Gezi ruhunun yükseliş ve düşüşü
Batılı literatürde çokça işlenen sosyal hareketlerden biri olan Gezi Vak’ası, sosyal bilimciler tarafından Türkiye’nin karmaşık kimlik krizini tanımlamak için bulunmaz bir teorileştirme vesilesi oluşturmaktadır. Bu açıdan Gezi, henüz analiz edilebilmiş değildir. Burada biz, ayrıntılı akademik bir analize giriş olarak Gezi’yi güncele bakan yüzüyle ele alacağız. Sosyal hareketlerin sebep ve sonuçları, tabiat ve işlevinin analiz için Batılı literatürde birçok teori ve kavram geliştirilmiştir. Ancak sekülerleşme sürecinde şeriat ve hikmete yabancılaşması sonucu Batılı bilim genelde olduğu gibi bu konuda da ağaçlardan ormanı görmede, meselenin özüne nüfuzda aciz kalmıştır. Burada Gezi’yi iki bakımdan ele alacağız. Birincisi, sosyolojik kavram ve teorilerle işlenebilecek spontane bir sosyal hareket, ikincisi komplo teorileriyle açıklanabilecek bir güdümlü hareket olarak.
Sosyal hareket
Spontane bir sosyal hareket olarak Gezi, geleneksel “ehl-i sünnet ve cemaat” formülüyle en iyi açıklanabilir. Modern insanın yaşadığı bunalımın özünde ev/lenme krizinden kaynaklanan bir anlam krizi yatar. Din ontik bir yolculuk süreci olarak görüldüğünde anlam krizinin bir yön kaybı hissinden kaynaklandığı söylenebilir; anlam/yön kaybı, insanın dünyadan ahirete yolculuk sürecinde nerede durduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilememesi demektir. Anlamlılık, öznelik, bu kimlik, bu da kimliğin kazanıldığı ev/lenmeye bağlıdır; o halde modern insanın yaşadığı anlam krizi, tâ temelinde ev/lenme krizinden kaynaklanır. Burada cemaîleşme yerine ev/lenme dememiz boşuna değildir. Zira “ehl-i sünnet ve cemaat” deyiminde olduğu gibi cemaîleşme, kulun ve Allah’ın evi câmide sünnetle olur; ev/lenme, evde sünnet sayesinde cemaîleşme, biz olma demektir.
Şu halde inanç/tabiiyet (sünnet) ile aidiyet/mensubiyetin (cemaat) izdivacıyla ancak kimlik ve anlamlılık sağlanır. Batı’da ev=câminin kaybı sonucunda aidiyet te kayb olmuş, ancak insan inanmak zorunda bir varlık olarak yaratıldığı için sünnet (counsel) yerine ruhaniyete (spirituality) tâbi hâle gelmiştir. O yüzden sekülerleşme, sanıldığı gibi dinden uzaklaşma değil, dindarlığın dönüşümü, Grace Davie (1994, Mercadante 2014) gibi sosyologların tabiriyle “aidiyetsiz inanma” demektir. Ancak bu, sadece madalyonun görünen yüzüdür; Aristo’nun “İnsan tab’an sivil bir varlıktır” dediği gibi son tahlilde “aidiyetsiz inanmak” mümkün değildir. İşte sosyal hareketler, ideoloji çağının devrimlerinden sonra insanın “ait olarak inanma” ihtiyacına karşılık olarak doğmuştur. Sosyal hareketlerin başlıca dinamiği budur; içtimaî/siyasî, negatif/pozitif dinamik ve işlevlerinin analizi sonra gelir.
Bu şemaya göre Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi kapsamında Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi üzerine başlatılan protestolardan büyüyen Gezi Vak’ası’nın analizi kolaylaşır. Burada Taksim Meydanı, ev=câmi yerine cemaîleşmenin sembolik mekânı haline gelir. Taksim Meydanı’nın karakteristiği, Türkiye çapında merkezîlik, toplayıcılık ve sekülerliktir. Bir parti liderinin Kâbe-i Muazzama’ya benzetmesinde açıkça görüldüğü gibi, yıllarca câmi yapılmasına gösterilen seküler direnişin arkasında Taksim Meydanı’nın bu sembolik önemi yatar. Gezi Vak’ası’nda insanları birleştiren sünnet (counsel) kavramının yerini yeni geliştirilen çerçeve (frame) kavramı alır. Dinin insanları birleştiren normatif boyutunun bilişsel inanç yerine sünnet kavramıyla anlatılması, dindarlığın ilim ile amelin birleştiği kolektif tecrübî karakterinden dolayıdır. Çerçeve, bir sosyal harekete vücut veren duygusal ve dağınık tepkiler örüntüsünü anlam ve yorum sağlayan bir ideolojik şemaya bağlar (Benford 2000).
Sosyal hareketler özünde kadın ve çevrenin korunması gibi evrensel ortak insanî kaygılar etrafında birleşmeden doğarlar. Gezi Vak’ası da Türkiye’de daha önce görülmedik şekilde farklı kesimlerden insanların ağaçların kesilmesine muhalefet gibi masum görünen bir tepkide buluşmasına vesile oldu. Ancak protestocuların profiline bakıldığında bunun Türkiye insanının yaşadığı çok-katlı kimlik krizini aşmanın bir yolu olarak taban bulduğu kısa sürede anlaşıldı. Daha önce benzer bir çapraz birleşme “kızıl elma koalisyonu” denen sağ ve sol ulusalcılar ve milliyetçiler arasında görülmüş, ama özündeki ideolojik karakterinden dolayı bu tutmamıştı. Gezi Vak’ası ise, sosyolojik’in ideolojik’leşmesine, melez kimliklerin tezahürüne bulunmaz bir vesile oldu.
Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllardan itibaren geçirdiği hızlı dönüşüm sürecinde statü ve kimlik hisleri değişen farklı sosyal gruplar yeni kimlik arayışına girmiş; Gezi, farklı kesimlerin çevre bilincinde buluşmasına vesile olmuştu. Ancak yakından bakıldığında bu, eşit katılımlı bir hareket değil; sol, laik, Kemalist, liberal vs. gibi etiketlerle kendini tanımlama çelişkisi yaşayan “beyaz” kesimler tarafından sahiplenilen bir harekete İslâmcı, Müslüman, muhafazakâr, demokrat vs. gibi etiketlerle kendini tanımlama çelişkisi yaşayan “zenci” kesimlerin katılması, hatta iliştirilmesi olarak görülebilirdi. Gezi, hızlı sosyal değişim sürecinin etkisiyle derin bir kimlik krizi yaşayanların yöneldiği bir macera diyarı oldu. Onu yegâne kılan, kimlik krizi yaşayan eski ve yeni Türkiye mensuplarını buluşturabilmiş olmasıydı.
Gezi, statü olarak yeni Türkiye mensubu olmakla birlikte değişen kolektif statüden yeterince pay alamadığını düşünen kişileri cezb etti. Burada sadece siyasî-iktisadî (sınıf, statü) değil, cinsî, dinî, ırkî, kentsel, medenî vb. parametrelerden oluşan çok-katmanlı karmaşık bir pay almadan söz ediyoruz. Örnek kabilinden uç unsurları sıralayacak olursak, Müslüman, tesettürlü, eski köylü yeni şehirli, imam-hatipli, Boğaziçili, Kürt, geç bekâr, feminist bir kadın, ideal potansiyel bir Gezici olarak görülebilirdi. Bir zamanlar feminizmin bayraktarı Jane Fonda’nın evlenip hanım hanımcık olduktan sonra “Ne feminizmi ya”, veya tesettürlü bir hanımın sosyal medyada “Ayağımda bebeğimi sallarken feminist olamıyorum” demesi, psikolojik komplekslerle marjinal kimlik arayışı arasındaki ilişkiyi gösteren örnekler olarak verilebilirdi.
Bazı Müslüman kanaat önderlerinin tesettürlü kızlarının bile Geziciler arasında boy göstermesine bu tür bir sosyolojik açıklama getirilebilirdi. Türkiye’nin “zenci”leri bu şekilde belki de ilk kez “beyaz”larla yeni bir kimlik damarında birleşme fırsatı bulmuşlardı. Türkiye’nin Gezi’yi besleyen kültürel çelişkileri, kültürel melezliğin de ötesinde “travestisizm” kavramıyla anlatılabilirdi; “Gezi ideolojisi” yerine “Gezi ruhu” denmesi bunun içindi. Türkiye’nin derin kültürel çelişkileri, öğrencilerimizin “altı kaval üstü şeşhane” deyimiyle anlatılabilecek “Fahrunnisa Ada, Zeynelabidin Ege” gibi ata ve şarkıcı isimlerinin terkibi isimlerinde görülebilirdi. Üstte sarık, altta şort; bir elde Gazalî, diğer elde Tarkovski; insanların zıtları barındırabilme, bağdaştırabilme gücü oranında Gezi ruhu pekişirdi! Sosyal medyada da normalde bir araya gelmesi mümkün olmayan zıt takipçilerin buluşması, Gezi ruhunun tezahürü sayılabilir.
Güdümlü hareket
Gezi, sosyolojik kavram ve teorilerle çözümlenebilecek spontane bir sosyal hareket olması yanında asıl komplo teorileriyle açıklanabilecek bir güdümlü hareket olarak belirdi. Bu noktada sosyal/karşı hareket ayırımı yapılabilir. Basitçe sosyal hareket, bir sosyal değişimi başlatma, karşı hareket ise durdurma yönelişli olarak ayrılabilir (Mottl 1980). Karşı hareket, protesto hareketlerinin evrensel teması anarşizmi çağrıştırır. Gezi sürecinde “çapulculuk” olarak kodlanan anarşizm, sanıldığı gibi düzene değil, aslında düzen-kuruculuğa, düzen-kurucuya karşıdır. Gezicilerin Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’nin faili olarak belediye başkanı Kadir Topbaş’a tepkileri çok geçmeden AK Parti ve başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yöneldi ve maksadın “üzüm yemekten ziyade bağcıyı, Erdoğan’ı dövme” olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Sosyal medyada birinin profilinde olduğu gibi “demokrat, sol, akademisyen, anti-AK Parti” şeklinde bir partiye karşıtlık üzerinden kendini tanımlama tutumu dünyanın neresinde görülmüştü? Çünkü Gezi, bir doktrin müdafaasından değil, AK Parti’nin liderine şahsî husumet ve muhalefetten, karşı hareketin tanımı uyarınca Türkiye’nin tarihî yürüyüşünü, olumlu sosyal değişimini durdurmak için doğmuş bir karşı hareket, Soros-inisiyatifli bir koalisyondu.
Gezi, yeni Türkiye’nin iç ve dış hoşnutsuzlarını Erdoğan’a karşı birleştirdi. O, Taksim Meydanı’nda ağaç sevgisi etrafında toplanma vesilesi sağlayarak inclusive, Erdoğan nefretinde ise exclusive bir işlev gördü. Erdoğan, hem dinî, hem dünyevî bakımdan iç ve dış hâkimlerin ötekisi olarak sembolleştirildi. O, hem dinî kimlik olarak öteki, Müslüman, hem iç ve dış hâkimlerin iktidar alanını ele geçiren bir Robin Hood, yani kısaca hem ahiretli, hem dünyalı olarak ötekiydi. Hâlbuki Taksim Meydanı’nda Gezi ruhunda buluşan ehl-i dünya, Müslümanlara “Siz ahiret işlerine bakın, bu dünya bizim cennetimiz” diyordu. Gezi ruhu, uhrevî-dünyevî sentezine yönelen Erdoğan’a karşı uhrevî-dünyevî çelişkisini yaşayan yerlileri de bünyesine katarak inkişaf etmişti.
Gezi, Erdoğan’ın “nötr” anlamda tarihe geçmiş “büyük adam”lardan biri olduğunu gösterdi. Nötr anlamda demem, II. Abdülhamid gibi büyük kişilere ilginin bilinçaltında yatan çelişki ve ambivalansların ifadesi olarak aşırı sevgiyle nefret arasında salınmasıdır. Örneğin kendisinden daha uzun boylu olduğu için Erdoğan’ın uzun boyuyla kararlı yürüyüşünü “ülkenin emin ellerde olduğunun alameti” olarak alan bir akademisyen yazarın her nasılsa devran döndükten sonra bir numaralı Gezici ve Erdoğan düşmanı olması nasıl açıklanabilirdi? Erdoğan’a karşı birçok kişide görülen bu ambivalans, “tecavüzcüsüne âşık olan kız” misali psikanalitik açıklamalara muhtaç görünüyordu.
Türkiye’nin öneminin nisbeten azaldığı ulus-devletleri devrinde İslâm, Türklükten çok Araplık ile özdeşleştirildi. Ancak şimdi Batı’da İslâmofobi tekrar Turkofobi olarak tecelli etmeye başladı. İslâm dünyasında sivrilmelerine paralel olarak Necmettin Erbakan ve ardından Tayyip Erdoğan’a karşı giderek artan nefret kampanyası, Batı’da İslâmofobi görüntüsü altında Turkofobi’nin hortlaması olarak görülebilirdi. Ancak geçmiş asırdaki ile şimdiki Turkofobi’nin Müslüman liderleri öcüleştirme tarzları arasında ilginç bir farklılık görülebilirdi. Asrın halifesi Sultan Abdülhamid, XIX. asır siyonizmi tarafından gnostik “kızıl adam” (red man) imgesine dayanan “kızıl sultan” deyimiyle öcüleştirilmişti. Necmettin Erbakan gizliden, Tayyip Erdoğan ise açıktan görünüşte İran karşıtlığına dayalı propaganda yapan taşeron örgütü sayesinde yeni siyonizm tarafından Şiî söylemiyle ‘Yezid’ diye öcüleştiriliyordu.
Bu arada Soros’un Türkiye’de açık radyoları ve üniversitelerinden İslâmcıların prestij üniversitelerine uzanan ortaklık da değişen kültürel saflaşmalara çarpıcı örnek olarak verilebilirdi. Görünüşte ana hedef, Erdoğan sayesinde AK Parti’nin düşürülmesiydi; bundan sonrasına ilişkin bir hesap yoktu. Mantık, basitçe “Bana yar olmayan ülkeyi yakarım”dı. Erdoğan-AK Parti devrilsin de ne olursa olsun, ne gelirse gelsindi. Bu süreçte paralel işadamı, mağazalarında internet şifrelerini kaldırarak iletişim, paralel polis ulaşım yollarını açarak protestocularla ortak hedefe ilerliyorlardı.
“Gezi hareketi”, hükümetin ve liderinin kararlı duruşuyla sekteye uğrasa da “Gezi ruhu” ölmedi. 7 Haziran 2015 seçimine doğru cephesini genişletti. Bir kez daha anlaşıldı ki bir ülke ne kadar önemliyse o kadar düşmanı, ne kadar kıymetli ise o kadar haini vardır. Başbakan Ahmet Davutoğlu, AK Parti’ye karşı şer cephesini “paralel altıgen” (CHP-MHP-HDP-PDY-PKK-DHKP-C) olarak ifade etti. Dahası HDP’nin baraja takılma ihtimaline karşı harekete geçen sol Cihangir Mahallesi, hükümete karşı 200 aydının imzasıyla bildiri yayınladı. Türkiye Türkiye olalı böyle ihanet görmedi. Daha önce “Çağdaşlığın yolu laiklikten geçer” diyen aydınımız, şimdi “Çağdaşlığın yolu Zerdüştlükten geçer, laikliğin teminatı Zerdüştlüktür” diye bildiri yayınlama noktasına gelmişti! Bu durumda Gezi Ruhu’nu Neo-Zerdüştlük ideolojileştirmek en doğrusu olacaktı!
Bizler için “Ne ibadetime, ne amelime, sadece Allah’ın düşmanına karşı buğzuma güveniyorum”, “Biz sadece Allah’tan başkasından korkmaktan korkarız” diyen Abdülhakim Arvasî ile Abdülaziz Bekkine gibi Allah’ın velileri, ebedî rehberlerdir. Malum, bî-taraf olan ber-taraf olur. Hemşerim, tanıdığım ve meslektaşım olan Ahmet Davutoğlu’na muhabbetime rağmen AK Parti döneminde tavan yapan beton-perestlikten ülkemin geleceği adına duyduğum ciddî kaygıdan dolayı normal şartlarda AK Parti’yi ilk eleştirecek biziz. Ancak vatanımıza ve milletimize kasd eden bu görülmemiş şer ittifakı, bizim gibi ülkesini seven samimi insanlara AK Parti’ye destek dışında bir seçenek bırakmamaktadır.
Bedri Gencer
[ajax_load_more preloaded=”true” preloaded_amount=”3″ repeater=”template_29″ post_type=”ajax_more” posts_per_page=”4″ orderby=”post__in” pause=”true” pause_override=”true” button_loading_label=”Yükleniyor…” acf=”true” acf_field_type=”relationship” acf_field_name=”alm_featured_posts”]