Din, Şeriat, Mezheb ve yeni tefsirler…
Allah indinde tek ve hak dinin İslam olduğu mâlum. Onun için ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselam’dan, son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’ne kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din İslamdır. Yani bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği inanç sistemi aynı.
Özde, inançta farklılık olmamakla beraber peygamberden peygambere şeriatlarda bazı farklılıklar vardı.
Meselâ Âdem Aleyhisselam zamanında insanlık tarihi yeni, insanlar da az olup bütün insanlar tek anne-babanın evladı oldukları için, insanların çoğalması için kardeşler arasında evlilik câiz kılınmıştı.
Fakat şöyle de bir durum vardı:
Havva Vâlidemiz her doğumda ikiz çocuk doğuruyordu. İkizlerin birbirleriyle evlenmeleri ise câiz değildi. Her bir ikiz başka ikizlerle evleniyordu.
Âdem ve Havva evlatlarının evlenmeleri konusunda ikinci rivâyet de şöyledir:
Hazreti Allah (.c.c) Havva Vâlidemiz’de iki rahim yaratmıştı. Aynı rahimden doğanlar değil ayrı rahimden doğanlar birbirleriyle evlendiriliyorlardı.
Daha sonra insanlar çoğalınca, sonraki peygamberlerin şeriatlarında aralarında bu derece yakınlık olanların evlenmeleri yasaklandı.
Ve meselâ Yâkub Aleyhisselam zamanında, bir erkeğin iki kız kardeşi bir arada nikâhlanması câizdi.
Hazreti Mûsâ’nın şeriatında hayvanların içyağları haramdı. Cumartesi günü balık avlamak yasaktı.
Bu hükümlerin hiç biri bizim Peygamberimiz’in şeriatında yoktur…
Şeriatlar arasında böyle ayrı hükümler olduğu gibi, İslama ait mezhebler arasında da ayrı ayrı hükümlerin olması hem normal hem de câiz ve meşrûdur.
Mezhebler peygamberlerin şeriatları gibidir. Mezheb imamlarının ihtilafları, insanların ibâdet ve amelde sıkışmamaları ve güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef tutulmamaları için müslümanların üzerlerine yayılmış ilâhî bir rahmettir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmet (vesîlesi) dir” buyuruyorlar. Onun kolaylık üzerine kurulmuş olan şeriatı, müctehid imamların ihtilafları vesilesiyle genişlemiş olmaktadır. Şeriat, suyu tatlı çok geniş bir göl gibidir; hangi tarafından su alıp içilse istifade edilir.
Nitekim, Taberânî’nin merfû olarak rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“Benim şeriatım üçyüz altmış yol üzere gelmiştir. Bir kişi bu yollardan birine girecek olsa kurtulur.”
Nitekim, İslam mezhebleri dörtten ibâret değildi. Başlangıçta çok mezheb vardı, diğerlerinin tâbîleri kalmadığı için bugün sadece dört hak mezhebin mensubları bulunmaktadır.
Hadis-i şeriflerde önce şer’î meselelerde ihtilafın meydana geleceğinin haber verilmesi, sonra mezheplerin meydana çıkması aynı zamanda sevgili Peygamberimiz’in bir mûcizesidir.
Mezheb imamlarının ihtilafları dinin aslî hükmü olan tevhid inancında değildir. Bu zatlar, dinden olduğu açıkça bilinen şer’î hükümlerde ve Peygamberimiz’den tevâtür yoluyla gelen hadis-i şeriflerde bildirilen aslî meselelerde ihtilafa düşmüş değillerdir. İhtilaf teferruattadır.
Bize düşen, her biri büyük âlim olan müctehidlerimizin sözlerini anlamaya çalışmaktan ibarettir. Çünkü onlar, kuru zan ve tahmin üzere hüküm vermiş değillerdir. Onların yaşadıkları zaman Peygamberimiz’in zamanına yakın olup dayandıkları kaynak ve bilgiler güvenilirdir. Kılı kırk yararcasına takvâ sahibi olan o mübârek zatlar, doğruya ulaşmak için ömürleri boyunca mesâî harcadılar.
Bu zamanda onlardan ayrı ictihad yapmaya kalkışıp yeni hüküm koymaya kalkışmak, günaha girmenin ötesinde maskaralık olur.
Buna rağmen, zamanımızda, sayıları az da olsa câhillikleri, akıllarının noksanlığı, kendini beğenmişlikleri ve haddini bilmezlikleri sebebiyle, kendilerini ictihad mevkîinde gören bazı zavallılar bulunmaktadır. Şeytanın maskarası olan bu makûle kimseler, hadlerini bilmemeleri bir tarafa, bu ümmeti sapıtmış bir kalabalık, kendilerini de uyulacak bir hâmî ve yegâne âlim zannediyorlar.
Kör satıcının kör alıcısı her zaman ve her devirde bulunur. Tabii ki bunların da etraflarında kalabalıklar olacaktır ve oluyor. Kendileri gibi ihlas ve samimiyetten nasipsiz bu tâbîler, bu âlimcikleri pohpohladıkça, onlar da “Lâ şey” olan kendilerini bir şey zannediyorlar.
Bilgi ve şuur kıtlığı sebebiyle bunların halini anlamaktan uzak olup ilimde ayak takımı olanlar ile hidâyet damarı kopuk olanlar, onların bekledikleri her türlü itibarı gösteriyorlar. Bu da zaten şeytanın onları “Ne oldum delisi” yapmasına yetip artıyor.
Mübârek mezheb imamlarımızı beğenmeyen ve kendilerini onların seviyesinde gören bu sefih ve o nisbette sefil insanlar, ekseriyetle büyük şehirlerde ve belli mekanları tutmuş bulunuyorlar.
Bunlar, sünnîlikte takiyye olmamasına ve Türkiye’de bulunmalarına ve sünnî müslümanları hedef almalarına rağmen takiyyeyi gayet iyi kullanırlar. Bulundukları mecliste bir mesele açılsa, ehl-i sünnet olduklarını, -Türkiye müslümanlarının ekserisi Hanefî olduğu için- kendilerinin Hanefî olduğunu söylerler. Yani takiyyenin dikâlâsını yaparlar.
O kadar Hanefîdirler ki (!) İmam-ı Âzam Hazretleri’nin ictihadlarına dudak bükecek kadar…
Onları bazı hallerinden tanırsınız. Tevazu görüntüsü içinde oklava yutmuş gibi kibirlidirler. Kitaplarını okuyarak yetiştikleri geçmiş ulemâya karşı edepli ve hürmetli değillerdir. Doğru fikirlere karşı saldırgan, kendi yanlış ictihadlarını ileri sürmekte ise son derece cüretkârdırlar.
En kötü tarafları da en doğru bilgilerin kendi kanaatları olduğunu düşünmeleridir. Onlara göre, mezheb imamlarımıza uyanlar yanlış yolda olup zamanı geçmiş hükümlerde israr edip durmaktadırlar.
Halbuki kendi şahsî vaziyetleri ele alınacak gibi değildir. Amel yönünden takvâ ile yakından uzaktan alâkaları yoktur. Tersine, çeşitli fısk u fücürü irtikab ederler. Işledikleri yüz kızartıcı suçlar maddeten mânen kayıtlara geçtiği halde ne Allah’tan korkar ne kuldan utanırlar. Bu hallerine bakmadan, isim vermeksizin mezheb imamlarını küçümser ve “Biz dinimizi kitap ve sünnetten başka bir yerden almayız” derler.
Kalb gözleri o kadar perdelenmiştir ki, ilmin kâidelerini eski âlimlerin koyduğunu bile hatırlayamazlar. Dolayısıyla hak ile bâtıl arasındaki farkın farkında olamazlar.
Âhırzamanda her türlü kötülüğün bulunduğunu unutur, en iyi asrın bu asır olduğunu söyler, bu asrı överek Peygamberimiz’in sözüne itiraz ettiklerinin de farkında olmazlar. Bu asrın teknoloji asrı olduğunu, teknolojinin nimetleri sayesinde geçmiş âlimlerden daha fazla ilim elde edilebileceğini söylerler.
Bu halleri, ne yazık ki daha dünyadayken farkında olmadan ayaklarının kaymasına ve çoğunun yavaş yavaş frenk hayranlığına doğru yol almasına sebep olmaktadır. Işte bu maalesef belâların en büyüklerindendir.
Bu makûle kimselerin Peygamberimiz’le ne derece ters düştüklerinu, şu hadis-i şerifler ne güzel anlatmaktadır:
“İnsanların hayırlısı benim asrım (da yaşamış bulunanlar) dır.”
“ Halkın hayırlısı benim asrım(da yaşamış bulunanlar)dır. Sonra onları takiben gelen, daha sonra onların peşinde olanlardır.”
Işin doğrusu budur ve mesele onların söylediği gibi değildir.
Sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiînin yaşadığı üç asırda dine bağlılık son derece kuvvetli idi. Onun için en hayırılı zaman bu üç zamandır…
Dine câhillikle bağlılık olamayacağı, olsa bile câhilce yapılan bağlılığın Allah indinde değerli olmadığı açıktır. Öyleyse bu üç asır bizzat Peygamberimiz tarafından övüldüğüne göre, ilim cihetinden ileri olan da aynı asırlardır. Zaten tarih de aynı şeyi söylemektedir. Böylece bizim “Evvel yoğiken yeni çıkan” bu nevzuhur âlimciklerimizin söylediklerinin hava-civa olduğu meydana çıkmaktadır.
Âhırzamanda dinin zayıflayacağına dair birçok hadis-i şerifler vardır. Nitekim zamanımızda buna gözlerimizle de şâhid olmaktayız.
Hem İslâmî ilimlerin çok yüksek olması hem de insanların azgınlık içersinde yüzmesi düşünülemez. Bir zamanda gerçek âlimler çok olursa dine bağlılık da çok olur. Öyleyese, şimdiki müctehid taslakları kendi peşlerinde giden kimselerin hallerine bakıp kendi eserlerinden kendi vaziyetlerini görebilirler.
Bunların şahsî vaziyetleri de mechulümüz değildir. Meselâ, bu kimselerin imandan sonra İslamın ilk emri olan namazı terk ettiklerini görüyoruz.
Kendileri namazsız âlim, hedefledikleri de ibâdetsiz İslam…
Eh… Böyle çalışmanın meyvesi de ona göre oluyor. Dikkat ederseniz, bunların peşinden gidenlerin bol bol konuştuklarını fakat konuştukları kadar ibâdet etmediklerini görürsünüz.
Bu asrî âlimlerin ağızları lafla, cepleri parayla doludur. Cepleri para dolu olmayanların da kalpleri para doludur.
Ama onlara sorarsanız, zihinleri devamlı çalışmakta, müslümanlara hizmetle yanıp tutuşmaktadırlar. (!)
Onlara göre, Kur’an-ı Kerim asrın zevklerine göre tefsir edilmelidir. Eski tefsirler geçmiş asırların zevklerine göre yazılmıştır. Bu asrın zevkine cevap verememektedir. Çünkü bu asırda durum değişmiş insanların zevkleri de farklı duruma gelmiştir.
Halbuki, şer’î hükümler bütün asırlar için aynıdır. İnsanların zevklerine göre Kur’an tefsiri yapılmaz. Zevkler İslama uygunsa, arzusunu mevcut tefsirlerde bulabilir. Bir tefsir düzgün yapılmışsa, iman sahibi olan her insan ondan zevk alır. Işte gereçek zevk budur. Tefsirler insanlara değil insanlar tefsirlere uymalıdır. Kur’anın, geçmiş asırlara göre bir mânası, bu asra göre ayrı bir mânası yoktur.
Kur’an-i Kerim’i kendi aklına, kendi anlayışına göre tefsir etmek zaten imanın gitmesine sebep olacak kadar tehlikelidir.
Zamanımıza göre ayrı mâna vererek değişik bir tefsir yapılamaz ise de zamanımızın lisanına uygun olarak daha rahat anlaşılabilecek tefsirler elbette yapılabilir. Kendilerini tenkit ettiğimiz kimseler de söz olarak bunu söylüyor ve “Biz Kur’an’a değişik mâna vermek istemiyoruz; daha rahat anlaşılacak şekilde olsun istiyoruz” diyorlar ise de icraatları sözlerinin tam tersidir.
Evet biz onların sözleriyle icraatlarının aynı olmadığını görüyoruz. Birkaç kişi bir araya gelip tefsir adı altında kaleme aldıkları eserler, tefsirden başka her şeye benziyor. Muharref İncil, muharref Tevrat demeden nerede ne görmüşlerse, doğruluğuna-yanlışlığına bakmadan tıka-basa çorba bilgileri adına tefsir dedikleri basılı sahifelere dolduruyorlar/doldurmuşlar.
Sahifeler tıka-basa dolarken ceplerin boş kalması olur mu? Elbette olmaz. Beyefendilerin kendileri dolu insanlar olduğu için boşluktan hazzetmiyorlar. Onların cepleri de dolu olmalıdır. Nitekim doluyor da. Böylece yeni tefsir yazmakla niyet ve kasıtların ne olduğu ayan beyan açığa çıkmış oluyor…
Bir de onların beğenmedikleri mübârek müctehid imamlarımızı düşünelim…
Zühd ve takvâca çok ileride, malca halkın en gerisindeydiler. Imam- ı Âzam ve bazı âlimlerimiz gibi zengin olanlari ise bu zenginliklerini depdepede kullanmamış, malı ilim yolunda, hayır hasenat yolunda kullanmış, o zenginlik ibâdetlerinde hiç bir eksikliğe sebep olmamıştır…