İdeolojiden ütopyaya İslâmcılık
Bir zamanlar “İlkyaz” şiirinde “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diye figân eden Gülten Akın, Türkiye’nin bugünü için ne diyecek acaba bilmiyorum. Gerçekten hiçbir şeyi ciddiyetle tartışamıyor, sulandırmaya yöneliyoruz. İslâmcılık tartış(ama)ması, bunun son örneği. Bu hayatî tartışma da “İslâmcılar namaz kılar mı kılmaz mı?” sorusuna kilitlenerek yozlaştırıldı. Bu konuda biz, ilk baskısı 2008’de yapılan eserimizde (Gencer 2012), Kemal ve Abduh gibi öncü İslâmcılara atfen İslâmcılığı “namaz gibi vecibeleri ihmal ettiği, İslâm’ı yaşamadığı halde İslâm’ı savunma tutumu” olarak tanımlamıştık. Daha sonra Sabiha Doğan, 2011 yılında yazdığı bir yazıda “Namaz kılmayan İslamcı erkek” tipini eleştirmiş, bunun üzerine bir internet sitesinde yapılan bir haberle (Pesen 2011) İslâmcılığın bînamazlıkla özdeşleştirilmesi eleştirilmişti. Son olarak bir ilahiyat profesörü (Karaman 2013), isim vermeden benim bir konferansta sarf ettiğim “İslâmcı, namaz kılmadığı halde İslam’ı savunandır” cümlesini köşe yazısında eleştirdi.
Bu örnek, Türkiye’de genelde “kartel medyasına” izafe edilen, cımbızla seçilerek bağlamından koparılmış cümlelerin çarpıtılması tutumunun herkesten gelebileceğini gösteriyor. Bizim yaklaşık 900 sayfalık İslâm’da Modernleşme, 1839-1939 adlı eserimizde İslâmcılıkla ilgili işlediğimiz sayısız hayatî meseleyi tartışma yerine bir konferansta sarf ettiğimiz bir cümle üzerinden karakuşî bir hüküm vermenin ilmî ve iyi niyetli bir tutumla bağdaşıp bağdaşmadığının takdirini kamuoyuna bırakıyorum. Ancak biz gene de bunu İslâmcılıkla ilgili temel hatırlatmalar yapmaya vesile alarak hayra yoralım.
İslamcılar da namaz kılabilirler
İslâmcılığın özü, şeriat talebidir. Klasik Osmanlı devrinde bu, refahın kaybı olarak beliren zulüm durumunda padişahın şeriatı daha iyi uygulaması talebi olarak kendini gösterdi. Ancak devletin seküler mevzuata kaymaya başladığı Tanzimat devrinde “şeriatın daha iyi uygulanması” talebinin yerini Yeni Osmanlılar tarafından yürürlükten kalkmaya başlayan “şeriatın uygulanması” talebi aldı. Böylece Karl Mannheim’ın ayırımıyla ideolojik İslâmcılık, önce mevcut devlette şeriatın uygulanması talebi olarak kendini gösterir. Cumhuriyet devrinde olduğu gibi bunun mümkün olmadığı görülünce ideolojik İslâmcılık, şeriata dayalı yeni bir devlet kurma ütopyasını belirten ütopik İslâmcılığa kayar. İslâmî bir devlet kurma ütopyası ise şeriatı ideolojiye dönüştürme arayışına yol açar. Bu, cârî anlamda ütopik İslâmcılık, bir ideoloji olarak İslâm’ın müdafaası demektir.
Din=İslâm’ın ideolojileşmesi, Batı’da Descartes ile başladığı gibi, dindarlıkta ilim ve amel boyutlarının ayrılmasına yol açar. Bunun sonucunda adeta dini din olarak yaşayanlar ile ideoloji olarak savunanlar ayrılmaya başlar. İslâm’da dinin direği olduğundan namaz, dindarlığın göstergesi, dindarlık ile ideologluk arasındaki ayırım çizgisi olarak alınabilir. Osmanlı ve Mısır’dan Namık Kemal ve Muhammed Abduh gibi öncü İslâmcıların namaz gibi temel dinî vecibeleri ihmali, bu açıdan normal sayılabilirdi. İslâm’ın ideolojileştirilmeye başladığı bu asırda, yaşamadıkları halde kendilerini İslâm’ın savunmasına adayan bu aydınlarda Batı’da olduğu gibi bilgi kaygısı, bilgelik kaygısının önüne geçmiş, bunlar, adeta “bize değil, savunduğumuz şeye bakın” anlayışına kaymışlardı. Oysa “Salâh olmadan ıslâh olmaz” sözünün de belirttiği gibi, geleneksel anlayışa göre “düzelme”den “düzeltmek” mümkün değildi.
Bu yüzden belagatli vaazlarıyla ünlü âlim Manastırlı İsmail Hakkı, II. Meşrûtiyet döneminde 31 Mart hareketinin “şeriat isteriz” sloganına “Behey şaşkın hainler! Şeriat istenir mi, yoksa işlenir mi? Şeriat istenmez, şeriat işlenir” diyerek tepki göstermişti (Gencer 2012: 236). Evet, genel adı şeriat veya özel adıyla İslâm, istenmez, yaşanır. “Salâh olmadan ıslâh olmaz” sözünü “Sâlih, muslihtir” olarak uyarlarsak, zaten İslâm’ı yaşamak, yaşatmaktır sonucuna varırız. Tebliğ ile emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ‘ani’l-münker gibi vecibeleri de içeren İslâm’ı yaşama, her çağ ve herkes için geçerli evrensel bir mükellefiyettir. Bu yüzden İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir Müslüman, onu ayrıca savunma gereği duymaz; Müslüman’dan ayrı İslâmcı gibi sıfatları kendine hakaret addeder. Zira “simitçi, felsefeci, dinci” kelimelerinin de belirttiği gibi Türkçe’de “-ci, -cü” eki, kelimelere “bir şeyi yapıp satan, uğraşan, savunan” anlamı verir.
Dolayısıyla İslâmcı kelimesinde “İslâm’ın ticaretini yapan” pejoratif anlamı da yatar. İslâm’ı yaşamak, onu içselleştirmek, İslâm’ı savunmak ise dışsallaştırmak, onu taşımak demektir. Seyyidü’l-Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki (aslında) fakih (fıkhı yaşayan) değildir” hadisi, tam da bunu anlatır (Müttakî 2004: X/83). İslâmcılığın gidişatına ibret nazarıyla bakan biri, bunu pekâlâ “Nice İslâm’ı savunan vardır ki İslâm’ı yaşayan (samimi Müslüman) değildir” olarak da çevirebilir. Bu noktada bizim “İslâmcı, namaz kılmadığı halde İslam’ı savunandır” cümlesinden “İslâmcı, namaz kılmayan kişidir” sonucu, yeryüzündeki hangi mantıkla çıkarılabilir bilmiyorum. Şahsen ben, namaz kılmayan çok İslâmcı gördüm. Ancak elbette bundan bütün İslâmcıların bînamaz olduğu sonucu çıkarılamaz. İslâmcılar da namaz kılabilir; hem namaz kılabilir, hem İslâm’ı savunabilir.
Bizim bînamaz İslâmcılıktan kastımız, İslâm’ı savunma kaygısının İslâm’ı yaşama kaygısının önüne geçmesidir. Bunun ise dindarlığın kalitesini düşürmesi kaçınılmazdır. Bu noktada genel olarak “namaz kılan/kılmayan” ayırımının ötesinde namazın kalitesine ilişkin Kur’ân’da geçen “tasliye/ikâmetü’s-salât” ayırımı düşünüldüğünde maksadımız daha iyi anlaşılır. Huşû’ gibi ölçülmesi zor enformel özellikler yanında formel şartlara bakarak bile namazın kalitesindeki düşüş görülebilir. Bugün değil sıradan Müslümanların, bazı fıkıh profesörlerinin bile bazı âlimlerin tahrimen mekrûh saydığı başı açık şekilde namaz kılar hale gelmesi, Müslümanlık kalitemizdeki dramatik düşüş, İslâmcılığın, İslâm’ın ideolojileştirilmesinin doğrudan sonucudur.
İslâmcılıktan eyyamcılığa
İslâm’ı savunmak, aslında İslâm’ı yüklenmek demekti ve tam yaşanmadan yük olarak taşınan her şey gibi İslâm’ın da bir gün “sırttan atılma” noktasına gelmesi kaçınılmazdı; sonunda deizme kayan Ce≠mâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi klasik İslâm modernistlerinde açıkça görüldüğü gibi (Gencer 2012: 236). Türkiye’de İslâmcılık rüyasından uyanma ise bu tür dramatik bir dönüşten ziyade sinsi bir ahlakî yozlaşma şeklinde tezahür etti. İslâmcı kesimde ‘68 gibi yekpare bir akım ve kuşak olmadığı için kanaatimce bunu ideolojik ve ütopik İslâmcılıktan dönüş şeklinde iki bakımdan inceleyebiliriz.
İdeolojik İslâmcılığın “siyasî muhalefet” aracı olarak kullanılması, Yeni Osmanlılar ile başlamıştı; ancak onlar şehirli oldukları için İslâmcılığı “sosyal iktidar” aracı olarak kullanmaya tevessül etmediler. Ancak Cumhuriyet devrinde 1960 ve ‘80’lerden sonra köylerden kentlere göçen, sonradan gören bazı Müslüman aydınlar için İslâmcılık, sosyal iktidar aracı olarak işledi. Müslümanların siyasî iktidar imkânına kavuşmasıyla ise artık İslâmcılığın gerekçesi kalmadı bunlara göre. Siyasî ve sosyal boyutlarıyla bütünleşmiş bir iktidarın nimetleri, bu (küçük) burjuvalaşmış İslâmcı aydınları bekliyordu artık. Hüseyin Nihal Atsız’ın bastırdığı kartvizitlerde adının altında “her devrin menkûbu” yazarmış; bunlara ise tam tersine “her devrin mukbili” denebilirdi.
İkincisi ütopik anlamda İslâmcılık, bir ertelenmiş hayatta yaşama psikolojisi, ütopyacılıktır. Ve “ifrat, tefriti davet eder” düsturunca bütün ütopyacılıklar gibi bir gün gerçekliğin sert duvarına toslayarak tepme, bir uca düşme riskine gebedir. Özlenen İslâm devleti, yeryüzü cennetinin bir gün geleceği ütopyalarının bitişi, “küçük güzeldir” anlayışına dönüşe yol açar. Burada “küçük güzeldir”e dönüş de aktif ve pasif olarak iki tarzda tezahür eder. Aktif “küçük güzeldir”e dönüş, “Yahu, biz yıllarca ideolojik İslâm’ın peşinde koşarken İslâm’ın özünü, sünneti gözden kaçırmışız” diyen İslâmcıların önceden küçümsedikleri “kocakarı imanına”, Mızraklı İlmihal şuuruna dönüş olarak tezahür eder.
Pasif “küçük güzeldir”e dönüş ise, solda ‘68 kuşağında da görüldüğü gibi, kaba bir gerçekliğe teslimiyet, Süleyman Seyfi Öğün (2011)’ün “Lümpen Muhafazakârlık” diye çarpıcı bir şekilde tasvir ettiği gibi, İslâmcılıktan eyyamcılığa (cynicism) kayış olarak kendini gösterir. Solda ‘68 kuşağında döneklik ithamıyla eleştirilen bu gelişme, Müslümanlar arasında “dünün mücahitleri, bugünün müteahhitleri” gibi sözlerle eleştirildi. İdeolojik ve ütopik olarak her iki İslâmcılıktan dönüşün de vardığı yer ise İslâm medeniyeti söylemidir. Hâkim havaya göre “İslâm devleti out, İslâm medeniyeti in”dir. Kurtuba hayaliyle lüks siteler arasında yaşayan İslâm medeniyeti, içine ne atılırsa alacak “estetik” bir çuval işlevi görecektir bunlar için. Buna “Ağacı sev, yeşili koru’nun sofistikasyonu” veya tersinden “ideolojinin estetikleştirilmesi” denebilir kanaatimce.
Evet, “gölge boksu” yapma yerine ülkemizin selameti için bu tür hayatî konuları ciddiyetle tartışmaya ihtiyacımız olduğu açıktır.