Ali Eren

“Kader Risalesi”üzerinden kaderi inkâr…

Bazı dostlar, “Bir eserinde, Mustafa İslamoğlu’nun imanın şartlarından olan kadere imanı inkâr ettiğini” söylediler.

İslamoğlu’nu bazı meselelerde tenkit etsem de bu kadarına da ihtimal vermezdim. Onun için inanamadım ve “Olamaz” dedim.

Gerçi bu yazarı tanımıyor değildim. 2000 senesinde akit’deki bir yazısında “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı da nereden çıkıyor!” dediği için aynı gazetede aramızda bir yazı kavgası olmuştu. O zamandan beri İslamoğlu’nun tavrını bilirdim. Şöyle bir tavrı vardır. Meselâ ehl-i sünnete uymayan bir mesele ortaya atacaksa, bunu okuyucuya kabul ettirmek için, “Bu mesele Tefsir-i Kebir’de de böyle geçiyor” veya “Kurtubî Tefsiri de böyle söylüyor” gibi şeyler söyler. Öyle deyince tabii ki akan sular durur. Çünkü bu tefsirler yazıldıkları zamandan beri İslam âlimleri tarafından kabul edilegelen tefsirlerdir.

Acaba gerçekten o tefsirler onun dediği gibi yazıyor mu diye o tefsirlere bakmak kimin hatırına gelir? Ama kimse bakmasa da İslamoğlu’nun tavrını bildiğim için ben bakarım.

Nitekim bir de bakarsınız ki, bahsettiği tefsirler İslamoğlu’nun söylediğini yazmıyor veya tam tersini yazıyor…

Durum böyle olmakla beraber, imanın şartlarından biri olan kaderi inkâr edeceğine ihtimal vermemiş, ondan dolayı da “Olamaz” demiştim. Çünkü kadere inanmak imanın şartından olduğu için, onu inkâr da insanı iman dairesinden çıkarırdı.

Ben “Olamaz” dedikçe bu haberi getirenler, israr ederek, “İstersen kendin oku. Kitabında açıktan açığa yazıyor.  Bak, gözlerinle gör” dediler.

Tamam dedim. Gittim, Ramazan ayında Bayezid Câmii yanında açılan kitap fuarında o kitabı bulup aldım.

Kitabın ismi; Hasan el-Basrî’ninKader Risalesi ve Şerhi.

Benim okuduğum, 2013 tarihli ve 4. baskı. Tercüme ve şerh eden (açıklayan) Mustafa İslamoğlu…

Kitabın ismi gayet güzel ve tam da bu hususta bilgi edinmek isteyenlerin aradığı şekilde: Hasan el-Basrî’ninKader Risalesi ve Şerhi.

Ama ne yazık ki okuyunca görüyorsunuz ki, “Uzaktan baktım yeşil türbe, yanına vardım estağfur tevbe” denilen cinsten. Yani düşündüğünüzün tam tersi.

Bu makalenin devamın okumayanlar, bu ifademi abartılı belki de acımasızca bir değerlendirme olarak görebilirler. Böyle düşünenlerden ricam odur ki, aşağıda madde madde vereceğim bilgileri önce okuyup değerlendirmelerini ondan sonraya bıraksınlar.

***

İsmine bakarsanız, kitap bir tercüme ve onun açıklamasından ibaret. Ancak okuyunca görüyorsunuz ki eserin yarısına kadar, kitabın tercümesine girilmiyor. Ve daha ilk sahifelerde bu kitabın kaleme alınmasıyla iki şeyin hedeflendiği anlaşılıyor:

1-İnsanlarıkader hakkında şüpheye düşürüp, zihinlerde tereddüt meydana getirmek ve Müslümanlıkta kadere iman diye bir şeyin olmadığını kabul ettirmek,

2- Hazreti Muâviye’yi ve onun mensup olduğu Emevî hanedanını toptan kötüleyip hepsini zâlim bir topluluk olarak göstermek.

Yazar bunu doğrudan kendisi yaptığı takdirde inandırıcı olmayacağını düşünmüş olmalı ki, bu gayesini Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin Kader Risalesi üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. Fakat okuyanların da görecekleri gibi, Hasan-ı Basrî Hazretleri Hazreti Muâviye’yi ve toptan Emevî hanedanını ne kötülüyor ne de suçluyor. Kitabı okuyanların bu noktaya dikkat etmelerini bilhassa istirham ederim.

220 sahifelik bu kitapta, başka kitaplarda görmediğiniz bir vaziyetle karılaşıyorsunuz. Kader Risalesi hakkındaki bilgilere 220 sahifelik kitabın ancak 66. sahifesinden sonra giriliyor.

Yanlış anlaşılmasın, Kader Risalesinin tercümesine değil, kitap hakkındaki bilgilere 66. sahifeden sonra giriliyor. Kader Risalesi’nin tercümesine ise 90. sahifeden sonra.

Önceki sahifelerde neler olduğunu soruyorsanız söyleyeyim:

Okuyucuya verilen bir hayli yanlış bilgi ve yukarıdaki 2. madde de zikrettiğim topluluğu bol bol suçlamalar…

Biz bu makalemizde o yanlışların ancak bazılarını ele aldık. Buna rağmen bu uzun makale meydana geldi. Tamamını yazıya dökseydik kim bilir ne kadar olurdu. Onun için, yanlışların ve haksız suçlamaların hepsini değil, mecburen bir kısmını aşağıda madde madde ele alıyoruz. Biz yazalım, okuyucu değerlendirsin. Okuyucuların değerlendirmesine elbette saygımız var. Bu meseleye âşinâ olan ehl-i ilmin değerlendirmesi ise bizim için daha mühim.

Bahse konu kitaptaki yanlışları ve suçlamaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Yazar kitabın “Giriş” yazısında bir âyet meâli veriyor. O meâle göre müşrikler“Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık” (6/148) diyorlarmış. (Sahife:10)

Dikkat! Âyete İslamoğlu’nun kendisinin verdiği mânâya göre, müşrikler“Allah dileseydi” diyorlar, “Allah’ın kaderi olmasaydı” demiyorlar.Yani müşriklerin o sözünde kader kelimesi yok, dilemekkelimesi var. Buna rağmen, İslamoğlumüşriklerin o sözünü şu mânâya çekiyor:

“Allah’ın bizi şirke mecbur eden kaderi olmasaydı biz şirk koşmazdık.”

Peki müşrikler böyle mi diyorlarmış?

Hayır.

Ya ne diyorlarmış?

İslamoğlu’nun kendi verdiği mânâya göre “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık”diyorlarmış

Buna rağmen Sayın Yazar, müşriklerin bu sözünün kaderci geleneğe ait ve kadercilikle ilgili bir söz olduğunu söylüyor.

Eğer onun yazdığını kabul edecek olursak, kadercilik/kadere inanmak, imanın şartlarından biri değil, müşriklerden gelme bir şey oluyor…

2- Kader meselesinde bu kadar ağır ifade kullanan yazar, Müslümanlar hakkında da çok ağır ve suçlayıcı cümleler kullanmakta tereddüt etmiyor. Meselâ şöyle diyor:

“Bazı Müslümanlar, Hıristiyanlaştıkları oranda dinlerini şekillendirmeye soyunmuşlardır.

…Allah onu (İslam dinini)Kur’an’la sadece karşıtlarının değil, müntesiplerinin(Müslümanların) şerrinden de korumuştur.” (Sa:10)

Not: Parantez içindeki iki kelime bize aittir.

Yazar, “Bazı Müslümanlar” dediği kimselerin ne gibi suçlardan dolayı Hıristiyanlaştıklarını söylemeye lüzum görmeksizin Hıristiyanlaşmakla suçluyor.

Zihinlere geleceğini düşündüğüm için söylüyorum, yazarın Hıristiyanlaştığını söylediği Müslümanlar, yılbaşlarında noel yortularına katılan Müslümanlar falan değil. Onun ifadesiyle ”Geleneksel din tasavvurları”na sahip olan Müslümanlar.

“Geleneksel” demek, ötedenberi kabul edilegelen demek.

Yazar, “Geleneksel din tasavvuru” diyerek Resûlüllah Efendimiz’den beri bilinegelen İslamı yanlış görüp tenkit ediyor.

Müslümanları da, istisna yapmaksınız Hıristiyanlaşmakla ve İslamı bozmakla suçluyor.

Yazarın geleneksel diyerek reddettiği İslam dini, 14 asırdan beri hâlâ doğru anlaşılamamışsa, Allah’ın dini yeryüzüne hiç yerleşememiş demektir. Öyleyse bundan sonra da yerleşemez ve anlaşılamaz.

Anlaşılamaz, çünkü elde İslam adına ne varsa, o geleneksel dediğimiz dini bize ileten âlimlerin eserlerinde var. Geleneksel diye bu 14 asırlık mirası reddedersek elde bir şey kalmaz. Kendiliğimizden de yeni bir din ilmi geliştiremeyeceğimize göre, sıfıra sıfır elde var sıfır…

Öyle mi?

Şimdi kim verecekse versin bakalım bu sorunun cevabını.

***

“Din tasavvuru”tabiri de başlı başına bir yanlış.

Çünkü tasavvur, “Bir şeyi zihinde şekillendirmek, düşünmek” demek. Oysa İslam dini bir tasavvur bir düşünce mahsulü değil, İlâhî hükümler topluluğudur. Allah hiçbir şeyi düşünmeye muhtaç değildir. Olmasını  istediği neyse, “Ol” der, o da oluverir. (Yasin:82)

Allah (c.c.) bir şeyi önce düşünüp, tasavvur edip ondan sonra ortaya koymaktan münezzehtir.

Müslümanları, “Geleneksel din tasavvuru”na yani kafalarına göre tasarladıkları bir dine sahip olmakla suçlamak ise ayrı bir vebaldir.

İslamoğlu yukarıdaki cümlesinde “Allah onu (İslamı) Kur’an’la müntesiplerinin şerrinden de korumuştur” diyor. (Sa:10)

Bu suçlamayı yaparken hiçbir ayırım da yapmıyor.

Bu durumda, İslamoğlu’na göre her Müslüman şerli birer İslam düşmanı oluyor.

3- İslamda, imanın bir şartı olarak kadere inanmak vardır. Yani kader, bir anlayış değil bir inançtır:Kader inancı…

İslamoğlu ise tam aksini söylüyor:“Kur’an’ın kader anlayışı.” (Sa: 13)

Kader inancına “Kader anlayışı” demek bir hata ise “Kur’an’ın kader anlayışı”demek yüz bin hatadır. Çünkü:

Kur’an Allah kelamıdır. “Kur’an’ın kader anlayışı” demek –hâşâ- “Allah’ın kader anlayışı”demek olur. Daha açıkçası“Allah kaderi şöyle anlıyor” demek olur ki bu sözün îmân bakımındanne büyük bir tehlike doğurduğu ve bir müslümanın böyle bir söz söyleyemeyeceği ortadadır. Hele ilimle meşgul olur gibi gözüken birinin…

İslam inancına göre zinhar “Kur’an’ın kader anlayışı”olmaz, kaderin kendisi olur.

4- Yazar, Hazreti Ali Efendimiz hakkında, “Kendisinden sonraki zalim iktidarların istismar edebilecekleri bir kapıyı ebediyen kapamıştır” diyor. (Sa:17)

Bi kere şunu unutmayalım: Bu söz, ehl-i sünnet Müslümanların değil yüzyıllardır Şiîlerin söylediği bir sözdür.

Yazar bu sözü, her ne kadarPeygamberimiz’in Kur’an âyetlerini yazmakla vazifelendirdiği ve Peygamberimiz’e devamlı kâtiplik yapan iki kişiden biri olan (diğeri Zeyd b .Sabit’tir) Hazreti Muâviye’ye zalim demek için kullanıyorsa da bir gerçeği unutuyor:

Hazreti Ali Efendimiz’den sonra idareyi ele alan kişi, Hazreti Muâviye değil Hazreti Hasan Efendimiz’dir.

5- İslamoğlu suçlamada o kadar ileri gidiyor ki, risalesini tercüme ve istismar ettiği Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni bile bu suçlamada liste harici tutmuyor.

Malumdur ki, bütün ehl-i sünnet Müslümanlar gibi, Hasan-ı Basrî Hazretleri de Hazreti Osman’ı sevmektedir. İslamoğlu onun bu sevgisine bozulmakta ve “Onun Hz. Osman’a olan bu meylinin, onu muhakeme (düşünüp karar verme) zaafına sürüklediği söylenebilir” demektedir. (Sa: 18)

Hasan-ı Basrî Hazretleri şayet Hazreti Osman’ın aleyhinde olsaydı, İslamoğlu acaba onun muhakeme zaafı içinde olduğunu söyleyecek miydi?

Acaba “Gördüğünüz gibi Hasan-ı Basrî bile böyle söylüyor” demeyecek miydi?

Dikkat ederseniz, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nde muhakeme zaafı olduğunu söyleyen İslamoğlu, bu sözünü herhangi bir âlime dayandıramıyor. Çünkü ehl-i sünnet âlimler içinde Hasan-ı Basrî Hazretleri hakkında böyle bir söz söyleyen hiçbir zat yok. Bu haksız, yanlış ve sakim kanaat sadece İslamoğlu’nun kendisine ait. Bir de şiî ulemâya…

Okuyucular sormazlar mı? Madem Hasan-ı Basrî Hazretleri’nde muhakeme zaafı var da Sayın İslamoğlu, muhakeme zaafı içinde olan bu zatın eserine nasıl güvenip de tercüme etmiş ve böyle bir eseri biz okuyucularına nasıl sunmuştur?

Şu noktaya da dikkatinizi çekmek isterim:

Sayın İslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin muhakeme zaafı içine sürüklenmesinin sebebini “Hazreti Osman’a olan meyli” olarak gösteriyor.

Demek ki Hazreti Osman’a meyletmeseymiş, sağlam bir muhakemeye sahip olacakmış. Daha dünyadayken cennetle müjdelenen ve Emevîlerden olan Hazreti Osman’a meyletmekle yanlış yapmış…

***

lslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin “Halk hiçbir hususta Osman’ı tenkit etmedi” sözünü de kabul edemiyor ve “Oysa hakikat bunun tam tersidir” diyor. (Sa. 18)

İyi ama hakikatın tersine yalan denilor. Hasan-ı Basrî Hazretleri hakikatın tersini söylediğine göre yalan mı söylüyor?

Yazar eğer öyle demek istiyorsa, bir yalancının eserini tercüme edip bile bile Müslümanlara sunmak ne derece doğrudur?

Dürüst bir yazara, bir yalancının(!) sözlerine ve vebaline bile bile ortak olmak yakışır mı?

***

Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin “Halk hiçbir hususta Osman’ı tenkit etmedi” sözüne gelince.

Sayın yazar kabul etmese de, ashab-ı kiram içinde Aşere-i Mübeşşere yani cennetlik oldukları Peygamberimiz tarafından müjdelenen 10 mübârek zat var. Ashab-ı kiram bu 10 zata son derece hürmet gösterirdi.Bunlardan üçüncüsü Hz. Osman radıyallâhü anhtir.

Gerçi Hazreti Osman hiç tenkit edilmedi değil. İcraatında,sıradan herkesin sebebini anlayamadığı bazı durumlar oldu. Ancak! Gerekli izahı dinleyenler ikna olmuşlar ve mesele bitmiştir. Dinlemeyenler ve art niyetliler ise ne olursa olsun tenkite devam etmişlerdir ki bu da gayet normaldir.

Şimdi bunları tenkit mi kabul edeceğiz?

Ama ille de tenkit kelimesini kullanmak isteniyorsa şöyle diyebiliriz:

Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz öyle şiddetli tenkitlere maruz kaldı ki sonunda şehit edildi.

İyi ama bu hadiseye karışan isyankâr ve söz dinlemez güruhu siz İslamın emirlerine boyun eğen Müslüman halk mı sayacaksınız?

Sayarsanız, Hazreti Osman halk tarafından tenkit edilmiştir. Hem de en şiddetli şekilde. Saymazsanız da tenkit edildi dememelisiniz. Acaba Sayın İslamoğlu’na göre hangisi?

6- Kitabını adeta, “Kaderi inkâr ve Emevî kabilesini, özellikle Hazreti Muaviye’yi kötülemek” üzerine bina eden İslamoğlu, hep yanlış şeyler yazmamış. Bazen de gerçekleri yazmak mecburiyetinde kalmış. Bunlardan biri şöyle:

“Hasan el- Basrî, Muâviye b. Ebi Süfyan’ın yirmi yıllık iktidarında ve ardından oğlu Yezid’in dört yıllık iktidarında açık bir muhalefette bulunmadı. Fakat ehl-i beytin başına gelenlere de duyarsız kalmadı.” (Sa: 18)

Evet o mübârek zat aynen öyle yaptı. Yani tam bir denge halinde oldu. Ama denge halinde olsa da, görüldüğü gibi İslamoğlu’nun tenkidinden kurtulamıyor.

7-Hazreti Osman Efendimiz’in mensup olduğu Emevî sülalesine İslamoğlu’nun muarızlığı, nedense Şiîlerin düşmanlığıyla tıpatıp aynı. Şiîler duydukları her sözü mantıklı olsun olmasın nasıl Emevîler aleyhinde kullanıyorlarsa, İslamoğlu da öyle yapıyor.

Değerli okuyucular!

Biliyoruz ki, Müslümanlar kalplerini dünya sevgisiyle doldurmamaları lâzım. Hasan-ı Basrî Hazretleri de dünya malına değer verilmemesi hususunda şöyle buyurmuş:

“Vallâhi bu dünya, kocalarını öldüren gelinler kadar zâlimdir.”

Herkesin gayet kolaylıkla anlayacağı gibi, bu sözle geçici dünyaya güvenilmemesi öğütleniyor. Ama cümlede “Kocalarını öldüren” sözü geçiyor ya, İslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin bu sözünü şöyle değerlendiriyor:

“Emevîler tarafından karısına zehirletilen Hz. Hasan’ı îmâ etse gerektir.” (Sa: 18)

Objektif ve ilmî(!) tavır işte böyle olur değerli okuyucular!

İslamoğlu,“Emevîlerin Hazreti Hasan’ı zehirlettiğini söylüyor” diyemiyor.

“Zehirlettiğini îmâ ediyor” da diyemiyor.

Kendini zorlaya zorlaya ancak “Îmâ etse gerektir” diyebiliyor. Şimdi bu ilmî bir söz mü oluyor?

Îmâ, işaret demek, kesinlik ifade etmez. Gerektir demek de öyle. O da kesinlik ifade etmez. Öyleyse, “ima etse gerektir”ne demek oluyor?

***

İslamoğlu, “Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, Hazreti Muâviye zamanında ordu ile sefere çıktığını, Emevîlerin Horasan Valisi’ne kâtiplik ve tercümanlık yaptığını” yazıyor. (Sa: 18)

Doğrudur, itirazımız yok.

Ama kendisine şunu sormak isteriz:

Sayın İslamoğlu! Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin yerinde siz olsaydınız, Hazreti Muâviye’nin hem de İran’a gönderdiği fetih ordusuna katılır mıydınız? Emevîlerin vâlisine kâtiplik ve tercümanlık yapar mıydınız?

Bizzat hadiselerin içinde olan, gören yaşayan biri olarak, Hasan-ı Basrî Hazretleri bu vazifeleri kabul ettiğine göre, bu işe ne diyorsunuz?

8-İslamoğlu bir gerçeği ifade ediyor. “Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ın iktidardan Ümeyye oğulları lehine feragat etmesi(çekilmesi) diyor. (Sa: 27)

Yani Hazreti Hasan’ın, Halifeliği kendi isteğiyle Hazreti Muaviye’ye teslim ettiğini yazıyor. Doğrudur. Bu doğru cümlesiyle, farkında olmadan Hayrettin Karaman’a itiraz ediyor.

Çünkü Sayın Karaman, İslam tarihlerinin yazdıklarının aksine, “Muâviye, Hazreti Hasan’ı kandırarak hilafeti elde etti” iddiasında bulunuyor.

Biz de burada bir aracılık yapalım. Bir Hazreti Muâviye muârızı olan İslamoğlu’nun bu doğru cümlesini, başka bir Hazreti Muâviye muarızı olan ve “Ben Muâviye’yi sevmem” demekten çekinmeyen Hayrettin Karaman’a ithaf edelim…

9- İslamoğlu, Hazreti Muâviye’nin Beytü’l-mal/devlet hazinesi hakkındaki tavrının şöyle olduğunu söylüyor:

“Ona göre, mal Allah’ın malıydı. Allah onu dilediğine verirdi. Şimdi Allah malını Emevî ailesine vermeyi dilemişti, bundan kime ne idi.” (Sa: 31)

İslamoğlu bunu yazıyor da peki Hazreti Muaviye’nin herhangi bir yerde böyle bir söz söylediğine dair bir kayıt, bir belge gösterebiliyor mu?

Hayır! Gösteremez, çünkü böyle bir târihîkayıt ve belge yok.

Öyleyse bu suçlama neyin nesi?

Efendim bu bir şiî iftirasıdır ve İslamoğlu’nun şîa mahallesinden alıp ehl-i sünnet tarafına fırlattığı zehirli bir oktur.

Pekiişin aslı ve doğrusu ne?

Şu:

Hazreti Muaviye’nin, milletin malını gasp edip mensubu olduğu Emevî ailesine vermesi şöyle dursun, insanlara yardımda cömertliği dillere destan olan bir sahâbîdir. Dolayısıyla, bu şiî iftirasınıehl-i sünnete ait kitaplarda bulmak mümkün değildir. Bunun kaynağı, şîa ile şîaya meftun olan bazı hasta kalplerdir.

***

Bu kitabın ismi de konusu da kader olmakla beraber, İslamoğlu sık sık konu dışına çıkmaktadır. Konu dışına çıkıp Hazreti Muaviye’yi suçladığı cümlelerden biri şöyle:

“Servet tasavvurundaki bu sapmayı, kader tasavvurundaki sapma izledi. İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye b. Ebi Süfyan, sonunda emeline kavuştu.” (Sa: 31)

Değerli okuyucular!

Yukarıda okudunuz. İslamoğlu kitabının 27. sahifesinde “Hazreti Hasan’ın iktidardan Ümeyye oğulları lehine feragat ettiğini” söylüyordu. Hatta biz onun bu doğru sözünü Hayrettin Karaman’a ithaf etmiştik. Aynı İslamoğlu şimdi de,“İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye” diyor.

  1. sahifede yazdığı doğrunun 31. sahifede tersini yazarak doğrudan doğruya iftirayakanat açan ve böylece kendi içinde tenakuzdan/çelişkiden kurtulamayan bu sayın yazara bilmem ki ne demeli?

Bir kimsenin sağ gösterip sol vurma vazifesi varsa, yanikonumuzda olduğu gibi Sünnî görünüp şiî darbesi vurma vazifesi varsa, o kimse pek âlâ böyle şeyler yazacaktır. Öyleyse söylenecek bir söz yok.

Ancak, insan bir şey söyler veya yazarken biraz tutarlı olmalı değil midir?

Dedelerimiz, dokuz düşün bir konuş demişler…

Böyle yapmayanlar karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşıranın durumuna düşer ve  İslamoğlu gibi 27. sahifede doğru söyleyip 31. sahifede şaşırırlar…

10- İslam ehl-i sünnet itikadına göre,“Müslüman olarak Peygamberimiz’i bir defa gören veya Peygamberimiz tarafından bir defa görülen kimse sahâbîdir.”

Dikkat! Ehl-i sünnet diyoruz. Başkası bizi ilgilendirmez, ehl-i sünnete göre böyle.

Sahâbî, lügat mânâsı olarak arkadaş demek. Çoğulu, ef’âl vezninde ashâb’dıryani arkadaşlar. O mübârek zatlar hakkında yalın olarak ashab denilebilirse de ashâb-ı kiram diyerek saygılı bir ifade kullanmak, hürmete daha uygun düşer.

***

Değerli okuyucular!

Mustafa İslamoğlu her konuda olduğu gibi bu konuda da bizleri aydınlatıyor da biz de öğrenmiş oluyoruz.Asırlarca İslam dinini bozmak için uğraşıp duran(!) İslam âlimleri, meğer ashâb-ı kiram meselesinde de sinsice neler yapmışlar neler. İslamoğlu bu konuda şöyle diyor:

“Hicrî 3. yüzyıldan sonra, terimin (ashâb kelimesinin) anlamını pek de haklı gösterilemeyecek gerekçelerle genişlettiler.”

Bu haksızlığı yani genişletmeyi yapanlar tabii ki İslam âlimleri oluyor.

İslamoğlu böyle söyledikten sonra esas gayesini gerçekleştirmek için, sözü Hazreti Muâviye’nin ashâb-ı kiramdan olmadığına getiriyor. Bunu kabul ettirebilmek için de Buhârî ve Müslim’den iki hadisi -kendince- delil olarak gösteriyor. Daha doğrusu göstereceğim derken tökezliyor.

Çünkü,İslamoğlu’nun iddiasıni ispat için delil getirdiği Buhârî de Müslim de, onun var gücüyle kötülediği Hazreti Muâviye’nin rivâyet ettiği hadislere eserlerinde yer veriyorlar. Bu hadisler sadece onlarda değil diğer sünen ve müsnedlerde de yer almış.

“Bu hadislerin dördü Buhâri ve Müslim’de, beşi yalnız Buhârî’de dördü de sadece Müslim’de yer alır.”(TDV İslam Ans. c: 30, Muâviye maddesi)

Sayın İslamoğlu, Peygamberimiz’in “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan!” buyurduğunu söylüyor. Aynı hadis-i şerifi biz de kendisine hatırlatırız.

Yazar, Peygamberimiz’in “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan!” sözünüsöylediği kimselerin ashabtan olamayacaklarını söylese de mesele onunsöylediği gibi değil.

Bakınız:

Bir babanın birkaç çocuğu olsa, onlardan bazılarına, diğer kardeşleri hakkında, “Çocuklarım hakkında haksızlık yapmaktan Allah’tan korkun” dese, o babanın bu sözü söylediği kimseler de o babanın çocukları olmaz mı? Elbette onlar da aynı babanın çocuklarıdır. Dolayısıyla, Peygamberimiz’in “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan!”hadisini dinleyenler de ashab-ı kiramdandırlar.

Bir diğer husus şudur:

Yukarıda temas ettiğimiz gibi, ashâb arkadaş demektir. Mekke ve Medine’de, Peygamberimiz’le çok kere beraber bulunup maddî olarak ona ashâb / arkadaş olan bir kısım müslümanlar vardı. Bunlar bildiğimiz mânâda yüksek derecelere sahip olan ashâb-ı kiram oldukları gibi, maddeten de Peygamberimiz’in arkadaşları idiler.

Bir de civar kabilelerden gelip iman ettikten sonra köyüne, kabilesine dönen ve Peygamberimiz’i çok az gören Müslümanlar vardı. Bunlar Medine’de yaşamadıkları için Peygamberimiz’le her ne kadar Medineliler gibi maddî ashâb/arkadaşlık yapamadılarsa da, onlar da mânevî derecelere sahip olan ve ashâb-ı kiram vasfını kazanan Müslümanlardır. Nitekim siyer kitaplarında “Peygamberimiz’in 120 bin erkek 100 kadın sahâbî ile beraber hac yaptığı” yazılmaktadır. Bu büyük kalabalığın hepsi Medine halkı değildi, ama kitaplarımız onların tamamını bize ashab olarak anmaktadır. Demek ki onlar da ashâb idiler…

11-İslam tarihi / siyer yazan Müslüman tarihçiler, Hazreti Muâviye’yi kötüleyici ifade kullanmamışlar. İslamoğlu, buna kendine göre şöyle bir izah getiriyor:

“Bu dönemi yazanların ekserisi(çoğu)olaylara ve insanlara iktidarların baktığı yerden bakmışlardır.” (Sa: 35)

Hiç de öyle değil. Sadece Şiîlerin baktığı yerden bakmamışlardır.

Yukarıda altını çizdiğimiz gibi, İslamoğlu’na göre o dönemi yazan tarihçilerin “ekserisi/çoğu” insanlara iktidarların baktığı gibi bakmışlar. İslamoğlu’na göre, hepsi değil de çoğu böyle yaptıysa, bazıları da gerçekleri yazmış olmalıdır değil mi?

Öyleyse, o bazılarından bari delil ve belge sunamaz mıydı? Buyursun, sunsun.

Ama sunamıyor. Sunamaz da. Çünkü, İslam ehl-i sünnet tarihçileri içinde, Hazreti Muâviye’yi İslamoğlu’nun ve Hayrettin Karaman’ın kötülediği derecede kötüleyen bir tarihçi mevcut değil.

12- Kitabın konusu kader ya. Yazar görünüşte nihayet sözü kadere getiriyor ve şu tehlikeli sözü söyleyebiliyor:

“Tarihte ‘Özgür iradeye karşı kaderciliği ilk kim savunmuştur’” sorusuna Kur’an ‘Şeytan’ cevabını veriyor.” (Sa: 36)

İslamoğlu böylece kadere inanmayı şeytanlık olarak vasıflandırıyor. Ve kadercilik, kadere inanmak şeytanlık olup çıkıyor. Tabii kadere inananlar da şeytan…

Yazar bu arada “Cebirci kadercilik” diye de bir şey uyduruyor. Ama ne kadar uydurursa uydursun, söylediği kökten sakat. Çünkü kader inancında cebir ve zorlama yoktur. Yani kader, insanı bir şeyi yapmaya zorlamıyor.

13-Bu uzun makalemizin başında, “İslamoğlu’nun bu kitabı iki şeyi gerçekleştirmek için yazılmış” demiştik. Tespitimize göre ikincisi şuydu:

“Hazreti Muâviye’yi ve onun mensup olduğu Emevî hanedanını toptan kötüleyip hepsini zâlim bir topluluk olarak göstermek.”

Bu tespitimizde yanılmadığımızın ispatı, İslamoğlu’nun şu cümlesi:

“Pavlus (Tarsuslu Talut), İncil’in parçası haline getirilen Romalılara Mektub’unda tıpkı bazı Emevî idarecileri gibi…(Sa:37)

Gördüğünüz gibi, Emevî idarecileri bir kâfirle aynı kefeye koymakta hiç tereddüt etmiyor.

Emevî idarecilerin bazıları hatalı olabilir. Hatta çok büyük hatalar işlemiş de olabilirler. Ama tıpkı bir Yahudi olan Pavlus gibi olmazlar.

14- Kader meselesinde bir gayr-i Müslimin sözlerinede müracaat eden İslamoğlu, ‘Ünlü kurucu ilâhiyatçı’ diye takdim ettiği Aurelius Augustin’in şu sözlerini aktarıyor:

“İşlenen günahın sorumlusu kader, şans ve benzeri değil, bizzat insanoğludur. Günah işlemek insanoğlunun kendi seçimidir.” (Sa: 38)

İslamoğlu zühûlen mi aktardı bilmiyoruz ama, bu sözün sahibi bir gayr-i Müslim de olsa söylediği doğrudur. Keşke kader meselesini İslamoğlu da böyle kabul edebilseydi. Fakat kabul etmese ve edemese de İslama göre kader meselesi aynen böyledir. Yani kader insanı bir şeyi yapmaya veya yapmamaya zorlamaz. Dolayısıyla günahın sorumlusu kaderin önceden yazılmış olması da değildir, kader inancına sahip olmak da değildir. Çünkü günah işlemek -Aurelius Augustin’in dediği gibi- insanoğlunun kendi seçimidir.

İslam ehl-i sünnet âlimlerine kader meselesinde itiraz eden Sayın İslamoğlu, hiç olmazsa sözünü naklettiği bu gayr-i müslimin sözlerine “Evet” deseydi, doğruyu tasdik etmiş olurdu.

15-Bir benzerliğe dikkatinizi çekmek isterim. Yaşar Nuri Öztürk, namaz konusunda ehl-i sünnetin kıldığı namaz hakkında“Emevî namazı” diyerek “Ben emevî namazı kılmak” diyor.

İslamoğlu da kader konusunda İslam ehl-i sünnet kader inancına “Emevî kaderciliği” diyor, o da kadere ehl-i sünnetin inandığı gibi inanmıyor.

Biri “Emevî” kelimesiyle suçladığı namaza yaklaşmıyor, diğeri de “Emevî” kelimesiyle suçladığı kader inancına yaklaşmıyor.

Peki Emevîler kim?

Emevîler, Mekke’deki kabilelerden bir kabile. Bu kabileden Müslümanlığı kabul eden birçok sahâbî var. Peygamberimiz’in, cennetlik olduğunu müjdelediği, bir kızını verdiği, o vefat edince ikincisini verdiği, o da vefat ettikten sonra “Üçüncü bir kızım olsaydı Osman’a onu da verirdim” buyurduğu Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz de Emevî kabilesinden. İslamoğlu işte bu kabileyi hiç ayrım yapmadan devamlı suçlamaktadır. Emevîleri toptan suçladığı cümlelerden biri:

 “Kur’an’ın üstünü çizdiği ve mahkûm ettiği cahiliye kaderciliği, Emevîler eliyle yeniden üretildi.” (Sa: 39)

Görüldüğü gibi, bazı Emevîler falan demeden doludizgin hepsini suçluyor.

Kendisine soralım: Sayın İslamoğlu! Câhiliye kaderciliğini falan bırakalım da siz kadere niçin ehl-i sünnetin inandığı gibiinanmıyorsunuz?

16- İslamoğlu’nun ifadeleri gayet açık. Ma’bed el-Cühenî hakkında, “Ma’bed’in kader anlayışı da Hasan el Basrî gibi, Emevî değil Kur’an’îdir” diyerek hiç kimseyi istisnâ etmeksizin Emevîleri bu sefer de silme Kur’an dışı sayıyor. (Sa: 41)

Peki bir kabileyi iman ve inançta toptan Kur’an dışı saymak, büyük bir vebal değil midir?

Kaldı ki, İslamoğlu bununla da kalmayıp daha ağır bir suçlamaya cür’et ediyor. Hem de yapacağı bu suçlamaya Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni alet ederek. İşte kullandığı o cümle:

“Hasan el-Basrî gibi muttakî bir âlimin zaviyesinden bakınca “Allah düşmanı” olarak görülen Emevî yöneticisi” (Sa: 43)

Oysa İslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin herhangi bir Emevî yöneticisini  “Allah düşmanı” olarak gördüğüne dair bir belge sunmaktan âcizdir. Tek dayanağı kendi kanaatı, kendi değerlendirmesi. Onun için kendi düşüncesini o mübârek zata yüklemeye çalışıyor.

Oysa kendisi de biliyor ki bu bakış açısı Hasan-ı Basrî gibi bir zatın bakış açısı değil, bal gibi gulât-ı şîanın (şîanın azgınlarının) bakış açısıdır.

17- İslamoğlu’nun, bir İslam büyüğü hakkında kullandığı şu ifade karşısında güleceğimizi de üzüleceğimizi de bilemedik:

“İmam el-Basrî’nin Allah’ın kaderi ile bir alıp veremediği yoktur.” (Sa: 43)

İslâmî eserlerle meşgul olan bir kimsenin böyle bir söz söylemesi nasıl mümkün olur? Gelelim esas  meseleye.

Hasan-ı Basrî Hazretleri gibi bir İslam büyüğünün Allah’ın kaderiyle tabii ki bir alıp veremediği olamaz. Vardır diyen bir Müslüman mı var ki İslamoğlu böyle söylüyor? İlimli-ilimsiz hiçbir Müslümanın ağzına yakışmayan bu üslupla acaba zihinler neye zorlanıyor?

18- İslamoğlu, kendisinin kadere imanın aleyhindeki sözlerini kendi söylemeyip bunu Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne söyletmeye çalışıyor. Güya O mübârek zat şöyle yapmış:

“Âhireti boşa çıkaran bir kaderciliğin, Kur’an’ın ümmete kazandırdığı ahlâkî değerleri sıfırlayacağını fark etmiştir.” (Sa: 44)

Demek ki, kadercilik hem âhireti boşa çıkarıyor hem de Kur’an’ın bu ümmete kazandırdığı ahlâkî değerleri sıfırlıyormuş.

Kadere inananlarda ahlâki değerler sıfır öyle mi?

Bu müthiş tespiti yapan da tabii ki İslamoğlu zât-ı âlileri oluyor.

19-Bakın, Sayın yazar, Hasan- Basrî Hazretleri üzerinden mezhepleri nasıl Kur’an ve Resûlüllah yolunun haricinde gösteriyor:

“Hasan el-Basrî… sonra ortaya çıkan mezheplerin hiçbirinden değildir. O Kur’an’ın ve Resûlüllah’ın yolundan giden bir âlimdir.” (Sa: 44)

Öyleyse, siz de Kur’an’ın ve Resûlüllah’ın yolundan gitmek isterseniz, mezheplerinhiç birinden olmayın gitsin.

20- İslamoğlu, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin nasıl bir ömür geçirdiğini şu cümleyle anlatıyor:

“İmam el-Basrî, ömrünü Emevî kaderciliğine karşı mücadeleyle geçirmiştir.” (Sa: 44)

Okuyanlar da zannedecekler ki, bu zat hiç ilim ve ibâdetle veya başka bir şeyle meşgul olmamış, işi gücü Emevîlerle mücadele etmek olmuş.

Ama hayret! Bu sözün sahibi, bundan sadece iki satır sonra şöyle demesin mi:

“Ondan (Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden) bize kadar gelen en önemli mevsuk eser olan Kader Risâlesi, böyle bir tartışmanın gereksizliğinin en açık delilidir.” (Sa: 45)

Hani Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin ömrü Emevî kaderciliğine karşı mücadeleyle geçmişti?

İslamoğlu şimdi de kalkmış “Kader Risâlesi, böyle bir tartışmanın gereksizliğinin en açık delilidir”diyor.

Hangisi doğru?

21- İslamoğlu, şu sözüyle adeta “Benim yazdıklarıma inanmayın” demiş olmuyor mu:

“Bir insanı hasımlarının ağzından tanımak, onu tanımamaktır.”(Sa. 45)

İslamoğlu’nun kendisi, kadere inananların amansız bir muarızı ve Emevîlerin hasmıdır. Böyle olunca da, onun yazdıklarından ne kadere inananlar tanınabilir ne de Emevîler.

Ve kendi mantığına göre, İslamoğlu’nun,kadere inananlarla Emevîler hakkında yazdıkları okunmaya değmez. Öyleyse bu eser boşu boşuna yazılmış demektir.

Kendisini ele veren başka bir cümlesi şöyle:

“Birini hasmının koyduğu adla anmanın âdil olmadığı ortadadır.” (Sa: 46)

Öyleyse, Emevîlerin hasmı olan İslamoğlu’nun 16. maddedeki şu sözüne itibar etmenin hiç âdil/adaletli olmadığı ortadadır:

“Allah düşmanı” olarak görülen Emevî yöneticisi”

22- İslamoğlu’nun başka bir cümlesi:

“Geçmişin kinini gelecek kuşaklara taşımak istemiyorsak, hasımların birbirleri aleyhine yazdıklarını naklederken ihtiyatlı olmak zorundayız.” (Sa: 47)

Sayın İslamoğlu bu tenbihi kahir ekseriyeti Sünnî olan Türkiye’deki Müslümanlara değil de Şiîlere yapsaydı daha isabetli olmaz mıydı?

Çünkü Ehl-i sünnetin Şiîler hakkında kinleri falan yok. Ama herkes biliyor ki Şiîlerin ve şiîseverlerin Sünnîler hakkında bitmez tükenmez kinleri var. Hatta şu anda İran’da basılan şiî kitapları bu kinle dolu. Bunu İslamoğlu da gayet iyi biliyor.

Hatta İslamoğlu’nunKader Risalesi ve Şerhi isimli kitabı bile bu kini dile getiren ifadelerle dolu değil mi?

23-Sadece kader inancının aleyhinde bulunmak uygun olmayacağı için, İslamoğlu, yapacağını kitabının başından sonuna kadar Emevîler/Ümeyyeoğulları üzerinden yapıyor.

Meselâ bu mânâdaki bir cümlesi şöyle:

“Ümeyyeoğulları eliyle hortlatılan cahiliyye kader inancı…” (Sa: 48)

Sanki Ümeyyeoğlulları câhiliye devri kâfirlerinin kader inancını hortlatmış; saf, bilgisiz, geri zekâlı Müslümanlar(!) da bunu kuzu kuzualıp kabul etmiş ve hâlâ devam ediyorlar öyle mi?

Müslümanlara bundan daha büyük bir iftira olabilir mi? Müslümanlar bundan daha aşağı gösterilebilir mi?

24- Sayın Şevket Eygi’nin “Zındık” diye andığı Şiî Ali Şeraîtî, Hazreti Ömer zamanında İran’ın fethedilmesini içine sindiremediği için, Muhammed Kimdir isimli eserinde “İran’ınki fetih değil, bir ilkel toplumun bir medenî toplumu işgali” diyordu.

İslamoğlu da aynı kelimeyi“işgal” kelimesini kullanıyor:

“Önceleri “fetih” deyince yürek fethi anlaşılırdı. Artık fetih deyince toprak işgali anlaşılır oldu.” (Sa: 48)

Ne zamandan beri fetih deyince işgal anlaşıldığını anlayacak okuyucu?

Tabii ki Emevîlerle beraber…

Meselâ Hazreti Muâviye zamanında Kıbrıs’ın fethi aslında fetih değil işgal mi?

25- Yazar, Haris el-Muhâsibî’nin “Kur’an akıldır, akıl Kur’an’dır” sözünü “muhteşem bir söz” diye naklediyor da bunu okuyanların, “Demek ki akıl da Kur’an gibiymiş. Öyleyse ben aklımla hareket ederim” diyerek yanlışa düşebileceklerini ne hikmetse düşünemiyor ve kısa da olsa bir açıklama yapma ihtiyacını görmüyor.

Peki okuyucunun mânen mahvolması İslamoğlu için acaba hiç mi mühim değil?

26- Bahsettiğimiz kitabında îtikâdî bir mesele olan “Kader”i ele alan İslamoğlu, sadece kaderi ele kalıp bu arada îtikadî mezhepleri de inkâr etmeseydi eksik yapardı. Ama o eksikliği yapmıyor.

Ne yapıyor?

“Akâitte (itikatta) mezhebin nedir?” gibi bir sorunun abes olduğunu söylüyor ve “Bu soruyu duyunca kaşları çatılan Kur’an “Biz burada ne oluyoruz?” diye hesap sorsa haksız mıdır?” diyor. (Sa: 53)

Konu îtikâdî olduğu için, bu sözüyle îtikadda mezheplerin Kur’an’a ters olduğunu söyleyerek burada sadece îtikad mezheplerini inkâr ediyor. Amelî mezhepler konu edildiği zaman da herhalde onlar hakkında söyleyeceklerini de ihmal etmez.

Yazar, Müslümanların Mâtüridî ve Eş’arî mezheplerine mensup olmalarını, “Ümmetin fırka fırka, hizip hizip, mezhep mezhep”bölünmüş olmaları şeklinde anlatıyor.(Sa: 53)

27- Her meselede Kur’an’ı esas aldığını söyleyen İslamoğlu, Yusuf sûresi 109. âyette açıkça “Bütün peygamberlerin erkeklerden (ricâlen) gönderildiği” beyan edildiği halde,nedense bunu kabul etmiyor/edemiyor. Bununla da kalmıyor, kadınlardan peygamber gelmediğini söyleyen Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni, “Bu meselede isabet edememiştir” diyerek tenkit ediyor.

Hasan-ı Basrî Hazretleri gibi asırlar üstü bir âlim hakkında “Bu meselede isabet edememiştir”demek için, insanın hem ilimden fersah fersah uzak olması, hem de ilmî bakımdan haddini bilmemek olur.

Haddini ve ilmen hangi mevkide olduğunu bilmemenin bir tezahürü olarak “Bu âyetin konusu, peygamberlerin cinsiyeti değil insiyeti yani insan oluşlarıdır” diyor. Yani Kur’an’ın apaçık ifadesine (ricâlen) de, tefsir ilmine de, tefsir âlimlerine baş kaldırıyor. (Sa: 58)

Değerli okuyucular!

Böyle meseleler hakkında değerlendirme yapmak, eğer Hayat Kitabı adıyla hazırladığı eserde sayılamayacak kadar hataya düşen İslamoğlu’na kaldıysa, ilim ayağa düştü demektir.

28-“Emevî hanedanını zulüm okyanusuna benzetirsek” diyen İslamoğlu, tekrar tipik bir aşırı şiî tavrı sergilemektedir. (Sa: 62)

Ona göre koskoca Emevî hanedanından sadece üç kişi adalet sahibidir, geriye kalanın tamamı zâlimdir. Yine ona göre bu zalimlerin en başında da Peygamberimiz’in Allah kelamını yazmakla vazifelendirdiği özel vahiy kâtibi Hazreti Muâviye gelmektedir.

29- İslamda ikiyüzlü olmak yok, “Olduğun gibi görünmek ve göründüğün gibi olmak” var. Tabii ki Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin tavrı da böyle.

Şiîlikte ise olduğun gibi görünmek yok aksine takiyye var. Şiîliğin vazgeçilmez şartlarından olan takiyye, gerçek inancını gizleyerek başka inanıp başka görünmektir.

İslamoğlu bir ehl-i sünnet büyüğü olan Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni şiî olarak göstermek için bakın neler yapıyor?

a- Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin muhalefet usulünün takıyye olduğunu söylüyor.

Takıyyeyi de şöyle tarif ediyor:

 “Olağanüstü durumlarda ve tehdit altında gerçek inancını gizleyerek korunma.”

Ancak İslamoğlu burada bir kurnazlık yapıyor. “Hasan-ı Basrî Hazretleri madem Emevîlere zıttı da tarihte niçin Emevîlere muhalefet etmedi?” denilmemesi için “Onun muhalefeti takıyye şeklindeydi” diyor.

Haydi bunu kabul eder göründük. Peki takiyye yaparak inancını gözlediyse, düşüncesini gizleyerek nasıl muhalefet yaptı? Takiyye yapıp düşüncesini dışa vurmayan bu zatın düşüncesi nasıl anlaşıldı? Yani açığa vurmadığı düşüncesini İslamoğlu nasıl keşfetti?

b-İslamoğlu Kur’an’da takıyyeye izin verildiğini söylüyor.

Yani kadere inanmak yok, ama takıyye var.

Takıyye konusunda İslamoğlu Şiîlerleaynı inançta. Ama takıyyenin hangi âyette izin verildiğini söy-le-ye-mi-yor-lar. Söyleyebiliyorlarsa, buyursun Sayın İslamoğlu söylesin.

c- Hasan- Basrî Hazretleri’nin “Takıyye kıyamete kadar bakidir” dediğini söylüyor.

Bu, o mübârek zatı şiî göstermek uğruna söylenilmiş gerçek dışı bir söz. Eğer O Hazret’in böyle bir sözü olsaydı, İslamoğlu kaynak göstererek onu sütun sütun sergilemez miydi? Ama yapamıyor…

d- Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, “Takiyyeye birkaç kez başvurduğunu” söylüyor.

Yukarıdaki “a” maddesinde o mübârek zatın“Muhalefet usulünün takıyye olduğunu” söylüyordu, burada ise “Birkaç kez takıyye yaptığını” söylüyor.

Devamlı olarak zulüm altında olup usulü takıyye yapmak olan bir kimse hayatında niçin sadece birkaç kez takıyye yapsın ki! Devamlı olarak tehlikeyle karşı karşıyaysa devamlı olarak takıyye yapmış olması icap etmez mi?

Dolayısıyla, gerçek dışı ve indî bir iddia.

İslamoğlu devamla şöyle diyor:

“Çağdaşı birçok âlimin maruz kaldığı Emevî zulmünden, kendisini takiyye sayesinde koruyabilmişti.” (Sa: 63)

İslamoğlu’nun sözünden yola çıkarak söylüyorum:

Hasan-ı Basrî Hazretleri, düşüncesini hep gizli tutup itiraz ve başkaldırı yapmadıysa,  demek ki bu zatın görülen bir muhalefeti yoktu? Olmadığı için de kendisi için bir tehlike söz konusu olmaz.

Öyleyse bu zatın yönetime muhalefeti nerede?

***

Bir diğer husus…

Biz Müslümanlar, aldığımız İslam edebi gereği büyüklerimizi hazret kelimesiyle anarız. Veya peygamberleri anarken aleyhisselam, ashab-ı kiramı anarken radıyallâhü anh, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen İslam büyüklerini anarken rahmetüllâhi aleyh deriz.

Yaşça akranımız olanları ve küçüklerimizi ise Ali, Veli, Hasan, Hüseyin, Ayşe Fatma diye isimleriyle anar ve çağırırız.

İslam âdâbında ve İslam kültüründe, bir büyüğüne “Hasan! Hüseyin!” diye veya “Ayşe! Fatma!” diye ismiyle hitap etmek yoktur. Onun için, büyüklerine ismiyle hitap edenler edebe uygun hareket etmeyen kimseler olarak bilinir ve ayıplanır.

Bu yazdıklarımız yaşça büyük olanlar hakkındadır. İlim ve mâneviyatça kendimizden büyük olanları isimleriyle anmak ise, hiçbir Müslüman hele hele hiçbir ilim sahibine yakışır cinsten bir tavır değildir.

Buradan Sayın İslamoğlu’na gelmek istiyorum.

Bu sayın yazar, ilim ve mâneviyatça Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden daha mı büyüktür ki, kitabında o mübârek zattan bahsederken yalın olarak hep“Hasan” demektedir?

Gerçi yazar sade bu kitabında değil, bütün kitaplarında İslam büyüklerini aynı şekilde anmaktadır…

30-Kader ile ilgili olmamakla beraber yazarın verdiği bir yanlış bilgi şu:

“Vahiy kesilinceye kadar, hem Efendimiz’in hem de sahabenin ‘Kur’an dışında yazılı bir metin bırakmama’ titizliği sürdü” (Sa: 79)

Yukarıda da söylediğimiz gibi yanlış bir bilgi. Gerçi bu yanlış bilgiyi ileri süren sadece İslamoğlu değil. Yaşar Nuri Öztürk gibi, hadislerin değerini düşürmek isteyenler eskiden beri hep bunu söyler dururlar.

İslamoğlu, “Vahiy kesilinceye kadar” demekle, ‘Peygamberimiz’in sözleri/hadisleri kendi hayatında yazılmamıştır’ demek istiyor.

Asla doğru değil…

Vahiy, Peygamberimiz’in vefatından 80 küsur gün önce kesilmişti. Oysa ashab-ı kiram senelerdir Peygamberimiz’in sözlerini yazıyordu.

İşin aslı şu: Hadislerin Kur’an’la karışma korkusu olduğu için İslamın ilk yıllarında böyle bir yasak vardı. Daha sonra Peygamberimiz sözlerinin yazılmasına bizzat kendisi izin vermiştir.

Ashab-ı kiramdan bir zat – Abdullah b. Amr b. As (r.a.) olacak- Resûlüllah Efendimiz’in her söylediğini yazarmış. Başka bir zat da “Sen Resûlüllah’ın her söylediğini yazıyorsun. Ama Resûlüllah da bir insandır. Normal zamanı olur kızgın zamanı olur” diyor. Abdullah (r.a.) da Peygamberimiz’e o zatın söylediklerini aktardıktan sonra hadisleri yazıp yazmamasını soruyor. Peygamberimiz (s.a.v.), “Yaz! Allah’a yemin ederim ki bu ağızdan yanlış söz çıkmaz” buyuruyor. O da yazmaya devam ediyor. Nitekim son derece zeki olan ve duyduğunu hiç unutmayan Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretleri, “Resûlüllah’ın söylediklerini o yazardı, ben yazmazdım” diyor.

Peygamberimiz’in sözlerini yazan birçok sahabeden biri de Hazreti Ali radıyallâhü anh Efendimiz’dir. Yazdığı bir tomar kağıdı kılıcının kabzasına bağlamıştı ve orada taşırdı.

Hazreti Ali Efendimiz hakkındaki bu bilgiyi, yukarıdaki cümlesinin bulunduğu aynı sahifede İslamoğlu da doğruluyor. Ama nedense, Hazreti Ali Efendimiz’in bunları Peygamberimiz hayattayken yazdığını gizliyor.

31-Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz Emevîlerden ya, İslamoğlu ona dokundurmayı da ihmaletmiyor.

Hazreti Osman Efendimiz’in şehit edilmesinde, evini muhasara edenlerin, “Seni taşlayan Allah’tır” dediklerini, onun da “Yalan söylüyorsunuz. Eğer Allah taşlasaydı, attığı taşları hedefe tam isabet ettirirdi” dediğini yazdıktan sonra diyeceğini diyor. Ne mi diyor? Şöyle:

“Hz. Osman’ın bu yaklaşımı ile kendisini hilafet makamından çekilmeye davet edenlere “Allah’ın giydirdiği gömleği çıkartamam” sözü arasında çelişki olduğu da bir vakıa.” (Sa: 106)

Yani Hazreti Osman’ın yaklaşımı ile sözü arasında çelişki varmış.

32-  Kitabının 81. sahifesinde “Hz. Ali kendisinden önceki halifelerin kadılığını yapıyordu” diyerek bir doğruyu yazan İslamoğlu, başka bir sahifede de şöyle diyor:

“Bir kişi, fikrî kimliğini nasıl böylesine gizleyebilir” (Sa: 85)

Bu da doğru… Hazreti Ali Efendimiz eğer kendisinden önceki halifelerin halifeliklerini kabul etmeseydi, onlara kadılık yapmazdı.

Şiîler buna şöyle cevap veriyorlar:

“İmam Ali, kendisinden önceki halifelere takıyye gereği kadılık yaptı.”

İslamoğlu’nun, “Bir kişi, fikrî kimliğini nasıl böylesine gizleyebilir”sözünü“İmam Ali, kendisinden önceki halifelere takıyye gereği kadılık yaptı”diyen şiî dostlarına da söylemesini arzu ederiz. Çünkü Şiîlerle şiîseverler, Hazreti Ali Efendimiz’in kendisinden önceki halifelere karşı takıyye yaptığını söyler dururlar.

Dikkat ederseniz, Şiîlerin cevaplarını “İmam Ali” diye başlıyor. Çünkü Şiîler Hazreti Ali Efendimiz’den bahsederken  “İmam Ali” demeyi tercih ederler. Çünkü onlar 12 imama çok değer verirler. Birinci imam da İmam Ali’dir.

Nitekim Haydar Baş da son senelerde “Hazreti Ali” demiyor, Şiî ağzıyla o da hep “İmam Ali” diyor.

33- İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED ve YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ isimli kitaplarında Müslümanları hiçbir istisna yapmadan, –evet hiçbir istisna yapmadan- küfürle itham ettiği gibi, sözde kaderle ilgili olan bu kitabında da, Emevî idarecileri, Mekke yerine Kudüs’ü Kâbe yerine de Kubbetü’s-Sahra’yı kabul ettirmekle suçlamakta ve şöyle demektedir:

“Mekke’nin alternatifi haline getirilmek istenen Kudüs’ü ve Kâbe’nin alternatifi haline getirilmek istenen Kubbetü’s-Sahra’yı Müslümanlara kabul ettirmek kolay olmadı.” (Sa: 92)

Bu bilgi ve bu suçlama kökten yanlış ve uydurmadır. Tarihte Müslümanlar hiçbir zaman Mekke yerine Kudüs’ü, Kâbe yerine de Kubbetü’s-Sahra’yı kabul etmeye zorlanmamıştır.

Ama Kudüs’ün değil de başka bir yerin Mekke’nin alternatifi haline getirilmek istendiği doğrudur. Ne var ki orası Kudüs değil Necef’tir.

Sayın İslamoğlu’nun zoruna gitse de yazmak durumundayım:

Necef’i Mekke’nin alternatifi yapmak isteyenler, orayı Mekke gibi kutsal sayan Şiîlerdir.

Kubbetü’s-Sahra, Peygamberimiz’in miraca çıkarken üzerine bastığı kabul edilen kayadır. Bu kayaya hacer-i muallak/boşlukta duran taş denilir. Daha sonra altı doldurulmuştur. İslamoğlu müslümanları bununla ilgili olarak da şöyle suçlamaktadır:

“Öyle ki, ilerleyen yüzyıllarda bu kayanın havada olduğuna inanmak İslam itikadının bir parçası haline gelecektir.” (Sa: 94)

Yine yanlış, yine iftira… İslamoğlu’nun bu sözü doğru olsaydı, böyle bir inanç İslam itikad kitaplarında yer alırdı ve biz de böyle olduğuna inanmanın şart olduğuna inanırdık. Halbuki birçok müslümanın  böyle bir kayanın varlığından haberi bile yok…

Buradan sayın yazara açık açık soralım:

Eğer ilim objektifliği diye bir şey biliyor ve değer veriyorsanız, bahsedilen kayanın İslam itikadının parçası olduğunu yazan tek bir itikâd kitabı ismi veriniz. Ama  tabii ki o kitap, ilim çevrelerinin kabul ettiği bir âlime ait olmalıdır. Adı sanı bilinmeyen bir kimseye değil. Bekliyoruz…

(Not:

a- İslamoğlu’nun, Müslümanları hiçbir istisna yapmadan küfürle nasıl itham ettiğini görmek için, lütfen Yasin Yayınevi tarafından basılan Dinde Deformistler isimli eserimize müracaat ediniz.

b- Kubbetü’s-Sahra terkibindeki son “a” harfi uzatmadan okunacaktır.)

34- İslamoğlu, İbrahim Aleyhisselam’ın kurban etmek istediği oğlunun İshak Aleyhisselam değil İsmail Aleyhisselam olduğu konusunda, “Rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Resûlüllah’ın kanaatı da bu yöndeydi” diyor. (Sa: 93)

İlim namına konuşan bir kimseye yakışmayan, hayret edilecek bir söz…

İlk bakışta bunda bir anormallik yok zannedilebilir. Ama hiç de öyle değil. Şöyle ki:

Resûlüllah Efendimiz hiç tahsil görmemiş ve hiçbir kimseden hiçbir şey öğrenmemişti. Yani ümmî idi. Ümmî olduğu için de geçmiş ve gelecekle ilgili bütün bilgileri, herhangi bir şahıs veya herhangi bir kitaptan öğrenmiş olmayıp doğrudan doğruya vahiy idi. Vahiy yoluyla verilen bilgilerde de kanaat olmaz, kesinlik olur.

Eğer Resûlüllah Efendimiz, kendisinden binlerce yıl önce yaşamış olan İbrahim Aleyhisselam’ın kurban etmek istediği oğlunun Hazreti İshak değil de Hazreti İsmail olduğunu söylediyse, bu bilgi kendisine vahiy yoluyla verilen bir bilgidir ve bu bilginin kanaatla uzaktan yakından bir ilgisi olmaz.

Ama İslamoğlu’na göre Resûlüllah’ın bu bilgisi kanaat oluyor ki, “Rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki, Resûlüllah’ın kanaatı da bu yöndeydi” diyor.

Gerçi İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında da İslamî bir mesele hakkında ,”Resûlüllah bu meseleyi doğru anlamıştır” diyor. Yani Resûlüllah’ın bir meseleyi doğru anlayıp anlamadığının tespitini İslamoğlu yapıyor…

35- İslamoğlu, “Allah, insanın iradeli olarak yaptığı eylemlerde, kaderini kendi seçimine tabi kılmıştır” diyor. Yani, kaderin ne olduğunu bilmeyen ve bukonuda hassasiyet sahibi de olmayan kimselerin “İnsan kendi kaderini kendi seçer” demelerinin başka bir çeşidi…

Yazar, bu cümlesine delil getirdiği İsrâ sûresi 13. âyete, kaderi inkâr aşkına şu yanlış mânâyı veriyor:

“Biz her insanın kaderini kendi çabasına tabi kıldık.” (Sa: 118)

Şimdi yönümüzü ehl-i ilme dönelim ve biraz ilmî konuşalım:

Hatırlatmak bâbından arzedeyim. Âyetin lafzı şöyle:

Ve külle insânin elzemnâhü tairehû fî unukıhî…

İslamoğlu’nun verdiği mealde geçen kader, çaba, tâbi kılmak kelimelerinin hiç birinin karşılığı âyette var mı? Görüldüğü gibi yok.

Aksine, âyetteki tair ve unuk kelimelerinin mânâları de onun verdiği meâlde yok.

Bendeniz, âyetin doğru meâli şöyledir demeyeceğim. Okuyucularımıza bazı tefsir isimleri vereceğim. İslamoğlu’nun verdiği mânâ aşağıda isimlerini verdiğim tefsirlerden hiç birinin verdiği mânâya uymuyor. Hiç biri de İslamoğlu’nun verdiği mânâyı vermiyor. O tefsirler şunlar:

Tefsir-i Kebir, Tefsir-i Taberî, Tefsir-i Kurtubî, Tefsir-i Celâleyn, Tefsir-i Kadı Beydâvî, Tefsir-i İbn-i Kesîr, Rûhul Beyan, Elmalılı, Ömer Nasuhi Bilmen’in Tefsiri, Diyanet’in 5 ciltlik Tefsiri.

Ayrıca 10 ayrı meâle baktım, onların da hiç biri İslamoğlu’nun verdiği mânâyı vermiyor. Artık başkasına bakmaya usandım.

İslamoğlu’nun verdiği mânâ sadece Muhammed Esed’in verdiği mânâya uyuyor.

Onun da sebebi şu: İslamoğlu’nun gerekçeli meâl-tefsir adıyla kaleme aldığı eser, tetkik eden herkesin de söylediği gibi zaten Muhammed Esed’inkinin kötü bir kopyası. Kopya tabii ki aslının aynısı olacak. Kopya ama öyle bir kopya ki okur okumaz hemen anlaşılıyor.

Dinde Deformistler isimli eserimizde de anlattığımız gibi, Muhammed Esed, eserinde var gücüyle bugünkü Hıristiyan ve Yahudilerin âhiret kurtuluşuna ereceklerini işliyor.

Şu ilgi ve bağa bakınız ki, her konuşmasında “Şeyhim Muhammed Esed” diye Esed’i şeyhi ilan eden Engin Noyan da Hilal Televizyonunda İslamoğlu ile beraber…

36- İslamoğlu, verdiği bu yanlış mânâdan sonra sahifeler boyunca yanlış-doğru şeyler yazarak ve kendince delil üstüne delil getirerek, kaderi inkâr yolunda çırpınıp duruyor. Bu meyanda, imanın şartlarının geçtiğini söylediği âyeti kerimelerden bahsediyor:

Bakara 177, Bakara 284-285, Nisâ 136. âyetler. (Sa: 118)

Ama bunu yazarken bile âyetlere bakmaya ihtiyaç görmemiş. İhtiyaç görmediği için de yanılmış. Meselâ bahsettiği âyetlerden Bakara sûresi 284. âyet imanın maddeleriyle alâkalı değil.

Nitekim onun böyle yanlışlıkları, diğer kitaplarında da sıkça görülür. Yine böyle yanlışları, Müslümanlara yaptığı hakaretler ve inkârları karşısında çok hafif kalır. Onların listesini çıkarmaya kalksak söz uzar. Onun için şimdilik üzerinde durmayacağız.

Bahsettiği Bakara sûresi 177. âyetle Nisâ sûresi 136. âyette imanın 5 maddesi, Bakara sûresinin 285. âyetinde ise imanın 4 maddesi zikrediliyor.

İslamoğlu, denize düşenin yılana sarıldığı gibi, imanın şartları içinde kadere imanın olmadığını kabul ettirebilmek için canhıraş bir gayretle Nisâ 136. âyetle ilgili bir uydurmaya gidiyor. Âyetlere mânâ vermekte uyulması gereken usûl-i tefsir kaidelerini yok sayıp, imanın 5 şartının zikredildiği bu âyet hakkında, “Zımnen, ‘bu esaslara eklemeyin ve çıkarmayın’ vurgusu vardır” diyor. (Sa: 119)

Âyette onun iddiasıyla ilgili açık bir ifade olmadığı için “Zımnen var” diyor.

Biz de, ”Hayır, yok!” deyip susmuyoruz. Elimizden başka bir şey gelmediği için, İslamoğlu’nun, “bu âyette zımnen böyle bir vurgu olduğuna dair ilmî bir belge göstermekten âciz bir ilim fukarası” olduğunu bilen birisi olarak, tefsir ilminden anlayan ilim sahiplerine dönüp şöyle diyoruz:

Eeeey ilim sahipleri!

Eeeey usûl-i tefsirden behresi olanlar!

Lütfen söyleyiniz. O âyette, İslamoğlu’nun dediği gibi zımnen “Bu esaslara eklemeyin ve çıkarmayın vurgusu” var mıdır?

Değerli okuyucu!

İslamoğlu; kendisine hadis-i şeriflerle itiraz edilmesini engellemek için, “Zımnen, ‘bu esaslara eklemeyin ve çıkarmayın’ vurgusu vardır”diyor. Çünkü biliyor ki hadis-i şeriflerde kadere imanın şart olduğu beyan buyuruluyor.

Peki, bu tavır -zımnen- “Peygamber de olsa buna bir ekleme yapamaz”demek olmuyor mu?

Kur’an’ın Peygamberimiz hakkındaki şu hükmüne ne diyeceğiz:

“O(nun sözleri/hükümleri ilhamdan) vahiyle bildirilenden (ve vahye uygunluktan) başkası değildir.” (Necm: 4)

Yani, Peygamberimiz’in “Kaderin imanın şartından olduğunu söylemesi” kendinden değildir, Allah’tan gelen vahiy iledir.

Peki Peygamberimiz’in kader hakkında hadis-i şerifleri var mıdır? Elbette vardır.

İslamoğlu’nun da itiraz etmediği Kurtubî Tefsiri, Kamer sûresi 49. âyetin tefsirinden:

a- “Ebû Zübeyr, Cabir b. Abdullah (r.a.)dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:  Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu ümmetin mecûsîleri yüce Allah’ın kaderini yalanlayan kimselerdir. Bunlar hastalanacak olurlarsa onlara ziyarete gitmeyiniz. Ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız. Onlarla karşılaşacak olursanız, onlara selam vermeyiniz.”

Bu hadisi İbni Mâce, Sünen’inde rivayet etmiştir.

( İbni Mâce, 1, 35. İbni Ömer’den benzer bir rivâyet: Ebû Davud, IV, 222)

b-“…eğer onlardan herhangi birisinin Uhud dağı kadar altını bulunup da bunu infak edecek olursa kadere iman etmediği sürece Allah ondan kabul etmeyecektir.”

( Müslim, I, 37, Tirmizî V, 6, Ebû Davud, V, 223)

c- Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kadere iman üzüntü ve kederi giderir.”

 ( Bu üç madde için kaynak:El-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’an Tercümesi, cild: 16, sa: 531,532)

d- Kaderin, imanın şartlarından olduğu meşhur Cibrîl Hadisi’yle de sabit ve kesindir.

İslamoğlu, muhaddis olmadığı için hadis-i şerifler hakkında konuşacak ilme sahip olmadığına bakmadan allem edip-kallem edip meşhur Cibrîl Hadisi’ni tutarsız göstererek o hadis-i şerifteki kader maddesini geçersiz sayıyor.

Oysa hadisler hakkında değerlendirme yapacak olanlar muhaddislerdir, İslamoğlu gibiler değil.

Muhaddisler de asırlar öncesinden hadislerin sahih olanı ile olmayanını ayırmışlar ve iş bitmiştir. Artık İslamoğlu’na da bize de düşen, hadislere itiraz değil, okuyup istifade etmeye çalışmaktır. Yoksa pişmiş aşa su katmak değildir. Çünkü İslam oturmuş ve iş bitmiştir.

İslam dini 14 asır önce değil de yeni tebliğ edilmiş, hangi meselenin nasıl olduğu da İslamoğlu gibilere havale edilmiş falan değildir. Öyleyse yapılacak iş, bu din bize nasıl gelmişse öyle kabul etmektir. Aksi takdirde, İslama yeni yorum getirmeye kalkışmak, eskisinden farklı, değişik bir İslam dini ortaya koymaya kalkışmak olur.

Kadere imanı inkâr edenler, kadere imandan bahse meşhur Cibril hadisini inkâr ediyorlar. Söz Cibrîl hadisinden açılmışken, içinde Cibrîl kelimesi geçen bir âyet-i kerimenin meâline bakalım:

“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl’e (Cebrâîl) ve Mîkâil’e düşman olursa, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98)

Maddî bir varlık olmayan meleklere düşmanlık, herhalde ele silah alıp onlara hücum etmekle olamaz. Meleklere düşmanlık, onların varlıklarını ve sözlerini yani getirdiklerini kabul etmemekle olur.

37- İslamoğlu’nun, “Kadere iman sonradan sokuşturulmuştur” iddiasında ne kadar samimi ve tutarlı olduğuna bakınız ki, iddiasında kendisine ortak olan ilmine güvenilir, sözüne inanılır hiçbir âlim bulamıyor. Yapayalnız kalıyor. Bula bula siz okuyucuların çok iyi tanıdığınız  birini buluyor. Ne yapıyor? İslamoğlu gibi “İman esaslarına ilave edildiği” iddiasında bulunan Hüseyin Atay’ın kitabını kaynak olarak gösteriyor.

Bozacının şahidi olan Hüseyin Atay isimli leblebici kimdir?

İslamoğlu’nun, Hilal televizyonunda program yaptırdığı Abdülaziz Bayındır’ın Müslümanların orucunu heba etmeye çalıştığı gibi, Hüseyin Atay da “Sahur yemeğini güneş doğana kadar yeyin” diyen kişidir. İslamoğlu, kaderin imanın şartlarından olmadığı konusunda işte bu zatın kitabını kaynak olarak gösteriyor. (Sa: 120)

İslamoğlunun diğer bir kaynağı da yine Hüseyin Atay’ın “Kur’an’da iman esasları ve kader sorunu” isimli eseri.

Oysa Müslümanların kader ile bir sorunları yok. Sorun böyle söyleyenlerin kendi kalplerinde.

Kader inancını Müslümanların kalplerinden çıkarmak için kitap boyunca uğraşan İslamoğlu, kendi söyledikleriyle yetinmiyor, bir de  “Hadislerin akide (inanç)belirleyemeyeceğiyle ilgili” diyerek başka bir eseri tavsiye ediyor. (Sa: 122, dipnot)

Peki “Hadisler akide/inanç belirleyemez” demek ne demek?

Hadisler Resûlüllah Efendimiz’in mübârek sözleri olduğuna göre, “Hadisler akide belirleyemez” demek, “Allah Resûlü neye nasıl inanılacağını söyleyemez” demektir.

Neye nasıl inanacağımızı Resûlüllah söylemez de ya İslamoğlu mu söyler?

38- İslamoğlu kader meselesinde öyle aşırı ki, kadere inananları zımnen müşriklikle suçlama gayretini bir türlü bırakmıyor. İşte o cümlesi:

“Müşrikler şirk koşmalarını “Allah’ın dileği” olarak takdim edecek kadar kadercidirler.” (Sa: 119)

Eh, kadere inananların müşrik oldukları usturupluca ancak bu şekilde söylenir.

Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Şahin, fî tarihinde “Ehl-i kitapla âmentüde ittifakımız var” diye yazmıştı. Âmentüyü kabul eden, imanın 6 şartını kabul etmiş olur. Çünkü Âmentüde imanın 6 şartının hepsi var. İslamoğlu Ahmet Şahin’den de baskın çıktı. Ahmet Şahin Âmentüyü 6 şartıyla birlikte kabul ediyordu. İslamoğlu bu 6 şartın ancak beşini kabul ediyor.

39- Yazar İslamoğlu, “Sen daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin” mânâsındaki Şûrâ sûresi 52. âyeti delil getirerek, “Resûlüllah’ın da imanın şartlarını Kur’an’dan öğrendiğini, dolayısıyla Kur’an’dan öğrendiği imanın 5 olan şartını altıya çıkarmayacağını” söylüyor. İlaveten, Peygamberimiz hakkında şu sözü de söyleyebiliyor:

“Allah’ın önüne herkes geçse, o yine geçmez.” (Sa: 121)

Allah aşkına, bir Müslüman nasıl böyle bir söz söyler!

“Allah’ın önüne herkes geçse, o yine geçmez”demek, “Herkes Allah’a inanmasa o yine inanır” demek gibi bir şey. Bir peygamber öyle olmayacak da ya nasıl olacak?

Biz, Allah ve peygamber hakkında böyle sözleri müsteşriklerin kitaplarında bile görmüyoruz. Bir Müslüman eğer böyle bir söz söylüyorsa, onun İslam konuşma üslubuyla uzaktan yakından alâkası yok demektir.

***

İslamoğlu kabul etmese de dinde tek delil Kur’an değildir. Ondan  başka üç delil daha var:

Sünnet, icmâ ve kıyas.

Kur’an’da olmayan nice meseleleri Peygamberimiz açıklamış ve yerine göre birçok hükümler koymuştur. Peygamberimiz’in de hüküm koyma salâhıyeti olduğunu, Ahzab sûresi 36. âyette bizzat Rabbimiz bildiriyor. Ama nedense bu âyet İslamoğlu’nun hep görmez tarafına denk geliyor.

40- Biz bu zatın kaderi inkâr ettiğini söyledikçe,“Yok canım, İslamoğlu Kader Risalesi’nde kaderi inkâr etmiyor” diyenler, onun şu cümlesini bir daha, bir daha, bir daha okumalıdırlar:

“Sözün özü: Kur’an’ın saydığı 5 şartın dışında olan “Kadere iman şartı”, rivayetlere sonradan monte edilmiştir.(Sa: 123)

Ne diyor ne diyor! İslamda aslında kadere inanmak diye bir şey yoktu, bu inanç İslama sonradan sokuldu diyor.

Cevap alamayacağımızı bile bile soralım:

Ne zaman sokuldu?

Ne şekilde sokuldu?

Kimler soktu?

Nasıl soktu?

Bu sorular cevap bekler Sayın İslamoğlu, cevap…

***

Sayın yazar! İslam yeni tebliğ edilmediği gibi, kader meselesi de zat-ı âlinize havale edilmiş değil. Bu din tebliğ edileli 14 asırdan fazla oldu. Bu ümmet o zamandan beri kadere inanagelmişken, kadere iman hakkında “Sonradan monte edilmiştir” gibi indî ve ilimden uzak sözleri bırakın da yapabiliyorsanız, bize 14 asırlık İslam mirası bırakan ve tarihe damgalarını vuran İslam âlimlerinin sözlerinden delil getirin. Çünkü siz de biz de ne biliyorsak onların eserlerinden öğrendik. Onlardan öğrendiklerimizi yok sayarsak, siz de biz de zır câhil kalırız? Öyleyse buyurun, ortaya koyun bakalım İslam âlimlerinin kader hakkında yazdıklarını. Herhalde ulemânın 14 asır boyunca uyuduklarını söyleyemezsiniz…

***

Kadere iman; 14 asırlık İslam mirası ve İslam inancıdır. Peki kadere inanmamak neyin ve kimin mirasıdır?

Yazar, kadere imanın/inanmanın şart olduğunu gizleyebilmek için âyet-i kerimeyi (Ahzab: 36) yok sayarak, bakın Peygamberimiz’i nasıl devre dışı bırakıyor:

“Esasen, Kur’an’da yer almayan bir iman esası, hiçbir hadisle imana ithal edilemez.” (Sa: 123)

Bu söz, “İman esaslarının neler olduğunu söylemekkonusunda Peygamber de kim oluyormuş!” demek değilse nedir?

Ey İslamoğlu!

Biliyorsunuz ki, livatanın haram olduğuna inanmak imanın gereğidir. Peygamberimiz, “Livatanın haram olduğuna inanmak imanın gereğidir” buyurduysa, sizin “Kur’an’da yer almayan bir iman esası, hiçbir hadisle imana ithal edilemez” sözünüzü esas alıp, Peygamberimiz’in böyle bir sözünü kabul etmeyecek miyiz?

41- Müfessir olmayanların tefsir hakkında, fakih olmayanların fıkhî bir mesele hakkında mütâlea yürütme salâhıyetleri olmadığı gibi, muhaddis olmayanlar da hadlerini biliphadisler hakkında değerlendirme yapmamalıdır. Çünkü ehliyetleri yoktur. Konuşurlarsa korsan konuşurlar.

Buna rağmen yazar, asırlardan beri İslam âleminin/İslam âlimlerinin Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak kabul ettiği Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’deki kaderle ilgili rivâyetin Kur’an’a ters olduğunu söyleyebiliyor. Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetiyle Sahih-i Müslim’de ve İmam Mâlik’in Muvattâ’ında yer alan bir hadis-i şerifin 8 noktada Kur’an’a zıt olduğunu söyleyebiliyor. (Sa: 122, 127)

Salahiyetli bir muhaddis/hadis âlimi sıfatıyla mı?

Tabii ki hayır…

Ya neye göre?

Haddini aşarak.

Çünkü İslam âleminde Mustafa İslamoğlu adıyla bir hadis âlimi yok…

***

Değerli okuyucular!

Peygamberimiz’in sözlerinin/hadislerinin Kur’an’ın açıklaması olduğunda şüphe yoktur. Ama bu yazar kalkmış Buhârî, Müslim ve Muvattâ gibi en mühim hadis kaynaklarındaki hadislerin bile bize sıhhatli bir şekilde ulaşmadığı iddiasında.

Öyle olsa, ortada din diye bir şey kalmaz. Çünkü biz dinimizi Peygamberimiz’in anlatmasıyla öğreniyoruz.

Ama İslamoğlu’nun haddini aşarak ortaya koyduğu iddiası maalesef yukarıdaki gibi.

Onun iddiası gibi, en mühim kaynak eserlerdeki hadisler bile bize güvenilir rivâyetlerle gelmediyse, yandık demektir. Çünkü Allah dinini yeryüzüne doğru olarak yerleştirememiş oluyor.

Hadis ilminden bî behre olarak, bir mânâda İslamın geçersizliğini iddia etmek mânâsına gelen bu derece ağır bir iftiraya, uzun uzun cevap vermeye değmez.

Ancak şöyle denilebilir:

İslam âleminde, Peygamberimiz’in sözlerinin bulunduğu eserlerin en muteber kabul edileni Kütüb-i sitte denilen 6 eserdir. İslam âlimlerinin kabulüne göre, bunların içinde 2 tanesi en öndedir: Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim.

Yeryüzünde bunlardan daha değerli hadis kaynağı da yoktur…

Öyleyse; Peygamberimiz’in sözlerini gözden düşürmek için bu iki esere bile kusur bulan (daha doğrusu uyduran) bir kişi, açık ki hadisleri yok saymaktadır. Veya o hadisleri beyan buyuran Allah Resûlü’ne içten içe kızan bir peygamber muarızıdır.

Evet verilecek cevabımız bundan ibarettir…

42- Daha önce yazdık. Sözde Kader Risâlesi Tercümesi ve Şerhi olan kitap sadece kadere imanı inkâr gayesiyle yazılmış değil. Diğer bir gaye de Müslüman olup olmadıklarına bakmadan, Emevî sülalesinden olan herkesi ya karalamak veya -Hazreti Osman’ı (r.a.) dahil- basit kimseler olarak göstermektir. Bu vesileyle, Şiîlerle Sünnîler arasındaki en mühim kırmızı çizgilerden biri olan Hazreti Muâviye meselesini sıcak tutup, o mübârek sahâbîyle alâkalı yanlış bilgi vererek Müslümanları ona karşı kinlendirmektir.

Bakın ne diyor:

Kur’an “Herkes yaptığının rehinidir” (74:38) diyor. Fakat rivâyet (Sahih-i Müslim) bunun tam zıddını iddia ediyor.(Sa: 128)

Anlayabildik mi değerli okuyucular?

Yazar “Hadis, âyetin söylediğinin tam tersini söylüyor” diyor.

Ne diyormuş hadis?

Şöyle diyormuş:

“Âdem yaratılmadan önce takdir edilen şeyi yapmıştır, bundan dolayı da kınanamaz.”(Sa: 128)

Bu altı çizili cümlede olduğu gibi, “Âdem takdir edilen şeyi yapmıştır, bundan dolayı da kınanamaz”diyen yok. İslamoğlu  ille de “Sahih-i Müslim, Âdem kaderinde olanı yaptığı için kınanamaz demeye getiriyor” diyor. Yoksa, “İnsan kaderindeki şeyi yaparsa sorumlu olmaz “ diyen yok. Ama yazar ille de o mânâya çekiyor. Onun için, kendi değerlendirmesi olan altı çizili sözlerden sonra şöyle devam ediyor:

“Bu durumda aynı şey Şeytan, Kabil, Nemrut, Firavun, Ebû Leheb, Ebû Cehil, Muâviye’nin Bedir’de Resûlüllah’a karşı savaşıp öldürülen amcası, dayısı ve kardeşi için de geçerlidir.” (Sa: 128)

Dikkat ederseniz bu cümlesinde önce bazı isimleri sıraladığı halde son üç kişinin isimlerini vermeyip, “Muâviye’nin Bedir’de Resûlüllah’a karşı savaşıp öldürülen amcası, dayısı ve kardeşi”diyor.

Aslında onların isimlerini de biliyor. Biliyor ama,“Muâviye’nin amcası, dayısı, kardeşi, Bedir’de Resûlüllah’a karşı savaşmıştı. Muâviye var ya Muâviye, işte böyle kimselerin yakınıdır” demek istiyor.

Bu cümlesinin aynısını 169. sahifede bir defa tekrarlıyor.

Böyle demek istediğini nereden mi biliyoruz?

Bu kitabında da diğer kitaplarında da yazdıklarından ve sergilediği umumî tavrından…

43- Yazara göre, Allah’ın sıfatları ve kaderi hakkında konuşmamalıymışız. Böyle davranmak, (yani konuşmamak) Kur’an’ın edebiyle edeplenmekmiş. (Sa: 131)

Kur’an’ın edebiyle edeplenmek, acaba yazarın söylediği gibi Allah’ın sıfatları ve kader hakkında konuşmamak mı yoksa Allah’ın sıfatlarını ve kaderi öğrenmek mi?

Ama yazar, öğretmek için bile olsa Allah’ın sıfatlarından, sıfât-ı zâtiye ve sıfât-ı sübûtiyesinden bahsetmenin önünü kesmeye çalışıyor.

Ne var ki, başkalarına kaderden bahsetmeyi yasaklarken, kendisi Allah’ın kaderini inkâr yolunda doludizgin gidiyor. “Siz konuşamazsınız ama ben inkâr etmek için konuşabilirim” demiş oluyor.

44- Yazar; “Peygamberlerin, insanlar içinde sapıklığa en uzak kesimi temsil ettiğini” söylüyor. (Sa: 132)

Peygamberler hakkında böyle bir söz de söylenemez.

En uzak dersek bu uzaklığın bir sonu olması icap eder. Sapıklıkta en uzak da olsalar, nihayet vara vara sonunda Peygamberlere mi varılacak hâşâ?

Velhasıl, güya peygamberleri tebcil etmek için söylenen bu sözün Müslüman ağzına yakışmadığı ortadadır.

***

Yazar bir de “Kur’an bu hakikati duyurmak için bundan daha sarsıcı bir örnek sunamaz” demesin mi? (Sa: 133)

Sunamaz demek, yapmak istese de yapamaz demektir. Kur’an Allah kelamı olduğuna göre, “Kur’an sunamaz” demek “Allah sunamaz” demektir ki bu Allah’a acziyet izafe etmektir.

Böyle sözler karşında insan cidden ne söyleyeceğini bilemiyor.

45- Yazar, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin verdiği bir bilginin arkasından şu yorumu yapıyor:

“El-Basrî, Emevîler eliyle devlet ideolojisi haline getirilen kader inancının kökeninin cahiliye damgalı olduğunun farkındadır.” (Sa: 142)

Dikkat! “Câhiliye damgalı olduğunu söylüyor” diyememişse de kadere inananların câhiliye devri müşrikleri gibi olduğunu vurgulamaktan da çekinmiyor.

***

İslamoğlu’nun, en büyük peygamberlerden biri olan Âdem Aleyhisselam hakkında da söyleyeceği var. Şöyle diyor:

”Âdem kendi günahının sorumluluğunu kabullenerek tevbe etti ve adam oldu.” (Sa: 142)

46- Abdülaziz Bayındır’ın “Allah geleceği ne bilsin” sözünün bir benzerini de helak olan Semut kavmi hakkında İslamoğlu söylüyor:

“Helak olan Semud, Allah ezelde yazdığı için değil, kendi yaptıkları yüzünden azaba uğradı. Burada biri kalkıp da; “Ama Allah onların öyle yapacaklarını ve azaba uğrayacaklarını biliyordu” derse konuyu saptırmış, istismar etmiş olur.” (Sa: 153)

Allah’ın bilmediği bir şey mi var ki, her hangi bir hadiseyi önceden bildiğini söylemek ne zamandan beri konuyu saptırmak ve istismar etmek oldu?

İslamoğluna göre, konuyu saptırmış ve istismar etmiş olmamak için “Allah onların öyle yapacaklarını ve azaba uğrayacaklarını biliyordu” mu demeli?

47- İbni Kayyim, Vehhâbiliğin fikir babası İbni Teymiyye’nin talebesidir. Vehhâbiler ile Şiîler ise itikaden birbirlerine zıttır. Bilindiği gibi, İslamoğlu da koyu bir şiî dostudur.

Buna rağmen, iş kadercileri şeytanın dininden göstermeye gelince, bir an için şiî taraftarlığını bırakıp İbni Cevziyye’nin sözüne sarılıveriyor. Cevziyye’nin üzerinden, kadere inananların şeytanın dininden olduklarını söylemekten çekinmiyor:

“İblis eyleminin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınıp tercihinin faturasını Allah’a çıkarmış, “Beni sen saptırdın” demişti. Bu durumda ilk kaderci İblis olmuş oluyordu. İbn Kayyım El-Cevziyye’nin dediği gibi “Kadercilik İblis’in dini olmuştu.” (Sa: 156)

Kadercilik İblis’in (Şeytan) dini olduğuna göre, kadere inananlar da tabii ki şeytanlaşmış kimseler oluyor…

Değerli okuyucular! Müslümanlar bundan daha ağır bir şekilde suçlanabilir mi?

48- Yazar, kaderi inkâr için kırk dereden su getiriyor:

“Allah’ın bir ismi de Hayr’dır. Hayr olan Allah şerri murat (irade) etmez. Sevabı emreden Allah günahı kader yapmaz” diyor. (Sa.157)

Mûtezile de tıpkı İslamoğlu’nun söylediği gibi söylüyor.

Ehl-i sünnet ise şöyle diyor:

“Mürîdü’l-hayrı ve’ş-şerli’l-kabîh / Allah hayrı da şerri de irade eder.”

Türkçede de kullanılan irade etmek, murat etmek şu demek:

Allah’ın bir şeyi irade etmesi, ondan mutlaka razı olması demek değildir. Allah razı olmadığını da irade eder. Kul bir kötülük yapmak istediği zaman, Allah ona mâni olmaz ve razı olmayarak onu irade eder ve yaratır. Zaten Allah bir şeyi irade etmese o şey nasıl meydana gelecektir?

Allah (c.c.) hayırlı şeyleri ise razı olarak irade eder ve yaratır. Allah’ın sübûti sıfâtlarından birisi de zaten İrâde sıfatıdır.

49- İslamoğlu, “İmam el-Basrî, Emevîkaderciliğinin istismar ettiği bir başka âyete dikkat çekiyor”diyor. (Sa: 205)

Okucuların da açıkça anlacakları gibi, tercüme şeklinde gözüken bu kitabın yazılma sebeplerinden birinin şöyle olduğu açık:

Âyetleri istismar ederek, Şiîlerin üslübuyla Emevî müslümanları kötülemek. Kadere inananları da o kötüler içinde, hatta kötülerin kötüsü olarak göstermek.

Ne var ki okuyucular açıktan açığa kandırılıyor. Çünkü Hasan-ı Basrî Hazretleri risalesinde bir defa bile İslamoğlu’nun kullandığı mânâda “Emevî” kelimesini kullanmadığı halde, İslamoğlu ille de “İmam el-Basrî, Emevîkaderciliğinin istismar ettiği…” diyor.

Üstelik, -102. sahifede de görüldüğü gibi- Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin bu risalesi, bir Emevî mensubu olan Halife Abdülmelik’e “Ey mü’minlerin emiri!” hitabıyla yazılmış.

Risalenin yazılma sebebi de ortada:

Halife Abdülmelik’in sorduğu bazı sorulara cevap. (Sa: 214)

50- Arapların “Hâlef tu’raf / aykırı konuş ki meşhur olasın” sözünü iyi bilen İslamoğlu, Bakara sûresinin 2. âyeti hakkında, büyük âlimliğini(!) şöyle ortaya koyuyor:

“Âyet metnindeki hüden lil muttakin ibaresi, yaygın anlayışta zannedildiği gibi hidayet’i takvanın temeline değil, takvâyı hidâyetin temeline yerleştirmektedir.” (Sa: 206)

“Yaygın anlayışta zannedildiği gibi“ derken, “14 asır boyunca gelenbütün âlimler böyle zannetmişlerdir ama hepsi yanılmışlardır. Doğrusu benim söylediğimdir” demek istiyor. Sonra da, “Hidayete takvanın sebep olduğunu” söylüyor.

Halbuki takvâ “Allah’ın haram ve helallerine riâyet etmektir.” Hidâyete erip Müslüman olmadıkça zaten takvâ olamaz. Onun için, “Hidâyete takvâ sebep olur” demek mânâsızdır. İmansız takvâ mı olur ki, hidâyete takvâ sebep olsun?

Geçmiş âlimlerin yanlış zannettiklerini iddia eden bu zat bilmiyor ki bahse konu âyet-i kerime, “Kur’an’ın müttakîler için bir hidâyet/yol gösterici olduğunu” söylüyor. Yani Kur’an/İslam, müttekilere/takvâ sahiplerine yol gösteriyor, yoksa takvâ insana İslamı göstermiyor. Çünkü takvâ ancak İslamla mümkün…

Söz/kâl değil bir hal olan takvâ, öyle lezzetli bir haldir ki tatmayan bilmez. O mânevî hali yaşamayan bilemeyeceği için de onu kelimelerle anlatmaya kalkışan yanılır.

Atalarımız ne demişler: Men lem yezuk, vâh bilmez yazık.

51- Yazar, kitabının sonuna yaklaştıkça,“kadere iman etmenin Allah’a itiraz demek” olduğunu artık açıkça söylemektedir. Ama kendisi söylemiyormuş gibi yapmakta, bu cümleyi söylemek için Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni kullanmaktadır:

“el-Basrî, kaderci tavrı “Allah’a itiraz” olarak görmekte…” (Sa: 212)

Güya kadercilik yani kadere inanmak, Allah’a itiraz etmek imiş. Bunu da güya Hasan-ı Basrî Hazretleri söylüyormuş.

İşte size, Hasan-i Basrî Hazretleri’ne yapılmış bir iftira.

Söylediğiyle ilgili olarak Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne ait tek cümle söyleyememesi bu iftiranın delilidir.

Hayır diyorsa buyursun Kader Risalesi’nden iddiasına delil getirsin. Nasıl olsa Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin eseri önünde. Tercüme eden de kendisi. O mübârek zata iftira etmiyorsa, buyursun o mübârek zatın “Kaderci tavır Allah’a itirazdır” dediğini kitabın orijinalinden çıkarıp ortaya koysun.

Ama yapamaz. Hayır koyamaz. Çünkü olmayan bir şey ortaya konulamaz.

İşin aslı ve esasını ben söyleyeyim:

Hasan-ı Basrî Hazretleri, İslamoğlu’nun söylediği gibikadere iman edenleri değil, kaderi yanlış anlayan câhilleri suçlamaktadır. Nitekim o mübârek zatın bu konuda tenkit ettiği kimseler hakkında kullandığı kelime şu: “Cühhâl/câhiller .”(Sa: 209, alttan 3. satır- sa: 213, metin satır:1, )

İslamoğlu lütfedip “Cühhâl” kelimesinin ne mânâya geldiğini söyleyiversin.

Söylesin bakalım, cühhâl, “câhiller” demek midir yoksa “kadere iman edenler” demek midir?

Mânâları bu derece saptıran İslamoğlu, Türkiye’de yaşayan herkesi “Cühhâl /câhiller” olarak mı görüyor ki bu derece pervasızca hareket ediyor?

52- İslamoğlu’nun, insanları –hâşâ- Allah ile ortak iş yapmış gibi göstermesine ne demeli? İşte o cümlesi:

“ İnsan bu sayede Allah ile birlikte tarih yapma şerefine nail olmuştur.” (Sa: 218)

Bu kadar da olmaz yani. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, böyle bir sözün İslam iman dairesine sığdığı sözlenemez artık.

Söylenmeye söylenemez de, bu cümleyi hangi hükümle hükümlendireceğiz  bilmem ki ?

53- Değerli okuyucular!

Bizim Müslümanlar olarak iki güzel hasletimiz var: Saygı ve sevgi.

Saygı küçükten büyüğe, sevgi de büyükten küçüğe olur. Büyükler küçüklere sevgi besler, küçükler de büyüklere saygı duyarlar. İslamoğlu ise Hazreti Allah hakkında şöyle diyor:

“Zira O (Allah) akıl ve irade ile imtihan ettiği insanın emeğine saygı duyandır.” (Sa: 220)

Değerli okuyucular!

İnsan Allah’a mı saygı duymalı yoksa –hâşâ- Allah (c.c.) insanın emeğine mi?

Peygamberimiz (s.a.v.) “Sizden hiç biriniz ibâdetlerinizin karşılığı olarak cennete giremezsiniz. Ancak Allah’ın lütfuyla gireceksiniz” buyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Siz de mi Yâ Resûlallah?” diye sordular Peygamberimiz (s.a.v.) “Evet ben de Allah’ın lütfu olmadan cennete giremem” buyurdu.

Peygamberimiz böyle buyurduktan sonra, hangimiz Allah’ın kırık dökük ibâdetlerimize saygı duyduğunu söyleyebiliriz?

Cevaplandırılması gereken başka bir sonu var:

Allah’ın bir şeye saygı duyduğunu söylemek imanın/müslümanlığın hangi maddesine uyar?

54- İslamoğlu’nun kitabının son cümlesine geldik.

Önce bir kelimeye dikkatinizi çekmek isterim: Emek.

Bu kelime lügatta şu mânâlara geliyor: Çalışma, yorgunluk, zahmet, sıkıntı ve bir işin yapılması için harcanan beden ve zihin gücü. Meselâ emek çekmek deriz, emek harcamak deriz, emek vermek deriz. Bunların hepsinde de uğraşmak ve gayret etmek mânâları vardır.

Şimdi İslamoğlu’nun kitabının son cümlesini okuyabiliriz. İslamoğlu, bu son cümlesinde insana şöyle hitap ediyor:

“Sen, bizzat Allah’ın emeğisin.” (Sa: 220)

Bu söze göre, Allah insanı zahmet çekerek, sıkıntıyla ve uğraşarak yaratmış oluyor.

İşte bu da öncekiler gibi Müslümanın diline ve inancına yakışmayan çok tehlikeli bir söz.

İslam inancına ve Kur’an’a göre, sonsuz güç, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah bir şeyi yaratmak istediği ve meydana gelmesini istediği zaman “Ol” der o da oluverir. (Nahl: 40, Yâsin: 82, Kamer: 50)

Demem o ki, Allah (c.c.) insanı –hâşâ- uğraşarak, emek harcayarak yaratmaz.

55- Bir kitap boyu kadere imanı inkâr etmek için uğraşan İslamoğlu’na,  Elmalı Tefsiri (sadeleştirme), Kalem sûresinin ilk âyetlerinin tefsirinde şöyle cevap veriliyor:

“Üsâme b. Sâmit radıyallâhü anh, oğlu Velid’e, Resûlüllah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu vasiyet etti:

“Haberiniz olsun ki Allah ilk yarattığında kalemi yarattı da ona “Yaz” dedi. Kalem, Ey Rabbim ne yazayım ki? dedi. Allah “Kaderi yaz” dedi. Hazreti Peygamber (s.a.v.)  buyurdu ki: İşte o anda kalem olmuş ve sonsuza kadar olacak şeyleri yazdı.”

( Tirmizî, Kader 17; Ahmed b. Hanbel, V, 317; Keşfül Hafâ, I, 309 (824) el-Hakim, el- Müstedrek 2/498; Beyhakî, es- Sünenü’l- Kübrâ, III, X, 204.)

 

Bu makaleyi, karşılıklı bir konuşmayı aktararak bitirelim.

 

Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi talebelerinden Niyazi Çapar’la, İslamoğlu arasında geçen ilginç görüşmeyi ve İslamoğlu’nun ibretlik cevaplarını Niyazi Çapar’ın kendi yazısından aktarıyoruz:

“Mustafa İslamoğlu İle Kader’e İman Esası İle İlgili Tartışmamız.

15 ŞUBAT 2013’te,İslamoğlu’nun 20 yıllık talebesi olan Osman Dolaş’ınvasıtası ile Akabe Vakfı’na gittim. Cuma ezanınıben okudum.

İslamoğlu çok etkilendi. Namaz bitti. Osman Abi ile beraber odasına çıktık. En son biz kalmıştık. Ezanı benim okuduğumu öğrenince bana sarıldı ve ‘’Ezanda seni okusun’’ dedi.

Selam faslından sonra İslamoğlu ile aramızda şu konuşma geçti:

Niyazi Çapar: Hocam sizin kitaplarınızı okuyoruz.

İslamoğlu: Maşallah. Elazığ’daki arkadaşlarınızda okuyor mu?

Niyazi Çapar: Pek rastlamadım.

Osman Dolaş: Hocam, Niyazi kardeşin size bazı soruları olacaktı.

İslamoğlu: Buyurun.

Niyazi Çapar: Hocam, siz kitabınızın (Kader Risalesi Tercüme ve Şerhi) 105.sayfasında‘’Kadere iman maddesi Allaha iftira, peygamberin ağzına ilavedir’’diyorsunuz. Kimdir bu iftirayı yapanlar?

( Bu öylesine sarsıcı bir iftiradır ki, “tümüyle sahabeden başlamak üzere selef iman esaslarından başlamak üzere bu dini bozmuştur” demektir.)

İslamoğlu: Şimdi hicri 2.yy’den sonra gnostik akımlara karşı kelamcılar tarafından ümmetin gündemine sokulmuş bir maddedir.

Çapar:Ama hocam, bakın ben kitabınızın arkasına bazı notlar aldım. Bizim hadis kaynaklarımızın hemen hepsinde kadere iman maddesi geçmektedir. İmam-ı Âzam’ın Fıkhul Ebsadın’da da geçiyor.

İslamoğlu:O kitap onun adına uydurulmuş.

Çapar: Hocam İmam-ı Âzam’ın Müsned isimli eserinde de kadere iman maddesi geçiyor.

(İslamoğlu hicri2.yy’dan sonra bu maddenin kelamcılar tarafından sokulmuş olduğunu söylüyor. Büyük yanılgı içindedir. Çünkü verdiği tarih öncesinde yığınla eserde kadere iman maddesi geçmektedir. Meselâ İmam-ı Âzam’ın (80-150) Fıkh-ı Ekber, Müsned, Fıkhu’l-Ebsat gibi eserlerinde mevcuttur.)

İslamoğlu: Kardeşim hadislerin hepsi zan ifade eder.

( Yepyeni bir ‘usul’ kaidesi!!! Biz haber-i vahidin zan ifade ettiğini biliyorduk.)

Onlarla iman olmaz. Bak Kur’an’da üç yerde iman esasları tam olarak geçiyor. İçinde böyle bir madde var mı?

Çapar: Hocam size bir şey sormak istiyorum.

(Kendisi hemen her Cuma namazını Akabe Vakfı’nda kıldırıyor. )

Cuma namazı diye bir namaz Kur’an’da var mı?

İslamoğlu: Olmaz olur mu? Cuma sûresinde geçiyor ya.

Çapar: Hocam siz daha iyi bilirsiniz. Cuma sûresinde Cuma namazı diye bir ibâdetten bahsedilmiyor. “Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman koşun” diyor Allah Teâlâ. Biz nerden biliyoruz ki ayrı bir namazdan bahsediyor? Sünnetleri var, farzı var ve öğle vaktinde.Bu bilgileri Efendimiz’den öğreniyoruz. Kadere iman maddesi de böyledir.

İslamoğlu: Ama bu iman, o ibâdet.

Çapar: Hayır hocam usulünüz gereği bu maddeyi kabul etmiyorsunuz. Kur’an’da kadere iman maddesi açık bir şekilde geçmiyor, hadislerden öğreniyoruz. Aynı şekilde Cuma namazı da geçmiyor bu namazı da sünnetten öğreniyoruz. Ama onu kabul ediyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir? Ayrıca Cuma namazı durumu ALLAH’a iftira olmayıp peygamberin ağzına da ilave olmuyor. Bunun ölçüsünü neyle belirliyorsunuz?

İslamoğlu: Benimle polemik yapıyorsun.

Çapar: Hayır hocam aklımdaki soruları soruyorum.

İslamoğlu:Benim vaktim çok değerli. Başka zaman konuşuruz.

***

İslamoğlu’nun, henüz İlâhiyat 1. sınıfta okuyan bir gencin karşısında düştüğü durum işte bu. Verdiği cevaplar da ortada.

Bir zamanlar (2000 senesinde) “Kur’an’a abdestsiz dokunmamak da nereden çıktı?” dediği için aramızda bir yazı kavgası olmuştu.

O zaman arkadaşlar, “İkiniz de hocasınız. Böyle yapacağınıza, bir araya gelip konuşun ve meseleyi halledin” demişlerdi. Ama İslamoğlu, “Dört mezhebin fıkıh kitaplarını getirip benim burnuma dayamayın” diyordu.

Bu durumda ne netice alınabilirdi ki? Çünkü İslamoğlu daha baştan tavrını ortaya koyuyor, mezhepleri söylediklerini kabul etmeyeceğini söylüyordu. Bu konudaki tavrı bugün de değişmiş değil.

Hoş ben mezhepleri bir tarafa itip, muarızımın karşısına mezheplerden uzak bir hüviyetle, bir mânâda mezhepsizce çıkacak değildim. Bir araya gelmiş olsak bile, kendi kafama göre değil ancak 4 mezhebin fıkıh kitaplarıyla cevap verebilirdim. Çünkü mezhepsiz bir kimse değildim, benim için aslolan mezheb imamlarının ictihadları idi.

Onun tavrı ise zaten belli idi. Onun için böyle bir konuşma olamazdı, olmadı da.

Fî emânillah…

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu