FAİZİ İSLÂMİ KILIFA SOKMA ÇABALARI
- Türkiye’nin, dâr-ül-harb[1] olduğu iddiasıyla, faiz alınması düşünülebilir mi? Bu konuda İslâmi hüküm nedir?
“İmâm-ı Â’zâm ile İmâm-ı Muhammed’e göre, küfür diyârında yaşayan bir Müslümanın, gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Diğer mezhebler ile Ebû Yusuf’a göre, faiz, her yerde yasaktır. Ne İslâm diyârında ne de küfür diyârında onu almak câizdir.”[2] Yukarıda dâr-ül-harbin şartları açıklanmıştır. Buna göre İmâm-ı Â’zâm (r.a.)’ın bu fetvası; Müslümanın mutlak olarak kazanacağı, harbinin (gayr-i müslim ülkesindeki gayr-i müslimin) mutlak olarak kaybedeceği durumlarda ve sadece dâr-ül-harbde geçerlidir. Dâr-ül-harbe giren Müslümanlar, kendi aralarında faizcilik yapamazlar. Dâr-ül-İslâm’da ise hiçbir şekilde faiz akdi yapılamaz.[3]
Günümüz şartlarında fırsat maliyeti dikkate alınırsa, borcu alanın bu parayı yatırıma yönlendirerek daha fazla kazanabileceği söylenebilir. Dolayısıyla bu tür işlemde faizli borç alan harbi (yabancı ülke bankası), kendisine bu borcu veren Müslümandan daha kazançlı çıkmakta; böylece Müslüman, kendi sermayesi ile harbiyi desteklemiş olmaktadır.[4]
Bir an için Türkiye’yi, dâr-ül-harb olarak düşünelim. Bu durumda Türkiye’deki bankalardan faiz alındığında eğer karşı tarafın zararı söz konusu ise bu zararın sahibi ya bizden aldığı vergilerle ayakta duran devlet ya da vadeli hesaplarda parasını tutan günahkâr Müslümanlardır. Dolayısıyla, “yapılan işlemin, küfür diyârındaki harbiyi kesin olarak zarara uğratması” şartı yerine gelmemektedir.
Ayrıca günümüzde, kitaplarda târif edilen şartların hiçbirisinin tam olarak tebeyyün etmediği düşünülürse, böyle karışık bir durumda ve fitne devrinde; büyük günahların en büyüklerinden olan faize el uzatmadan önce, dürüstçe vicdanımıza danışmalıyız.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz. Böyle yapmazsanız, bunun; (faiz alıp vermenin) Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara s. 278-279)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de faizle ilgili şöyle buyurur: “Faiz, yetmiş küsur kapıdır. Kapı yönünden en hafifi, kişinin kendi anası ile zinâ etmesi gibidir. Faizden bir dirhem, otuz beş zinadan daha şiddetlidir.” (et- Tergib ve’t-Terhib)
‘GÜNÜMÜZ ŞARTLARI’ MESELESİ
- Günümüz şartlarında faizsiz iş yapmanın veya bazı ihtiyaçları karşılamanın zor olduğunu söyleyerek veya “İslâm, sadece fahiş faizi ve tefeciliği kaldırmıştır. Buna, riba denir; oysa faiz, meşru ve mubahtır.”[5] gibi söylemlerle faizi meşrulaştırma çabasına verilecek cevap nedir?
Bilindiği gibi, faiz yasağıyla ilgili son noktayı koyan âyet ve hadîslerde “faiz/riba” mutlak anlamda kullanılmış olup, kanûnî olup olmaması, az veya çok olması veya bileşik faiz olması gibi hiçbir ayrım yapılmamıştır.
Kur’an’daki âyetlerden hiçbiri, tefecilik olarak bilinen faizi feshedip de öteki şekillerini muhafaza etmeyi ima etmemiştir.
İslâm hukuk usûlünde herkesin benimsediği kural şudur: “Naslarda bir ifade mutlak olarak geçmişse, onun bir başka yerde kayıtlandığına dâir kesin delîl bulunmadıkça, o ifadenin kapsamını müçtehidin kendi görüşüne göre daraltması doğru olmaz, bu, kutsal metnin maksadıyla oynamak olur”. Ayrıca, bu görüşü savunanlar da dâhil olmak üzere, tüketim amaçlı borçlanmalardan alınan faizin, cahiliye ribası kapsamında olduğu ve âyetlerde bu faizin yasaklandığı, herkes tarafından kabul görmüştür.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’an’ın ilk müfessiri ve uygulayıcısı olarak, Âl-i İmrân sûresinde yer alan âyetteki faiz yasağını, yalnızca fahiş şekildeki faiz çeşitlerini kapsadığı biçiminde anlamış olsaydı; Veda Hutbesi’nde bunu açıklardı ve Mezheb imamları da bunu bize naklederdi. Hâlbuki ilgili âyetler, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından böyle anlaşılmamış olmalı ki, Efendimiz (s.a.v.); oransal bir ayrımdan bahsetmeksizin, bütün faiz oranlarının ve türlerinin yasak olduğunu son konuşmasında da vurgulu bir biçimde ifade etmiştir. Oranına bakmaksızın gerek amcası Hz. Abbas (r.a.)’ın (ki Kâbe’ye gelen hacılara yaptığı ikramlarındaki cömertliği ile bilinen Abbas (r.a.)’ın) insafsız bir şekilde, borç verdiği şahıslardan yüksek oranlarda faiz alıyor olması, gerekse sahabelerden bir kısmının yüksek oranda bulunmayan faiz alacaklarını bile yasakladığını ilan etmiştir.
Besold (ö. 1638) murabaha ile mücadele etmek için sınırlı miktarda faizin lüzumu üzerinde durmuştur. Bu tür gelişmelerle Hıristiyanlar arasında faiz, mesele olmaktan çıktı.
Yahudi ve Hıristiyan toplumlarda faizin yasaklanmasına rağmen hileli yollarla faiz alınması da göstermektedir ki, bankaları ve banka faizlerini, son bir iki asra mahsus çağdaş ürünler ve bu kurumların yaptıkları işlemleri de eskiden bilinmeyen yeni uygulamalarmış gibi göstermek; dünyaya at gözlüğüyle bakmakla eşdeğerdir. Hele hele bu tür bir bakışla; Kur’an’ın yasakladığı faizi, günümüzdeki faizden farklı bir şey olarak göstermek, hem faiz yasağıyla ilgili olarak getirilen yasaklamalardaki Kur’an’ın maksadıyla çelişmekte hem de târihi gerçeklikle uyuşmamaktadır.
Hırsızlık, haksız bir kazanç yolu olduğu gibi, İslâm’a göre faiz de haksız bir kazanç yoludur. Fakir ve yoksulun malını çalmak, haram ve günah olduğu gibi, zenginin malını çalmak da haram ve günahtır. Fakirden alınan faiz haram olduğu gibi, zenginden alınan faiz de haram olmalıdır.
İslâm âlimlerinin genel kanaatine göre ise, borç işleminde borç verene menfaat sağlayan her şart, faizdir ve yasaklanmıştır..[6]
ZARURET YANILGISI
- “Ev almak zarûrettir; zarûretler, haramları mubah kılar. Bu yüzden, faizli kredi kullanarak ev alınabilir.” düşüncesi ile faizli muameleye girilebilir mi?
İhtiyaç ve zarûret farklı şeylerdir. Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye zorlayan ve iten durum demektir. Bir kimse, haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hâli ortaya çıkmış olur.[7]
Bu tarife göre açıktır ki, ev almak, zarûrete girmez. Çünkü alternatifi, kirada oturmaktır.
- “Enflasyon oranının altındaki fazlalık, faiz değildir.” yaklaşımı ne derece sağlıklıdır?
Bu yaklaşım 6 yönden yanlıştır.
1.Nebî (s.a.v.), Veda Hutbesi’nde: “Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah (c.c.), böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.” buyurarak faizle ilgili her türlü kapıyı kapatmıştır.
- Ülkemizde enflasyon oranları, TÜİK tarafından hesaplanmaktadır. TÜİK tarafından ilan edilen enflasyon oranlarının tam olarak gerçeği yansıttığı söylenemez. Enflasyon hesaplamalarının yapıldığı ürün sepetine konan ürünler ve bu ürünlerin oranları, hükümetin o dönemdeki para politikasına göre değişebilmektedir. Fiyatı sistematik olarak gerileyen teknolojik ürünler; toplum tarafından yaygın olarak kullanılmadığı hâlde, yüksek değer taşıdığı için ciddî bir biçimde enflasyonu etkileyen ürünler, sepette yerini almaktadır. Bu bakımdan her türlü subjektif müdahaleye açık olan yıllık sepet değişimiciddî olarak irdelenmesi gereken bir konudur. Mesela TÜİK’in enflasyon hesabı için belirlediği ağırlıklı ürün sepetinde, araç satın alımı yüzde 5,44’lük ağırlığı ile yüzde 5,23’lük kiradan ve yüzde 3,14 ile ekmekten daha fazla ağırlığa sahip bulunuyor. Yani otomobil, diğer zamların toplam TÜFE’ye yansımasını bir anlamda önlemiş oluyor. Otomobildeki fiyat artışının düşük olması, halkın yüzde kaçını ilgilendiriyor ki bunu dikkate alarak enflasyon oranı belirleyelim?
- İslâm âlimleri, bir sözleşmelerde ileri sürülen şartları; sahîh şartlar, fasit şartlar, bâtıl şartlar şeklinde tasnif etmişlerdir. Borç işlemi için ileri sürülen fazlalık alma şartına bakıldığında bunun; borç sözleşmesi esnasında belirlenmiş, alacaklı lehine karşılıksız bir fazlalık sağlayan şart olduğu görülecektir. (Bu da tam olarak, faizin tanımı demektir.) Bu nedenle söz konusu şart; bir fasit şart olup, borç işlemini de fasit hâle dönüştürür. Söz konusu bu şartın, borcun ödenmesi vaktinde bir fazlalık oluşturmayacağı bir ihtimal iken; mevcut şartın, alacaklı lehine karşılıksız bir fazlalık alma şartı şeklinde, sözleşmenin şartlarından olduğu ise kesindir. Bu şartın sahîh kabul edilmesi hâlinde, enflasyon ne olursa olsun, borçlunun borcunu öderken bu fazlalığı ödemesi hukûki bir zorunluluk olacaktır.
Muhtemel enflasyon oranındaki fazlalık şartı, oluşacak zararın tazmin edilmesi şeklindeki şarttan farklıdır; zira henüz ortada bir zarar olmadığı gibi, muhtemel zarar söz konusu ise de, ne kadar gerçekleşeceği belli değildir. Buna rağmen şart olarak ileri sürülen fazlalık, belirlenmiş ve sabitlenmiştir.
- Özellikle bankalar söz konusu olduğunda, bu bankaların enflasyonun altında faiz vermeleri şartıyla, bankalarda vadeli hesap açtırmanın câiz olduğu nasıl savunulabilir? Bu, tasarruf sahipleri ile sermayeye ihtiyacı olan müteşebbisleri veya dar gelirlileri buluşturan aracı kurumların daha kârlı bir şekilde faizli işlemlerini yapmalarına yardımcı olmak değil midir? Yâni herkesin bildiği gibi bu kurumlar; tasarruf sahiplerinden düşük faizle topladıkları fonları ihtiyaç sahiplerine daha yüksek faizle kiraya vermektedir. Aradaki fark ise kendi kârlarını oluşturmaktadır. Yukarıda yapılması tavsiye edilen işlem, faizcinin daha çok fâiz kazanmasına yardımcı olmak değil midir?
- Hukûken, borç olarak alınan meblağın değer kaybetmesi hâlinde alacaklının gördüğü zararı tazmin ettirme hakkı kabul edilse bile, borç verirken nominal de olsa bir fazlalık alma talebinin telaffuz edilmesi, ahlâki olmayacaktır. Bu uygulamalar; kişileri borç olarak verecekleri meblağın ellerinde durması halinde ne kadar kâr edeceğini, borç vermesi ile kazancından ne kadar kaybedeceğini düşünmeye götürecektir.
Kapitalist toplumlarda borç/kredi işlemi; açıkça faizli hâle getirilmişken, maalesef İslâm târihinin birçok döneminde, Müslümanlarda bu duygu gerekli düzeye ulaşmadığından olmalı ki, açıkça faiz almadan sakınılmışsa da, sermaye sahipleri hileli yollarla faiz almanın telaşına düşmüşlerdir. Değerlendirmesini yaptığımız bu görüş, bu açıdan da sakıncalı görünmektedir.[8]
- 6. Bu durumda Müslümanın, enflasyon altında seyreden faizi reel bir fazlalık olmadığı için faiz kapsamında değerlendirmeyerek alabilecek olması, onun faizli işleme ısınmasına ve faize alışmasına sebep olabilecektir.
[1] Dâr-ül-İslâm ve Dâr-ül-harb nedir?
Dâr-ül-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların güvenli olarak içinde yaşayarak dînî vazifelerini yerine getirdikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında sulh anlaşması bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Dâr-ül-harbdir. (Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu) Hanefî mezhebinde, bir “dâr-ül-harb”, İslâm’ın hükümlerinden bazısının uygulanması ile o belde “Dâr-ül-İslâm”a dönüşür. (Kuhistanî, c. 2, s. 311) Bezzaziye’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde orada Yahûdîler ve müşriklerin hükmü geçerli olduğu hâlde Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in İslâm icraatına başlamasıyla, o beldenin “Dâr-ül-İslâm”a dönüştüğü kaydedilir.
Şafiî mezhebinde de şöyle bir hüküm vardır: Bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyâr ve o memleket artık kıyamete kadar Dâr-üI-İslâm’dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez.
İmâm-ı Â’zâm’a göre; Dâr-ül-İslâm’ın, dâr-üI-harbe inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi eksik olursa; yine o diyâr, “Dâr-ı İslâm”dır; “dâr-ül harb değildir.
- İçerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz ve eksiksiz tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyâra “dâr-ül-harb” denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur: “Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat’î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmâm-ı Â’zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder.”(4) 2. O diyârın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyârın hudutlarından herhangi bir tarafı, Dâr-ül-İslâm’la komşu ise; o diyâr, dâr-ül-harb olamaz. Ancak kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayr-i müslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine dâr-ül-harb olmaz. 3. O beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların gayr-i müslimi azınlıkların bu güvenlikleri, bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.
[2] Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvâlar, s.226-230
[3] Serahsî, el-Mebsiit, c.14, s. 58; Kâsânî, Bedùy, c. 5 ve 7, s. 132
[4] Doç. Dr. Servet Bayındır, Dârul’l Harb’te Faiz
[5] Süleyman Uludağ, Faiz, s. 206
Uludağ, tezini savunurken maalesef referansları doğru bir şekilde nakletmemiştir. Cassâs’ın Ahkâmü’l-Kur’ân isimli tefsirdeki ilgili ifadeyi Uludağ; “Cahiliye döneminde, insanlar, parayı vade karşılığı ilave bir meblağ ile satma tarzındaki faiz işlemini bilmezlerdi.” şeklinde tercüme etmiştir. Hâlbuki ifade, “Cahiliye döneminde, insanlar, parayı vade karşılığı ilave bir meblağ ile satma tarzındaki işlemi faiz olarak algılamıyorlardı; yâni bunu hep yapıyorlardı ve normal bir işlem olarak değerlendiriyorlardı.” şeklinde tercüme etmek gerekmektedir. (bkz. Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, c. 2, s. 183,184)
[6] İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 16, Prof. Dr. Nihat Dalgın’ın makalesinden alıntı
[7] Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1330, Tıpkı Basım, c. 1, s. 76, 79
[8] Prof. Dr. Nihat Dalgın, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 16, (1,3-6. maddeler)