BU KUR’AN’DA VAR MI? – Ekrem Buğra Ekinci
Sünnet, lügatta yol, çığır, kanun ve âdet gibi manalara gelir. “Men senne sünneten haseneten felehu ecrüha ve ecrü men amilehâ”, yani “Kim iyi bir çığır açarsa, o çığırda gidenlerin sevabı ona da verilir” mealindeki hadîs-i şerifte böyledir.
Tabir olarak sünnet, Resûl aleyhisselâmın yapılmasını emredip övdüğü yahud yaptığı veya yapılırken görüp de mâni olmadığı işlere denir. ‘Kitap ve sünnet’ beraber söylenince, kitap, Kur’an-ı kerim, sünnet de hadîs-i şerîfler demektir. ‘Farz ve sünnet’ denince, farz, yapılması lâzım gelip yapmayana azap vaad edilen; sünnet ise yapılması tavsiye edilip, yapmayana azap olmayan işlerdir.
Şefaat
Sünnet kelimesi yalnız olarak kullanılınca İslâmiyetin bütün hükümleri demektir. Mesela, “sünneti en iyi bilen imam olur” sözü bunun misalidir. “Sünnetimi terkedene, şefaatim haram oldu” hadîs-i şerifindeki sünnet de budur. Yoksa şer’î hükmü sünnet olan bir amel terkeden, mesela beş vaktin sünnetlerini özürsüz kılmayan, peygamberin umumî şefaatinden mahrum kalmaz; belki bu sünnete mahsus şefaatten mahrum kalır. “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir” hadîs-i şerifi bunu göstermektedir.
Erkek çocukların ‘hitân’ denilen çocukluk mürüvvetine bizde sünnet adı verilmesi, bunun peygamber sünneti olduğundandır.
Kur’an’da var mı?
Cenâb-ı Peygamber’in sünneti, İslâm dininin, Kur’an-ı kerimden sonra ikinci aslî delilidir, kaynağıdır. Kur’an-ı kerimdeki nice âyet-i kerime, sünnete uymayı emreder:
“Ey Resûlüm, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. De ki: Allah’a ve peygambere itaat edin! Yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah inkâr edenleri sevmez” (Alü İmrân: 31-32);
“Ey iman edenler! Allaha ve Peygamberine ve sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz!” (Nisa: 59);
“Sizin için Resûlullah’ta en güzel bir numune vardır” (Ahzâb: 21)
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkek ve kadına o işte artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb: 36);
“Peygamber size neyi verdiyse alın; neyi yasakladıysa kaçının!” (Haşr: 7)
Şu halde sünnet ile sâbit bir meselede, “Bu Kur’anda var mı?” sualine rahatça ‘Evet’ cevabı verilebilir. Çünki sünnet meşruluğunu Kur’an-ı kerimden alır.
Hikmet
Resûlullah aleyhisselâm, “Bana Kur’an verildi. Onunla beraber onun misli de verildi” buyurdu (Ebû Dâvud). Burada Kur’an-ı kerimin misli (benzeri), sünnettir. Nitekim aşağıda meâlleri verilen altı âyet-i kerimede, hemen Kur’an-ı kerimin yanında zikredilen hikmet kelimesinin de sünnete delâlet ettiğini müfessirler bildiriyor:
“Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik” (Bakara: 151);
“Allah’ın, üzerinizdeki nimetini, size nasihat vermek üzere indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın!” (Bakara: 231);
“Kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur” (Alü İmrân: 164);
“Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir” (Nisâ: 113);
“Allah’ın evlerinizde okunan âyetlerini ve hikmeti anın!” (Ahzâb: 34);
“Onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur” (Cum‘a: 2).
Demek ki Resûl aleyhisselâma gelen vahy, sadece Kur’an-ı kerime münhasır değildir. Kur’an-ı kerim hâricinde de ilahî vahye muhatabdır. Buna istinaden Kur’an-ı kerimde bulunmayan hükümler koymaya salahiyetlidir. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: “O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder; onları kötülükten men eder onlara temiz ve tayyib (hoş) şeyleri helâl; pis ve çirkin şeyleri haram eder” (A’râf: 157); “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allah ve Resûlünün haram ettiklerine haram demeyen ve hak olan İslâm dinini kabul etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabul ettiklerini veya Müslüman olduklarını bildirinceye kadar muharebe ediniz” (Tevbe: 29). Nitekim vahy sona erdikten sonra Cenâb-ı Peygamber 3 ay kadar yaşamış; bazı şeyleri emretmiş; bazı şeylerden yasaklamıştır. Eğer ahkâm, Kur’an-ı kerim âyetlerine münhasır olsaydı, emir ve yasak koymaz; hatta “Benden sonra sünnetime ve Hulefâ-i Râşidînimin sünnetine sıkı sarılınız” buyurmazdı (Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Davud, Dârimî, Müsnedü Ahmed).
Şerefli vazife
Resûlullah aleyhisselâmın kavl, fiil ve takrirlerini bildiren sözlere hadîs-i şerîf denir. Bunlar, Peygamber’in şerefli arkadaşları sahâbe-i kiram vâsıtasıyla günümüze kadar gelmiştir. Sahâbe-i kiram olmasaydı, din ayakta kalamazdı. Hak Teâlâ onların hepsine büyük mükâfatlar versin ki, Kur’an-ı kerimi toplayıp bu zamana kadar intikaline hizmet ettikleri gibi, sünnet-i nebevîyi öğrenmemize de onlar vesile olmuştur. Sahâbenin talebesi olan âlimler de, bu hadîsleri zamanımıza kadar doğru olarak nakletmeyi şerefli bir vazife addetmiştir.
Sünnet-i nebevî, dinin müstakil bir kaynağıdır. Kur’an-ı kerimin bütün hükümleri, emr-i vücûbî (farz ve haramı) bildirmediği gibi; Sünnet-i nebevî de, farz ve haramı bildirebilir. Mesela akidleri yazmak, talâkta 2 şâhid tutmak, kıraate başlarken eûzü çekmek âyet-i kerime ile sâbittir; ama hükmü sünnettir.
Cenâb-ı Peygamber, tayyip şeyleri, helâl veya habis şeyleri, haram kılar. Ümmete ma‘rufu emreder; münkeri yasaklar. Hayızlı kadına namaz ve orucu men etmiş; deniz mahsullerinin yenmesini yasaklamıştır. Âyet-i kerimede kendiliğinden ölen hayvan ve kan yemek haram kılındığı halde; Resûl-i Zîşan, balık eti ile karaciğer ve dalağı helâl kılmıştır. Şeriat ahkâmının büyük ekseriyeti, sünnet-i nebevî ile sabit olmuştur.
İster âyet-i kerime, ister hadîs-i şerif ile olsun; açıkça yapılması emredilen işlere farz; yapılmaması emredilen işlere haram denir. Bunun dışında, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde yapılması tavsiye edilen şeylere sünnet veya müstehab denir. Bir şeyin farz veya haram; sünnet ya da mekruh olduğu, Resûlullah’ın tatbikatı ile anlaşılır. O, dinin bütün hükümlerini bizzat şahsında tatbik ederek, insanlara en güzel bir numûne, Kur’an-ı kerimin tabiriyle “üsve-i hasene” teşkil etmiştir.