Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi Ve Sellem)İn Gaybdan Verdiği Haberler – Abdullah Hiçdönmez
İslamoğlu kendisine sorulan:
‘Efendimizin gelecekle ilgili gaybı, bilgi ile değil de kendine has basîretlerle ya da okumalarla diyerek olayları tahlil edip gelecek le ilgili sözler söylediğini buyurdunuz.
Efendimizin târih vererek gelecekle ilgili ‘okumalar’da bulunmadığını, bu işin O (sav)’ın yöntemine aykırı düştüğünü biliyoruz.
Dolayısıyla bu sizin görüşünüzü doğrular nitelikte. Ancak Ammar B. Yasir’e ‘Seni bâği bir güruh katledecek.’ buyurmalarında da bu tür bir ‘o kuma’ söz konusu mudur? Yoksa bu hâdise Efendimiz’e bildirilmiş midir? Üstelik geçiyorum Efendimizi, Hazret-i Ömer’le ilgili Efendimiz’in ‘O söyletilenlerdendir’ buyurmasını nasıl anlayalım?’ şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir:
“Aziz Talib-i ilim,
Ammar b. Yasir’e Efendimiz’in Mescid’i Nebevi’nin yapımı sırasında çok çalışmaktan dolayı bayıldığı bir sırada söylediği rivayet edilen “Seni baği bir güruh öldürecek” sözünü İmamlar ve sultanlar Kitabıma bende almıştım.
Bu rivayet senet açısından sahihtir. Bir çok sahabi bunu bildiği için Ammar’ın katlinin ardından Muaviye’nin saflarını terk edip Hz. Ali’nin saflarına geçiyor. Bu da tarihi bir bilgi. Daha ilginç bir malumat ise, Muaviye’nin kendi aleyhine olan bu hadisi red edememesi. Muaviye reddetmek yerine tevil ederek “Onu Ali öldürttü” diyor; “Ali savaşmasaydı, Ammar öldürülmezdi”. Ne yorum ama…
Bu durumda rivayet çok güçlenmekte. Eğer bu karineler olmasaydı bu rivayetten şüphe etmemiz için bir çok gerekçemiz vardı. Zira bu tür siyasal rivayetler mezhebi çatışmaların cephanesi olarak kullanılmıştır. Ve bu meyan da rivayet ırmağına hayli çer çöp atılmıştır.
Sonuçta Allah Rasulü’ne bunun Hz. Cibril tarafından bildirildiğini düşünmememiz için hiçbir neden yoktur. Bu Cebrail’in Allah’tan aldığı bir vahiy şeklinde değerlendirilemez tabi ki. Dolayısıyla “Öyle olsaydı Kur’an’a girerdi” itirazı da yersizdir. “O söyletilenlerdendi” ifadesinin bu konuyla hiçbir ilgisini göremiyorum. Bu tamamen Ömer’in basiret ve ferasetine yapılmış nebevi bir övgüdür. Bu her çağda bazı keskin görüşlü insanlara verilen ilahi bir yetenektir. Hakikaten etrafımızda da bu manada “söyletilen/konuşturulan” insanlar vardır. Hani Hz. Ali de ibn Abbas için diyor ya: “Sanki bir perdenin arkasını görüp konuşuyormuş gibi…” Ne hoş bir tavsif…”
(Geniş metin: http:// www .mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=161adresinde)
Bu konudaki reddiyemize şöyle başlayabiliriz:
İslamoğlu yine âdeti üzere muğlâk ifâdelerle sorulan soruyu başka mecraya çekip Hazret-i Mu‘âviye’ye hakāret boyutuna çıkarmayı başarmıştır. Dolayısıyla onun bu soruya verdiği cevâbı eleştirirken, Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)ın gaybden haber vermesinin yanı sıra Hazret-i Mu‘âviye ve Sıffîn vakasınada değinmemiz gerekecektir.
Buradan bizim anladığımız, İslamoğlu, Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)ın âtiye (ileriye) yönelik haberlerini iki kısma ayırıp birincisinin vahiy kaynaklı haberler olduğunu ve bunların hatâya ihtimalli olmadığını îmâ etmiştir ki buna ehl-i îman olan kimsenin bir îtirâzı olamaz.
Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşerek, bu tür vahiy tarîkiyle bildirilen haberlerin Cibrîl (Aleyhisselâm) tarafından bildirildiğini düşünüp, Kur’ân sayılması gerektiğini îmâ ediyor.
Nitekim o, bunun dışındakileri okuma (zan ve tahmin) olarak değerlendirdiği için şu ifâdeyi kullanıyor:
“Sonuçta Allâh Rasûlü’ne bunun Hazret-i Cibrîl tarafından bildirildiğini düşünmememiz için hiçbir neden yoktur. Bu Cebrâil’in Allâh’tan aldığı bir vahiy şeklinde değerlendirilemez tabî ki. Dolayısıyla öyle olsaydı Kur’ân’a girerdi îtirâzı da yersizdir.”
Görülüyor ki İslamoğlu vahyi sâdece Kur ’ân olarak görüp, onun dışındaki peygamber haberlerini ise okumalar olarak değerlendiriyor.
Bu da Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Kur’ân dışındaki ifâde ve haberlerinde hatâ ihtimâli bulunabilmesini gerektiriyor. Bu ise Peygamberin sâdece âtiye dönük haberlerinde değil, Kur’ân dışındaki dîne müteallik beyanlarında da hatâ ihtimâli olmasını gerektiriyor.
Peki ama Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) âtiye yönelik haberlerinde hiç mi hatâ yapmaz?. Evet, hiç hatâ yapmaz. Çünkü bu tür haberler kendisine kesinlikle vahiyle bildirilmiştir. Şu kadar var ki bunlar vahy-i metlüv (namazda tilâvet edilebilir) olarak değerlendirilmediğinden Kur’ân olarak görülemez.
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) din işleriyle ilgili meseleler de kesinlikle önce vahyi bekler, ona göre hareket ederdi. Şayet vahiy gelmezse, bâzen kendi ictihadına göre hareket eder, bâzen de Sahâbeyle istişâre ederdi. Zâten bu durum da üç ihtimal oluşurdu.
1) Vahiy o ictihâdı daha sonra onaylardı.
2) İctihâdın lehine veyâ aleyhine dâir bir vahiy gelmezdi. Bu da ulemânın ittifâkıyla Allâh-ü Te‘âlâ’dan onay sayılırdı.
3) Yapılan ictihâdın hilâf-ı evlâ olduğuna (en uygun tavır olmadığına) dâir vahiy gelirdi. İbn-ü Ümmi Mektûm kıssasında olduğu gibi.
Peki, neden âtiye dâir meselelerde Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in verdiği haberler tahmin (okuma) sayılamaz? Çünkü hiçbir peygamberin işi tahmincilik yapmak değildir. Onların işi ancak Allâhu Te‘âlâ’dan aldıkları vahyi insanlara bildirmek, vahyin gelmediği zamanlarda ise doğru bildiklerini insanlara aktarmaktır.
Tabî ki ikincisinde beşerî vasıfları öne çıktığı için bâzen umdukları gerçekleşmemiş olabilir. Nitekim Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Medîne’deki hurma ağaçlarının aşılanmasına engel olması hâdisesinde bu yaşanmıştır.
Dikkat edilecek olursa, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in vahiy dışı önermeleri ya din dışı günlük olaylar hakkında ya da dîne müteallik olsa da vahiy gelmediği için, ictihat etme zorunluluğu doğan hâdiselerde vukû bulmuştur.
Hazret-i Ammâr’ın bâğîler tarafından şehit edileceğini bildirmesi de ictihad ihtiyâcı hissedilen şeylerden biri değildir.
Dolayısıyla bu haber olsa olsa vahiyle kendisine bildirilmiş, Oda bunu ümmete bildirmiştir.
Günümüzde Süleyman Ateş ve benzerlerinin Müslümanların kafalarına kuvvetlice yerleştirmek istedikleri şeylerin başında gelen husus, Kur’ân dışındaki Peygamber haberlerinin, günün şartlarına göre söylenmiş birtakım okumalar olduğu savıdır. Anlıyoruz ki İslamoğlu da bunlarla aynı çizgide yürümektedir.
Tabî bunun sonucu olarak da, tevâtür yoluyla geldiği için bir sünnetin sübûtunda şüphe olmasa bile, haddizâtında o bir okuma ve tahmin olduğu için devre dışı bırakılabilecek bir şeydir.
İşte bu kafa, kadınların şâhitlikteki nisâbı, recm cezası, kadınların mîrasta erkeğin hissesinin yarısını alma meseleleri gibi daha birçok şer‘î hükmü bu mantıkla dışlamışlardır. Rabbim başta akl-i selim, sonrasında insaf versin.
Bu adamın Hazret-i Mu‘âviye hakkında ki edepsizce sözlerine gelecek olursak; tabî ki önce Ehl-i Sünnet ölçüsüyle Sıffîn Vakasına ve Hakem Olayına bir göz atmakta fayda var.
Sıffîn Savaşı, Râşid halîfelerin dördüncüsü olan Ali (Radıyallâhu Anh) ile onun halîfeliğini kabul etmeyen Şam vâlisi Mu‘âviye ibni Ebî Süfyân (Radıyallâhu Anhümâ) arasında çıkmıştır.
Bu savaş h.37/m.657 yılında, Fırat havzasında bulunan Rakka’nın doğusundaki Sıffîn denilen yerde yapıldı ve bu savaşta yetmiş bin Müslüman şehit olmuştur. Savaşın çıkış sebebi, bir konudaki ictihat (görüş) farklılığına dayanıyordu ki, bu konu siyâsî bir konu olduğu için savaşla sonuçlanmıştır. Yoksa bu ictihat farkı sırf ilmî olsaydı, kitap üzerinde kalmış olacaktı.
Savaşa giden yol özetle şöyle gelişti: Osmân (Radıyallâhu Anh) halîfeyken Medîne-i Münevvere’ye bir grup isyancı geldi. Uzun bir müddet Osmân (Radıyallâhu Anh)ı kuşatma altında tuttuktan sonra, o grubun içinden birisi veyâ birileri Osmân (Radıyallâhu Anh)ı şehit etti. Bunun üzerine Ali (Radıyallâhu Anh) halîfeliğini îlân etti ve Osmân (Radıyallâhu Anh)ın kātilini aramaya başladı. Ancak o isyancı grup içinde bizzat kātilin kim olduğu tespit edilemiyordu. O zaman Şam vâlisi olan Hazret-i Mu‘âviye adâlet-i izâfiyeyi savunup:
“Milletin selâmeti için kulun hukuku fedâ edilir” diyerek, o isyancı grubun tamâmının cezâlandırılmasını istemişti. Ali (Radyallâhu Anh) da adâlet-i mahzayı savunarak: “Hak haktır. Ferdin hukûku hiçbir şeye fedâ edilemez” demiş ve o isyancıların içindeki asıl kātil veyâ kātillerin tespit edilmesi için çalışmaları sürdürmüştü. Kātilin tespiti gecikince rahatsızlık had safhaya vardı. Arada İslâmiyetin zayıflığını isteyen fitnecilerin de körüklemesiyle iki tarafın ordusu karşı karşıya geldi.
Aslında gerek Hazret-i Osman’ı şehit eden gerekse iki taraf arasındaki görüş farklılığını savaşa dönüştüren, Yahudi İbni Sebe ve yandaşlarıydı
Şöyleki; Hazret-i Ali’nin elçisi Şam’dayken, Müslümanların birleşmesini istemeyen İbni Sebe taraftarı fitneciler: “Ali Osman’a zulüm etmiş, memleketleri ele geçirmiş, pek çok asker toplayarak bu tarafa hücûm edip, bütün Şam ahâlisini katledecekmiş. Ona Mu‘âviye’den başka kimse mânî olamaz. Derhal onun etrâfında toplanıp müdâfaaya hazır olunuz!” diyerek çeşitli kışkırtıcı faâliyetlerde bulundular.
Böylece Şam ahâlisini Hazret-i Ali’ye karşı harekete geçirdiler. Şam halkı arasındaki karışıklığı gören Hazret-i Ali’nin elçisi Kûfe’ye dönünce olanları Hazret-i Ali’ye anlattı. Hazret-i Ali gönderdiği elçinin bu şekilde geri dönmesi sebebiyle Şam üzerine yürümek gerektiği ictihâdında bulundu ve ordu hazırladı. Bu târihî olay iyi tahlil edildiğinde görülür ki gerek Şî‘a’nın, gerekse Hâricîliğin doğması İbni Sebe denen Yahudi’nin fitneleri neticesinde olmuştur. Bu arada Cemel Vak‘ası da yaşandı.
Bu olaydan sonra Kûfe’ye yönelen Ali (Radıyallâhu Anh) Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh)a elçi göndererek, Sahâbeden Muhâcirlerin ve Ensârın (Radıyallâhü Anhüm) kendisinin halîfeliğini kabul ettiklerini; onun da kabul edip itaatini bildirmesini istedi. Hazret-i Mu‘âviye kendisine elçi olarak gelen Cerîr ibni Abdillâh (Radıyallâhu Anh)ı oyalayarak Amr İbni’l-Âs (Radıyallâhu Anh) ile istişârede bulundu ve Hazret-i Osman’ın kātilleri derhal cezâlandırılmadığı takdirde ordusuyla üzerine yürüyeceğini belirtti. Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) seksen beş bin kişilik bir orduyla Şam’dan yola çıktı.
Ali (Radıyallâhu Anh) ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Kûfe’den Sıffîn’e doğru harekete geçti. Ali (Radyallâhu Anh) Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh)a elçiler göndererek, onu bu tutumundan vazgeçirmek istedi. Ancak olumlu bir cevap alamadı.
İki ordu birlikleri arasında bâzı ufak çarpışmalar sürerken, hicretin 37. senesi Muharrem ayının sonuna kadar anlaşma yapılabilmesi için elçiler gidip geldi. Fakat barış yolunda bir gelişme sağlanamadı.
Safer ayının ilk günü savaş tekrar başladı. Ali (Radyallâhu Anh)ın şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr ibni’l-Âs (Radıyallâhu Anh), Şam’lı askerlere “Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın” dedi. Bu emri yerine getiren askerler Ali (Radıyallâhu Anh) tarafına: “Aramızda Allâh’ın Kitâb’ı hakem olsun” diye seslendiler.
Amr ibni’l-Âs (Radıyallâhu Anh)ın tedbiri etkisini göstermiş ve Irak’lı askerler: “Allâh’ın kitabına yapılan çağrıya icâbet edelim” demeye başlamışlardı.
Hazret-i Ali (Radıyallâhu Anh) bunun bir savaş hîlesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Her iki taraftan birer hakem seçilerek, Kur’ân’a uygun kararın çıkartılması istendi. Ali (Radıyallâhu Anh)ın tarafında bulunanlar bunu memnûniyetle karşıladılar. Şam’lılar Amr ibni el-Âs (Radıyallâhu Anh)ı, Ali (Radıyallâhu Anh) tarafındaki Iraklılar da Ebû Mû sâ el-Eş‘arî (Radıyallâhu Anh)ı hakem tâyin ettiler. 37. yılın Safer ayında Düvmetü’l-Cendel’de bir araya gelerek karar verirken esas alınacak prensipleri içeren “Tahkimnâme”yi kaleme aldılar. Bu olaya İslâm tarihinde “Hakem Olayı” denir.
Bu olayda Ehl-i Sünnet’in tavrı, İslamoğlu ve Şî‘a’nın yaptığı gibi her hangi bir tarafın yanında olarak diğer tarafı tahkir etmek olmamış, bilakis Ehl-i Sünnet âlimleri bunun bir ictihad ayrılığı olduğunu söylemişlerdir. Her müctehidin kendi ictihâdına uyması lâzım olduğu için ayrılık kaçınılmaz olmuştur, yoksa dünya hırsı için olmamıştır. Bu durumda isâbet eden Ali (Radıyallâhu Anh) tarafı iki sevap, ictihat hatâsı işleyen Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) tarafı ise bir sevap almıştır.
İmâm-ı Şâfi‘î (Radıyallâhu Anh) bu konuda: “Allâh-u Te‘âlâ ellerimizi o kanlara bulaştırmadığı gibi biz de dilimizi karıştırmayalım.” buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki, onlardan herhangi biri hakkında mutlak mânâda: “Hatâ etti” demek bile câiz değilken onlar aleyhinde nasıl konuşuruz. Hele bir de İslamoğlu’nun yaptığı gibi istihzâ etmek ne büyük bir terbiyesizliktir!
Cenâb-ı Hakk bizzât Kur’ân âyetiyle onlardan râzı olduğunu beyân etmiştir, nitekim:
“(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu pek büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe Sûresi:100) âyet-i kerîmesi bu hakikati nâtıktır.
Yine böylece:
“(Mekke fethiyle gelen zenginlikten sonra) içinizden (yardım yapan ve cihad edenlerle,) o fetihten önce (İslâm ehli zayıf ve yardıma muhtaç durumdayken) infak etmiş olan ve savaşmış bulunan kimseler eşit olmaz!
İşte sana! Onlar, o daha sonra infak etmiş olanlardan ve savaşmış bulunanlardan derece bakımından daha büyüktür(ler)!
Yine de Allâh (derece farklılıklarına rağmen) hepsine o en güzel sevab (olan cennet mükâfatların)ı söz vermiştir.” (Hadîd Sûresi:10) âyet-i celîlesi sahâbe-i kirâmın tümünün cennetlik olduğunu açıklamıştır.
Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de tüm sahâbeyi tezkiye etmiş ve İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyet ettiği bir hadiste:
“Ashâbım (gökteki) yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidâyete ulaşırsınız.” (Beyhakî, el-İ‘tikād, sh:319; İbni Abdil berr, Câmi‘u beyâ ni’l‘ılm, no:1760, 2/925) buyurmuştur.
İslamoğlu’nun dalga geçtiği Hazret-i Mu‘âviye’nin kim olduğuna ve Sahâbe arasındaki konumunun beyânına gelince:
Hazret-i Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Ebû Süfyan (Radıyallâhu Anh) ile Hind (Radıyallâhu Anhâ)ın oğludur. Kendisi Mekke’nin Fethi’nden önce Müslüman olduğunu ve bunu âilesinden gizlediğini söylemiştir. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesi’ne katılmış ve ganîmetten pay almıştır.
Sahih hadis kitaplarının rivâyetine göre, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) hakkında hayır duâ etmiş ve Ömer (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) için:
“Ey Allâh! Onun sebebiyle (insanları) hidâyete ulaştır!” (Tirmizî, Menâkıb:48, no:3843, 5/687) buyurmuştur.
Başka bir rivâyette de:
“Ey Allâh! Onu, hidâyete erdirilmiş bir hidâyetçi kıl ve onun sebebiyle (insanları) hidâyete ulaştır!” (Tirmizî, Menâkıb:48, no:3842, 5/687)
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) devri, İslâm fetihlerinin devâm ettiği bir devirdir. Velhâsıl; Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) da dâhil olmak üzere hiçbir sahâbî hakkında, yaptıklarından dolayı itham ve sû-i zan edilemez. Bu, hem Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hadisleri ile hem de Ehl-i Sünnet âlimlerinin ittifâkı ile câiz değildir ve böyle yapanlara lânet edilmiştir.
Nitekim Abdullah ibni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
“Ashâbıma hakaret edene Allâh lânet etsin!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, no:13588, 12/434) buyurmuştur.
Hazret-i Mu‘âviye İslam’ın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulunmuştur.
Sicistan, Sûdan, Afganistan, Buhâra, Hindistan’ın kuzey kısmı,Tunus onun zamânında fethedilmiş, Kıbrıs Bizanstan kurtarılmış, Kudüs geri alınmıştır.
Yine onun döneminde İstanbul kuşatılmış, her sene yüklü vergi ödenmesi şartıyla kuşatma kaldırılmıştır.
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Peygamberimiz’den çok hadîs rivâyet etmiştir ki, Buhârî ve Müslim dâhil bütün sahih kaynaklarda onun rivâyetlerine yer verilmiştir. Aynı zamanda kendisi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in kâtiplerindendir.
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Huneyn gazâsında Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in önünde babası ile birlikte kahramanca çarpışmış, Tebûk gazvesine katılmış, Vedâ Haccında da bulunmuştur.
Hazret-i Mu‘âviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Üzerinizde uzun zaman yönetici olarak kaldım ve sizi usandırdım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler! Kim Allâh-u Te‘âlâ’ya kavuşmak isterse, Allâh-u Te‘âlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rabb! Sana kavuşmak istiyorum, Sana kavuşmamı nasîb eyle! Beni mübârek ve mes‘ûd eyle!”
Artık biz, İslamoğlu gibi dili uzunları ve onu dinlemekte ısrarcı olanları Allâh için uyarmış bulunduk. Âyetleri tahriften, şer‘î hükümleri tağyirden, Ikrime ve Taberî (Radıyallâhu Anhümâ) gibi büyüklere iftirâdan ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbına hakaretten tevbe ederlerse, Allâh-u Te‘âlâ’nın mağfiretini sınırlayacak kimse yoktur, değilse:
O zulmetmiş olan kimseler pek yakında bilecekler!
Nasıl bir dönüş yerine devrilip gidecekler!
Vesselam…