Karadavi’yi tanımak!
Dünya Müslüman Âlimler Birliği’nin kurucu başkanı Yusuf el-Karadavi 96 yaşında vefat etti. Ülkemizde siyasi ve entelektüel çevreler sosyal medyada büyük bir üzüntü ile rahmet okuma yarışına girişti. Sadece rahmet okumakla kalmadılar tabii. Bilhassa parlak ve yaldızlı ifadelerle kendisini övgü yarışına da girdiler.
“Ömrünü İslam’a hizmetle geçiren âlim”; “İslam âleminin öncü ve önder âlimlerinden”; “Çağımızın büyük âlimlerinden”; “Yazdığı kitaplarla günümüz Müslümanlarını aydınlatan”; “Asrın büyük âlimlerinden”; “Çağımızın büyük ilim, davet, tebliğ ve dava adamı” vb. tabirleri ile göklere çıkardılar.
Günümüzde sevilen bazı şahsiyetlerin bu ifadeleri onların takipçileri tarafından elbette olumlu bir şekilde değerlendirilecek, Karadavi ve eserlerine karşı müspet bir bakış meydana getirecektir. Bu durum eserlerinin okunmasına fikirlerinin dimağlarda daha fazla yer edinmesine yardımcı olacaktır. Zaten pek çok eseri özellikle bidat ehli şahıslar tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş bulunmaktadır…
Peki, Karadavi nasıl bir fikir yapısına sahiptir? Kısa bir biyografisinden sonra bu konuya değinelim…
Karadavi, 9 Eylül 1926’da Mısır’ın Siff Turab şehrinde doğdu. Önce el-Ezher’in lise kısmını ardından Usûl-i Din Fakültesini bitirdi. 1958 yılında Yüksek Arap Dili Araştırmaları Enstitüsü’nden dil ve edebiyat konusunda lisansını tamamladı. Usûl-i Din Fakültesi, Kur’ân ve Sünnet İlimleri Bölümünde master yapan Karadavi, doktorasını da 1973 yılında, “Zekât ve zekâtın toplumsal sorunların çözümündeki yeri” konulu tezi ile verdi. önce Ezher’de görev yapan Karadavi ardından Katar’daki Eğitim ve İslami İlimler (Külliyyetü’ş-şeri’a) fakültelerinin kurulmasını üstlendi. Karadavi burada İslamî İlimler Fakültesi’nin dekanı, Sünen ve Siret Araştırmaları Merkezi’nin de müdürü oldu. Bu durum İslam ülkelerinde bir anda parlamasına ve adının duyulmasına yol açtı.
Pek çok eser yazan Karadavi Batılıların büyük iltifatına da mazhar olmuştur. Nitekim Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD’den Foreign Policy ve İngiltere’den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu “Dünyanın ilk yüz entelektüeli” listesinde yer almıştır…
Vehhabi usulüne göre!
Bizim İmam Hatip Lisesi yıllarımızda (1974-78) Karadavi’nin fikirleri İslam dünyasını sarmaya başlamıştı. Bugünkü gibi parlak nutuklarla kendisini “büyük İslam âlimi” olarak lanse ederlerdi. O zaman kitapları çevrilmediği için okuma imkânımız yoktu. Fakat anlatılanlardan Karadavi’nin fikrî yapısını anlamak mümkündü. Karadavi “mezhepler üstü” bir konuma getiriliyor ve “ictihad derecesinde bir âlim” olarak lanse ediliyordu. Zaten onu tavsiye eden hocalar bizlere de aynı metotla hitap ediyor, “Siz artık bir İmam-ı azamsınız, kendiniz ictihad edecek noktaya geleceksiniz” diyorlardı!..
Böylece mezhep imamları gözümüzde küçüldüğü gibi bir mezhebe bağlı olmanın da gerekmediği gençler arasında yaygın olarak yerleşiyordu. Bilindiği üzere bu fikirler daha da sivrilecek ve “İslam’da reform” akımı yerini önce sahabileri sonra Peygamber Efendimizi ve günümüzde de Kur’ân-ı kerimi hedef alacak noktaya varacaktır.
Evet, Karadavi mezheplere vuruyordu. Nitekim Türkçeye de çevrilen “El-Halal-vel-Haram” adlı kitabında bu fikirleri neşvünema bulacaktır.
Öncelikle şunu belirteyim ki bu kitap tam bir Vehhâbi usulü ile te’lif edilmiştir. Hangi mezhebe göre yazdığı belli değildir!.. Kitapta Hanefî mezhebinde hüküm şöyledir, Şafiî mezhebinde böyledir gibi ifadelere yer verilmemiştir. Kendisi de kitabının başında bunu açıkça deklare etmektedir. Şöyle ki:
O eserinde “Global bir köy hâline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız”
Karadavi böylece, mezheplerin kıymeti yoktur, bir mezhebe bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak mezhep taassubudur, diyerek yıkım hareketini başlatmıştır.
Karadavi bu konuda gençlerin zihnini ifsat eden pek çok argüman kullanır. Nitekim mezhepler için diline pelesenk ettiği “taassup” sözcüğünü sık sık kullanırken şöyle bir soru sorar: “İslam’a yeni giren bir Müslümana mezhepler konusunu nasıl anlatabiliriz, hangi mezhebi anlatmamız gerekir, tek bir mezhebi anlatmamız İslam’ın kuşatıcılığını o kimseden mahrum etmek olmaz mı?” (Fî fıkhi’l-ekalliyâti’l-müslime hayatü’l-müslimîn vasata’l-mücteme‘âti’l-uhrâ, s. 57.)
Böylece o, mezheplerin günümüzde birçok sıkıntıya sebep olacağını belirterek bağlayıcılığını yıkmak ister. Mezheplerdeki ayrılığın rahmet olduğunu ve Müslümanların dört mezhebe girmekte hür olduklarını unutmuş görünür. Zira dört mezhepten birine girmekte icma vardır. Zaten onların da maksadı Ehl-i Sünnetin bu prensibini yıkmak diğer bütün mezhepleri de hak kabul etmek ve hatta kendileri de bir mezhep imamı gibi içtihatta bulunmaktır.
Karadavi, “Bizim temel mehazlarımız Kur’ân ve sünnettir” diyerek gençleri avlamanın yolunu da bulmuştur. Öyle ya Kur’ân-ı kerim ve hadislerin olduğu yerde âlimlerin sözü mü olurdu? Bugün de mezhepsizlerin çok kullandığı bu ifade, bilhassa gençlerin itikadını sarsmada ve mezhepsizlik girdabına düşürmede başrol oynamaktadır. Sanki mezhep imamlarımız âyet ve hadisleri bilmiyor, sanki hiç görmediler ve sanki onlara sırt çevirdiler gibi bir hava estiriliyor.
Karadavi zihinlere ve nefislere hoş gelecek argümanlarına şöyle devam ediyor:
“Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı hâlde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.”
Görüldüğü üzere Karadavi, dinin fıkıh kısmına vurarak günümüzde “Dinlerarası Diyalog” projesi ile iyice mesafe katetmiş bulunan İslam’ın içini boşaltmanın yollarını çoktan döşemeye başlamış bulunuyordu. Fıkıh insanlara gereksiz yükler getirmiş ve bu yükleri boşaltmak gerekirmiş. Peki, nedir bu yükler? Onlar artık Karadavi ve onun yetiştirmelerinin insafındadır!..
Mezhepsizliğin getireceği nokta!
Nitekim mezheplerin yerine neyi yerleştireceğini de eserinde açıkça vurgulamaktadır: “İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerede varsa onu alacağız.” Artık mezhep seçimi diye bir şey yoktur. Hangi mezhebin hükmü kolayına gelirse onu kullanabilecektir. Dolayısıyla Karadavi hükümlerinde çoğu kez dört fıkhi mezhebin dışına da çıkarak Şia âlimlerinin veya Zahirilerin görüşlerini kabul etmiştir (Bkz Fıkhu’z-zekat, I, 430,457).
Bir konuda bir mezhebin, bir görüşünü kabul eden Karadavi, aynı mezhebin diğer bir konuda verdiği hükmü kabul etmeyebilmektedir. O, bunların hemen hepsinde de kolaylık prensibini göz önünde bulundurmuştur. (Bkz. el-İctihad, s. 115.)
Karadavi’nin İslam fıkhı metodolojisine uygun olmayan bu düşünce yapısı ve kendi görüşleri ile fetvalar vermesi, onu kısa sürede Ehl-i sünnet âlimleri arasında tartışmalı konuma getirecektir.
Karadavi’nin gençleri mezhepsizliğe götürmede “zekice” kullandığı ibarelerden biri de “Taklit aklın çalışmasını durdurur” demesidir. Hâlbuki asıl olarak şeytanı, hevayı ve sapık mezhepsiz kişileri taklit etmek insanın aklını durdurur. Mezhepsizliğin bir diğer zararı ise insanı doğru yoldan çıkarır hatta nefsine kul eder.
Nitekim aklını kullananlar, sadece Kur’ân ve hadis diyenlerin kendi düşüncesiyle hareket ettiklerinde Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflere sık sık ters düştüklerini ibretle göreceklerdir. Nakil ve Ehl-i sünnet caddesinden ayrılanın aklı nasıl durur, Karadavi fetvalarında göstermiştir. Yalnızca İslam ülkelerinde değil, dünya medyasında geniş yer bulan iki fetva örneğine dikkat kesilelim:
“Üniversiteye alınmayan başörtülü kızlar başlarını açabilirler.”(!) Onun bu fetvasını ülkemizde de hem FETÖ elebaşının (28 Şubat sürecinde) hem de eski DİB Başkanımız Mehmet Görmez’in (2001 yılında yazdığı bir makalesinde) kullanmış olması düşündürücüdür.
Diğeri ise pek çok âlimle birlikte altına imza attığı bir fetva örneğidir: “ABD’deki Müslüman askerler, ABD’ye duyulan hürmet ve saygının yeniden tesis edilebilmesi için Afganistan gibi Müslüman ülkelere karşı savaşabilirler.” Bu hizmetinin karşılığını muhtemelen Batılıların da desteğini almak suretiyle Dünya Müslüman Âlimleri Birliğini kurmak ve başına geçmekle aldı. Uzun yıllar (2004-2018) bu birliğin başkanlığında bulunan Karadavi, fetvadaki görüşünden ancak dokuz sene sonra rücu edecektir. Batının ona karşı muhabbetinin izlerini buradan da anlamalıdır.
İşte mezhep tanımazlığın varacağı son nokta dinsizliğe köprü olmaktan başka bir şey değildir… Birisine rahmet okuyup eserlerini gençlere tavsiye edenler, şayet maksatlı değillerse o kişiyi “büyük âlim” diye övmeden önce küçük bir araştırma yapsalar yerinde olur. Yoksa bilmeden de olsa o köprüyü genişletmeye yaramaktan başka bir şey yapmayacaklardır…
TEFEKKÜR
Akâiddür çün İslâm’ın esâsı
Bu muhkem olmazsa olmaz bekâsı
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
30.09.2022
Türkiye Gazetesi