Ehlullahın kabirlerini ziyaretteki fâideler…
Allâme Seyyid Ahmed Dahlan (rahmetüllahi aleyh) Takrîbü’l-Usûl li Teshîli’l-Vüsûl isimli eserinde şöyle diyor:
Âriflerden bir çoğunun bildirdiğine göre, bir veli (mürşid) vefat ettikten sonra da ruhu müridleriyle alâkalanır. Bu zatın bereketiyle, müridler nur ve feyizlere kavuşurlar. Bunu açıkça ifade edenlerden biri de kutb-ı irşad makamında bulunan Seyyid Abdullah ibni Aliyyi’l-Haddâd kuddise sirruhtur.
Bu zat buyuruyor ki:
“Bir veli (mürşid) vefat ettikten sonra yakınlarıyla (müridleriyle) alâkalanmaya devam eder. Vefatından sonra onlarla alâkalanması, hayattayken gösterdiği alâkadan daha fazladır. Sebebi de hayattayken şahsî ibâdet ve vazifelerle mükellef olup vefatından sonra bu mükellefiyetleri olmadığı içindir.
Oysa hayatta olan velide maddî hayatla ilgili haller mevcuttur. Böyle olduğu için, onda zaman zaman maddî ve mânevî hallerin biri diğerine gâlip gelebilir. Çok zaman da beşeriyet/maddî haller daha gâliptir.
Vefat etmiş olan velide ise maddî hayat emareleri yok olmuş ve sadece mâneviyat kalmıştır. Mâneviyat erbabı vefat ettiği zaman onların sadece maddî vücutları yok olur. Hakikatları/mâneviyatları ise dâima mevcuttur.
Onlar kabirlerinde dirilirler. Bir velî kabre girip mânevî hayatla diriliğe erdiğinde ilminden, aklından ve rûhânî kuvvetinden yani mâneviyatından hiç bir şey kaybolmaz. Aksine ruhları ölümlerinden sonra görme, bilme, mânevî varlıkla hayat ve Allah’a yönelmelerinde artış olur.
Onların ruhları bir şey istemek için Allah’a yönelecek olsa, Allahü Teâlâ onların isteklerini hemen yerine getirir.”
Berzah ehli olan yüksek makam sahibi evliyâullah Allah’ın huzurundadır. Kim onlara yönelir ve onlarla tevessülde bulunursa, bu zatlar da tevessülde bulunan kimsenin arzununun yerine getirilmesi için Alllah’a yönelirler.
Ancak, vefat etmiş olan velilerin yaptıkları sadece bu hususta Allah’a yönelmekten ibârettir. Tevessülde bulunan kulun isteğinin yerine getirilmesi için gerçek tasarruf ise tabii ki Allahü Teâlâ’ya mahsustur. Velinin yaptığı teveccüh ise sadece o tevssülde bulunan kul namına bir istekten ibaret olup yaratmakla âlakası yoktur. Onların istekleri üzerine yaratılır amma icad ve halkta/yaratmada onları ntesiri olmayıp yaratma tamamen Allah’a aittir.
***
Bir kimse bir velinin kabrini ziyaret etse, o veli gelen zatı tanır. Ziyarete gelen selam verse selamını alır. Ziyaretçi kabrin başında Allah’ı zikredecek olsa o veli de onunla beraber zikreder.
Allah dostlarının, kabirlerinde –insanların anlayamayacağı bir şekilde- diri oldukları bir gerçektir. Çünkü onlar sadece bir yurttan başka bir yurda geçmişlerdir.
Onun için, ölümlerinden sonra onlara gösterilecek hürmet, hayattayken yapılan hürmet gibidir. Vefatlarından sonra onların bulundukları yerde, kabirlerinde gösterilecek edep ve terbiye, hayattayken veya vefatları sırasında gösterilen hürmet gibi olmalıdır.
Bir veli vefat ettiği zaman, peygamberlerin ve velilerin ruhları onun cenaze namazına gelirler.
***
Ebü’l-Mevâhib kuddise sirruh şöyle buyuruyor:
“Velilerden öylesi vardır ki, vefatından sonra sadık müridlerine hayatta olduğundan daha fazla himmet ve teveccüh eder.
Allah celle celâlühû bazı kullarına, bazı velilerin vasıtasıyla irşad vazifesi verir. Bunlar insanların nefislerini ısla hve terbiye ederler. Öyle kullar da vardır ki, Allahü Teâlâ onlara vasıtasız olarak nefsi tezkiye ve terbiye etme imkanı bahşeder.
Bir veli/mürşid vefat edince müridlerine kabri içinden himmet ve teveccüh edip onları terbiye eder.
Öyle kullar da vardır ki, çok salevât okudukları için onların terbiyesi ile Resûlüllah Efendimiz vasıtasız olarak ilgilenir.”
İmam Fahreddin Râzî El-Metâlib’de , “Kabir ziyaretinin nasıl olacağının açıklamasında” şöyle diyor:
“Bir kimse, cevheri kâmil bir zatın kabrini ziyarete gider ve orada bir müddet durursa ziyaretçi ile ziyaret edilenin ruhları bir mekanda buluşmuş olur. Bu iki ruh birbirine bakan aynaya benzer. Birinden diğerine yansıma olur. Şöyle ki: Ziyaret sırasında o ziyaretçinin ruhunda meydana gelen her türlü mârifet ve faziletler ziyaret edilen zata da yansır. Veya bunun aksi olur. Ziyaret edilen zatta meydana gelen her türlü mârifet ve üstünlükler, onun ruhundan ziyaretçinin ruhuna da akseder.
Usulüne göre yapılacak olan böyle bir ziyaret, ziyaretçinin ruhunda güzel faydalar doğmasına sebep olur.
Bizim anlattığımızdan daha başka ince ve gizli sırları elde etmek bile akıldan uzak değildir.”
***
Vehhâbiler ve vehhâbî itikadına kapılmış kimseler, hem kabir ziyareti hususunda hem de büyük zatların kabirlerini ziyaret sırasında onlarla tevessül hususunda sakat bir kanaat içindedirler. Onların bu kanaatının kaynağı, vehhâbîliğin kurucusu Muhammed bin Abdilvehhâb’tır.
Muhammed bin Abdilvehhâb, müşrikler hakkında indirilen âyetleri müminlerin üzerine çevirmekte ve Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, veliler ve salihlerle tevessülde bulunmayı, Peygamberimiz’e karşı “Yâ Resûlellah! Senden şefaat istiyoruz” demeyi, kendi fâsid kanaatına göre şirk, böyle yapanları da müşrik kabul etmektedir. Hatta Peygamberimiz’in kabrini ziyaret etmeyi bile şirk olarak vasıflandırmaktadır.
Putlara tapan müşriklerin, niçin puta taptıkları Kur’an-ı Kerim’de Zümer sûresi 3. âyet-i kerimede beyan buyuruluyor. Âyet, onların şöyle söylediklerini haber veriyor:
“Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”
Vehhâbîler ise şöyle diyorlar:
“Herhangi bir peygamberle veya veli ile tevessülde bulunan kimse de işte bu müşrikler gibidir. Çünkü o zamandaki müşrikler de putların bir şeyi yarattığına inanmıyor ve yaratanın Allah olduğunu söylüyorlardı. Allah’ın onlar hakkında küfür ve şirk ile hükmetmebi başka bir sebeple değil “Allah’a bizi daha fazla yaklaştırsınlar diye” demeleri sebebiyledir. Tevessül edenler de onların bir benzeridirler.”
Vehhâbilerin getirdiği bu delil bâtıldır. Çünkü müslümanlar peygamberleri ve velileri ilah edinmiyorlar. Onları Allah’a ortak da koşmuyorlar. Fayda-zarar ne varsa hepsini yaratanın Allah olduğuna itikad ediyorlar. Allah’dan başka hiç bir varlığın ibâdet edilmeye lâyık olmadığına inanıyorlar.
Müşrikler ise açıktan açığa putları ilah ediniyor ve onlara tapıyorlardı. Putları ibâdete lâyıt görmelerei onları şirke düşürmüştü. Puta tapan müşrikler ile müsülümanlar nasıl aynı karar altında birleştirilir?
Şayet tevessül şirk osaydı, Peygamberimiz de ashab da bu ümmedin halef ve selefi de hiç tevessülde bulunmazdı. Halbuki hepsi de tevessülde bulunmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle duâ ediyordu:
“Ey Allahım! Dilekte bulunanların senin üzedindeki hakkı ile senden istiyorum.”
Peygamberimiz’in bu duâsına dikkat etmek icap ediyor. Burada her mü’min ile tevessül etme vardır.
Resûlüllah efendimiz hem kendisi böyle duâ ediyor hem de ashabına böyle yapmalarını emrediyordu.
Bu duânın açık bir tevessül olduğunda hiçbir tereddüt yoktur.
Peygamberimiz’den şu rivayet de vardır:
“Ey Allahım! Ben peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için annem Fatıma binti Esed’i affet ve kabrini geniş eyle.”
Bu hadis, uzun bir hadisin bir kısmıdır. Taberânî El-Kebîr ve El-Evsat’da, İbni Hibban ve Hâkim Enes ibni Mâlik’den rivâyet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmişlerdir.
Fâtıma binti Esed radıyallâhü anhâ, Hazreti Ali efendimizin annesidir. Peygamberimiz ‘in küçüklüğünde onun yetişmesi ile meşgul olmuştu. Vefat ettiğinde Peygamberimiz cenazesinin bulunduğu yere girdi. Baş ucunda oturup, “Anamdan sonra anam olan Fâtıma! Allah sana rahmet etsin” diye duâ ederek ona olan saygı ve sevgisini dile getirdi. Kendisinin Bürd isimli elbisesi ile kefenletti ve kabrinin kazılmasını emretti.
Enes radıyallâhü anh diyor ki:
“Cemaat kabrin bulunduğu yere vardığı zaman Resûlüllah kabri eliyle kazdı ve toprağı elleriyle çıkardı. Sonra kabrin içine girdi, yanı üzere yattı ve şöyle duâ etti:
“Ey dirilten ve öldüren, hayat sahibi olan ve ölmeyen Allah! Annem Fâtıma binti Esed’i affet. Gireceği yeri/kabrini ben nebinin ve benden önceki nebilerinin hakkı için genişletiver. Zira sen esirgeyenlerin en merhametlisisin.”
Kur’an-ı erim’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelipte mağfiret dileselerdi. Onlara (sen) resul de mağfiret dileyiverseydi(n), elbette Allah’ı tevbeleri hakkıyla kabul edici çok esirgeyici bulacaklardı.” (Nisâ sûresi, âyet: 64)
Hazreti Ömer (r.a.) Peygamberimiz’in vefatından sonra Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas’ı vesile ederek Allah’tan yağmur yağmasını istemişti.
Hazreti Ömer şayet Peygamberimiz’İ vesile ederek yağmur dileğinde bulunsaydı, Peygamberimiz’den başkasıyla tevessülde bulunmanın câiz olmadığını anlatmış olurdu.
Hazreti Ömer’in, başkasını değil de Hazreti Abbas’ı seçmesi, hem Allah resûlünün yakınlarının şerefini ortaya koymak hem de daha faziletli bir kimse varken faziletçe daha aşağıda olan kimse ile tevessülde bulunmanın câiz olduğunu anlatmak içindi. Zira orada Hazreti Abbas’dan daha faziletli olan Hazreti Ali de vardı.
Netice:
Ehli sünnete göre, peygamberlerle olsun salih zatlarla olsun, hayattayken de vefatlarından sonra da tevessül câizdir. Zira hadisi şerifler buna delalet ediyor.
Tevessülü câiz görmeyenler, tevessül edenlerin Allah’tan başkasına “Benim şu işimi hallet” diye duâ ettiğini söylüyorlar. Oysa her müslüman, yaratma fiilinin Allah’tan başka kimseye ait olmadığını bilir ve böyle bir hataya düşmez.
Bir müslüman, “Şu yemek beni doyurdu, şu içecek benim susuzluğumu giderdi, şu ilaç bana şifa verdi” veya “Şu doktor bana fayda verdi” gibi sözler söylerken mecaz konuşmuş olmaktadır. Zira doyuranın, susuzluğu giderenin, şifa ve fayda verenin aslında Allah olduğunu bilir ve öyle inanır. Yemek doyurmaz Allah doyurur, ilaç şifa vermez Allah şifa verir. Yemek, su ve doktor ise vesile olmaktadır.
Aynen bunun gibi, tevessül ve vesilede de müslümanlar vesile ettiği kimselerin –hâşâ- yaratma gücüne sahip olduğuna inanmamaktadırlar. Her istediklerini allah’tan istemekte ve kulları ise sadece vesile edinmektedirler. Meselâ, “Ya rabbi Peygamberimiz’in hürmetine…” demek gibi…
Böyle söyleyenleri sapıklıkla veya küfürle suçlamak, Peygamberimiz’in “Benim ümmetim sapıklık üzerinde birleşmez” hadis-i şerifine de aykırıdır.
Çünkü bu ümmetin çoğunluğu böyle duâları devamlı yapmaktadır…