İslâm’da Müncî Yok Mehdî Var – Bedri Gencer
“İslâm’da Yoktur” Şarkısı
Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra iki ana sebepten kaynaklanan din hakkındaki bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı zirveye çıktı. Birinci sebep, peygamber varisi âlim neslinin neredeyse tükenmesine bağlı olarak sahici dinî otoritenin kaybı, ikinci sebep, FETÖ ile Abant Konsülünde işbirliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için gerçekleri karartmaya yönelmesidir. Mehdî konusu, bu karartmaya (obscurantism) misal olarak yeter. 15 Temmuz sonrasında neredeyse bütün ilahiyatçılar, koro halinde “İslâm’da Kurtarıcı Yoktur” şarkısını söylemeye başladılar.
Kamuoyunun “15 Temmuz-öncesi FETÖ dinin altını oyarken neredeydiniz?” sorgulamasının baskısından bunalan ilahiyatçıların 15 Temmuz-sonrası günah çıkarma seansının karakteristiği “İslâm’da yoktur” kalıbıdır: “İslâm’da hadis, tasavvuf, cemaat, keramet, mucize, miraç, ruh-cin, Mehdî-Mesih vs. kısaca (güya FETÖ’nün istismar ettiği) peygamberin gaybdan, perdenin arkasından bildirdiği akıl ve hisse aykırı hiçbir şey yoktur.” Bunlara göre İslâm’da sadece ahlak vardır: Ağacı sev, yeşili koru! Oryantalist İslâm anlayışından beslenen “İslâm’da yoktur” anlayışına hizmet edecek araştırma merkezleri de bu süreçte kuruldu.
Müncî Değil Mehdî
Doğru, İslâm’da (ahir-i zamanda gelecek) Müncî yoktur, Mehdî ve Mesih vardır. Usûl terimleriyle İslâm’da Mehdî ve Mesih haberinin sübut ve delalet olarak iki boyutu vardır. Önce İslâm’da haberin delaletine, kurtuluşun mânâsına, sonra sübutuna bakalım. Dinde kurtuluşla ilgili “necat, felah, zafer, halas, selamet, fevz” kelimeleri arasında kritik nüanslar vardır. Bu mânâ zincirini dünyadan ahirete uzanan bir süreç olarak şöyle ifade edebiliriz: hidayet ®cihad ®necat ®felah ®fevz. İslâm ile diğer dinlerin kurtarıcı anlayışları, hidayet/necat ve fidye/kefaret ayırımıyla ayırılır. “Mehdî”, hidayet, diğer dinlerdeki “Müncî” (Kurtarıcı, Saviour) ise necat-incâ (kurtuluş, kurtarma) kelimesinden gelir.
İman ve hidayet gibi dinin temel kavramları, Allah ve Rasûlüne nisbet edildiklerinde farklı mânâlar kazanırlar. Lafzen “Sırat-ı Müstakim”i (Doğru Yolu) tutma” mânâsına gelen “hidayet”in üç boyutu vardır. Doğru yolu gösterme (İrşad), Rasûlüne, doğru yolu tutma (Hidayet), Müminlere, doğru yolu tamamlatma (Tevfik), Allah’a aittir. Yani Rasûl, Mürşid, Allah, Muvaffık’tır. Kur’ân-ı Kerim’in başında Fâtiha Suresindeki “Bizi Sırat-ı Müstakim’de hidayete erdir” ifadesi, “Allah’ım bizi başarıya erdir, muvaffak eyle”, hemen arkasından gelen Bakara Suresi ikinci âyetteki “Bu Kitab (-ı Nâtık Rasûlullah) ki onda reyb yoktur, muttakiler için Hüdâdır” âyetindeki Hüdâ kelimesi de Sırat-ı Müstakim’i gösteren rehber, Hâdî Rasûlullah demektir.
Kur’ân’da görüleceği gibi, Arapça’da reyb, “haberci”nin (Allah ve Rasûlü), şek, “haber”in (âyet ve hadis) doğruluğuyla ilgilidir. Mantıken habercinin=öznenin doğruluğu kabul edilmeden (iman-tasdik), verdiği haberin=nesnenin doğruluğu kabul edilemez. Kur’ân’da yalan haberci=özne olarak “müşekkik” (şekke düşüren) değil, “mürîb” (reybe düşüren, Kâf, 50/25) kelimesi kullanılır. Bu, Kur’ân’da “şekk”in mevsûf=haber, “mürîb”in sıfat=haberci (şekk-i mürîb=reybe düşüren, yalan zannını uyandıran bir şek Sebe, 34/54, Fussilet, 41/45) olarak kullanılışıyla teyit edilir. Reyb’in habercinin doğruluğuyla ilgili olduğu anlaşılınca “onda” diye işaret ettiği faili “Kitab”ın Kur’ân’da başka yerde açıkça ifade edildiği gibi (Câsiye, 45/29), Kitab-ı Nâtık denen Rasûlullah olduğu da anlaşılır. Eğer âyetteki “Kitab” ile Kitab-ı Sâmit olarak Kur’ân-ı Kerim kasd edilmiş olsaydı reyb yerine şek kelimesi kullanılırdı. “Lügate yiğitlik olmaz” sözünün de belirttiği gibi, dil bu kadar kesindir, hevâdan konuşmaya izin vermez. Arapça’da yerine göre “el-‘adl, el-hüdâ” gibi bazı masdarlar, ism-i fâil mânâsına gelir. Bakara Suresi ikinci âyetteki “yol göstermek, rehberlik etmek” mânâsındaki Hüdâ (hedy=hidâyet) masdarı ile de Hâdî Rasûlullah kasd edilir.
Bu yüzden Hâdî (hidayet edici), hem Allah’ın, hem Rasûlünün isimlerindendir. Hâdî, Kur’ân’da geçtiği on âyetin ikisinde Allah’a (Hac 22/54, Furkân 25/31), ikisinde Hz. Peygamber’e (Ra‘d 13/7, Ahzâb 33/46) izafe edilmiştir. Bunun dışında Bakara Suresi ikinci âyetteki Hüdâ gibi, hidayetle ilgili birçok âyette Hâdî olarak Rasûlullah kasd edilir. Divan edebiyatımızda Efendimizin Hâdî sıfatıyla ilgili kullanılan tabirlerin çeşitliliği çarpıcıdır: “Hâdî-i Râh-ı Hakk u Dîn-i Mübîn, Hâdî-i Hudâ, Hâdî-i Dîn, Hâdî-i Râh-ı Râstî, Hâdî-i Sebîli’l-Erşed, Hâdî-i Sâlikân-ı Tarîk-i Hüdâ, Hâdî-i Şâh-Râh-ı Hüdâ, Hâdî-i Reh-Revân-ı Cümle Sübül, Hâdî-i Sübül, Hâdî-i Esrâr-ı Sübül, Hazret-i Hâdî-i Sübül, Hâdî-i Hayr-ı Sübül, Hâdî-i Nûr-ı Hidâyet, Hâdî-i Ümmet, Hâdî-i Ümem, Hâdî-i Cemî’-i Ümem, Hâdî-i Kül, Hâdî-i İns ü Perî, Hâdî-i Sakaleyn, Rehber, Rehber-i Şâh-Râh-ı Fevz ü Felâh, Rehber-i Râh-ı Şeriat, Rehber-i Sırat-ı Müstakim, Reh-Bîn, Reh-Nümâ (Hüseyin Güfta, Divan Şiirinde İlim, Ankara: Akçağ, 2004, s.207).
Hâdî Rasûlullah’ın vefatından sonra bilhassa “müceddit” denen varisi âlimler, onun misyonunu sürdürür. Rasûl-i Ekrem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Allah, her yüz senenin başında bu ümmete, dinini yenileyecek adam (lar) gönderecektir” hadisiyle tecdit misyonunu bildirmişti. Tecdit, “tahdis, ictihad, tahkik, ıslah, ihya” olarak beş boyuttan oluşur; müceddit, “muhaddis, müctehid, muhakkik, muslih, muhyî” olarak peygamberin kurduğu dini yeni, canlı tutar. Bütün Müslümanlar, “hidayet” ile aynı kökten gelen, kalbiyle hevâya, eliyle düşmana karşı mücadele mânâsına gelen “cihad” ile mükelleftir. Müslümanlar için tarihî tecrübe, cihad demektir; Müslümanların/mücedditlerin cihadı, Asr-ı Saadet’teki ilim ile amelin tam olarak örtüştüğü ideal Müslümanlığa bir adım daha yaklaşma/yaklaştırmadır.
Mesela 1827 yılında II. Mahmud’a sunduğu bir lâyihada Keçecizâde İzzet Molla, cihadın önemini vurgular: “Gelelim zuhûr-ı Mehdî yakın iken nizâm-ı âlem olamaz diyen adamlara şöyle cevap veririz: Mehdî yarın zuhûr edecek olsa biz bundan adâlet ve nasfetle çalışalım ki bizi Mehdî-yi Muntazar ‘adl ü dâdde görüp aferin desin. Mehdî zuhûr edecek diye ülkenin tanziminden geri durmanın mânâsı yoktur.” Yani bazılarının sandığı gibi Mehdî akidesi, Müslümanları bir kurtarıcı beklentisiyle tarihi askıya almaya, miskinliğe sevke değil, tam aksine, ilim ile amel arasındaki açığı kapatmak üzere cihada teşvike yarar. İlim ile amel arasındaki açığın tamamen kapatılamadığı cihad süreci olarak tarihin bittiği noktada Mehdî ‘aleyhi’s-selâmın misyonu başlar. Mehdî, Şîîlikteki gibi, askıya alınmış tarihi yeniden başlatarak sıfırdan bir ideal düzen kuracak bir “süpermen” değil, Asr-ı Saadet’teki gibi yeniden şeriatı tam olarak hayata geçirecek, tecdit misyonunu tamamlayacak baş müceddit, cihad sürecini kemale erdirecek son mücahittir.
Allah Teâlâ, Kur’ân’da peygamberi sayesinde “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.” (Maide, 5/3) buyurduktan sonra nurunu tamamlayacağını vaad eder. Hâdî (hidayet edici Rasûlullah) ile doğan nur, onun soyundan gelen Mehdî (hidayete erdirilmiş) ile tamamlanacaktır. Hidayetin başı, Doğru Yola nebevî İrşad, sonu bu yolda ilahî Tevfik idi. İşte “hidayete erdirilmiş” (Mehdî), “başarıya erdirilmiş” (Muvaffak) demektir. Allah’ın (şeriat) nimetinin Hâdî, nurunun Mehdî ile tamamlanması, kâinattaki devrevî diyalektikten kaynaklanır. Kâinattaki devrevî mebde/mead=evvel/âhir=bidayet/nihayet diyalektiğine göre, mead mebdeye, son başa, son çağ ilk çağa, Asr-ı Saadet’e dönüş demektir. Efendimizin “İslâm garip gelmiştir.” hadisi de bunu ifade eder. Her yolun (Sırat-ı Müstakim) başı (Evveli-İrşad) ve sonu (Âhiri-Tevfik), her başın bir başlatıcısı (Hâdî) ve her sonun bir sonlandırıcısı (Mehdî) vardır. “İslâm’da Mehdî yoktur” diyenler, bu ontolojik hakikati inkâr edenlerdir.
Hidayet ve cihadın ardından necat gelir. Müslümanlar için tarihî tecrübe cihad, cihad, hidayeti koruma, doğru yolun sonuna vararak necata erme cehdi demektir. Helakin zıddı olarak necat, malını, canını, dinini kurtarmak demektir. Mesela Nuh’un gemisine binenler, dinlerini, mallarını, canlarını kurtardılar, necata erdiler. Necat, amel=cihad ile dünya zindanından, cehennem azabından kurtulmak, felaha ve fevze kavuşmaktır. Rasûlullah ve Mehdî, ancak Hâdîdir (hidayet edici), Müncî (Kurtarıcı) değil. Öyle ki O, kızı Hz. Fatıma’ya bile “Ey Fatıma! Allah katında makbul ibadetler yap. Çünkü kıyamet gününde ben de seni Allah’ın azabından kurtaramam” (Müslim) buyurmuştur.
Teodisal Kurtarıcı Fikri
Zerdüştlükten mülhem Yahudilik, Hıristiyanlık ve Şîîlik gibi dinlerin paylaştıkları apokaliptik kurtuluş fikri, teodiseden, dinlerin ana problemi olarak teodise, ilahî adaletin sorgulanmasından kaynaklanır: Allah, mutlak adilse onun hükümranlığı altındaki beşerî dünyada görülen zulmün sebebi, kaynağı nedir? Sırf korku salan zalim bir Tanrı tasavvuru dayanılmaz olduğu için gnostik zihniyet, zulmün Tanrı’nın dışında arandığı bir teodise açıklamasına yönelir. Tanrı’yı zulüm şüphesinden tebriye teşebbüsünün dört veçhesi ayırt edilebilir: Rubûbiyetin teşbihinden ulûhiyetin tenzihine, Rahman’dan Şeytan’a, masum nefisten günahkâr nefse, şeriattan hikmete, nakilden akla kayma. Allah’ı hâşâ zulümden aklama girişimi, ulûhiyet/rubûbiyet, tenzih-teşbih dengesinden tenzih ucuna kaymaya, nihaî olarak rubûbiyetin iptali (deizm) sonucunu doğuran ulûhiyetin tenzihini vurgulamaya yol açar. Hristiyanlığın Tanrı’nın insanlaştırıldığı teslis inancı ile Mutezile’nin tevhid vurgusunun ikisi de aslında aynı teodisal ulûhiyetin tenzihi kaygısından kaynaklanır.
Bu inanca göre insan, zulüm faili Şeytan’ın iğvâsıyla aslî günahla doğmuştur ve doğuştan günahkâr insan, ancak günahsız bir failin inayetiyle günahtan kurtulabilir. İslâm ile diğer dinlerin kurtarıcı anlayışları, hidayet/necat ve fidye/kefaret ayırımıyla ayırılır. Burada anahtar kavram, “mâfât”tır. Mâfât, fevt olan/edilen, elden kaçan/kaçırılan şey demektir. Allah, Kitabında ancak malları ve canlarıyla cihad eden müminlerin necata, cennete erişeceklerini bildirir (Tevbe, 9/111). O halde cihad yapmayanın mâfâtı, necat, günah işleyenin mâfâtı, zimmettir. Cennete bedel olarak canı ve malı, canına bedel olarak malı (kurban), insanı “necat”a kavuşturan fidye(-i necat)=telafi-i mâfât, günahına bedel olarak cezası ise “halas”a kavuşturan kefaret=cebr-i mâfât (ve tamir-i hataiyat)tır.
Ancak Hristiyanlıkta fidye (ransom) kefaret (redemption), necat da halas (salvation) olmuştur. Ahd-i Atik’te Kurtarıcı kelimesi, günahkâr kişiyi satın alan bir akraba mânâsına gelen “go’el” kelimesinden gelir. Hristiyanlar için hâşâ Tanrı’nın oğlu olarak Mesih (Hz. İsa), Âdemoğullarının aslî günahlarına karşılık olarak kendini kurban etmiştir. Hâlbuki kurban, günahın kefareti değil, Hz. İbrahim’in Hz. İsmail için verdiği gibi, canın fidyesidir. Böylece Hıristiyan öğretiye göre, kendini “Yeryüzünde günahları affetme gücü olan insanoğlu” (Matta 9/6), yani hâşâ yarı-Tanrı, yarı-İnsan olarak tanımlayan Hz. İsa, çarmıhta uğruna ölerek insanoğlundan ilk günahı kaldırmış ve kurtuluş kapısını açmıştır. Yahudiler, Hz. Davud’un yerine kendi soylarından gelen Hz. İsa’yı evrensel bir kurtuluş mesajı getirdiği için reddetmişlerdi. Hıristiyanlara göre ise çarmıhta öldükten üç gün sonra diriltilen Hz. İsa, ahir-i zamanda İkinci Gelişi’nde kuracağı İlahî Krallık ile inananları ahiretteki ebedî kurtuluşa (fevz) kavuşturmak üzere bu dünyadaki kurtuluş (necat) sürecini tamamlayacaktır.
Bu, Rasûl-i Ekrem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm misalinde olduğu gibi peygamberlerin Hâdî=Mürşid rolü olarak görülür. Ancak arada derin bir farklılık vardır. İslâm’a göre Rasûl, başarı (hidayet) yolunu gösteren Hâdî=Mürşid, Allah ise Mehdî vasıtasıyla başarıya eriştiren Muvaffık’tır. Hâlbuki Hristiyanlara göre hâşâ yarı-Tanrı, yarı-İnsan olarak Hz. İsa, hem Mürşid, hem Muvaffık’tır. Dolayısıyla bu karizmatik-apokaliptik kurtuluş anlayışında kurtuluşun kulun kesbine bağlı “hidayet, cihad, necat” merhaleleri, kısaca “tarih” atlanmıştır. Hristiyanlığın kurucu sayılan Pavlus, Efeslilere yazdığı Ahd-i Cedid’in onuncu kitabı (2/8-9) Efeslilere Mektup’ta şöyle der: “Sizi kurtaran, başardığınız ya da başarabileceğiniz bir şey değildir. Sizi kurtaran sadece Tanrı’nın lütfudur. Kimse Tanrı’nın sevgisini hak ettiği düşüncesiyle gururlanmamalıdır.” Petrus’un Mektubu‘nda da şöyle denir (I. Petrus 1/5): “Siz, Allah’ın kuvvetiyle ahir-i zamanda keşf edilmeye hazır bir kurtuluşa iman vasıtasıyla korunmaktasınız.”
Zerdüştlükten mülhem Yahudilik, Hıristiyanlık ve Şîîlikteki teokrasi (masum imamet) anlayışı da teodisal kurtuluş anlayışının parçasıdır. Zamanın günden güne kötüleşeceği, günahların dünyayı saracağı, halkın beklediği kurtuluşu Tanrı’nın kendisi veya göndereceği bir hükümdarın gerçekleştireceği, dünyayı tekrar düzelteceği inancı, Mezopotamya’da yaygındı. Hâlbuki İslâm’da masumiyet şahıslara değil, cemaate aittir. İmam Mâlik, “Sünnet, Nuh’un gemisidir; binen kurtulur, geri duran boğulur.” der. Dolayısıyla İslâm’da ancak Rasûlullah’ın Fırka-i Nâciye (tek kurtulacak fırka) dediği Peygamber ve Ashabının yolundan giden Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e katılan, Nuh’un gemisine binenler necat bulurlar.
Mehdî Hadislerinin Kesinliği
İslâm’da Mehdî akidesinin delaletinden sonra sübutuna bakalım. Birincisi Mutezilî olduğu, ikincisi muhaddis olmadığı için görüşlerine itibar edilmeyen Kadı Abdülcebbar ile İbni Haldun sayılmazsa Mehdî hadislerini zayıf veya mevzû (uydurma) gören klasik âlimlerin başlıcası İbnü’l-Cevzî’dir. İslâm’da Mehdî haberleri hakkında doğan bu şüpheler üzerine Hâtimetü’l-Huffâz (Hafızların Sonuncusu) sayılan Süyûtî, 257 hadisi topladığı el-‘Arfü’l-Verdî fî Ahbâri’l-Mehdî adlı eserinde Mehdî hadislerinin inkârı küfrü gerektiren mütevatir olduğunu ortaya koymuş, dahası, İbni Hacer Heytemî, “Mehdî’yi inkâr eden kâfir olur” mânâsında bir rivayet nakl ederek Mehdî’nin gelişinin Hz. Peygamber’in Allah tarafından bildirdiği kat’î dinî akideler, hükümler ve haberler mânâsına gelen zarûrât-ı dîniyeden olduğunu vurgulamıştır.
İbnü’l-Cevzî, eksik ve yanlış değerlendirmelerle Mehdî hadisleri dâhil Kütüb-i Sitte ve Müsned’de geçen birçok hasen, sahih ve mütevatir hadisi mevzû saydığı için İbnü’s-Salâh, Zehebî, ‘Askalânî, Süyûtî, Sehâvî, İbni Arrâk, Sindî, Leknevî ve Nurettin Boyacılar gibi birçok büyük âlimin ciddi tenkitlerine uğramış, Süyûtî’yi destekleyen Sicistânî, Kurtubî, Sehâvî, Heytemî, Alî Kârî, Hanbelî, Berzencî, Zürkânî, Seffârînî, Şevkânî, Kannûcî, Kettanî gibi ümmetin imamları Mehdî hadislerinin mütevatir olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.
Eğer İslâm’da Mehdî’nin gelişi haksa, onunla birlikte Mesih’in (Hz. İsa) gelişi de hak olur. Dolayısıyla İslâm âlimleri, çıkarılan şüpheler üzerine Mehdî’nin gelişi gibi Mesih’in gelişiyle ilgili hadislerin de mütevatir olduğunu isbat etmişlerdir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, ilgili Kur’ân âyetlerini Allah’ın Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükselttiği şeklinde tefsir etmişlerdir. Ancak Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Mahmud Şeltut, Hz. İsa’nın öldükten sonra ruhuyla semaya yükseltildiğini, dolayısıyla Nüzulünün (İkinci Gelişi) imkânsız olduğunu savunmuşlardır. Buna karşılık asrın büyük âlimlerinden Enver Şah Keşmirî, et-Tasrîh bi-mâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh adlı eserinde topladığı Hz. İsa’nın Nüzulü hakkındaki 100’den fazla hadisin mütevatir, dolayısıyla inkârlarının küfür olduğunu bildirdi. Asrın müceddidi Zahid Kevserî de Şeltut’un fetvasına karşı reddiyesinde Keşmirî’nin hükmünü tasdik etti.
Yalan Rüzgârı
‘Beklenen Kurtarıcı İnancı’ konulu son sempozyum, zamanında FETÖ ile işbirliği yapan ilahiyatçıların günah çıkarmak için hakikatin üzerini örtmeye çalışmalarının ibretlik misali. Güya tarih boyunca sahte mehdî ve mesihlerin çıkışı, Mehdî-Mesih beklentisinin asılsızlığının isbatıymış! Saçmalığın bu kadarına pes! Bu mantıkla sahte peygamberlerden dolayı nübüvvetin, sahte ilahlardan dolayı da ulûhiyetin inkârı gerekmez mi?
Kırk dereden su getirerek, mütevatir teriminin tarifini bile değiştirerek, inkârı küfrü gerektiren zarûrât-ı dîniyeden Mehdî-Mesih akidesini çürütmeye çalışmak, “Hadislerden Mehdî çıkmaz” diye Allah’tan korkmadan mütevatir hadisleri yok saymak! Bu ilahiyatçılar, nasıl göz göre göre Rasûlullahı yalanlamaya cüret edebiliyorlar? Elbette Allah’ı ve ahireti hatırlayan, buna cüret edemez. Mahmud Şeltut gibi ahir-i ömründe şahitler tutarak bu inkârdan tevbe etmek kime nasib olur, Allah bilir…
Bedri Gencer