Abdülaziz BayındırHüseyin Avni

Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış Kitabına Cevap 5-Hüseyin Avni

Kuyudan Çıkarılan Taşlar 5

İslâm ve Kur’ân adına ahkâm kesen, sâhibinin sesi, ilmin ve edebin yüz karası zavallı(1) iddiâlarına devâm ediyor; biz de kuyuya attığı taşları teker teker çıkarmak zorunda kalıyoruz…

İddiâ: Gayb ile ilgili bir konu hiçbir ilmi değeri olmayan keşf’e dayandırılamaz…(41)

Cevâb: Bunu nereden bildiniz? Âyetten mi, hadîsden mi? Daha doğrusu, nereden uydurdunuz? Kaldı ki böyle inanan da yapan da yok..

‘Îsâ aleyhisselâm ile alâkalı tekrarladığınız açık yanlışlara, önceden neşrettiğimiz iki makâlede cevâblar vardır. Bu husûsta henüz yayınlamadığımız bir kitâb da yazdık. O yüzden burada ayrı bir cevâbı lüzûmsuz buluyoruz.

Ölüm Bir Uyku mudur?

Mürit: Kabir hayâtı konusunda ne diyeceksiniz?

İddiâ: Allahu Teâlâ ölümü bir uykuya benzeterek şöyle buyuruyor:

Allah ölüm esnâsında rûhları alır, ölmeyenleri de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri de belli bir vakte kadar salıverir. (Zümer: 39-42)

Bu âyete göre, Allah celle celâlühû ölülerin rûhunu belli bir yerde tutmaktadır.

Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yaptığınızı bilen O’dur. sonra belli bir süre doluncaya kadar gündüz sizi kaldırır. (En’am: 6/60)

Kıyametin kelime anlamı kalkıştır. Öldükten sonraki dirilme yataktan kalkışa, Sûra üflenmesi de kalk borusuna benzer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Sûra üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler.

‘Yazık oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı, diyeceklerdir. (Yâsîn 36/51-52)

Kur’ân’a göre ölüm bir uyku, kabir uyuma yeri, öldükden sonra dirilme ise uykudan sonra uyanmaktan başka bir şey değildir.

Hadîs-i şeriflerde belirtilen kabir azâbı da uykuda görülen kötü rüyalar gibi olmalıdır.

Uyuyan kişi aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamaz. Ölenin durumu da aynıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de biri ölen diğeri uyuyanla ilgili iki örnek vardır.(42)

Cevâb: Hakîkatte, ölüm bir çok bakımdan uyanıştır. Uyku ise, kimi yanlarıyla ölüm gibidir. Âyetlerin ma’nâsı tepetaklak edilmiş. ‘Îsâ aleyhisselâm ile alâkalı âyetlerde geçen teveffî burada da geçmektedir. Buna göre,

Allah celle celâlühû nefisleri/ rûhları/canları ölümleri ânında te veffî eder/vefât ettirir/tastamam alır. Ölmeyenleri de, uykularında (teveffî eder/vefât ettirir).

Geceleyin sizi teveffî eden/ vefât ettiren/rûhunuzu alan, gündüzün de ne kazandığınızı bilen, son ra da onda/gündüzde (rûhlarınızı geri çevirmekle) belli bir müddet tamamlanması için sizi diriltir/uyan dırır.

Hâsılı, Geceleyin sizi öldüren değil, teveffî eden. Yani, tastamam alan. Zîrâ, teveffî, dil üstâdı Zemahşerî’nin de dediği gibi, tastamam almak ma’nâsında hakîkat, ölüm ve uykuda ise mecâzdır.[1]

Getirdiğimiz âyetlerdeki teveffî, öldürmek değil, almak ma’nâ-sındadır ki, kimisinde öldürmek ile almak, kimisinde de uyutmak sûre tiyle almak demektir.

Ölümün bazı taraflarıyla uykuya benzemesi ile uyku olması akıl lılarca aynı şey değildir. İddiâ sâhibinin bazı yanlarıyla arslan gibi olması ile hakîkaten arslanisimli bir hayvan olması bizce farklıdır. Birincisi, doğru olabilirse de, ikincisi kat’iyyen yalan olur. Zannederim ki, bu husûsta siz de bizim gibi düşünüyorsunuzdur. Yoksa, yanılıyor muyuz?

Dolayısıyla, Ölüm Kur’ân’a göre değil, size göre, uyku…

Öyleyse,

Burada geçen merkadden/ uyku veya uyku yerinden ne anlayacağız? Bu husûsda müfessirler ne dediler? Onların hiçbiri ne bu âyetin tefsîrinde, ne de başka bir yerde ölüm bir uykudur, dememiştir. Ak sine,

Bir: Bu merkad ifâdesi, kabirde gördükleri azâbı ortadan kaldırmaz. Çünki şu azâb daha sonraki azâbın şiddetine göre uyku gibidir.[2]

İki: Gördükleri dehşet sebebiyle akılları karıştı ve uyuyanlar olduklarını zannettiler.[3]

Üç: Übeyy İbnü Ka’b radıyallâ hu anhu, Mücâhid, Hasan ve Ka tâde, (Kıyâmet günü) diriltilmeden evvel biraz uyutulacaklardır, dediler.[4]

Ebû Hayyân, her ne kadar bu rivâyetin isnâdı sahîh değildir dediyse[5] ve Şihâb ile Âlûsî bunu O’ndan naklettiyseler de, Müfessirlerin, muhaddislerin ve fakihlerin imâmı İbnü Cerîr, bu rivâyetleri benimsedi ve başka bir görüş ve ihtimâl de zikretmedi. İbnü Kesîr ise Selef’ten birçoklarının bu görüşte olduklarını söyledi.[6]

Dört: Katâde, bu uyku, iki Sûr arasındadır,[7] Ebû Sâlih de iki Sûr arasındaki müddet, kırk yıldır, dedi.[8]

Beş: (Selef), iki Sûr arasında azâbın onlardan hafîfletildiği görüşündeydiler. Sûr’a ikinci kez üflenince, ey helâkımız, çık gel!.. Bizi merkadimizden kim kaldırdı? dediler. (Kesin diyecekler.)[9]

Altı: Merkad ölünün yattığı yerden istiâre’dir.[10]

Bu istiare takdîrinde, eğer mer kad masdar mîmi ise İstiare-i Asliy ye, ism-i mekânsa, İstiare-i Tebeiy ye olur.

Bu takdîrde burada, ölüm uykuya benzetilmiştir. Vech-i Şebeh /benzeme yanı dahî, ihtiyârî işlerden istirâhat etmektir/irâdeye bağ lı ve elde olan işlerden dinlenmektir.[11]

Kısâcası,

(Bir:) Birinci Sûra üflenilip Kıyâmet kopmadan evvelki zaman için hiçbir âlim, ölüme her bakımdan veya çoğu yanıyla uyku dememiştir.

(İki:) Âlimlerden bir kısmı sâdece belli noktalarda ölümü uykuya benzetmişlerdir.

(Üç:) Çokları da -hakîkî manasında kabûl edilecekse- şu uykunun iki Sûr arasında olacağını söylemişlerdir.

Dolayısıyla, Kıyâmetin kopuşuna kadar olacak olan ölümler için Kur’ân’a göre ölüme uykudur demek cehâlettir.

Nasıl öyle olmaz ki… Ölüm ile uykunun vaz’ ve lügat ma’nâları tamâmen ayrı iken, en fasîh Arabça ile inen Kur’ân, ölüme hakîkî ma’nâsı ile nasıl uykudur der?!… Böyle bir iddia en hafîfinden dili bilmemektir. Ama benzetmede, benzetilen’in, benzetildiği şey’e her bakımdan benzediği iddia ediliyorsa, şunu söyleyene, yaşa be koçum, yâhud, var ol be aslanım derler; O da sevinir veya sevinemese de netîcesine katlanır.

Anlayacağınız, âyetlere göre ölüm bir uykudur demek, Allah celle celâlühû’ya bir iftirâdır…

Ölümün bir uyku olup olmadığını, öldüğümüzde, hep berâber göreceğiz.

Kabir Azâbı Âyetlerle Sâbittir.

Hem, kabir azâbı, sâdece hadîslerle değil, onlardan önce, âyetlerle sâbittir:

“Âl-i Fir’avn’a en kötü azâb indi. Ateş sabah akşam onlar üzerine arz olunur. Kıyâmet’in kopacağı günde de Âl-i Fir’avn’ı azâb’ın en şiddetlisine sokun.”[12]

Akıllı olan fakat az da olsa Kur’ân meâli okuyan câhiller bile bilirler ki, cehennemdeki azâb, sabah akşam değil, devâmlıdır,[13] kesilmez, hattâ hafifletilmez de.[14]Yine Mü’minlerin deli olmayanları anlarlar ki, Âl-i Fir’avn’ın sabâh akşam azâb gördükleri anlatıldıktan sonra “Kıyâmet’in kopacağı günde de Âl-i Fir’avn’ı azâb’ın en şiddetlisine sokun” denilmesi, şu iki azabın aynı olmayıp ayrı olduklarını açık bir şekilde gösterir.

“O halde bırak onları; tâ ki, feryâd ettirilecekleri günleriyle, hîle ve tuzaklarının azıcık bir şey fayda vermeyeceği ve yardım da görmeyecekleri gün ile karşılaşsınlar. Zâlimler içün bunun aşağısında (veya bundan başka) bir azâb daha da vardır.”[15]

Şuradaki “feryâd ettirilecekleri günleriyle, hîle ve tuzaklarının azıcık bir şey fayda vermeyeceği ve yardım da görmeyecekleri gün” ile anlatılmak istenen dünyada onlara öldürülme ve başka şeylerle azâb edilmek ve kabirde berzahtaki görecekleri azâb kasdedilmiş olabilir. Hattâ kabir azabı kasdedilmiş olması en açık olandır. Çünki, onlardan birçoğu dünyada azâb görmemişlerdir. Allah celle celâlühû yalan söylemeyeceğine göre bu azâb kabirdedir. Veya murâd edilen bu ikisini (dünyada ve kabirde azâb görmesini) de içine alır…

İddiâ: Ashâb-ı Kehf, mağarada tam 309 yıl uyumuştu.(Kehf 18/25) Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Birbirlerine sorsunlar diye, onları uyandırdık. İçlerinden biri, ‘ne kadar kaldınız’ diye sordu. ‘bir gün belki de daha az kaldık,’ dediler. (Kehf 18/19) (42)

Cevâb: Ashâb-ı Kehf’in uyandırılmasının mes’elemizle hiçbir alâkası yoktur. Zîrâ, onlar ölmemişler idi ve uyumakta olduklarını Kur’ân söylüyor:

(وهم رقود)/Halbuki onlar uyuyan/uyumakta olan kimselerdi.[16]

Uyuyan ise -Allah celle celâlühû isterse- pek tabîî olarak uyanabilir.

Ama doğru ya, siz ölümü her bakımdan bir uyku gördüğünüze göre, uykuyu da ölüm kabûl edebilirsiniz. Neden olmasın? Ölçüler kaybolup ölçüsüzlükler ölçü hâline geldikden veya getirildikten sonra, her şey -ef’âl-i âdiyyeden olarak- vuku bulabilir…

Hâsılı, pâk âyeti, pâk olmayan, kirli, mülevves ve sakat anlayışlara âlet etmeyle karşı karşıyasınız.

İddiâ: Ölümle ilgili âyet şudur:

Şuna da bakmaz mısınız? O, tavanları çökmüş, duvarları yıkılmış bir kente uğradı da, ‘Allah burayı ölümden sonra nasıl diriltecek?’ dedi. Bunun üzerine Allah O’nu yüz yıl ölü bıraktı, sonra da kaldırdı ve ‘ne kadar kaldın’? diye sordu. O da, ‘bir gün belki bir günden az’ dedi. Allah buyurdu ki, ‘yok, tam yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine baksana bozulmamışlar bile. Bir de şu eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret yapalım diye bunu yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl birleştirecek, sonra onlara nasıl et giydireceğiz’? Bunlar apaçık olunca şöyle dedi; Ben artık anladım ki, Allahın gücü gerçekten her şeye yeter. (Bakara 2/259)

Yüz sene ölü kalıp dirilen ve 309 sene uykuda kalanlar da bir gün veya bir günden az kaldıklarını sanıyor.

Cevâb: Burada, hem tercüme, hem de anlayış yanıyla ibretlik iki cinâyet ve lâubâlîliğe dikkat çekeceğiz.

Birinci Cinâyet: Tercüme Cinâyeti:

Bir: ‘Şuna da bak…’

Burada sözü edilen zât, Üzeyr aleyhisselâm’dır. Şuna da bak gibi bir ifâde, bilhassa Türkçe’de, ya cansız, veya akılsız, yâhud da akılsızca hareket etmek veya aklındaki kıtlık sebebiyle akılsız makamında görülen ve gösterilen düşük bir kimse için kullanılır. Allah celle celâlühû’nun Nebîsi veyâ çok üstün bir velîsi olan Üzeyr aleyhis selâm için böyle bir ifâdenin sarf edilmesi en hafifinden edeb ve ter biye dışı bir iştir.

İki: ‘Bir gün, belki bir günden az’.

Âyette geçen (او بعض يوم)’deki بعض /ba’z, cüz/parça manasında olmanın yanında, aksi vârid olmadıkça ve çok kere küçük parça için, hatta sayı ve ferdlerde kinâye olarak tek sayı veya tek ferd için kullanılır. O yüzden mümkin mertebe en doğru tercüme, günün bir parçasında şeklinde olmalıdır ki, bundan küçük bir parça anlaşılsın. Lâkin, belki bir günden az ifâdesinde bu incelik bulunmadığı gibi, tam tersine daha çok bir günden biraz az ma’nâsı anlaşılır.

Üç: ‘Kemiklere bak, onları nasıl birleştirecek…’?

(ننشزها)/Nünşizühâ’daki (نشوز)/ nüşûz ‘toplanmak’, (انشاز)/inşâz da, ‘toplamak’ demek değildir. Aksine, yükselmek ve yükseltmek, ayağa kaldırmak, demektir. Buna göre, olabildiğince doğruya en yakın meâl, ‘onları nasıl yükseltecek ayağa kaldıracak ve…’ şeklinde olmalıdır. Hasılı uyduruk ve lâubâlice bir tercüme yapılmış…

Dört: ‘Burayı nasıl diriltecek?’

Böyle meâlsiz veya tefsîrsiz çıp lak bir tercüme, sonraki ‘artık anladım ki Allahın gücü her şeye yeter’ şeklindeki ifâdenin de yardımıyle, O’nun buna daha önce -hâşâ- inanamadığını gösterir. Halbuki makam hayret ve teaccüb makâmıdır. O halde -Allahu a’lem- doğruya en yakın meâl, (ben buna zaten kesin inanıyordum; fakat) bunu nasıl diriltecek (olduğunu bizzât görmeyi, seyretmeyi ve yakînimin artmasını isterdim) şeklinde olabilir.

Beş: Ben artık anladım ki, Allah celle celâlühû’nun gücü gerçekten her şeye yeter demek, ne demek? Burada bulunan birçok câhillik ve lâubâlîlikten bir kaçı:

Birincisi: Şu tercümeden açıkça anlaşılan, -hâşâ- Allah celle celâlü hû’nun gücünün gerçekten her şeye yeteceğine önceden inanmıyordu da şimdi inanmaya başladı; yâhud, önceden her şeye kâdir olduğunu anlamamıştı da şimdi anladı; öyle değil mi? Sonra (اعلم)a’lemu demek, ‘artık anladım’ demek midir? Burada tercüme ye sokulan ‘artık’ da nereden çıktı, yoksa (فلماتبين)/iyice ortaya çıkıp belli olunca ifâdesinden mi? Saçma!..

İkincisi: (اعلم)/A’lemu kelimesi, bilirim veya biliyorum demek olup, geçmiş zaman sîğasıyla bildim demek değildir. Şurada verilen ma’nânın tam karşılığı olan (فهمت)/fehimtü/‘anladım’ demek, hiç değil.

Üçüncüsü: Kelâmın/sözün mef’ ûlü olan (ان الله قادر)/ennellâhe qâ dirun cümlesi aslı bakımından bir isim cümlesi olup ‘devâm sübût bildirir.’ Halbuki ‘gücü her şeye yeter’ cümlesi ise fiil cümlesi olmakla devâm sübût değil teced düd bildirir. Üstelik Kadıyye-i Müh mele olmakla da cüz’iyye kuvvetinde olacağından,bazen veya bir zaman gücü yeter demek olur.

Şu halde ilâhî kelâmı budamış oluyorsunuz.

Öyleyse, doğruya en yakın meâl, ‘biliyorum ki, Allah celle celâlühû kesinlikle her bir şeye gücü (sürekli) hakkıyle yetendir’ şeklinde olabilir.

İkinci Cinâyet: Anlayış Cinâyeti:

Âyetten varılan yanlış netîceler den bir kaçı:

Birincisi: Uykuda kalanlar derken, buradaki öldürmenin uyut ma olarak anlaşılması…

Oysa, âyette, (اماته الله)/Allah O’nu öldürdü,’ buyruluyor, ‘uyuttu’ buyrulmuyor; ortada Yehûdi ve Hris tiyân usûlü bir tahrîf var.

İkincisi: Bu âyette, sâdece öldürme ve diriltmenin nasıl olacağı gösteriliyor, bunların teferruatları değil… Zîrâ sorulan oydu. Âhiret’teki diriltmeden sonraki safhalar nasıl gösterilmediyse, ölüp kabre girdikten sonraki kabir safhaları da gösterilmedi. Çünki bunlar sorulmadı.

Dolayısıyla, yapılan bâtıl kıyasla varılan netîce de bâtıl ve asılsızdır.

Üçüncüsü: ‘Burayı nasıl diriltecek’ ve ‘artık anladım ki Allahın gücü her şeye yeter’ şeklindeki tercümelerden kalkarak, âyetten, ‘bunlara önceden inanmadığı,’ yâhud ‘inkar içinde olduğu’nu veya ‘bu husûslarda şübhe yâhud şübhelerinin bulunduğu’nu anlamak…

Oysa O, bunları biliyor ve bunlara inanıyordu; lâkin ‘nasıl olacağı’nı merak ediyor, onu gözle görmek istiyordu. Gördükten ve yaşadıktan sonra da değişen bir şey olmadı, sadece inancında kuvvet ve itmi’nân hâsıl oldu, o kadar.

Hâsılı, tekrâr bile olsa söylemekte fayda görüyoruz: Teşbîhte, müşebbehin/benzetilen’in, müşeb behun bih’e/benzetildiği şeye her bakımdan benzemesi lâzım gelmez. Bunun gibi, buradaki öldürme ve diriltme de Kıyâmet’ten ön ceki öldürme ve diriltme olmadığın dan her bakımdan ona benzemesi lâzım gelmez. Yoksa ‘İddiâ sâhibi arslan veya koç gibidir’ teşbîhinde her yönüyle bir benzeme lâzımdır mı, diyorsunuz?!..

Mürit: O zaman kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur ol masını nasıl îzâh ederiz?

İddiâ: Kabir hayâtını rüyâya benzetebiliriz. Güzel rüya gören bu rüyanın hiç bitmemesini ister. Sıkıntılı rüya görenler de uyanınca iyi ki rüyaymış derler. Doğrusunu Al lah celle celâlühû bilir.

Cevâb: Tokmaklar yenilip gözler dışarıya fırlayınca, o azâblarla karşılaşınca, kabir hayâtının rüyâ mı hakîkat mi olduğu çok iyi anlaşılacaktır. Kabir hayâtı ve ondaki mâcerâlar hakkında gelen ve rüya olduğu söylenmeyen yüzlerce hadîs den sâdece birkaç tânesi:

Bir: “Kul kabre konulduğunda ve arkadaşları dönüp gittiğinde onların na’lin seslerini kesinlikle işitir. O’na iki melek gelip onu oturturlar. (Kabir süâlini sorarlar.)”[17]

Kabir süâlinin rüyâ olup olmadığını anlayacağız. Bu nasıl rüyâdır ki, söylenileni işitiyor, selâma cevâb veriliyor?.. Yoksa, meleklerin gelmesi ve süâller de mi rüyâ?

İki: Berâ İbnü Âzib radıyallahu anhu hadîsi.[18]

Üç: İbnü Abbâs radıyallahu anhumâ hadîsi.[19]

Dört: Ebû Hureyre radıyallahu anhu hadîsi.[20]

İddiamız çürümesin diye şu ve benzeri onlarca sahîh rivâyetleri inkâr mı edeceğiz?.. Allah celle ce lâlühû akıl ve îman versin.

Mürit: Yetmiş yıldır bu ülkede yeterli dini eğitim yapılamadığı için hocalarımız bazı yanlışlar yapabiliyor. Biliyorsunuz 1924’te Şerîat kaldırıldı. Bütün yasalar batıdan alındı. Bir zamanlar din eğitimi tamamen yasaklandı. Ezan Türkçe okundu. Bunları uzatmak mümkün.

İddiâ: Bütün suçu başkasının üstüne at ve sen aradan çekil. Ne kolay bir yaklaşım tarzı! Yetmiş yıl önceki şartlara durup dururken mi gelindi? İslam alemi Birinci Dünya Savaşında batı karşısında niye kesin bir yenilgi aldı?

Mürit: Bunun siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri birçok sebebi var. Şimdi sen bunu da mı tarikatlara bağlıyacaksın?

İddiâ: Bunu tarikatlara bağlamak da kolaya kaçmak olur. Bu yenilginin siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri sebeplerini uzmanlarına bırakalım. Biz burada Kur’an’a uyma yerine Kur’an’ı kendimize uydurmadan bahsediyoruz. (45)

Cevâb: Kısacası ve âmiyane ta’bîrle, iyi ağababaları darıltmamak yâhud onlara yaranabilmek için, ustaca yapıldığı zannedilen, fakat acemice olmakla kendini ele veren güldürücü bir kıvırtma… Bir yanda hiçbir şekilde sâhan olmayan husûslarda bıktıran çeneler yap, öte yanda birazcık aklı ve târih bilgisi olanın tahlîlde zorlanmayacağı noktada ise işi uzmanına bırakma raksı yap!.. Kim yutar?.. Muhâtabınız size, ilim öğrenme imkânlarının kesintiye uğraması sebebiyle âlimlerin azaldığını, yapılan yanlışlıkların yeterli ilme sâhib olmamaktan veyâ kâfî mikdarda gerçek ilim adamı bulunmamaktan kaynaklandığını, söylüyor. Sebeb şu yâhud bu, değişmez. Böyle bir söze sizin şu şekilde bir cevâbınız, rakkaselik, köçeklik yapmak veya birilerine yaranmaktan başka bir şey olamaz.

İddiâ: Kur’ân’a taban tabana zıt nice sözler hadis diye ortaya atılabilmiş ve müslümanlar arasında kabul görmüştür. Şu söz onlardan biridir: (45)

Cevâb: ‘Bunlar nelerdir’ denildiğinde çakılıp kalacağınız veya anlayış kıtlığınız veya ard niyetinizle hakîkatte Kur’ân vâdisinde olan nice sahîh ve hasen hadîsi dahi bu yafta ile yaftaladığınız görülecektir. Evet bir takım sözler hadîs diye uydurulup ortaya atıldı. Lâkin Allah celle celâlühû’nun “zikri” koruyacağına dâir bir va’di vardı. Kur’ân hem lafız hem de ma’nâ bakımından korunacaktı. Bu koruma onun açıklayıcısı ve manalandırıcısı olan Sünnet’in korunmasını da içinde bulunduruyordu. Bu yüzden, -nihâyetsiz hamdolsun ki,- Rebbânî âlimler, bunları bahane ederek ileri sürüp uydurma olmayanlar üzerinde de tereddütler uyandırmaya çalışan müsteşriklerin ve onların oltasına takılmış Müslüman yaftalı besleme ve çorbacı şaklaban şapşalların heveslerini kursaklarında bırakmışlardır. Mevla sa’ylerini meşkûr etsin. Artık hiçbir hokkabaz kendi nefsânî görüşünü kılıflamak için bu mazeret kalkanının ardına sığınamaz.

İddiâ: İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz.[21] Bu sözü hadis diye ortaya atan, Yavuz Sultan Selim’in meşhur Şeyhülislamı İbnü Kemal Paşazade’dir. O, bu sözü hadis diye ortaya atmakla kalmamış, doğruluğunu ispat için felsefi izahlara girmiştir. Bu sebeple sıkıntı çok ciddi boyutlardadır. Bu konu Kabir Ehlinden Yardım başlığı altında anlatılmıştı. (45)

Cevâb: Bu sözle alâkalı tahkîk mecmûamızın üçüncü sayısında yazdığımız uzunca bir makalede geçmişti. Söyleyecek sözü olmayanlar, ya mes’eleyle alâkasız sözleri ağızlarında gevelemekle veya alâkalı ama çarpıtılmış, artık söz haysiyetinde bile olmayan gürültüleri tekrar tekrar ileri sürmekle zaman öldürürler ve vasatı kokuturlar. Bir nev’i hezeyan sergilerler…

Şeyhler ve Mezheb

İmamları Denildiği Gibi Kutsallaştırılmışlar mıdır?

İddiâ: Şeyhler gibi mezheb imâmları da kutsallaştırılmış, onların sözleri Kur’ân ve sünnet ışığında yeni fikirler üretmeyi büyük günahlardan sayar hale gelmişlerdir. Son bölümde, Kur’ân’a Dönmek başlığı altında bu konuya da girilecektir.(46)

Cevâb: Aslında, ne şeyhler, ne de mezheb imamları kutsallaştırılmadığı gibi, tam tersi, çoklarınca, onlar yerleştirilmeleri gereken üstün yerlere yerleştirilemeyip yeterince takdîr bile edilemediler.

Evet, kimi câhiller veya hidâyet mahrûmları bir takım sapıkları, hatta zaman zaman istikâmet sâhibi büyük zâtları ilâhlaştırdıkları olmuştur ve olabilir. Bütün bunlar sağlam kimselere çamur atmamızı hiç mi hiç gerektirmez. Görmez misiniz ki, Yahûdîler ‘Uzeyr (aley hisselâm) Allah’ın oğludur dediler. Hristiyânlar da Mesîh (aleyhisselâm) Allah’ın oğludur dediler. Onlar böyle yaptılar diye, şu zâtları Allah celle celâlühû’nun birer kulu ve resûlü kabûl edenlere, hatta kendilerine, -hâşâ- çamur mu atacaksınız. Veyl olsun, O’nlara çamur atan çamurlara… Halbuki, insanları (kendi) yerlerine yerleştiriniz[22] em ri vardı. Buna riâyet edilmedi. Hem, bu büyüklerin büyüklükleri yeterlidir. Daha fazla büyütülmeye muh tac değildirler. Ancak gerçekte büyük olmayıp kendini büyük diye pazarlayan ve kör atın kör alıcısı olur kabilinden câhil ve sapık müşteriler bulan ve onlar tarafından şişirilen ve uçurulanlar, mes’elenin dışındadırlar ki, şimdiki naylon müçtehidler bu sınıftadır. Bunlara ne kadar karşı çıksanız yeridir.

Nihâyet, son asırlarda, hususiy-yetle de günümüzde, müsteşrik kargaları kendilerine kılavuz edinen bir takım şaklaban Müslüman müsveddesi, dinde önder kabûl edilen câhillerin, nefsi emmâreleri, hevâ ve hevesleri istikâmetinde söz söyleyebilmeleri için onları devreden çıkarmaları Allah’ın yer yüzündeki emin kişileri,Hidâyet lambaları ve Peygamber vârislerini, yani muhaddisleri, müfessirleri, mücte-hidleri ve fakihleri köylü Mehmed ağa mertebesinde görüp göstermeleri gerekiyordu… Öyle yaptılar… Onlar adamsa biz de adamız gibi, adamlara aid o büyük sözleri, onca cücelik ve bücürlüklerine rağmen sarf edebildiler. Ve olan oldu. Şimdi biz kimlerle neyi, nasıl konuşmaya mecbur kalıyor ve de konuşuyoruz? Acı… Cidden çok acı…

Birinci Dünya Savaşı’ndaki Kesin Yenilginin Sebebi Neydi?

İddiâ: Birinci Dünya Savaşı’ndaki kesin yenilgi bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Sizin o yetmiş yıllık uygulama diye tenkit ettiğiniz şeyler de bir sonuçtur. Birinci Dünya Savaşında olan yenilgiyi bir askeri yenilgi saymak kolaycılık olur. O, kendine güvenini yitirmiş olan bir toplumun yenilgisidir.(46)

Cevâb: Kendince güya, tumturaklı laflar… Peh… ‘O, kendine gü venini yitiren bir toplumun yenil gisidir’ sözüne, ‘kendine güvenden maksadım, kişinin inandığı değerlere güvenmesi…’ sözünü, sonuna da ‘zaten inandığı değerlere inanmayanın îmânı olmaz’ hükmünü ilâve ederseniz, bu kadıy yelerin kıyâsıyla, ‘Birinci Dünya Savaşındaki yenilginin îmânsızlıktan, yani mürtedlikten kaynaklandığı’nı anlarsınız. Gördünüz mü kıyâsın neticesini?!. Sübhânellah!.. Hadi îmân zayıflığı deseniz neyse…

Oysa doğrusu, bu yenilgi, çıktığı kabuğu beğenmeyip ona tüküren civcivlerin, yabancı hayranlığı zebûnlarının, müsteşrik ökse kuşlarının, ehli dünya olanların sebeb ol duğu yenilgidir… Huneyn muhârebesinde belki bir kaç kişinin bu or du da yenilir mi hiç? demeleri sebebiyle, en güzîde velîler ordusuna dünya dar gelmişti.[23]

Bence böyle… Hadi elimde bilgi ve belgelerim, ve dahî açık âyetlerim var, demeyeyim. Benimkisi, dolaylı olarak onlara dayansa bile nihâyet bir kanâat… Öyleyken böyle nasıl derim. Ben âlemlerin rabbi olan Allah celle celâlühû’dan korkarım… Yetmiş yıllık uygulama, diye tenkîd edilen (ama, ifâdelerinizden, sizin tenkîd etmediğiniz veya edemediğiniz, anlaşılan), bir sonuç imiş! Öyle olsun; ne olmuş? Bir şeyin başka bir şeyin veya şeylerin sonucu olması, diğer başka şeylerinilleti veya sebebi olmasına mâni’ mi olur? Elbette ol maz… Yani, gelinen şu hazîn tablo yetmiş seksen bu kadar yıllık bir tatbîkât sebebiyle, yetmiş şu kadar yıllık tatbîkât, Avrupa hayranlığı, dünyâ zevk ve sefâsına dalarak geri kalmış olmak, zevk ve sefâya dalmak da hâkimiyet psikolojisi ve benzeri sebeblerle olmuş olabilir. Bu sebeblerin sebebleri zincirleme devâm eder gider ve bunların teselsülü, hiç kimseden mes’ûliyeti kaldırmaz. Sebeb olanlar her hâl ü kârda mes’ûl olurlarken, kurbanları da yerine göre mes’ûl olurlar.

Siz, yetmiş yıllık uygulamayı, dayandığını iddia ettiğiniz sebebleri ileri sürerek ma’sûm göstermeye kalkarsanız, başkaları da bunu zincirleme bir şekilde gerilere götürürler ve ortada, yasak ağacın meyvesinden yediği için cennet’ten çıkarılan Âdem aleyhisselâm’dan başka -hâşa- suçlu kimse kalmaz. Yok, eğer ma’sûm göstermiyorum diyorsanız, şu yersiz lâf kala balıklığı ile niye mevzû’ saptırmalarına yelteniyorsunuz?

Sizinkisi, bilerek yapılan bir saptırma ve raks değilse, harbi bir anlayış seviyesizliği ve câhillikdir.

İddiâ: Kendine güvenden maksadım, kişinin inandığı değerlere güvenmesi ve bu değerlerin kendine yüklediği görevi iyi bilmesidir. Bu çok önemlidir. Zaten inandığı değerlere güvenmeyenin imanı da olmaz.

Mürit: Bunu biraz daha açar mısınız?

İddiâ: Bakın, Hz. Muhammed Allah’ın Elçisi olduğunu söyleyince ona gülenler, deli diyenler, sihirbaz diyenler, onu alaya alanlar ve hakaret edenler olmuştu. Eğer, bu davranışlar onun inandığı değerlere olan güvenini sarssaydı da bunun etkisiyle Ya bunlar haklıysa? deseydi halkın içine çıkıp bir iş ya pabilir miydi?…. (46-49)

Cevâb: Mes’eleyle alâkasız yâhud çok uzak mesafeli hak sözlerin bâtıl anlayışlara âlet edilmesiyle hâsıl olan lüzumsuz uzatmalar, kafa şişirmeler… O yüzden, şunları buraya almayacağız.

Üstelik size şu çanak soruyu soran mürit, -Allahu a’lem- sizin müridiniz. Öyle anlaşılıyor… Zâten kitabçığınızdaki diyaloğun ne kadarının hayâlî olduğunu net bir biçimde ayırabilmek zor…

İddiâ: Ayette şöyle buyurulur: Bir millet kendinde olanı bozmadıkça Allah onlarda olanı bozmaz. Allah bir millete ceza vermek istedi mi artık onun önüne geçilemez. Zaten onların ondan başka bir koruyucuları da yoktur.[24] (48)

Cevâb: Bozuk bir tercüme… Tağyir her zaman bozmak demek değildir. Esâsen zâtında değiştirmek, başka yapmak, başkalaştırmak bazen da, vasfında farklı hâle getirmek gibi ma’nâlara gelir. Bu değiştirme, mef’ûlüne (nesnesine), göre mahiyet kazanır. Yani, değiştirmeyi, ne hâline getirileceği, bozmama’nâsına da getirir. Yapma, tamir etme ma’nâsına da…

İstikrâ ile/iyi bir araştırma ile diyebiliriz ki,

Bir: İyiyi daha iyiye, İki: İyiyi benzer bir iyiye, Üç: İyiyi daha az iyiye, Dört: İyiyi kötüye, Beş: Kötüyü daha kötüye, Altı: Kötüyü benzer kötüye, Yedi: Kötüyü daha az kötüye, Sekiz: Kötüyü iyiye değiştirme- gibi, birçok çeşit değiştirme şekli vardır. Bunlardan, iyiyi kendisi gibi iyiye çevirmek ve kötüyü kendisi gibi kötüye çevirmek şeklinde değiştirmek, gerçekte değiştirmek olmasa da, bir renklendirmektir. İyiyi daha iyiye ve kötüyü iyiye değiştirmek çok iyiyse de, ikinci daha iyidir. Her ne kadar görünüşte ikincinin iyiliği birincinin iyiliğinden aşağı ise de zararın giderilmesi kâr elde etmekten iyi olacağından aslında ondan kıymetlidir.İyiyi daha az iyiye çevirmek, görünüşte iyi netîce elde edildiğinden iyi gibi görünse de kaybı bakımından nisbeten kötüdür. Kötüyü daha az kötüye değiştirmekgörünürde kötü netîce yüzünden kötü ise de iyiye yaklaşıldığından nisbe ten iyidir.

Bu sekiz farklı netîceden sadece, İyiyi kötüye çevirmek tam bozmaktır.

İyiyi daha az iyiye ile kötüyü daha kötüye çevirmek kısmen ve nisbeten bozmakdır. Dolayısıyla sekiz türlü teğiştirmenin/ çevirmenin, ikisi olan birinci ve sekizinci madde tam iyi yapma, yedinci madde olan birisi nisbeten iyi yapma… Yani, birinci, ikinci ve üçüncü maddelerde hiç bozma yok. Altınci ve yedincimaddelerde nisbeten bozma yok. Ama dördüncü maddede tam bir bozma var. Üçüncü ve beşinci maddelerde ise nisbeten bozma var…

Hâsılı, bir Ümmetin kendindekini değiştirmesi, kendindeki şâyet güzellikse, bozmak, kötülükse, tamir etmek ve iyi yapmak olur. Diğer kısımlar bunların altındadır.

Gerçi ikinci cümle müstenefe olmakla buradaki değiştirmenin kötüye doğru olduğuna karîne olsa bile, tefsîrlerde daha umumi îzâhlar vardır; âyetin ma’nâsını budamak kimsenin haddine düşmemiştir…

Yenilgide Asıl Suç Gerçekten Âlimlerin midir?

İddiâ: Bana göre asıl suç âlimlerindir. Onlar Kur’ân’ı anlayıp, yaşadıkları çağı ona göre yorumlama yerine sırf eski alimlerin eserleri ile meşgul olmuşlardır. Eğer Kur’ân’ı anlamak için uğraşsalardı zorunlu olarak Hadîs-i şeriflerden de yeterince yararlanacaklardı. İşte o zaman eski alimlerin eserleri doğru anlaşılacak ve ufuk açıcı olacaktı. Çünkü müctehid İslam alimlerinin yaptığı, kendi çağlarını Kur’ân’a göre yorumlamaktan ibarettir. (49-50)

Cevâb: Bu ‘bana göre asıl suç alimlerindir; onlar Kur’ân’ı anlayıp, yaşadıkları çağı ona göre yorumlama yerine sırf eski alimlerin eserleri ile meşgul olmuşlardır’ sözü, pek tanıdık, aşinâ olduğumuz efsûnlu ve yaldızlı bir sözdür. Hüseyin Câhidlerin, Celâl Nûrîlerin, Seyyîd Beylerin, M. Şemseddînlerin ve bil cümleyetmiş(seksen) yıllık uygulamanın müdâhil kahramanlarının ve yağdanlıklarının önceki sözleriydi. İsterseniz, Celâl Nûrî’nin İttihâd-ı İslâmını, Seyyîd Bey’inMedhal’ini ve başka kitâblarını bir okuyunuz. Ama sizin bunları okumaya ne vaktiniz var, ne de bunlara kafanız basar… Onların girdikleri otobanın ucunun nereye çıktığını akıllılar olarak hep beraber ibretle seyretmekteyiz. Sizin ve sizin gibi onlardan çok daha çapsız kimselerin âkıbetini düşünmek bile dehşet verici… Kaldı ki, aldığınız mesâfe bile delirtecek ve kahredecek çapta… Vatikan ile yapılmakta olan or tak çalışma her şeyi açıklamakta!…

Eski ama eskimez âlimlerimizin kendileri gibi değerli olan muhalled eserleri günümüz hokkabazlarının önündeki en büyük mâni. Zamânımızın negatif Lüther’lerinin[25] putlaştırıp etrafında raksettikleri çağdaş hevâlara geçit vermeyen eserler karalanmalıydı ki, zırvalar kesad yerine revâc bulsundu… Sizi iyi an lıyoruz. Ama sırtınızı dayadığınız zâlimleri o kadar da güçlü zannetmeyiniz. Allah’ımızın hesâbının her an bütün hesabları birden allak bullak edebileceğini unutmayınız. Aklınızdan çıkarmayınız ki, bazı nimetler hak edilmese de lütfen veya kahren verilir…

Ulemâ neyi nasıl yapacaklarını câhil cücelerden değil, ya kendi ilimlerinden, yâhud kendilerinden daha âlimlerden, yâhud da en azından kendileri gibi âlimlerden öğrenirler…

Onların bir çoğu gerekeni zaten yaptılar. Ama tabiîdir ki, geridekiler de boş kalmadılar. Darb-ı meselde, ‘öncekiler sonrakilere nicelerini bıraktılar’ denir. Onlara ve eserlerine, çatallı yılan dillerin uzatılmasının -kanaatimce- temel sebeble rin-den biri de onların ve eserlerinin gereken kıymetinin görünüp anlaşılması halinde, zamane şarlatan ve cazgırlarının esas yüzünün anla şılacak ve böylece sonlarının gelecek olmasıdır.

Müctehidlerin yaptıkları, kendi çağlarını Kur’ân’a göre yorumlamaktır sözüne bakın ve iyi dikkat edin… Bu söz cehâletten değilse hı yânetten doğma bir sözdür. Zîrâ bu, Kur’ân’ın çağa göre yorumlanması zırvasının hemen hemen değişik bir ifâdesidir. İslam çağlar üstü, her çağı yücelerden ve yükseklerden aydınlatan bir dindir… Onun değişecek hiçbir hükmü yoktur…

Kur’ân ve İslâm, ufûl edenleri/kaybolup yok olan(değer)leri sev mez. Zamanın değişmesi ile ahkâmın değişeceği’ne dâir söz, Örf’ün bir kısmı için geçerlidir ki bu esasta değil, şekilde ve görünürde bir değişme olup dinin içinde çok çok cüz’i bir yer kaplar. Hatta bunlara değişme bile denmez. On binler, hatta yüzbinlere varan İslamî hüküm içinde, zaman îcâbı yüz müşkil ana mes’ele sayılamaz. Sa yılanların da hemen hemen hepsi İslamdışılıkların mahsûlü olup, İs lâm’a dönülme ilacıyla ortadan kaybolacak hastalıklardır. O yüzden İslâm’dan onlara çare arayayım derken Onun (İslamın) çeperlerini zorlamak akıllıca bir iş olmaz. Binde bir bile olmayan örfî ahkâmla müçtehidliği sınırlamak, âlim işi olmak şöyle dursun, sıradan akıllı işi bile değildir.

Âlimlerin, mes’ûliyyetlerini müdrik olmak ayrı, onlara kara çalmak ve acâib sesler çıkarmak daha bir ayrıdır.

Bana göre ise, asıl suç âlimlerin değil âlim pozlarındaki câhil ve müstağrib bilim adamlarınındır. Ni tekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sel lem efendimizin ‘şübheniz olmasın ki, Allah celle celâlühû ilmi kullardan söküp çıkararak almaz; aksine ilmi âlimleri(in ruhlarını) almakla alır; nihâyet (Allah) hiçbir(gerçek) âlim bırakmayınca, insanlar câhil başlar edinirler; onlara sorulur; onlar da ilimsiz olarak cevâb verirler; böylece saparlar ve saptırırlar’[26]hadîsi bu nu gös teriyor.

‘Yaşadığı Çağı Kur’ân’a Göre Yorumlamak’ da Nasıl Oluyor?

İddiâ: Yaşadığı çağı Kur’ân’a göre yorumlama zorunda olan bir âlim, çağının bilimsel teknik ve sosyal gelişmelerini de iyi bilmek zorunda olur. Yapılacak yorumlar herkesi tatmîn edeceğinden, kimse bir başka arayış içinde olmazdı.

Ama onlar, şartlarını iyi bilmedikleri bir çağı yorumlamak için yazılan kitaplarla meşgul oldukları için o kitapları bile gereği gibi anlamaktan mahrum kalmışlardı. Böylece, Kur’ân’a, sünnete ve çevresine kapalı, çağın gerisinde bir ilim anlayışı ile kendi intiharlarını hazırlamışlardır.

Sultan II. Abdulhamid’in bu konu ile ilgili çok acı hatıraları nakledilir.

Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, kendisini ziyarete gelir. İmparatorundan özel bir mektup getirir. Ondan İslam dininin muhtevasını, îmân esaslarını, gayesini, felsefesini, ibâdet kaidelerini açıklayacak güçte bir dînî-ilmî heyet ister. Sultan, Japonya’da İslam’ın yayılması için maddî sahada mümkün olan her şeyi yapar ama İmparator’un istediği dînî-ilmî heyeti gönderemez. O Sultan’ın içinde hicran olmuş bir hatıradır. Bunun sebebini şu cümlelerle ifâde eder:

Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim Japonlardan evvel kendi milletimin ve halife olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim…

Sultan’a göre o alimlerin ilmî kudretleri kadar dünyayı algılama tarzları da İslam’ın geleceği üzerinde bu kadar büyük etki yapacak bir konuyu ele almaya ve sonuçlandırmaya müsait değildir. O, bunun sebebini şöyle açıklar:

Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimlerini yetiştirecek feyyaz menbâlar da artık mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu..[27] (50)

Cevâb: Bu denli yüksek perdeden konuşan birinin, pozitif ilim, teknik, sosyoloji ve psikolojiden ne denli muazzam nasîbi vardır, değil mi? Doğrusu bunu ben bile merak ediyorum desem asla inanmayınız. Zerre kadar merak etmiyorum. Çün ki komplekse bakılırsa bu ihtimâlin sıfır olduğu zâhir.

Başka bir şey olamadıkları için, dînî veya başka bir sâhada bilim adamı olanların bütün hücrelerini saran aşağılık kompleksi mikrobu… Şu tipler, başka bir şeyolabileceklerini gördükleri, hatta bildikleri, hatta umdukları bir ânda baş döndürücü bir sür’atle -o başka şey yerine göre en süflî bir şey de olsa- o olmak istediklerini olmaya çaba sarfederlerken harcamadık değer bırakmazlar. Hattâ dehşetli bir borc altına bile girerler.

İslami hükümler, kainatta Allah celle celâlühû’nun yerleştirdiği ka nunun tamamının da tercümesi olup, İslâmî ilimler onları da bir cihetle tefsîr ve şerh eden onlara hakim esaslardır. Lâkin denilebilir ki, şunlar İslami ilimlerin çeperi içinde ancak bir nokta mesabesindedirler.

Sırf tabiat ilimleriyle bir yere varılabilecek olsaydı, filozoflar ve pozitif ilim sahibleri nebîleri ve âlimleri geride bırakacak bir hidâyette olurlardı. Evet, halledilen İslami meseleler ışığında bunlar tefekküre katkıda bulunurlar ve bir takım hikmetleri yakalamakta faydaları olabilir. Hatta, Allah celle celâlühû’yu ve dini bilmeyenler için Allah’ın varlığını bulmaya yaramakla çok ehemmiyet arz ederler. Lâkin ondan sonra, İslamı, îmânı, kitabı bilmeye yetmezler.

Bundan evvel ne kitab, ne de îmân bilmiyordun[28] Allah celle celâlühû’yu biliyor, belli usullerle ona ibâdet ediyor, tefekkürden geri kalmıyordu, ama âyette anlatıldığı gibiydi…

Hâsılı ictihâd’ın ve sayılan bilimlerin alâkasının yeri ve nisbeti ne kadardır?.. Tâlî noktalarda ve çok çok az…

O tenkîd edilenler, zamane türedilerince bir hiç idiyse, şimdiki cazgır ve amigolar hiçten de içeri birer hiç… Mes’ele işte burada… Bu hiç içre hiçler, tenkîd ettiklerine göre gerçek hayata nisbetle rüya içindeki rüya mesabesinde varlık gerçeği olan kimselerdir. Bu zavallılar konuştukça batıyorlar; sapıyor ve saptırıyorlar… Nassları delîl olarak ileri sürerlerken, ne dil ve belâğat, ne mantıkî delâlet, kıyâs ve ne de usûlî delâlet, istinbat ve kıyâs bilgisinden hiçbirisi yok. Bir yanda mes’eleyle hiç alâkası olmayan delîl yaftalı şübhe ve tereddütler delîl diye ileri sürülebilirken, diğer yandan gerçek delîllere trene bakar gibi bakılıp bunların neresi delîl? denilebiliyor. Zîrâ delîl nedir, ne değildir? Bilen yok. Delîllerdeki ihticâc veya istişhâd noktalarını görebilecek ve bilebilecek seviye sıfır sıfır…

Bütün bu acı keyfiyyete rağmen boyundan büyük laflar etme’ye kalkışmalar ve maskara duruma düşmeler… İşin bir cihetle güldürücü, diğer bir cihetle de kahredici yanı, üç yaşındaki çocuğun kaşlarını çatması, hışımla şehâdet parmağını kaldırması ve koca pehlivanlara yâhud boksörlere o parmağını kaldırıp indirerek,sizin kemiklerinizi kırarım, diye, hiddetle tehdîdler savurması tablosu… Arslanvâri kükreyen serçenin güldüren bir manzarası…

Sultân Abdülhamid ile alâkalı nakil ise, pek de su götürür mâhiyette. Bil farz aslı doğru olsa bile, tahrîf edilmiş olma ihtimâli yüksek olan bir nakil… Bu vâdideki serzenişleri gerçekten sâbitse, O’nun asıl derdi, ilim seviyesizliğinden çok, o zamânın âlimlerinde zuhûr eden asrî/çağdaş şahsiyetsizlik mikrobunun hâsıl ettiği zihniyet bozukluğu idi ki, şu mikrob o zamanın ilim adamlarının bir çoğununun bünyesini sarmıştı. Allahu a’lem Sultân’ın derdi ve şikâyeti, ilmiyle âmil, ihlâslı ve Rabbânî âlimlerin çok enderleşmesiydi.

Yoksa, o zamanlar neşredilen Beyâhü’l-Hakk, Sebîlü’r-Reşâd ve Cerîde-i Sûfiyye gibi ilmî Mecmûaları okursanız, en kemiklileriniz de dâhil olmak üzere şu devrin dev âlimlerinin dizlerine, hatta topuklarına bile gelmediğinizi açık seçik siz de görecekseniz.

Âlimler ve Tarîkat Ehli Kur’ân’dan Uzaklaştılar mı?

Mürit: Öyleyse tarîkatlara bu kadar yüklenmek doğru olmaz. Âlimlerin Kuran’dan uzaklaştığı bir yerde tarikat mensuplarının yanlışları görmezden gelinebilir.

Cevâb: Bu söz, şu şekliyle gerçekten sarfedildi mi, edilmedi mi? bilmiyoruz. Sarf edildiyse, yanlış. Zîrâ ne hakîkî âlimler ne de Şerîat üzere olan Tarîkat mensûbları Kur’ândan uzaklaşmazlar. Zîrâ biz âyetlerden ve hadîslerden biliyoruz ki, hakîkî ilim ve Tasavvuf, istikâmetin garantisidir. Şunların hakîkî olabilmesi ise amel ve ihlâsa da bağlıdır.

Şerîat üzere olmayanlar ise ne mensûbu olurlarsa olsunlar, er veya geç bir gün sapıtırlar. Hâsılı, şu söz bâtıl bir iddiâya dayandırılan son derece hatâlı bir sözdür.

İddiâ: Allah’ın kabûl etmeyeceği bir özrü biz kabûl edemeyiz. Çünkü âlim ve câhil ayırımı olmadan herkes, Kur’ân’a aykırı davranışlarının hesabını Allah’a verecektir. Alimlerin suçu tabii ki, daha ağırdır.

Kur’ân’dan uzaklaşmak alimleri de zamanla hurafelere alıştırmış ve onların Kur’ân’a temelden aykırı nice şeyleri normal görür hale gelmelerine sebep olmuştur. Buna, şu çarpıcı örneği verelim:

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi ile ilgili resmi belgelerde, savaşı kazanmak için Allah’ın yanında Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellemin de yardımı beklendiği görülmektedir. Sanki o, Allah’ın elçisi değildir de haşa, Allah’ın yanında ikinci bir tanrıdır. Sanki o, ölmemiştir de diridir. Sanki o, kendine yapılan çağrıları işitme, olayın geçtiği yeri görme ve istediğine istediği yardımı yapma yetkisine sâhibtir.[29]

Allah’ın berisinden[30] Kıyamete kadar kendisine cevap veremiye cek olanı çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların çağrısından habersizdirler.[31]

Şimdi belgelerdeki ifadelere bakalım:

a- Sultan Reşat’ın savaş ilanı ile ilgili beyannâmesinin son bölümünde yer alan ifadeler:

…Hak ve adl bizde zulüm ve udvan düşmanlarımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek içün Cenab-ı âdil-i mutlakın inâyet-i samadâniyesi ve Peygamber-i zîşânımızın imdâd-ı maneviyesinin bize yâr u yaver olacağında şüphe yoktur..,[32]

Bu ifadeyi şöyle sadeleştirebiliriz:

Biz haklı ve dürüst, düşmanlarımız ise zalim ve saldırgan olduğundan düşmanlarımızı yere sermek için adaleti şaşmaz olan Allah’ın yüce desteğinin ve Peygamberimizin manevi yardımının bize yar ve yardımcı olacağında şüphe yoktur…

b- Başkumandan vekili[33] Enver Paşa’nın beyannamesi şu ifadelerle başlamaktadır:

Allah’ın inayeti, Peygamberimizin imdâd-ı rûhâniyesi ve mübarek Padişahımızın hayır duasıyla ordu muz düşmanlarımızı kahredecekdir.

Beyannâme’nin orta kısımda şu ifadeler vardır:

Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve sahâbe-i Güzîn efendilerimizin ruh ları uçuyor…[34]

c- İslam ülkelerini cihada davet beyannamesi:

Bu beyanname Meclis-i Ali-i İlmî (Yüksek İlim Kurulu) tarafından hazırlanmış ve Halife sıfatıyla Sultan Reşad tarafından imzalanmıştır. Beyannamenin altında en üst seviyeden toplam 34 alimin imzası da vardır. Bunların arasında üçü eski birisi görevde olmak üzere dört şeyhülislam ve Fetva Emini Ali Haydar Efendi de vardır.

Beyannamenin dördüncü paragrafı şu ifadelerle bitmektedir:

Dîn-i mübîn-i ilâhisi namına cihada şitâbân olan müslimîni her bir hususta mazhar-ı fevz ve dânîden mev’ûd ve şerîat-ı garrây-ı Ahme-diyyenin i’lây-ı şânı içün fedây-ı cân ve mal eyleyen ümmet-i nâci yesine zahîr ve destgîr olmak içün ruhâniyet-i mukaddese-i nebeviyye hazır ve mevcuddur.

Beyannâme’nin son paragrafı da şöyledir:

Ey mücâhidîn-i İslâm. Cenab-ı Hakk’ın nusret ve inâyeti ve Nebiy y-i muhteremimizin meded-i ruhâniyetiyle a’dây-ı dîni kahr ve tedmîr ve kulûb-i müslimîni sermedî seâ detlerle tesrîr eylemeniz va’d-ı ce lîl-i İlâhî ile müeyyed ve mübeş şerdir[35].

Bu ifadeleri şu şekilde sadeleştirebiliriz:

Allah’ın açık dini adına hızla savaşa çıkan Müslümanları her konuda başarılı kılıp yardım edeceğine onun yüce lutuflarıyla söz verilmiştir. Hz. Ahmed’in[36] aydınlık Şer’î atını yüceltmek için canını ve malını feda eden ümmet-i nâci yesine[37] arka çıkıp elinden tutmak için Hz. Peygamberin mukaddes ruhu hazır ve mevcuttur… (50-53)

Cevâb: Gene sapla saman karıştırılmış… Bu nihâyet, Allah celle celâlühû’nun takdîriyle bir mu’cize ve kerâmet beklenilmesi kabîlinden olan bir tevessül idi… İmâm, müfessir, muhaddis ve fakih İbnu Ke sîr el-Bidâye isimli eserinde,[38] Halid İbnu Velîd radıyallâhu anhu’ nun Yemâme gününde Müslümanların o günkü ‘EyMuhammed yetiş!’ şi ârını yüksek sesle bağırdığını rivâyet etmektedir.

İbnü Kesîr, bu kadar açık Kur’ ân ayetini, şirke batacak kadar anla yamadıysa, geriye ne kaldı, ey ahmak sürüleri, söyleyin?..

Âlimlerin, Şeyhu’l-İslâmların, Ali Haydarların -hâşa- müşriklikleri isbât edildi (!) Bu büyüklere müşriklik yaftasını revâ görenlere her türlü hakaret onlara iltifât ise de, bunu yapmak bize bir irtifâ’ kaybı ve belâ olacağından, ağzımızı kir letmeyeceğiz.

Mürit: Müslümanlar kafirlere karşı cihada çıkıyorlar. Bu, Hz. Pey gamberi memnun edecek bir davranıştır. Elbette o, rûhaniyetiyle Müslümanara yardım edecektir. Onun seçkin Sahabîlerinin rûhlarının Müslümanların başları ucunda uçması da yadırganamaz. Çünkü bu savaşta Sahabiler de yer almak isterler.

İddiâ: Eğer Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ve onun seçkin arkadaşları hayatta olsaydı elbette bundan çok memnun olur ve Müslümanların başarısı için ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Ama artık onlar ölmüşlerdir. Bizim yapmamız gereken, kendi hayallerimize göre davranmayı bırakıp Hz. Muhammed’in getirdiği Kur’ân-ı Kerim’e uymaktır. ‘Allah Teâlâ kendinden başkasının yardıma çağrılmasını Kur’ân’da şirk saymış ve kesinkes yasaklamıştır.’

İşte böyle. Kuşkusuz Allah haktır ve O’ndan başkasını çağırmanız ise batıldır.[39]

Zâten Allah’tan başka yardıma çağrılan kim olursa olsun onun hiçbir şeye gücü yetmez.

İşte Rabbiniz olan Allah, hakimiyet onundur. Ondan başka çağırdıklarınız bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.

Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyâmet günü de sizin ortak koşmanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyi bilen Allah gibi, haber vermez.[40]

Allah’tan başkasını olağan dışı yollarla yardıma çağırmak şirktir. Allah böylelerine yardım etmez. İnananlar ve imanlarını şirkle[41] bulandırmayanlar var ya işte güven onların hakkıdır; doğru yolu tutturanlar da onlardır.[42] (53-54)

Cevâb: Gene bahsimize yabancı ayetler alâkasız bir şekilde getirilmiş ve Ehl-i Kitab’ın Tevrât ve İncîl’i tahrîf edip kelimeleri yerinden oynatmaları gibi, tahrîf edilerek tercüme edilmiş…

‘Allahu teâlâ kendinden başkasının (her çeşit) yardıma çağrılmasını Kur’ânda şirk saymış ve kesinlikle yasaklamıştır’ sözü, daha doğrusu zırvası Allah celle celâlühû’ya yapılan süflî bir iftirâdan ibârettir. Çünki, sebeb olarak hayırlı şeylerde yardım istenmesi, (yardım istenmesi nass ile yasaklanmayanlardan olursa) bazen mübah, bazen vâcib, bazen de farz, (yasaklananlardan olursa) bazen mekrûh, bazen haram, bazen de şirk ve küfür olur.

Süleymân aleyhisselâm’ın, Yemen Kraliçesi Belkıs’ın tahtını, çev resindekilerden Yemen’den Şam’a getirmelerini istemesi?!.. Kimilerinin Îsâ aleyhisselâm’dan bazı ölüleri diriltmelerini istemeleri, O’nun da, onlara zamanımız şaklabanları gibi siz şirke girdiniz demeyip, diriltilmesi istenilen kişileri Allah’ın izniyle diriltmesi?!… Bir insan şaşırmaya görsün… Nereden ve nasıl konu şacağı hiç belli olmaz!… Bu iddiâlar Allah’a yapılan birer düşük iftirâ olmanın yanında, mükellefiyet ehli yetlerini yeterince bulunduranlara nisbetle açık âyetleri inkârı da gerektiren bir kâfirlikten başka şeyler değillerdir.

Hâsılı, halt etmemek, yani karış tırmamak lâzım… İnşâellah devâm edeceğiz…

و صلى الله تعالى عليه و على آله

وصحبه وسلم تسليما

كلما ذكره الذاكرون و غفل عن ذكره الغافلون والحمد لله رب العالمين

[1] Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğe: (V-F-Y) maddesi.

[2] İbnü Kesîr, Tefsîr-i Kurân-ı Azîm: (3/574) ve diğerleri.

[3] Kâdı Beydavî ve Hâşiyesi Şihâb:7/ 246 ve diğerleri.

[4] İbnü Cerîr, Câmiu’l-Beyân: 23/12, İb nü Kesîr, Tefsîr-i Kurân-ı Azîm: 3/574 [Abd İbnü Humeyd, İbnü’l-Münzir İbnü Ebî Hâtim, Übey İbnü Ka’b’dan.], Süyûtî, ed-Dürrü’l-Men sûr:7/63

[5] Ebû Hayyân, el-Bahr: 7/341

[6] İbnü Kesîr, T. Kur’ân-ı Azîm: (3/574)

[7] İbnü Cerîr, Câmiu’l-Beyân: 23/12.

[8] Kurtubî: 15/29

[9] [İbnü Ebî Şeybe ve İbnü’l-Münzir, Ebû Sâlih’den.], es-Süyûtî, ed-Dürrü’l-Men sûr:7/64

[10] Ebû Hayyân, el-Bahr: 7/341

[11] Şihâb: 7/246

[12] Ğâfir:45-46

[13] Furkan:77 “(O azâb, azâb edilenden) ayrılmayacak ve dâim olacaktır.”

[14] Zuhruf:74-75 “Şübhesiz ki, mücrimler cehennem azabında ebedîdirler. Azâb onlardan hafifletilmeyecek…”

[15] Tûr:45-47

[16] Kehf:18

[17] [Ahmed (3/126), Buhârî (1338,1374), Müslim (2870), Ebû Dâvûd (4751), Nesâî (4/87-98) ve başkaları. Enes radıyallâhu anhu’dan], Şerhu Akıde ti’t-Tahâviyye (Müessesetü’r-Risâle baskısı,1413) dipnotu:576

[18] [Ahmed (4/287,295,296), Ebû Dâvûd (47539), et-Tayâlisî (7539), Hâkim (1/37-40) ve başkaları], Şerhu Akıde ti’t-Tahâviyye (Müessesetü’r-Risâle baskısı,1413) dipnotu:573-576

[19] [Ahmed (1/225) Buhârî (216,218 ve diğerleri), Müslim (292), Ebû Dâvûd (20), Tirmizî (70), Nesâî (1/28-30), İbnü Mâce (347) ve başkaları], Şerhu Akıdeti’t-Tahâviyye (Müessesetü’r-Ri sâle baskısı,1413) dipnotu:576-577

[20] [İbnü Hibbân (780)] Şerhu Akıdeti’t-

Tahâviyye (Müessesetü’r-Risâle bas

kısı,1413) dipnotu:577

[21] [Ruhu’l Furkan Tefsîri, Cilt II, Sahife 82] [22] Ebû Dâvûd (4842) vd. Aişe radıyal-âhu anhâ’dan

[23] Tevbe:25

[24] [Ra’d 13/11] [25] Lüther Hristiyanlık’tâ yaptığı değiştirmelerle onu biraz da olsa doğruya yaklaştırmıştı. O’nun işi kısmî de olsa tecdîd’-e/asla döndüren yenilemeye, yeni hâline çevirmeye benziyordu. O bakımdan O’na (kısmî) pozitiflik vasfı verilebilirse de bizim reformistler, İslâm’a, ilk yeni hâliyle alâkalı olmayan yeni bir şekil ve muhtevâ kazandırmakla Lüther kelimesinin tâm ma’nâsıyla negatifi olmakta-dırlar.

[26] Ahmed (6511,6787), Buhârî (100), Müslim (2673), Tirmizî (2652), İbnü Mâce (52) Abdullah İbnü Amr radı yallahu anhümâ’dan

[27] [Fethi OKYAR, Üç Devirde Bir Adam, İstanbul, 1980, s. 101-103.] [28] Şûrâ:52

[29] [Bu konu ile ilgili geniş bilgi, Olağan Dışı Yollarla Yardım başlığı altında verilmiştir.] [30] [Ayette ون د geçmektedir. Bu فوق ‘in zıddıdır, en üst mertebeden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur.] [31] [Ahkaf: 46/5] [32] [22 Zilhicce, 1332 tarihli Beyannâme-i Hümâyûn, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s.436] [33] [Başkumandan padişah olduğu için Enver Paşa padişahtan sonra en yetkili askerdir.] [34] [Başkumandanlık Vekaletinin Beyannamesi, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 436 ve 437] [35] [4 Muharrem 1333 (23 Kasım 1914) tarihli Beyannâme, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s.456 ve 457] [36] [Ahmed, Hz. Muhammed’in isimlerinden biridir.] [37] [Ümmet-i Nâciye, Kur’ân’ın istediği inanç ve davranış içinde bulunan anlamınadır.] [38] [6/324] [39] [Hacc 22/62] [40] [Fatır 35/13-14] [41] [Ayette şirk diye tercüme edilen kelime ‘zulüm’dür. Bu anlam hem bir önceki ayetten, hem de Lokman suresinin 13. ayetindeki Şirk gerçekten büyük bir zulümdü ifadesinden anlaşılmaktadır.] [42] [En’am: 6/82]

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu