez. Hattâ hasen, hattâ bir ölçüde zayıf hadîsi bile bir kenara itemez.
Hak bir mezheb, sahîh ve hasen bir rivâyeti, gördüğü halde onu almadıysa, ya başkalarının sahîh bulduğu bu rivâyeti o sahîh kabûl etmiyor, ya onu ondan daha kuvvetli rivâyet ve nassa veya rivâyetlere ve nasslara zıt görüyor, ya da mensûh olduğuna inanıyor. Sahâbe radıyellâhu anhum ve Selef’de, tahsîs[9] ve takyîd[10] dahî nesh[11] sözü ile de ifâde ediliyordu; Nesh derken, bunların kabûl edildiği de oluyordu. Ya, tahsîs edilen ‘âmm,[12] takyîd edilen mutlak, ya, aynı kuvvette diğer rivâyetleri onunla çelişir halde görüyor, ya, husûsi, zamân, mekân ve şart, yâhud kişilerle alâkalı görüyor, ya gösterdiği ma’nâyı farklı anlıyor, ya irşâd, ya mübâhlık, ya rûhsat, ya mecâz, ya seddüzzerîa[13] kabîlinden, ya işfak[14] îcâbı olarak anlıyor veya başka meşrû’ ve ma’kûl birtakım sebebleri göz önünde bulunduruyor da ondan dolayı o hadîsi almıyordur.
Üç: Mezhebler, zayıf hadîslerle de belli şartlarla belli mevzûlarda amel ederler. Müstehâb isbâtı halinde, fazîletler mevzûunda, hakkında başka ondan daha kuvvetli bir rivâyet bulunmadığında, helâl ve harâm isbâtında değil de tefsîr ve îzâh için, sahîh rivâyetleri te’yîd ve takviyede kullanıldığı gibi… Yoksa, durup dururken sahîh hadîs varken, ona zıt olan zayıf hadîsle amel eden hevâsına uymuş olur ki, bunu mezheblerin âlimleri değil, zamanımızın âlim pozlarındaki câhilleri ve sapıkları yapar. Anlayacağınız, hiçbir hak mezheb, meşrû’ ve ilmî, en azından yeterli tek bir sebeb bulunmadan, sahîh hadîsi atıp, zayıf hadîsle amel etmez. Ederse, hak mezheb olma hüviyetini yitirir. Şu ifâdelerle mezhebler gelişigüzel hareket etmekle karalanmak isteniyor. Bu husûsta verilen misâl, mes’eleyi bilmekteki sathîliği ve ciddiyetsizliği dahi göstermektedir. Biraz ileride göreceğiz…
Şu Hadîs Sahîh midir?
İddia: Mesela, Şafii mezhebi, köpek tarafından yalanmış bir kabın, biri toprakla, diğerleri de su ile olmak üzere, yedi kere temizlenmesini, şart koşar. Bu konuda dayandığı hadis şudur: “Birinizin kabını köpek yalarsa, onu yedi kere yıkasın, bunlardan biri temiz toprakla olsun.”
Cevâb: “…Yedi kere yıkasın, biri toprakla olsun” hadîsi, asla sahîh olmayıp, ne Kütüb-i Sitte’de, ne Dârimî’de, ne Müsned-i Ahmed’de ne de Muvatta’da rivâyet edilmemiştir; yalan veya yanlış söylenmektedir. Nitekim geniş açıklama aşağıda gelecektir.
Hanbelîlerin Delîl Aldığı Hadîs
İddia: Hanbeli mezhebinin görüşü de aynıdır. O da aynı hadis-i şerife dayanır.
Cevâb: Aslâ doğru değil, yalan. Hanbelîler yukarıda nakledilen hadîsi delîl almıyorlar. Zîrâ, nakledilen rivâyet, Dârekutnî’nin yaptığı zayıf bir rivâyettir. İbnu Kudâme, el-Muğnî’de kısmen buna benzer bir metin verse de, bu rivâyete aslâ yer vermez. Aksine Buhârî ve Müslim’in “…onu yedi defa yıkasın” rivâyeti ile, Müslim ve Ebû Dâvûd’un rivâyet ettiği “… Birincisi toprakla..” hadîsi delîl alır.[15]
Bu Hadîsin “Sahîh” Olduğunu Söyliyen Âlim Var mıdır?
Mürid: Peki, bu hadis-i şerif sahih mi? Çünkü Hanefi mezhebine göre köpeğin yaladığı kabın üç kere yıkanması gerekir.
İddia: Hadis-i şerif sahihtir. Altı sahih hadis kitabının (Kütüb-i Sitte) tamamında vardır. Ayrıca, Darimi ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin birçok yerinde geçer. Hanefiler ile Malikiler de bu hadisin varlığını kabul eder.
Cevâb: Hayır, asla… Bu hadîse, hiç kimse “sahîhdir” dememiştir. Kütüb-i Sitte, Dârimî, Muvatta’ ve Müsned-i Ahmed’de dahî yoktur. Yani, “…Yedi kere yıkasın bunlardan biri temiz toprakla olsun”, rivâyeti yukarıdaki hiçbir kaynakta mevcûd değildir. Hanefîler ve Mâlikîler bu lafzın varlığını sahîh bulmazlar. Nitekim gelecek…
Mürid: Sahih hadis kitablarının hemen hepsinde olmasına rağmen Hanefiler neden o hadis-i şerife uymamışlardır? Sahih hadise uymamak olur mu?
İddia: Evet, bu hadis sahihtir. Hz. Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem, böyle bir söz söylemiştir, ama, bu konuda bir icma olmamıştır. Yani Peygamberimizle birlikte yaşamış olan Müslümanlar, köpek tarafından yalanmış bir kabın, biri toprakla diğerleri suyla olmak üzere yedi kere temizlenmesi ile ilgili bir görüş ve uygulama birliği içinde olmamışlardır.
Cevâb: Yukarıda geçtiği gibi, nakledilen bu lafzın bulunduğu rivâyet, asla sahîh değildir; aksine zayıftır.
Sahîh bir hadîsle amel etmek için, üzerinde icmâ’ edilme şartı da, hiçbir âlimin ileri sürdüğü bir şart değildir. Nitekim Hanefîlerin ve sâir mezheblerin kitâblarını okuyacak olanlar bu dediğimizi göreceklerdir. Bu, asılsız bir yakıştırma ve temelsiz bir iddiâdır. Hanefîlerin dediği, İmâm Kâsânî’nin söylediği, şunların da anlayamadıkları sözlerinden de ibâret değildir. Ondan evvel, İmâm Tahâvî’nin bir müctehid ve muhaddis olarak yaptığı îzâhlar elbette Kâsânî’den evvel gelmeliydi. Kâsânî, icmâ’ yoktur, derken, aynı lafızda söz birliği bulunmamakla hadîsde ıztırâb olduğunu, yani metinlerin cevherde farklı ifâdeler ihtivâ ettiğini, üstelik hükmünün vâcibliğinde ittifâk olmadığını, bunun da hadîsin sübûtu yanında ma’nâyı göstermesinde kat’îyyet olmayıp zann bulunduğunu gösterdiğini, anlatmak da istiyor, olabilir. Hattâ bu ihtimâl kuvvetli olan bir tevcîh, hattâ kesinlik kazanmış bir te’lîfdir.
Hanefîlerin Delîl Aldıkları Hadîs Zayıf mıdır?
İddiâ: Hanefilerin dayandıkları hadis zayıftır. Ama prensiplerine uyduğu için onu tercih etmişlerdir.
Cevâb: Hanefîlerin dayandıkları hadîs zayıftır derken, ya yalan, yâhud yanlış konuşuluyor. Zayıf olduğu nereden bilindi? Vahiyle değil. Rahmânî ilhâm ise şunlara gelmez. Gelse bile, bu noktada ilim ifâde etmez. Sarf edilen sözlerden de anlaşıldığı ve Hadîs Usûlü ilminin câhili olduğuna göre, kendileri dahî bunu tahkîk edip ortaya koyamazlar. Hadîsin isnâdındaki râvîlerinden de büyük ihtimâlle haberleri yoktur. Çünki olsaydı, böyle kestirilip atılmazdı. İsnâddan ve râvîlerden, farz-ı muhâl haberleri olsa bile, râvîlerin güvenilir olup olmadığı kimden öğrenildi? Râvîler hakkındaki bu kanâatler, ittifakla mıdır, ihtilâfla mı? İttifakla ise, bu husûstaki mesnedleri nedir? İhtilâflı ise, tercîh sebebleri hangileridir? Onu da bırakınız, bu husûsta beş tane tercîh sebebi sayılabilir mi? Bunlar da bir yana, isnâdı muttasıl mıdır, değil midir? Rivâyetin başka tarîkleri var mıdır, yok mudur? Şâhid veya mutâbi’leri mevcûd mudur, değil midir? Bütün bunlar biliniyor mu, bilinmiyor mu? Biliniyorsa, başkalarının sözlerini taklîd ile mi, kendi tahkîkleriyle mi biliniyor? Müctehidlerin, gördükleri hadîslerle amel etmesinin (târîhî hâdiseler, fazîletler ve müstehâbların dışında) onu sahîh, yâhud hasen kabûl ettikleri, amel etmemeleri ise onu zayıf yâhud şâzz yâhud mensûh, yâhud müşkil, yâhud bir başka illet-i kâdiha (rivâyeti ayıblı yapan sebeb) ile ma’lûl bulmaları ma’nâsına geldiği biliniyor mu?
Hulâsa, “bu hadîsin zayıf olduğu”nu Hanefîler i’tirâf ettilerse, nerede ettiler ve bunun delîli nedir? Bunu i’tirâf etmediklerine, aksine sahîh olduğunu söylediklerine ve bu mes’ele şunların mes’elesi olmadığına göre, bu hüküm ya başkaları taklîd edilerek veya mesnedsiz bir kanâatle verildi.. Taklîd edilerek verildiyse, niye Hanefîler değil de başkaları taklîd edildi?.. Tercîh sebebi var mıydı? Var idiyse, neydi ve hüccet seviyesinde miydi? Bu şartlarda mücerred kanâatle böyle bir hükme varıldıysa, hevâya uyulmuş. O da câiz olmayıp harâmdır. “Hevâya da uymayınız.”[16]
Sadede gelecek olursak… Verilen kaynaklar okunsaydı, bu cehâlet ve ciddiyetsizlik sergilenmezdi. Zîrâ;
Bir: Hanefîlerin bu mes’eledeki delîli sadece bir tane değildir.
İki: Hanefîlerin, Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan, Mevkûf olarak yapılan bir rivâyetleri daha vardır. İmâm Tahâvî ve İmâm Dârekutni’nin, Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan yaptıkları bir rivâyetin isnâdı kuvvetli ve sahîhtir. Bunu Şâfiî ve Mâlikî imâmlarından hâfız, müctehid İbnu Dakîk el-‘Îd sağlam buldu.[17]
Üç: İbnu Adiyy’in yine Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan yaptığı Merfû’ rivâyet ise sahîh veya hasendir; denildiği gibi zayıf değildir. Çünki, şu hadîsin sahîhliğine yapılan i’tiraz, Kerâbisî’den kaynaklanıyor ki, O, hüccet bir imâmdır. İmâm Şâfiî’nin arkadaşlarından, yani talebelerinden biridir. İbnu Adiyy O’nu sağlam buldu. Hakkındaki kınama, Ahmed İbnu Hanbel’in onu zayıf kabûl etmesine dayanıyor ki bu, “Kur’ân’ın telaffuzu (mahlûktur)” dediği içindir. Bu gibi bir te’vîl, İmâm Şâfiî ve İmâm Buhârî’den de sâbittir[18] ve gerçekte cerh (zayıflıkla kınama) sebebi değildir.
Dört: İmâm Tahâvî, Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’nun rivâyet ettiği, yedi kerre yıkamak ile alâkalı hadîsin (sahîh bile olsa) mensûh olduğunu söylüyor.[19]
Beş: Kimi âlimlere göre, üç defa yıkamak vâciblik, yedi defa yıkamak da, müstehâblık hükmünü ifâde etmektedir. Çünki, Ebû Hureyre radıyallâhu anhu, hem yedi defa yıkanılmasının gerekliliğini Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet eder, hem de vâcib olmasına rağmen, üç defa yıkamaya fetvâ verirse, adâleti düşer.[20] Öyle olmadığına göre, rivâyetlerden biri (yedi defa yıkanacağını bildireni) müstehâblık, diğeri de vâciblik bildiriyor.[21] Bu, hakîkaten güzel bir te’lîf olup, böylesi bir te’lîf ile İmâm Beyhakî’nin İbnu Adiyy’in rivâyetlerini şâzz olmakla ithâm etmesi ortadan kalkıyor. Çünki, bu rivâyeti kabûl etmeyenlerin de içinde bulunduğu cumhûr’a göre, te’lîfin mümkin olduğu yerde tercîhe gidilmez. İşin bu kadarı ilzâmî olsun. Üstelik Hanefîlerden İbnu Emîri’l-Hâcc ve Abdülhayy el-Leknevî gibi muhakkik imâmlar da bu görüştedirler.[22]
Altı: Demek ki, Hanefîlerin delîli zayıftır sözü, bay Bayındır’a nisbetle örümcek ağı gibi zayıf ve câhilâne bir sözdür…
Mâlikîlere İftirâ Yahud Kahredici Bir Cinâyet
Mürid: Çok ilginç.
İddia: Daha ilginci Malikilerin görüşüdür. İmam Malik köpeğin yaladığı kabın yıkanmasını gerekli görmemiştir. O’na, yukarıdaki hadis sorulduğu zaman demiştir ki, “bu hadis gerçekten vardır ama işin aslı nedir bilemiyorum”
Mürid: Malikî mezhebi hem de hak mezhebtir değil mi?
Cevâb: Şu ilginç bulmalar, hakîkaten ilginç… Bu nokta da ya anlaşılamamış, yâhud Mâlikîlere kasten iftirâ edilmiştir. Halbuki, Mâlikîlerden bu mevzû’da dört rivâyet vardır ki, en meşhûru, “kaptaki su veya sütten köpek içmekle bunların pis olmayacakları, ama Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’e uymuş olmak, yani ibâdet etmiş olmak için, kabın yıkanacağı”dır… Veya, kabın yıkanması, suyun yâhud sütün pis olmasından değil, köpekte kuduz tehlikesi olabileceğindendir. Kısacası, bu ‘kabın yıkanması Mâlikîler’e (veya İmâm Mâlik’e) göre gerekli değildir’ sözü, onlara atılan bir iftirâdır.
El-Müdevvene’nin ibâresi de doğru anlaşılmamıştır. Çünki, hadîs sâbittir dedikten sonra, kabın yıkanması nasıl gerekli olmaz?.. Aksine bu hadîs, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlerce, kabın yedi kere yıkanmasının vâcib oluşunun delîlidir.[23] El-Müdevvene’de[24] söylenen, hadîs sâbittir, ancak (hadîsin) hakîkatini (yedi kere yıkama illet veya hikmetini) bilmiyorum şeklindedir. İşin hakîkati şeklinde değil… İşin hakîkatini bilmese idi kap yedi kere yıkanacak (sizin naklinize göre ise yıkanmayacak) demeyip tevakkuf eder, ictihâdî bir hüküm bildirmezdi. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardından gitme[25] âyetiyle amel ederdi. O, hâşâ, zamâne câhilleri gibi kendini cehennem ateşine sabırlı ve dayanıklı sanmaz ve bilir-bilmez gevezelik yapmazdı. Bir yanıyla işin hakîkatini biliyordu ki, kabın yıkanıp yıkanmayacağı husûsunda ictihâdî hükmünü verdi: İçindeki su veya sütün pislenmediğini temiz olduğunu söyledi. Ama, hadîsin hakîkatini, yani yedi kere yıkanmasının istenmesindeki hikmeti bilmiyor. Ona göre, İçinden köpeğin içtiği sıvılar temiz, ama kap niçin pis olsun ve yıkansındı? Bilmediği hakîkat buydu… Ancak, mâdem emir var, bir ibâdet (yani ittibâ’) olarak emrin îcâbını yerine getirir, kabı yıkarız, demek istiyordu.
Eğer Mâlikîlerin Bidâyetü’l-Müctehid,[26] el-İstizkâr[27], Zehîre,[28] İrşâdü’s-Sâlik[29] ve Şerhu Muhtasari’l-Halîl[30] ve bunlar gibi diğer kitâbları da ilim adamı ciddiyetiyle okunsaydı, El-Müdevvene’nin bu ibâresi daha da kolay anlaşılacaktı.
Kaldı ki, El-Müdevvene’deki ma’lûmât, sadece Sehnûn’un İbnu’l-Kasım’dan, O’nun da Mâlik’ten yaptığı bir rivâyettir ki, İmâm Mâlik’ten bu husûsta yapılan rivâyetler bundan ibâret değildir. Üstelik yine bizzat el-Müdevvene’de İbnu’l-Kasım, Mâlik’in, hadîsi, rivâyet edilmiş olmakla beraber zayıf bulduğunu söylüyor.[31] Buna göre sâbittir sözü, böyle bir rivâyet yapılmıştır, ma’nâsını ifâde eder; sahîhtir demek değildir. Ayrıca, İbnu Vehb, Mâlik’den, kabın yedi kere yıkanacağını söylediğini de rivâyet etmiştir.[32]
Bir de şurada iki husûsa tenbîhte bulunmak istiyoruz:
Birinci Tenbîh
Mehaz[33] Sefâleti ve Kepazeliği…
132. sayfadaki 144 numaralı dipnottaki şu ilmî sefâlete bakınız:
Şâfiîlerin dayandığı sahîh rivâyet denilen şu, Birinizin kabını köpek yalarsa onu yedi kere yıkasın, bunlardan birisi toprakla olsun şeklindeki rivâyete ve onun için verilen me’hazlara/kaynaklara şöyle bir bakalım: Ortada biri şart, diğeri cevâb ve ötekisi tafsîlât cümlesi olmak üzere üç cümle var.
Yukarıdaki şekilde ve lafızda bir rivâyet, 144 no.lu dipnotta verilen hiçbir kaynakta yoktur. Belli ki bu kaynaklara bakılmamış; muhtemelen, ya birilerinin dolmuşuna binilmiş veya el-Mu’cemu’l-Mufehres gibi fihrist kitâblarından gelişigüzel istifâde edilmiş.
Çünki,
Bir: Verilen hiçbir kaynakta, sizden birinin kabını köpek yalarsa lafzı yoktur. Aksine, sizden birinin kabından köpek içerse ibâresi vardır. Zîrâ, Buhârînin bir rivâyetinde (شرب)/“içerse,” rivâyetle-rin çoğunda ise (ولغ)/“veleğa” kelimesi vardır. “Vuluğ,” içti,[34] dilin ucuyla kaptakini içti,”[35] bazılarına göre de kap boş ise, yalamak, (değilse, içmek) demektir.[36] Şu halde, içinde sıvı madde bulunan kap yalanmaz, ondan şurb edilir/“içilir” veya vulûğ edilir, içilir.[37]
İki: Buhârî, vudu, 33’te, topraktan hiçbir bahis yoktur.
Üç: Müslim, 91 no.lu hadîste birincide toprakla, 93 no.lu hadîste de sekizincide toprakla lafızları vardır. Hiçbirisinde biri temiz toprakla ifâdesi yoktur.
Dört: Ebû Dâvûd, Tahâret, 37’de, yedincisinde toprakla ifâdesi bulunup, biri temiz toprakla ifâdesi yoktur.
Beş: Tirmizî, Tahâret 68’de “Birincisinde veya sonuncusunda” ifâdesi var. “Biri temiz toprakla ifâdesi yoktur.
Altı: Müctehidimizin(!) yazdığı gibi Neseî’de değil de, Nesâî’de topraktan hiçbir bahis yoktur.
Yedi: İbnu Mâce’deki üç rivâyette topraktan bahis yoktur. Bir rivâyette ise, sekizincisinde toprakla ifâdesi vardır.
Sekiz: Dârimî’de “sekizinci toprakla” ifâdesi vardır.
Dokuz: Ahmed İbnu Hanbel’in on dört rivâyeti verilmiş. Bunlardan son ikisinde sekizincide toprakla, dokuz ve on ikinci rivâyetlerde birincide toprakla ibâreleri bulunup, kalan on rivâyette ise topraktan bahis yoktur. Yani hiçbir rivâyetinde “biri temiz toprakla ibâresi yoktur.
On: Evet, Dârekutnî’nin Sünen’indeki rivâyette[38] birisinde toprakla? ifâdesi vardır. Bu rivâyet, râvîlerinden biri metrûk olan zayıf bir rivâyet olup, kitâbınıza başka bir yerden bilmeden aldığınız ve Sahîhtir dediğiniz rivâyettir.
Görüldüğü gibi, hadîs, gösterdiğiniz hiçbir kaynakta yoktur. Göstermediğiniz kaynakta, Dârekutnî nin Sünen’inde zayıf bir isnâdla mevcûddur. Bu kaynak, muhtemelen elinize tutuşturulan fihristde olmadığından gözünüzden kaçmış olmalı…
Evet, bu husûsta da, kendi ifâdenizle boyunuzdan büyük laflar etmişsiniz…
İkinci Tenbîh
Tamam, rivâyetlerin cevheri aynı olduktan sonra, bazı ufak tefek lafız farklılıkları olsa da, veya lafızların çoğu aynı olan bir metin için, bunu falan falan kimseler rivâyet etti denilebilir; doğru. Lakin bu husûs sizi kurtarmaz. Zîrâ, sizin ileri sürdüğünüz rivâyette en mühim iki (cevherî) noktada farklılıklar, eksiklikler ve fazlalıklar vardır. Onlar da temel iki ihtilâf noktasıdır: Yıkama sayısı ve toprak kullanmak veya kullanmamak…
Sünnet de Kur’ân Gibi Korunmadı mı?
Mürid: Mâlikî mezhebi hem de hak mezhebdir değil mi?
İddia: Elbette hak mezhebtir. İşte bu noktanın anlaşılmasını istiyorum.
Allah Teâlâ’nın koruma altına aldığı ve Müslümanların tartışmadıkları tek metin Kur’ân-ı Kerîm’dir. Farz namazların vakitleri, rekatları ve nasıl kılınacağı gibi Allah’ın elçisinin Kur’ân-ı Kerîm kadar kuşku götürmez yollarla bize ulaşan uygulamaları da vardır. Bunlar üzerinde tartışma olmaz. Onlar da mütevatirdir. Bu şekilde gelen helaller helal, haramlar da haramdır. Bunlar bütün mezheblerde aynıdır. Mezheb farkı bunların dışındaki konularda olur.
Cevâb: Bu iddiâda Sünnet’in korunmadığı anlatılmaktadır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm nasıl korundu ise Sünnet de korunmuş olup, zâyi’ olmamıştır. Rivâyetlerdeki farklılıklar ve aralarındaki bazı uydurma rivâyetler bu korunmuşluğa mâni’ değildir. Uydurmaların belirlenip ayıklanmış olması bu korunmanın gereği ve delîlidir. Zîrâ, Kur’ân’ın korunmuşluğu âyetle haber verilmiştir. Bu korunmuşluk, lafız ve ma’nâ bakımındandır. Lafzın korunup ma’nânın korunmamış olması, Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekte korunmuşluğu için kâfî değildir. O halde, Kur’ân-ı Kerîm’in ma’nâsının da doğru anlaşılması, korunmuşluğunun kaçınılmaz îcâbıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in korunmuşluğu, ma’nâsının korunmuşluğunu, ma’nâsının doğru anlaşılması ise Sünnet’in de korunmuşluğunu îcâb ettirir. Zîrâ, âyet iltizâmî delâletle[39] bunu göstermektedir. Bir de lafzın doğru anlaşılması muktezâ-i zâhirin[40] yanında muktezâ-i hâlin[41] de bilinmesine, Muktezâ-i Zâhir’in ve muktezâ-i hâlin bilinmesi ise o lafzın hangi şartlarda sarf edildiğini bilen ve bunlara şâhid olanların şehâdetine muhtâctır. O halde âyetlerin ma’nâsını ve murâdını bilmek için, bunu bilen Allah celle celâlühû ve O’nun bildirdiği Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem ile bunlara şâhid olan ve bunları yaşayıp tatbîk eden Sahâbe radıyellâhu anhum’un şehâdetine ihtiyâc vardır. Allah’ın şehâdeti diğer âyetler ve dostlarına yaptığı sahîh ilhamlar ile, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in şâhidliği ise, Allah’ın kendisine bildirmesiyle ve firâsetiyle, Ashâbın şâhidliği de hâdiseler ve şartları görmesi ve sahîh ilhamlarıyla ve başka yollarla olur.
Hâsılı, Kur’ân-ı Kerîm’in korunmuşluğu Sünnet’in korunmuşluğuna da bağlıdır ve şu korunmuşluğun kemâli onunla mümkindir. Zîrâ, erbâbı bilir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in, kendinden sonra birinci müfessiri Sünnet’tir. Sünnet olmazsa Kur’ân-ı Kerîm de tam ma’nâsı ile anlaşılamaz. Ma’nâsı büyük ölçüde zâyi’ olur.
Hattâ, -Allahu a’lem- denilebilir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ma’nâsının her cihetle korunmuşluğu, belli noktalarda ve ölçülerde ictihâdların da korunmuşluğunu gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet üzerinde yapılan ictihâdlar, onların doğru anlaşılması, belli seviyedeki ilmin bütünüyle sarf edilmesi netîcesi olduğuna göre, Kur’ân-ı Kerîm’in ma’nâsının doğru anlaşılması, bazı noktalarda doğru ictihâdları dahî gerektirir. Şu halde ictihâdların tamâmı isâbetli değilse bile, isâbetli/doğru ictihâdları, mutlaka içinde bulundurur.
Bizce doğru olan görüşe göre, “müctehid bazen hata eder, bazen de isâbet eder.”[42] Ancak, ictihâdların tamâmı içinde hatâlar varsa da, o husûslardaki doğru ictihâdlar mutlaka vardır. Aksini düşünmek, Ümmetin bir husûsta yanlışta icmâ’ etmesi demek olacağından, bu Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’i bilerek yâhud bilmeyerek yalanlamak olur.
Zîrâ O; “Ümmetim asla bir sapıklık üzerinde icmâ’ etmeyecektir”[43] buyurmuştur. “Zîrâ Allah celle celâlühû Ümmetimi ancak hidâyet üzere bir araya getirecektir”[44] “Ümmetimden bir tâife her zaman hak üzere devâm ede gelmiştir”[45] hadîsleri dahî şu dediğimizi te’yîd etmektedir.
Âlimlerin anlaşmazlığı, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet’in ma’nâsının anlaşılmasında ve mütevâtir olmayan Sünnet’in sübûtunda ve ma’nâyı göstermesinde olabilir. Tabiîdir ki, “mevrid-i nassda ictihâda mesağ yoktur”; yani, te’vîl ve yorum kaldırmayacak kuvvette ve açıklıktaki sâbit olan Şer’î delîllerin bulunduğu noktalarda ictihâd edilmez. Bunlar icmâ’ın mühim bir kısmını teşkîl eder.
Helâl veya harâm olduğu icmâ’ ile sâbit mes’eleler olduğu gibi, şübheli olup herkesin, insanlardan bir çoğunun bilemediği, birtakımların (müctehidlerin) bilebildiği, helâl veya harâm oluşu müctehidlerce tartışmalı helâller ve harâmlar da vardır. Yani ictihâdî harâmlar veya helâller gibi. Bunlarda mezheb farklılıkları vardır. Bunu inkâr eden kara câhildir.
Câhillerin âyetlerle tartışması şöyle dursun, sıradan insanların sıradan sözleri üzerinde ve sıradan mes’elelerde tartışması, yâhud câhillerle tartışması hiç de hoş olmaz. Zîrâ, bir Arab atasözünde de denildiği gibi, câhil yellenme böceğine benzer, onu her ne vakit kurcalarsan yellenir. Yani ondan yellenmeye benzer kötü kokular salan düşünceler, tavırlar ve sözler sâdır olur. Esâsen, şu mevzû’larda, burunların haddinden fazla rahatsız olması bu hakîkatin tabiî bir netîcesidir, desek yeridir.
Hâsılı, atasözünün gerçekliği tecrübeyle ve önümüzdeki manzaranın kat’î şehâdetiyle yakînen sâbittir.
“Bilimsel Hürriyet” Ne Demektir?
Mürid: Yani onların dışında her şey tartışılabilir diyorsunuz.
İddia: Elbette. Zannederim bu örnek ne anlatmak istediğim konusunda bir fikir verir. İşte bu, Müslümanlara geniş bir bilimsel hürriyet sağlar. Bu sınırları aşmayan her mezheb hak mezhebtir.
Cevâb: Yanlış bilgi ve yanlış anlayışlar üzerinde kurulan seviyesiz ve endâzesiz fanteziler…
Bilimsel Hürriyet ne demektir?.. Dileyenin dilediği gibi hareket edip konuşması mıdır? Belki, bunu kasdetmiş olmayabilirsiniz. Ama zamânımızda şu söz bu şekilde anlaşılmış, bunu böyle anlayan zamâne müctehidlerine söz anlatabilmek için, Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi ile Allâme Zâhidü’l-Kevserî’nin başına neler geldiğini, akla karayı nasıl seçtiklerini Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ile Makâlâtul-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb, el-Işfâk, Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim gibi eserlere bakabilirsiniz. İlim hürriyeti ile ilim ipsizliğini karıştıran beyinsizlere esâsen söylenebilecek pek fazla söz de yoktur.
Burada, Hak Mezheb anlayışına getirilen nevzuhûr bir tâ’rîf veya îzâh vardır. Oysa bilenler bilir ki, hak mezheb olmak, Kur’ân’ı ve Sünnet’i, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem, Ashâb ve diğer Selef’in anladığı gibi anlamak ön şartına bağlıdır. Çok sınırlı icmâ’ noktalarının dışında, sınırsız münâkaşa hürriyeti ise birçok sapık mezhebin yerden mantar biter gibi bitmesinin ilk ve en mühim sebebidir. Halbuki, ilim adamları delîllerin mahkûmudurlar. Her ne kadar canları ve akılları aksini istese ve söylese bile, onlar delîllere esîrdirler. Nefislerden hür olup, delîllere esîr olmak mı daha hayırlıdır, nefislere esîr, delîllerden hür olmak mı? Elbette birincisi.
Hattâ, bir ma’nâda denilebilir ki; ilim kadar hürriyetlerin sınırlı olduğu bir saha yoktur.
Câhillik Temeli Üzerinde Kurulan Sakat Bir Binâ
İddia: Köpeğin yaladığı kap husûsunda da o sınırlar aşılmamıştır. Bu görüşlerin hiçbiri, ne Kur’ân-ı Kerîm’e, ne mütevatir hadislere, ne de icma’ya aykırıdır. Allah teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek eğittiğiniz av köpeklerinizin tuttukları size helal kılınmıştır. Onların sizin için tuttuklarını yiyin. Üzerine Allah’ın adını anın. Allah’tan sakının, çünki Allah hesabı çabuk görendir” (Maide: 5/4)
Köpek tuttuğu av hayvanını ısırır. Isırdığı yere ister istemez salyası bulaşır. Köpeğin ısırdığı yerin temizlenmesi emredilmediği için âyet, en uçta gözüken Maliki mezhebinin görüşüne haklılık vermektedir.
Cevâb: Bu da bozuk temel üzerine kurulan çürük bir bina. Çünki;
Bir: Önceden de geçtiği gibi, Mâlikîlerin ictihâdı, kabın yıkanmayacağı değil, içinden köpeğin içtiği sıvının pis olmayacağı, ama kabın yıkanacağı şeklindedir ki, bu yukarıda geçti. Bunda icmâ’ vardır.
İki: Mâlikîlerin ictihâdında, kabın yıkanmasının gerekliliğinin, Kur’ân-ı Kerîm’e ve (âhâd ve mütevâtir) Sünnet’e aykırı olmadığı açık ve kesindir. Lâkin, sıvının necis olmadığının, Kur’ân’a, mütevâtir ve âhâd yolla gelen Sünnet’e aykırı olmaması ise zayıf bir ihtimâldir.
Üç: Mes’ele, (Mâide: 4) âyetine kıyâs edilmesi ile kendi başına kuvvetli bir zann ifâde etse de, başka sem’î ve aklî delîller göz önünde bulundurulduğunda zayıf bir zann olarak kalır. Âyetler hâricî delîllerden ayrı olarak kendi başına ma’nâlandırılamazlar. O sebeble, bu âyet Mâlikîlere haklılık vermektedir, sözü, size nisbetle, gelişi güzel sarf edilmiş, ilmî bir değeri olmayan sıradan bir sözdür.
Dört: Eğitilen ve öğretilen, yani av mes’elesinde âlim olan köpek, tuttuğu avı ısırmadan sâhibine getirir; böylece salyası avına sirâyet etmez. Kazârâ, kasıtsız ısırsa bile, orası kesilip atılabilir. Zîrâ, av katı olup necâset, ısırılan yerden başka taraflara umûmiyetle sirâyet etmez. Bu yüzden sıvılar katılara kıyâslanamaz. Kıyâslanırlarsa bu mühim bir fârık’a rağmen kıyâs olur.
Beş: Hâsılı, Mâlikîlerin kıyâsı, daha güçlü (hattâ doğru olan) kıyâslara ters olmanın yanında, ağırlıklı bir ihtimâlle başka birçok âyet ve hadîse ters olmakla istihsânen de onların kıyâsları terk edilir.
Yanlış Bir Misâl
İddia: Zannederim bu örnek ne anlatmak istediğim konusunda bir fikir vermiştir.
Cevâb: Bu örnek, hem yanlış verilmiş, hem de anlatılmak istenileni anlatamayacak bir örnek. Çünki,
Bir: Mâlikîlerin kabın yıkanmasına dair ictihâdlarına tamâmen zıttır.
İki: Mâlikîlerin, köpeğin içtiği sıvıların pis olmayacağına dair fetvâları ve bu husûstaki münâkaşaları, ilim ipsizliğine misâl olmaz. Zîrâ, müctehidlerin tartışmaları ile câhillerin, çenesi düşük kocakarıların kavgaları türünden münâkaşalar’ı, birbirine kıyâs edilemez. Edilirse, kıyâs meal fârık[46] olur.
Netîce
Câhiller dînî hiçbir husûsta tartışamaz ve tartışmamalıdır. Tartışırlarsa, zamânın naylon müctehidlerinin düştükleri gülünecek hallere düşerler. Cenâb Şehâbeddin; fikirlerin çarpışmasından hakîkatler doğar diyen bir mübtedî felsefe âşığına, kabakların çarpışmasından da çekirdekler ortaya çıkar demiş. O, bu sözüyle, Allahu a’lem, câhil ve sapık kafaların tokuşmasından ortaya samanlar dökülür demek istemişti. Samanların ise hangi varlıkların işine yaradığı bellidir.
Allah celle celâlühû en iyisini bilir ya, Mâide sûresinin dördüncü âyetinden işâret yoluyla böyle bir ma’nâ da anlaşılabilir. Zîrâ,
Ebûlleys es-Semerkandî Tefsîrinde, şöyle diyor:
“Bu âyette, âlimde, câhilde bulunmayan bir fâzîletin mevcûd olduğu vardır. Zîrâ, köpek (av işinde) âlim yapılırsa, diğer köpeklere bir üstünlük sâhibi olur. İnsanın da ilmi olduğu zaman diğer insanlara karşı bir üstünlüğü olacağı evlâdır.”[47]
Hâsılı, âlim köpeğin tutup getirdiği av, ondan yemediği takdîrde, ağzında ölse de helâl, câhil köpeğin tutup öldürdüğü ise murdardır denilmek isteniyor. (Av işinin) Âlim(i hâline gelen) köpek, tuttuğu avı, sâhibi için tuttuğundan ağzında ölse bile temiz ve helâl olur. Câhil köpek ise sâhibi için tutuyor gözükse dahî tuttuğunu kendi (nefsi) için tutar ve ısırır yerse, tutup ısırdığı, murdâr ve harâm olur. Köpeğin âlimi ile câhili arasındaki mâhiyyet ve hüküm farklılığına bakınız!.. Biri temiz ve helâl, diğeri ise pis ve harâm. Ne büyük fark değil mi? İnsanlar da bir bakıma böyledirler.[48] Âlim ve ârif olanlar, konuşmalarını ve münâzara-larını, sırf sâhibleri olan Allah celle celâlühû rızâsı için yaptıklarından ve nefisleri için yapmadıklarından, hâsıl olan netîceler, avlar, temiz ve helâl olurlar. Çünki onlar ısırıcı olmadıklarından, avlarını ısırıp yemezler. Câhiller ve sefîhler öyle mi? Onlar, avlarının üzerine sâhibleri için gidermiş gibi hareket ederler; ama öğretilmiş ve terbiye edilmiş olmadıklarından dayanamayıp avı ısırırlar ve ondan yerler; yani onu esâsen kendileri için tutmuş olurlar. Sâhibleri bahâne… Ben bilirim, sen bilmezsin, müşriksin, puta tapıyorsun, açık âyetlerle konuşuyorum, açık âyetlere ters düşüyorsun, boyundan büyük işlere lütfen girişme gibi ısırmalar ve yemeler… Ama, güya sâhibi (olan Allah) için av tutuyormuş havaları… İşte bu yüzden câhil terbiyesizler, tartışma şöyle dursun, hiç konuşmayıp susmalı. Hattâ konuşmak onlara yasak olmalı…
İmam A’zam Ebû Hanîfe rahimehullâh, hep ruhsatları arayıp bulan ve gelişi güzel fetvâ veren müftî demek olan ‘Müftî-i Mâcin’in hacr edilmesi, yani fetvâ vermekten menedilmesi ictihâdında bulunmuştur.[49] Allah celle celâlühû için söyleyin, o koca imâm, ya münâkaşa etmek zilletine mübtelâ olduğumuz şu câhil-i mâcın için ne derdi?
“Şübhe yok ki kul sözü konuşur ve ondaki inceliği anlamaz ve onunla mağrible maşrik arası kadar cehenneme kayar.”[50] “Adam, elbette bir zarar görmeyerek bir söz söyler; onunla yetmiş sene cehenneme yuvarlanır.”[51] “Hiçbir topluluk, hidâyet üzere olduklarından sonra, kendilerine tartışma verilmedikçe sapmaz.”[52]
Hele samîmîyetsiz, benliği heykelleşmiş, sırtına bineceği bir merkeb yapmaya münâsib olan nefsine merkeblik ederek, onu sırtına alan, zavallı eblehler yok mu? Allah korusun, onların, dînî mes’elelerdeki tartışması, dînle oynamak ve onu tahrîb etmek demektir.
Hz. Ömer radıyallâhu anhu ne güzel buyurmuş:
“İslâm’ı, âlimin ayak kayması, münâfığın[53] Kitâb[54] ile tartışma yapması ve saptırıcı olan imâmların [55] hükmü (idâresi) yıkar.”[56]
Sayın Bayındır, hadîsde geçen ‘âlimin ayak kayması’ ibâresinden sakın çelişkiye düştüğümüzü ve kendisini âlim kabûl ettiğimizi zannetmesin; çok kötü bir şekilde yanılmış olur. Bizce âlimlik o kadar da düşmedi…
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كلما ذكره الذاكرون و غفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمِينَ
[1] Prof. Abdülaziz Bayındır. [2] Zehebî, Menâkıbu Ebî Hanîfe (21) [3] İmam Şa’rânî, el-Mîzânü’l-Kübrâ, [el-Matbaatü’l-Behiyye, Mısır, 1302] (1/57) [4] Şazz: Sahîh olmakla beraber, daha sahîhlere ters düşmüş olan rivâyet. [5] Mensûh: Başka şer’î delîllerle hükmü kaldırılmış olan. [6] Dikkat buyurulsun!.. Bu Nevevî’nin zamanında, 631-676 hicrîde idi; câhilliğin yayıldığı ve bir belâ olarak ortalığı sardığı zamanımızda değil. [7] Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ ve’l-Lüğât (1/51) [8] İmâm Nevevî, ‘el-Mecmû’, [Mektebetü’l-İrşâd] (1/104-105) [9] Tahsîs: Sınırlandırmak [10] Takyîd: Kayıdlandırmak, belli şeylerle bağlamak [11] Nesh: Hükmü kaldırmak [12] ‘Âmm: Genel [13] Seddüzzerîa: Suça götüren yolları kapamak [14] İşfak: Muhâtaba bir şefkat ve acımak [15] İbnu Kudâme el-Muğnî [Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî-1392] (1/43-44) [16] Nisâ:135, [17] Zeylaî, Nasbu’r-Râye: 1/131, el-Aynî, el-Binâye [Dâru’l-Fikr,1411](1/433-434), Nühabu’l-Efkâr [el-Vakfu’l-Medenî, Düyûbend-Hind,1423](1/110-111) [18] [Hafız Bedreddîn el-Aynî, Umdetü’l-Kâri:1/782-786], el-Bennûrî, Meârifü’s-Sünen: 1/324-325 [19] Tahâvi, Şerhu Meâni’l-Âsâr [Matbaatü’l-Envâri’l-Muhammediyye, Mısır] (1/23). Aynî, Umde [Matbaa-i Âmire,1308] (1/784-785) [20] Yani Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in hükmüne muhalefet ettiği ve sesini onun sesi üzerine çıkardığı için güvenilirliğini yitirmiş olur. [21] El-Bennûrî, Meârifu’s-Sünen (1/324) [22] Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fâdıle (197-198) [23] El-Bennûrî, Şerhu Tirmizî, Meârifü’s-Sünen (1/323) [24] El-Müdevvene (1/115) [25] İsrâ:36 [26] İbnu Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid (1/22-23) [27] İbnu Abdi’l-Berr, El-İstizkâr (2/208) [28] Karâfî, Zehîre (1/181-182) [29] Şihâbuddîn Abdurrahmân İbn-i Muhammed İbnu Asker el-Mâlikî, İrşâdu’s-Sâlik [Mültezimu’t-Tab’ Abdu’l-Hamîd Ahmed Hanefî] (10) [30] Zerkânî, Şerhu Muhtasari’l-Halîl [Dâru’l-Fikr] (1/16) [31] El-Müdevvene (1/115) [32] İbnu Abdi’l-Berr, El-İstizkâr (2/208) [33] Kaynak [34] El-Mısbahu’l-Munîr (ولغ)/“v-l-ğ” maddesi. [35] Muhtaru’s-Sıhah (ولغ)/“v-l-ğ” maddesi. [36] Umdetü’l-Kârî (1/782) [37] Şeribe fiilinin ifâde ettiği içmek, bir sıvıyı her ne şekilde olursa olsun içmek ma’nâsına gelirken, vuluğ fiili belli bir şekilde içmek ma’nâsına kullanılır. Meselâ dilinin ucuyla içmek ma’nâsına kullanılır. Buna göre birinci içmek genel, ikinci içmek özel bir içmektir. [38] Dârekutnî, râvîlerinden biri olan Ebû Yezîd el-Cârûd’un metrûk/terkedilen biri olduğunu söylemektedir es-Sünen, (1/65) [39] Bütünü veya bir parçası ile değil de bir gerektirmeyle… (Burada yaptığımız kelimeleri basit bir şekilde günümüz Türkçesine çevirmekten ibârettir. Istılâhî ma’nâları ise erbâbına ma’lûmdur.) [40] Görünürün gerektirdiği şeyin göstermesiyle. (Yine ıstılâhî manaları erbâbına ma’lûmdur.) [41] Hâlin gerektirdiği şeyin göstermesiyle. (Yine ıstılâhî manaları erbâbına ma’lûmdur.) [42] İmam Nesefî, Metn-i Akâid-i Nesefî, [Mecmû’a fî’l-Akâid] (7) [43] Taberânî, el-Kebîr (12/342 H:13623) Heysemî, ‘Taberânî bunu iki isnâd ile rivâyet etmiştir ki, birisinin, Âlu Talha’nın kölesi Merzûk’un dışındaki râvîleri,sağlam olup sahîh’in râvîleridir ve Merzûk da sağlamdır. (Mecmau’z-Zevâid:5/282, H:9100, İlmiyye,1422) [44] Ahmed (5/145) Heysemî, “bunu Ahmed rivâyet etmiştir ve isnâdında Buhterî b. Ubeyd vardır ki, o zayıf bir râvîdir” dedi. Biz de deriz ki: Yukarıdaki sahîh rivâyetin ve başka isnâdların şâhidliği ile hadîs hasen olmuş olur. [45] Ahmed (5/278), Müslim (1920), Ebû Dâvûd (4252), Tirmizî (2229), İbnu Mâce (3952), İbnu Hibbân (7238), Sevbân radıyellâhu anhu’dan [46] Mühim ayırıcı özelliğine rağmen kıyâs. [47] Ebû’l-Leys es-Semerkandî, Tefsîru Bahri’l-Ulûm [İlmiyye,1413] (1/417) [48] Burada da, doğrusu, korkuyorum; bu adam, insanı köpeğe benzetiyor, bu nasıl benzetme, diyeceksiniz. Olur ya, ilim ve anlayış meselesi…Teşbih, müşebbeh, müşebbehun bih, vech-i şebeh. Bütün bunlar, kimilerine nisbetle hoşaf…
[49] Bedruddîn el-‘Aynî, Şerhu’l-‘Aynî, Remzü’l-Hakâık alâ Kenzi’d-Dekâık [İdâretü’l-Kur’ân ve’l-Ulûmi’l-İslâmiyye-Karaçi] (1/173) [50] Ahmed (2/374), Buhârî (6477,7098), Müslim (2988), İbnu Hibbân (5707), Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan. [51] Muvatta’ (2/985), Ahmed (2/355), Buhârî (6478), Tirmizî (2314), İbnu Mâce (3970), İbnu Hibbân (5706) [52] Ahmed (5/256), Tirmizî (3253, sahîh), İbnu Mâce (48), Hâkim (2/447-448, Sahîh), Ebû Umâme radıyallâhu anhudan, sahîh (Azîzî,3/273) [53] Samîmîyetsizin ve sahtekârın [54] Âyetlerini diline dolayarak [55] Önderler ve idâreciler [56] Dârimî, Sünen (H:220) Hz. Ömer radıyallâhu anhu’dan kendi sözü olarak.