Ömer Faruk KorkmazŞia Gerçeği

İŞTE BUDUR HUMEYNİ DEDİĞİNİZ! – Ömer Faruk Korkmaz

Bundan otuz küsür yılı aşkın zaman öncesinde İslam adına en ön planlarda olan, mücadele denince hemencecik zihinlerde yerini alan bir isimdi elbet Humeynî. Olayın tanıklarının beyanları veçhiyle; gazeteler onu yazmakta, dergi kapakları onu konu edinmekte, muhafazakâr gruplar onu konuşmakta ve İslamî kesimin büyük bir kısmı ona hayranlık beslemekteydi. Yıllardır ezilen, itilip kalkılan, ötekileştirilen ve “benim” diyebileceği ne varsa elinden alınan müstazaf müminler Şeriat adına yaptığı ihtilalle yaralarına merhem olacaklarını sanıyorlardı Ayetullah el-Humeynî’nin. Lakin böyle bir şeyin hiçbir zaman olamayacağı aşikârdı. Çünkü İslam dünyasını kucaklamak gibi bir derdi yoktu Humeynî’nin ve olamazdı da zaten. Neden mi? Çünkü onun kendisinden asla feragat edemeyeceği bir mezhebi vardı: Şiilik.

Humeynî’nin bir Şii olduğu Âlem-i İslam tarafından da bilinmekteydi aslında. “O diğerleri gibi değildir, mezhebini ön plana çıkarmaz” diyerek avunan çaresiz müminler yine de çok ümit bağlamışlardı Humeyni’ye. Nasıl bağlamasınlardı ki? Adını “İran İslam Devrimi” verdikleri ihtilalden sonra Tahran’dan yaydıkları “Sünnî-Şiî” kardeşliği” sloganının halavetiyle sermest olmuştu Müslümanların pak gönülleri.

İşin hakikatine muttali olanlarca yukarıda arz edilen mevhum düşüncelerin hilafının tezahür edeceği gün yüzünden aşikârdı. Bunun müşahhas misalleri de yaşanmadı değil elbette. Said Havva’nın, Züheyr Salim ile İran’a gidip Suriyede’ ki ahval için yardım istemesi ve Humeynî’nin bunu reddetmesi bahsini yaptığımız mezhebi taassubun sadece bir tezahüründen ibaretti.

Her neyse…

Benim bu yazıyı kaleme almamla kastım ne Humeynî’nin stratejik hamlelerini tedkik etmek, ne de o günkü İran’ın siyasî tutumlarını eleştirmek. Asıl maksadım günümüzde de –maalesef- benzerlerini gördüğümüz bazı Humeynî sever kardeşlerimizin o pak zihinlerinde oluşturdukları Humeynî portresinin sanıldığı kadar masum olmadığını açığa çıkarmaktır.

Evet, Humeynî’yi birkaç cümleyle özetleyecek olursak; Eslafı gibi bütün hissiyatıyla imameti savunan, ehl-i sünneti en azılı düşmanı olarak gören ve kadim Şiilikte ne varsa hemen tamamını kabulcülükten imtina etmeyen koyu bir Şiidir kendisi. Sözüm ona –tevazu ve tenezzül kastıyla- “Dalalet ve cehalet yolunda heba olup geçmiş ömrüme üzülüyorum”[1] diyerek aslında işin hakikatini bizatihi kendisinin de ifade ettiği bir zavallıdır o.

Bizler bu yazıda bizatihi Humeynî’nin kendi matbu eserlerinde yer verdiği ifadelerini alıntılayarak yapacağımız bir maske düşürme operasyonuyla onun gerçek yüzünü görmeye muktedir olamayan kardeşlerimize yardımda bulunma gayesinde olacağız. Sözü fazla uzatmadan sadede gelelim…

 

Allah’ın rahmeti sadece Şiilere 

el-Erba’ûne Hadisen” isimli eserinde 33. Hadisi şerh bağlamında Furkan süresindeki[2] “ Allah onların kötülüklerini hasenata çevirecektir” şeklindeki ayet-i kerimeyi izah eden Humeynî, öncelikle rivayet olarak şu nakli kaydeder: “Günahkâr mümin Kıyamet günü getirilir ve hesap vereceği yerde durdurulur. Onun hesabını alacak kimse sadece Allah olur ve insanlardan kimseyi onun hesabından haberdar kılmaz. Allah Teâlâ bu kula günahlarını bir bir hatırlatır. Kul kendisine hatırlatılan bu günahları ikrar edince Allah Azze ve Celle yazıcı meleklere: “Bu günahları iyiliklere çevirin ve insanlara gösterin” der. O zaman insanlar “Bu kulun bir tek günahı bile yokmuş” derler. Sonra Allah bu kulun Cennet’e götürülmesini emreder. Ayetin manası budur”. Buraya kadar her şey normal. Ancak, alıntıladığım bu ibarelerin hemen akabindeki Humeynî’ nin ifadesi şudur: “Bu sadece bizim Şiamızın (taraftarlarımızın) günahkârları hakkındadır.”[3]

Yukarıdaki iddiasına mesnet olarak Tûsî’nin “Emali” sini (I/70) gösteren Humeynî, bu ifadelerinden tam dokuz satır sonra açtığı paragrafta rahmet ayetinin Şia’ya mahsus olduğunu yineler mahiyette bu sefer de şunları söyler: “Malumdur ki bu iş (Allah’ın rahmet etme işi Ö.F.K.) ehl-i beytin Şia’sına mahsus olup diğer insanlar bundan mahrumdurlar. Çünkü iman ancak Masum ve tertemiz olan Ali ile onun vasilerinin velayetinin vasıtasıyla hâsıl olur. Belki velayete iman olmaksızın Allah ve Resulüne iman kabul edilmez. Nitekim ilerdeki fasılda bunu açıklayacağımız gibi.”[4]

İran ordusu Sahabe ordusundan üstündür

            Eserlerinde göze çarpan mezhebi taassubunun kendisini zamanındaki İran ordusunun Hz. Peygamber dönemindeki sahabe ordusundan ve Küfe dönemindeki Hz. Ali’nin ordusundan da üstün olduğunu söylemeye kadar götürdüğü Humeyni, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyye” isimli eserinde konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Büyük bir cüretle asrımızdaki milyonlarca nüfusu olan İran ordusunun, Resulüllah’ın asrındaki Hicaz ehlinden ve Emiru’l-Müminin Ali ile oğlu Hüseyin dönemindeki Irak’ta bulunan Kufe ehlinden daha üstün olduğunu zannetmekteyim. Çünkü Resulullah’ r ın dönemindeki Hicaz’da bulunan Müslümanlardan bazıları Hz. Peygamber r ’e itaat etmemişler ve farklı gerekçeler öne sürerek muhtelif yerlere savaşa gitmekten geri durmuşlardır. Ta ki Allah Teâlâ onlara azap vadeden ve onları azarlayan Tevbe süresinin bir kısım ayetlerini indirmiştir. Irak ehli de Şehitlerin Efendisi Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’e yaptıklarını yapmışlardır. Onu öldürme günahını bizatihi onlar işlemediler ancak savaştan kaçtılar ve ta ki tarihteki bu cürüm meydana gelinceye dek oturdular.”[5]

Görüldüğü gibi Humeynî yaptığı devrimi ön planda tutabilmek adına ordusunun Hz. Peygamber r’ in ordusundan dahi üstün olduğunu ifade edebilmekte ve bu iddiasına gerekçe olarak da Sahabe hakkında gelen ve zahirleri itibarıyla “tevbih/azarlama” ifade eden ayetleri öne sürebilmektedir. Sahabeyle ilgili bu sakat tutumu bir Şii olan Humeynî’ye çok görmedik, bunu da ifade etmiş olalım. Ne de olsa üç veya yedi kişi dışında “Sahabe’nin tamamının mürted olduğunu savunan[6] bir mezhebin mensubu değil mi?

Gayrımız kardeşimiz değil

Humeynî’deki –tabir yerindeyse- masonik bağlılık kendisini o denli bir raddeye götürmüştür ki “el-Mekâsibu’l-Muharreme”sinde aynen şu ifadeleri kullanabilmektedir: “Onların imamlarından, mezhebinden ve kendilerinden beri olmak vacip olduktan sonra bizimle onların arasında bir kardeşlik söz konusu olmadığı için kardeşlik mefhumu Şii olmayanları kapsamaz.”[7] “(…) Onlara (Şii olmayanlara) hürmet gösterilmeyeceği konusunda hiçbir şüphe yoktur. Belki bu mezhebimizin olmazsa olmazlarındandır. Bilakis farklı baplarda zikredilen çeşitli hadiselere bakan bir kişi onların ayıplarını ortaya çıkarmak[8] ve onların gıybetini yapmanın caiz olduğunda hiç şüphe etmeyecektir.”[9]

Humeyni’nin burada kullandığı ifadeler üzerine konuşulmasından dahi müstağni bıraktıracak cinsten. Şia’ya mensup olmayan kimseleri kafirlere yapılacak muamelenin daha da alt derekesine indirgeyen Humeynî’den hala medet beklemek ve ona sevgi beslemek, kıyamete kadar mukabelesi olmayacak bir platonik aşkla beyhude bir talep uğruna ömür tüketmekten gayrı neyle ifade edilebilir?

Sahabe hakkındaki yakışıksız hezeyanlar

Yukarıda da arz etmeye çalıştığımız gibi, Humeynî’ nin ilham kaynağı olan Şii kaynaklarının sahabe konusundaki tutumu bizatihi onun satırlarında da kendini göstermektedir. “Kitabu’t-Tahare” sinde Halife’ye dünyevi bir garazdan dolayı karşı çıkma konusunu ele alan el-Humeynî, aynen şunları söylemektedir: “ Halifeye başkaldıran Hariciler ve halifeyi kendileri tayin edenler gibi diğer taifeler azap açısından kâfirlerden daha şiddetli bir azaba müstahak iseler de necis/pis olduklarına dair herhangi bir delil mevcut değildir. Şayet bir sultan, Aişe, Zübeyr, Talha ve Muaviye gibi dini bir gerekçe olmaksızın mülkünde onunla rekabet etmek vb. başka bir maksatla Mü’minlerin emirine karşı çıkarsa veya babasının, oğlunun katili olduğu için yahut Arab’a, Benî Haşim’e, Kureyş’e adavetinden dolayı ona beslediği düşmanlık sebebiyle kendisi halife tayin ederse bunların hiç birisi zahiren görünür bir necaseti gerektirmez. Her ne kadar bunlar köpeklerden ve domuzlardan daha pis olsalar da.[10]

Bu ibareleri dikkatli bir biçimde, başıyla sonundaki intibak dengesini güzel kurarak okuyabilen birisi görecektir ki Humeynî, isimlerini saydığı yüce sahabilere “Köpek ve domuzdan pis olma” vasfını nispet etmektedir. Zira Halifeye dini olmayan başka gerekçelerle karşı çıkma eyleminin faillerini bu dört sahâbîyi zikrederek örneklendiren Humeynî, her hangi bir icma, haber ve delil olmamasından dolayı bunların zâhirî bir necislikle muttasıf olmayacaklarını söylerken, bu sahibine layık sarhoş kusmuğu mesabesindeki zındıklık ifadelerini kullanabilmektedir.

Hz. Ebubekir ve Ömer’e büyük iftira   

Humeynî büyük bir ihtiras ve hımbıllıkla savunduğu İmamet meselesinde de hissiyatının kurbanı olur ve Hulefâ-i Raşidîn’den Hz. Ebu Bekir ve Ömer hakkında kantarın topuzunun kaçtığını gösteren ifadeler kullanır. “Keşfu’l-Esrâr” ında İmamet mevzuunu ele alan Humeynî, İmamiye’nin bu konuda ne denli haklı olduğunu ispatlamaya çalışır ve buna dair bir takım deliller zikreder. Sonrasında sözü, kendince zikrettiği iki halifenin bu konudaki kasıtlarına getirir ve bu iki halifenin maksatlarının ne pahasına olursa olsun hilafeti elde etmek olduğunu ifade eder. Humeynî, bu meyanda şöyle bir itirazın getirilebileceğini söyler: “Belki de birisi çıkıp şöyle diyecektir: Kur’an şayet açık bir şekilde imametten bahsetseydi Şeyhayn (Ebubekir ve Ömer, Ö.F.K.) buna karşı bir tavır sergilemezlerdi. Hatta onlar karşı tavır sergileseler dahi insanlar onların bu tutumlarını kabulle karşılamazlardı.”[11]

Muarızı tarafından gelebilecek böyle bir itirazı “Biz burada şimdi bu ikisinin Kur’an’ın açıkça zikrettiği şeylere muhalefet ettiklerine dair bir takım deliller zikremeye kendimizi mecbur hissediyoruz”[12] diyerek cevaplandıran el-Humeyni başlar adı verilen kitabın 131. Sahifesinden 138. Sahifesine kadar devam edegelen ve hiçbirisi hakikatı yansıtmayan tezvirat yumağı bir yığın deliller zikretmeye. Ez cümle der sonunda ama yine hızını alamaz ve şöyle söyler: “Geride geçenlerin tamamından ortaya çıkan odur ki; demek ki Ebubekir ve Ömer’in Kur’an’a muhalefet etmeleri Müslümanlar katında cidden önemsenecek bir şey değildir. Müslümanlar ya bunların taraftarları olup bunları destekleyecekler ya da Resulullah r ’a ve kızına karşı böyle tasarruflarda bulunan bu kişilerin karşısında olup huzurlarında bir şey söylemeye cesaret edemeyeceklerdi.”[13]

Bu ifadelerin iki satır aşağısında “hulasa” diyerek konuyu toparlayan Humeyni bu sefer de şöyle der: “Özetleyecek olursak, şayet bu işler Kuran’da açık bir şekilde zikredilmiş olsaydı bunlar (Ebubekir ve Ömer) yine gittikleri yoldan vazgeçmeyecekler, bulundukları vazifelerini bırakmayacaklardı.”[14]

Hz. Peygamber vazifesini tam yapsaydı…

“Keşfu’l-Esrâr” ında Gadir Hum konusunu ele alan Humeyni, o vakte kadar Hz. Peygamber r ’in bütün hükümleri tebliğ ettiğini ve bunun da orada nazil olan “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et” şeklindeki ayetin sadece imameti tayini gösterdiğini ifade ediyor. Bununla kalıyor mu peki? Kalmıyor tabi. Devamında bir Müslümanın cüretini aşacak şu sözleri söyleyebiliyor: “İşte böylece, hadislerin nakli ve delillerden de anlaşılmıştır ki; İmamete davet konusunda Nebi r insanlardan korkmaktaydı. Tarihi hadise ve vakıalara dönüp bakan bir kimse Nebi r’nin bu korkusunda haklı olduğunu görecektir.”[15] Bu satırların hemen akabinde Allah Teâlâ’nın bu konuyla ilgili emrine karşı Hz. Peygamber r ’in gayret sarf ettiğini ancak mevcut durumun Cenab-ı Hak U ’ın bu emrini yerine getirmesine müsaade etmediğini belirten Humeynî bu tavrıyla Peygamber’in korkusundan ötürü tebliğini tam yapamadığını ifade etmekten başka neyi kastediyor olabilirdi ki?

Bu sorumuzun cevabını Humeynî’nin aynı eserinin başka bir yerinde bulabiliyoruz. Şöyle diyor Humeynî: “Şu açık bir şey ki; Şayet Nebi r imamet emrini Allah’ın kendisine emrettiği şeklin aynısıyla yerine getirseydi, bu konuda tüm gayretlerini sarf etseydi, İslam beldelerinde bulunan bütün bu görüş ayrılıkları, buğuzlaşlamar ve savaşlar olmayacak ve oralarda dinin usulüne ve füruuna yönelik ihtilaflar da olmayacaktı.”[16]

Görüldüğü gibi Humeynî aşikâr bir şekilde Hz. Peygamber r ’e imameti tebliğ gibi Allah Teâlâ’nın yüklemediği bir vazife nispet ediyor. Ardından bu vazifesini tam bir şekilde icra etmediğini ifade ediyor. Bilahare konuyu günümüzle ilişkilendirerek bu günkü ihtilafların, görüş ayrılıklarının ve savaşların sebebini de Allah Resülü r ’nün Cenab-ı Hak tarafından tebliğ etmesi istendiği imametin tayini vazifesini kifai manada yerine getirmemesine bağlıyor.

Beklenen Mehdi’nin başaracağı ve Allah Resulü’nün başaramadığı?

Humeynî’deki Hz. Peygamber r hakkındaki bu serbest tutum onun bir başka eserinde de farklı bir tezahürle çıkıyor karşımıza. “Muhtârât min Ehadîsi ve Hitâbâti’l-İmami’l-Humeynî” isimli eserde Şiilikte bulunan “Beklenen Mehdi” inancına değinen el-Humeyni, onun geliş amacının bütün âlemde adaleti tesis etmek olduğunu ve bunu insanlık tarihinde Hz. Peygamber de dâhil hiçbir peygamberin başaramadığını ifade ediyor. Bu noktada da şöyle diyor Humeynî: “Peygamberlerden her biri sadece adaleti ikame etmek için gelmiştir ve hedefi o adaleti âlemde tatbik etmek olmuştur. Ancak bunu başaramamıştır. Adaleti tatbik etmek, beşeri manevi kirlerden arındırmak ve ıslah etmek için gönderilen Nebilerin sonuncusu bile aynı şekilde buna muvaffak olamamıştır. Alemin her yanında adaleti tatbik edip kelimenin tam anlamıyla bunu başaracak olan sadece beklenen mehdi’dir.”[17]

Burada da gördüğümüz gibi Humeynî Allah Resulü r hakkındaki ihtiramsızlığını devam ettiriyor ve geleceğine elle tutulur gözle görülür hiçbir delilin bulunmadığı “Beklenen Mehdi”yi Kâinatın sultanına tafdil ediyor. Gulüv ve ifratın bu denlisine bir başkasında zor rastladığımız bu garip tutum da Humeynî’nin maskesini düşürüp gerçek yüzünü ortaya koyan bir emare olarak gözümüze çarpıyor.

Kur’an’ın tahrif edildiği inancı

            Humeynî’nin farklı eserleri incelendiğinde Kur’an-ı Kerim’den bahsettiği yerlerde “onun tahrif edilen bir kitap olduğu ve bu konudaki mesuliyeti de sahabenin taşıdığı” inancı görülmektedir. Kur’an’ın tahrif edildiği, asıl mushafın 17.000 (On yedi bin) ayeti ihtiva ettiği, Kuran’da Bakara süresinden daha mufassal bir “Velâye” süresinin bulunduğu gibi inançların Şia’ya ait olduğunu biliyoruz. “Tabersî’ye ait “Faslu’l-Hitâb fî isbâti tahrifi kitâbi Rabbi’l-Erbâb” isimli eser bu akidenin mevcudiyetini fazlasıyla ispatlar mahiyettedir.[18]

Kur’an- Kerim üzerine yazdıklarıyla imamet akidesi arasındaki ilintiyi kurmak adına yapmadığı zorlama tevil kalmayan Humeynî, yine “Keşfu’l-Esrar”’ında şöyle der: “Şayet imametin Kuran’da sabit kılınması tamam olmuş olsaydı İslam ve Kur’an kavramlarıyla Dünyevi garaz ve riyasetten başka bir şey kastetmeyen bunlar (sahabe), Kurandan bir bölümü, şüpheli maksatlarını yerine getirmek için vesile edineceklerdi. Bu sayfaları Kuran’dan silecekler, Kur’an’ı ebediyen âlemlerin gözünden düşüreceklerdi. Müslümanlara ve Kur’an’a ebediyen sürecek büyük bir bir ar getirecekler ve Müslümanların Yahudi ve Hristiyanları kınadıkları ayıbı Kur’an’  için de ispat edeceklerdi.”[19]

Bu satırlarıyla okuyanlarının zihinlerinde Kuran hakkında “acaba” istifhamlarının oluşması için gayret sarf ettiğini açık bir şekilde hissettiğimiz Humeynî, bu hislerimizi yalancı çıkarmaz ve“Tahriru’l-Vesile” sinde eteklerindekileri biraz daha döker. Konu “Mescidin boş bırakılmasının mekruh olduğudur.” Bu baptaki Humeynî’nin sözleri de şunlar: “Boş bırakılan mescidin Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunacak üç şeyden biri olduğu rivayetlerle nakledilmiştir. Bu, Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunacağı ifade edilen üç şey hakkındaki rivayetin bizzat kendisidir. Onlardan biri de Mushaf’tır ki o “Beni tahrif ettiler” diyecek.”[20]

Rivayet olarak yer verdiği bu ifadelerinde Mushaf’la tahrif ifadelerini yan yana kullanmakta hiçbir beis görmeyen Humeynî bu yakıştırmayı “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillah” isimli eserin de de ilahi kitaplar üzerinde yapılan tahriften bahsettiği kısımda bu kitaplar arasında “Kur’an-ı Şerif” i de zikrederek farklı bir şekilde yineler.[21]

“Vasiyye” sinde de şunları söyler Humeynî: “Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve âlihî ve Sellem’in iki emaneti (Kuran ve ehl-i beyt Ö.F.K)azgınların zulmünün bütün İslam ümmetine belki bütün beşeriyete yapılmış bir zulüm olduğunu söylemek gerekir. (…) Bu ilahi emanet Kuran ve Resul-i Ekrem’in bıraktığının (ehl-i beytin Ö.F.K) başına gelen üzücü felaketlere kan ağlansa yeridir.”[22] Görüldüğü gibi burada da Humeynî, Kur’an’ın başına gelen felaketlerden bahsediyor? Humeynî’ ye göre “Mushaf’ın bizatihi kendisinin başına gelen şey ne olabilir acaba?” diye sorduğumuzda yukarıdaki alıntılarda cevabımızı bulabileceğimizi sanıyorum.

Hz. Ali ve Fatıma y hakkında aşırılık

Humeynî her bir Şii gibi Hz. Ali ve Fatıma konusunda aşırıya kaçan ve onların insanlar katındaki menzilesini çok daha fazla yüksek tutmak için hiçbir delili ve mesnedi olmayan ifadeler kullanmaktadır. Şunlar Hz. Ali hakkında söylediklerinden sadece bir tanesi: “Şayet Ali Aleyhisselam Nebi Sallallahu Aleyhi ve alihi’ den önce ortaya çıkacak olsaydı kesinlikle gönderilen bir Peygamber olacak ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Alihi Şeriatı nasıl izhar ettiyse o da izhar edecekti. Bu da bu ikisinin ruhaniyette, maddi ve manevi makamlarda bir olmasından kaynaklanmaktadır.”[23] Bu ifadelerde de Humeynî Hz. Ali t ile Hz. Peygamber u arasındaki ruhaniyet, maddi ve manevi makamlardaki birlikten söz edebiliyor. İşte bu tavır, her kişiyi menzilesine yerleştirme itidalini bırakıp, “çok daha yüceltmem lazım” anlayışıyla hareket etmenin ve bu vesileyle ifrata kaçmanın adıdır.

Hz. Fatıma ile ilgili de normal bir kadın olmadığını ruhani ve melekûti bir kadın olduğunu, hakikatinde ilâhi ceberûtî olup insan ve kadın suretinde varlığa büründüğünü, bütün peygamberlerin hasletleriyle süslendiğini ve erkek olması durumunda Peygamber olacağını ve Resulüllah r’ın makamında olacağını belirtmektedir.[24]

Mushaf-ı Fatıma inancı        

Şiilikte Mushaf-ı Fatıma diye bir inanç vardır. Bu inancın temeli Küleynî’nin “el-Kâfî”sindeki şu olaya dayanmaktadır: “Allah Nebi r’nin ruhunu kabzedince Hz. Fatıma (Radıyallahu Anha) Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin bilemeyeceği derecede üzüldü. Allah U’ da ona kendisini teselli edip onunla konuşacak bir melek gönderdi. Bu durumu Hz. Ali’ye şikâyet eden Hz. Fatıma’ya Hz. Ali “Bunu bir daha hissettiğinde ve bu sesi duyduğunda bana haber ver”dedi. Bu hadise bir daha tekerrür edip ona haber verdiğinde Hz. Ali eşi Fatıma’dan o anda duyduğu her şeyi yazdı. Ve böylece Fatıma’nın mushafını oluşturdu.[25]

Bu sapkın itikada inanan Şiiler, Hz. Peygamber r’den sonra Hz. Fatıma’ya da vahiy geldiğine ve bunun da müstakil bir mushafı teşkil ettiğine inanmakta ve bu vesileyle bir kısım Şii’ler bu günkü elimizde mevcut olan Kur’an’ın eksik olduğuna inanmaktadırlar. Humeynî’de “Keşfu’l-Esrâr”ında Hz. Fatıma’ya geldiği iddia edilen bu meleğin gerçekten geldiğini ve bunun Kur’an’ın vaz etttiği akideye de zıt olmadığını söylemektedir.[26] Bizler onun bahsi geçen kitapta gerekçe olarak öne sürdüğü görüşlerin tahlilini yapacak değiliz. Zira böyle bir ameliye, bu makalenin hem maksadını hem de hacmini aşar. İlmi olan arkadaşlarımız bahsi geçen yere bakarak beyan edilen gerekçelerin zafiyeti ve tutarsızlığını rahat bir şekilde ortaya çıkarabilirler zaten.

Sonuç yerine

İslam tarihi ba husus yakın tarih çerçevesinde incelendiğinde her dönem bir takım maksatlı ellerin bilinçsiz toplumları rahatlıkla yönlendirdiği görülecektir. Bu haddi zatında bir aldatma faaliyetidir. Vadiyi boş bırakan Âlem-i İslam’ın başına tilkilerin vali olarak tayin edilme faaliyeti. Humeynî’de bu bahsini yaptığımız faaliyetlerin bir neticesidir. İslam’ın omurgası mesabesinde olan ehl-i sünnet itikadını çökertme ve Müslüman toplumları Şiileştirme adına şaşkın balıklar için misinanın ucuna konulan tehlikeli bir av örümceğidir de diyebiliriz.

Göz boyama için yaptırdıkları ihtilalle de yıllardır zaferi bekleyen Müslümanlara yine düşman eli ve müsaadesiyle kavuşulan bir başarının mukavva kahramanıdır Humeynî. Bu yazı onun sadece ne denli tehlikeli akideleri bünyesinde barındıran bir şahsiyet olduğunu nebzeten de olsa ortaya koymayı hedef alan bir yazıdır. Bu yazı Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraının hedef olarak tayin ettiği amaca hizmet için kaleme alınmıştır:

Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan


[1] Silsiletu’l-Fikr ve’n-Nehci’l-Humeynî, “el-Kur’an, fî Kelami’l-İmam el-Humeynî, s. 84, Merkezu’l-İmami’l-Humeynî es-Sekafi, b. ve trh: Yok

[2] Kur’an, Furkan, 70

[3] Ayetullah Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, s.511, Daru’t-Teâruf

[4] Humeynî, “a.g.e.”, a.y.

[5] Humeynî, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyyetu’l-İlâhiyye”, s.27

[6] Küleynî, “el-Kâfi mine’l-Usul”, Kitabu’l-İman ve’l-Küfr, Babun fî kılleti adedi’l-Mü’minîn, II/244

7 Humeyni, “el-Mekasibu’l-Muharreme”, I/ 250, Müessesetu İsmailiyan

8  Humeyni, “a.g.e.”, I/251

[8] “Onların ayıpların ortaya çıkarmak” şeklinde tercüme ettiğimiz “فى هتكهم” ifadesi lugavî olarak “Irzına geçmek, namusuna leke sürmek” gibi manalara da gelmektedir. Biz, Humeynî’nin bu lafızla bu manayı kastetmediği yönünde hüsnü zanda bulunarak mezkûr ifadeyi böyle çevirdik.

[10] Humeynî, “Kitabu’t-Tahare”, III/457, Müessesetu Âsâri’l-İmami’l-Humeyni

[11] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131, Dâru Ammar, Amman, 1987, B.I

[12] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, a.y.

[13] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 138

[14] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 137

[15] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 150

[16] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 155

[17] Ayetullah Humeyni, “Muhtârât min Ehadîsi ve Hitâbâti’l-İmami’l-Humeynî” II/42

[18] Ayrıca, İhsan İlâhî Zahîr’in “eş-Şî’a ve ve’l-Kur’an” isimli eseri de bu konuda kâfi ve vâfî delilleri haizdir. Mektebetu Beyti’l-islam, Riyat, 2008, B.I

[19] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131

[20] Humeynî, “Tahriru’l-Vesile”, I/152

[21] Humeynî, “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillâh” s. 50, Daru’l-Hucceti’l-Beydâ, Daru Mektebeti’r-Resûli’l-Ekrem

[22] Humeyni, “Vasiyye”, 68

[23] Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, Daru’t-Teâruf  s. 153

[24] Muhammed Fadıl el-Mes’ûdî, “el-Esrâru’l-Fâtımiyye”, s. 354-5

[25] Küleynî, “el-Kâfi”, Kitabu’l-Hücce”, Babu zikri’s-sahîfe”, I/239,40-41

[26] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 145-47

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu