Bir tefsirin(!) yanlışlarına iğne deliğinden bakış…
Öyle tefsirler vardır ki, insan onu okurken aldığı zevkten dolayı elinden bırakmak istemez. Öyleleri de vardık ki, ismi tefsir olduğu halde gerçekte tefsir olmaktan uzaktır. Elinize alır almaz bırakmak istersiniz. Düzgün tefsirler insanı bilgilendirip olgunlaştırırdığı halde diğerleri okuyucusunu mânen mahveder.
Birkaç sayıdan beri bahsettiğimiz ve yanlışlarını yaza yaza bitiremediğimiz, Muhammed Esed’in kaleme aldığı Kur’an Mesajı isimli sözümona meal-tefsir işte böyle bir tefsir.
Yanlışlarını yaza yaza bıktık ve bitiremeyeceğimize kanaat getirdik. Onun için bu yazımız bu meal-tefsir hakkında yazdığımız son yazı olsun istiyoruz. Çünkü, Kur’an Mesajı o denlü yanlışlarla dolu ki, tam ve eksiksiz bir tenkit yapacak olsak, yapacağımız tenkit, kitabın kendisinden büyük olacak. En iyisi, bu yazıyla bu işe son verip gerisini okuyucuya bırakmak…
Şimdi kitaptaki yanlışlar yığınından bazılarına madde madde işaret etmeye çalışalım:
1- Önce Bakara sûresinin 73. âyetine bakıyoruz. Âyetin doğru mânâsı şöyle: “…İşte böyle Allah Teâlâ ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir.”
Muhammed Esed’in verdiği yanlış mânâ da şöyle: “Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir ki (bunu görüp) muhakemenizi kullanmayı öğrenebilesiniz.”
Meseleyi daha açık ifade edelim ki ilim ehli hayretten küçük dilini yutsun. Duyduk duymadık demeyin! Esed, âyetteki “yuhyillâhü’l-mevtâ” ibâresine “Allah canları ölümden korur” mânâsı veriyor.
2- Esed, Yahudilikten geldiği ve muharref Tevrat’i çok iyi bildiği için, Bakara sûresindeki 53 nolu dipnotta yaptığı gibi, okuyucusunu zaman zaman Tevrat’a havale etmekte oradan bilgiler edinmeye göndermektedir. Fakat bu tek misal değildir. Okuyucunun Kur’an’ın mânâsını daha iyi anlaması için(!) ikide bir Tevrat’a göndermeler yapmaktadır. Bu da gösteriyor ki, yazar terkettiği daha doğrusu terkettiğini ilan ettiği yahudiliğin tesirinden kurtulabilmiş değil. Zihni hâlâ orayla irtibatlı.
Eldeki Tevrat’ın doğruluğuna kendisi inanmıyor olsa, okuyucusunu niçin yanlış yere göndersin ki!..
Bu durumda şu sorular da zaruri olarak devreye girer:
Bugünkü Tevrat madem güvenilecek bir kitaptı da Esed niçin onun gösterdiği yolu terkedip müslüman oldu?
Tevrat tahrif edilmiş/bozulmuş bir kitap olduğu için onun gösterdiği yolu terk edip müslüman olduysa niçin hâlâ okuyucuyu oraya gönderiyor?
3- Bakara sûresi 137. âyeti kerimeye şöyle mânâ veriyor:
“Eğer (ötekiler de) sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Ama Allah seni bundan korumaktadır.”
Parantez içinde “ötekiler” denilen yahudi ve hıristiyanlardır.
Bu mealde doğru ile yanlış yan yana. Doğru olan, meâlin baş tarafı, yanlış olan da sonu. Şöyle:
Âyetin başında, ötekilerin yani hıristiyan ve yahudilerin doğru yolu bulmaları için onların da müslümanlar gibi inanmaları icap ettiği ifade buyuruluyor ki, doğru…
Esed, bu âyette mânâyı sündürebileceği bir kelime bulamadığı için doğru mânâ vermiş. Iyi ama eserinin diğer yerlerinde “Müslüman olmayanların da kurtulacaklarını” söylemesi neyin nesiydi?..
Işte bu tavır, Esed’in kitabının çelişkilerle dolu olduğunu daha doğrusu kitapta doğrularla yanlışların birbirine karışmış olduğunu göstermesi bakımından ibretlik.
Âyetin meâlindeki yanlış olan ikinci cümleye dikkat. O cümle şöyleydi: “Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar.”
Ehl-i kitap hakkındaki bu âyette “Şikak” kelimesi geçiyor. Şikak, Esed’in dediği gibi “Derin bir çıkmaza saplanıp kalmak” değil, muhalif olmak, zıt ve düşman olmak mânâsınadır.
Esed’in derdi yine depreşiyor ve meseleyi hiç olmazsa biraz hafifletebilmek için elinden geleni yapıyor. Hıristiyan ve yahudileri, hem sapık hem de müslümanlara karşı olan topluluklar olarak göstermektense, şikak kelimesinin mânâsını sündürüp, onları sadece kendi hallerinde “Derin bir çıkmaza saplanıp kalan” kimseler olarak gösteriyor.
Âyetin devamında Hazreti Allah Peygamberimiz’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) hitaben, “Onlara (yahudi ve hıristiyanlara) karşı Allah sana yeter” buyurduğu halde, ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıklarını gizlemek için, yukarıda gördüğünüz gibi şöyle mânâ veriyor:
“Ama Allah seni bundan korumaktadır.”
Okuyucu, meâlde yahudi ve hıristiyanlar hakkındaki, “Müslümanların inandığı gibi inanmaktan yüz çevirirlerse derin bir çıkmaza saplanmış olurlar” hükmünü okur, arkasından da “Ama Allah seni bundan korumaktadır” cümlesini okuyunca “Allah’ın Peygamberimiz’i onların saplandığı derin çıkmaza saplanmaktan koruduğunu” anlayacaksa da yanlış bir mânâ anlayacaktır.
Evet, Hazreti Allah’ın, Peygamberimiz’i koruduğu doğrudur. Ama âyetin verdiği mânâ bu değil. Doğru mânâ yukarıdaki gibi değil şöyle olacak: Onlara (hıristiyan ve yahudilere) karşı Allah sana yeter.
Niye böyle buyuruluyor? Çünkü, hıristiyan ve yahudilerin Peygamberimiz’e düşmanlıkları var. Esed’in burada yaptığı da, bu düşmanlığı gizleyip yanlış mânâ vermek.
Buradaki yanlış mânâyı anlamak için, derin bir arapça ilmine sahip olmaya lüzum da yok. Bu yanlışı arapçaya yeni başlayan birkaç aylık talebeler bile anlar. Âyetteki “Feseyekfîkehümüllah”daki “Hüm” zamiri müfred değil cemi’dir ve ona “Bu” mânâsı verilemez. Verilemez ama ilme göre. Esed’e göre verilir.
4- Kızıldeniz’in sularının yarılıp Mûsâ Aleyhisselam ve kavminin geçip Firavun ve askerlerinin de boğulup helak olduğunu hepimiz biliriz. Esed, bu mûcizeyi haber veren âyetle yetinmeyip bir de Tevrat’a bakmadan edemiyor. “Tevrat’a bakılacak olursa” diyerek Şuarâ sûresi 35 numaralı dipnotta şöyle diyor:
“Tevrat’taki muhtelif atıflara bakılacak olursa (özellikle Çıkış xiv, 2 ve 9), Kızıldeniz’i geçme mûcizesi, bu denizin bu gün Süveyş Kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Kıssanın geçtiği çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi’nin ana kıtayla Frisina adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Yüksek cezir (geri çekilme) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, ama bu durumdayken, ânî ve şiddetli bir med dalgasıyla bütünüyle sulara gömülmektedir.”
Değerli okuyucular, halbuki, kendisi Şuarâ sûresi 63. âyete şu mânâyı veriyor: “…Musa’ya asânla denize vur diye vahyettik. (Musa söyleneni yapınca) deniz ortadan yarıldı. Öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi.”
Bu kadar açık ifadeden sonra hâlâ “Tevrat’a bakılacak olursa” demeye niçin lüzum görülmektedir?
Esed, Tevrat’a atıf yapıyor ama, orada verilen bilgiye inanıp inanmadığını söylemiyor. Kur’an’daki ifade buyurduğu gibi, Kızıldeniz’in yarılmasının bir mûcize olduğuna mı inanıyor, yoksa Tevrat’ın söylediği gibi, suların med-cezir olayından dolayı çekilip geldiğine mi? Bunu açıklaması icap etmez miydi?
5- Âl-i İmran sûresi 50. âyet-i kerimeye öyle bir mânâ veriliyor ki, anlaşılır gibi değil. Böyle bir mânânın iman ve islamla uzaktan yakından alâkası olamaz. Esed’in verdiği mânâya göre, Hazreti İsa şöyle demiş: “(Ben) Tevrat’tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için …(geldim)”
Değerli okuyucular! Musa Aleyhisselam’dan bir müddet sonra Tevrat insan eliyle bozuldu ve aslı ortadan kalktı. Elde de kala kala bozuk tevratlar kaldı. Esed’e göre, Hazreti İsa Aleyhisselam, işte elde kalan bu bozuk tevratın doğruluğunu tasdik etmek için geldiğini söylemiş oluyor. Hâşâ! Sümme hâşâ!
Bir peygambe,r Allah kelamı olmayan bozuk bir kitabı tasdik eder mi? Ben onu tasdik etmek için geldim der mi hiç? Bu ifade, bir peygambere yapılacak iftiraların en büyüğüdür. İsa Aleyhisselam, aslî hüviyetini kaybeden ve elde kalan bozuk Tevrat’ı değil, Allah’ın gönderdiği Tevrat’ın aslını tasdik etmiştir. Gerçek bu olduğu halde, Hasreti İsa’ya “(Ben) Tevrat’tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için …(geldim)” dedirtmek, “Şimdiki Tevrat da Allah kelamıdır” demek değil midir? Ve bu sözü bir peygamberi âlet ederek kabul ettirmeye çalışmak değil midir! Bu da İslama, müslümanlara ve müslümanların evlatlarını yapılacak en büyük kötülük değil midir? Öyle değilse bu gayretin sebebi nedir?
Maamâfîh, Muhammed Esed, bu cinayeti eserinde yer yer işlemektedir.
6- Bu düşüncedeki bir kimsenin eserininin sonunda ne yapacağı daha açıkçası okuyucuya son bir darbe vurmadan bitirmeyeceği açıktır. Nitekim yazarımız aynen öyle yapmakta, bizi tahminimizde yanıltmamaktadır. Son darbeyi Kur’an’ın son sûresi olan Nâs sûresinin sözümona tefsirinde vurmaktadır.
Nâs sûresi, şeytanın insanların göğüslerine vesvese verdiğini haber verir. Ayrıca, vesvese veren şeytanın hem cinlerden hem insanlardan olduğunu yani cinlerin ve insanların şeytanlaşmış olanlarının da insanlara vesvese verdiğini ifade buyurur.
Esed, bu âyetlerin meâlinde de hatalara düşüyor. Biz o hataları bir tarafa bırakalım da tefsir sadedinde yazdıklarına bakalım. Cinn kavramının neyi gösterdiğini söylüyor Diyor ki,:
“Muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçlendiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir.
Demek ki cin neymiş? Kur’an’da haber verildiği gibi ateşten yaratılan varlıklar değil, -hâşâ- tabiat güçleri imiş. Peki bunu neye göre söylüyor. Tabii ki kendi sakîm düşüncesine göre…
Ama bayağı da kurnaz. Söylediklerinin hepsini kendi kafasından söylüyor demesinler diye, âyetlere dayandığına işaret etmekten de geri durmuyor. Güya âyetin ışığında bakarak şu sonuca varıyor:
“Kur’an’ın son sûresinin bu son âyeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah’a sığınmamız emredilen “görünmez güçler”in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler olduğu sonucuna varırız.”
Bakın hele siz! Güya âyetin ışığında gele gele şeytanı inkâra geldi dayandı. Ona göre, insanlara vesvese veren şey, okuduğunuz gibi şeytan değil, “Kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler” imiş…
Eserin sonunda cinler hakkındaki 3 numaralı EK’in ilk cümlesinde de şöyle diyor:
“Kur’an’da kullanıldığı şekliyle cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız.”
Niçin kurtarmak zorunda olalım ki! Araplar bir kelimeyi ne mânâda kullanıyorlarsa doğru olan odur. Arapçada bir kelimenin mânâsının neye delâlet ettiği ne kadar iyi bilinirse, Kur’an’ın mânâsı da o kadar iyi anlaşılır. O da ancak –hadi onun gibi folklor dileyim- arap folkloründe kelimelerin ne mânâya geldiğini iyi bilmekle mümkün olur. Hatta Arapçayı en iyi kullananlar şehirlerde değil köylerde yaşayanlardır. Esed bunu kendisi de gayet iyi bildiğinden, Arapçayı iyi öğrenmek için uzun müddet köylü arapların içinde kalmıştır.
Şimdi kalkmış, cinn kelimesinin mânâsını anlamak için zihnimizi onların anladığı anlamdan kurtarmamız gerektiğini söylüyor.
Esed’in huyunu iyi bildiğimiz için niye böyle söylediğini de iyi biliyoruz. Gayesi şu:
Cin kelimesini asıl mânâsından çıkarmalı ki cinlerle ilgili âyetlere kendine göre mânâ verebilsin. Bunun için ne lâzım? Arapların cinn kelimesine verdiği mânâyı reddetmek lâzım. İşte bunu yapıyor Esed..
Değerli okuyucular! Âyetle sâbit olduğu için cinlerin varlığına inanmak imanın şartıdır. Inanmayan kâfir olur. Ama bu iman, inanılması icap ettiği şekilde olmalıdır. Meselâ bir kimse, “Ben cinlerin varlığına inanıyorum. Cin denilen şey ağaç ve taşlardır” diyemez. Nasıl inanılması icap ediyorsa öyle inanılmalıdır.
Öte taraftan, meleklerle cinleri de karıştırmamak şart. İnsan ayrı, melek ayrı, cin ayrıdır. İnsanlar topraktan, melekler nurdan, cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Âyetle sâbit olduğu için, cinlerin ateşten yaratıldıklarını inkâr eden de iman dâiresinden çıkar.
Cinler hakkında gerçek bu olduğu halde bir de Esed’e kulak verelim. Onun şöyle dediğini aktarmıştık:
“Cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız.”
Niçin kurtarmak zoruydaymışız? Bu folklor ilkel olduğu içinmiş. Ilkel olduğunu kim söylüyor, yüksek bir ilim erbabı mı? Hayır! Ya kim söylüyor? Esed’in kendisi. Dinleyelim bakalım ne diyor:
“İlkel folklardaki kullanımından tamamen farklı olan Kur’an’daki kullanımı ile cinn terimi çok çeşitli anlamlara sahiptir. …bedensel bir varlığı olmadığından …ruhsal güçler veya varlıklardır. Bu, hem şeytanları ve şeytânî güçleri, hem de melekleri ve melekî güçleri ihtivâ eden bir anlamdır.”
Muhammed Esed burada artık baklayı tamamen ağzından çıkarıp cinn denilen şeyin şeytanlar ve melekler olduğunu söylüyor. Şeytanlarla meleklerin aynı varlıklar olduğunu da bakın nasıl bir ters mantıkla izaha kalkışıyor. Ne yapıyor? Allah’tan korkmadan, Peygamberimiz’in hadisini müslümanları kandırma yolunda kullanıyor. Diyor ki, “Hz. Peygamber’in meleklerden “nurdan yaratılmış” varlıklar olarak söz ettiğini ortaya koyan sahih bir hadis de bulunmaktadır.”
Evet Peygamberimiz’in böyle buyurduğu ve meleklerin nurdan yaratıldıkları doğrudur. Biz, buna inandığımız gibi cinlerin de ateşten yaratıldığına inanırız.
Esed’in sözlerinin devamı mühim. Esed ters bir mantık yürüterek okuyucusunu yanlış bir inanca yönlendirmeye çalışarak devamla diyor ki:
“Ateş ve nur benzerdirler ve kendilerini birbirleri aracılığıyla ve birbirleri üzerinde yansıtırlar.”
Demek istiyor ki, “Meleklerle cinlerin aynı varlıklar olduğuna inanıverin.”
Eh, yazarımız bu kadar uğraşıp ipucu verdikten sonra, okuyucu hâlâ ateşten yaratılan cinler ile nurdan yaratılan meleklerin aynı varlıklar olduğuna inanmazsa sevgili yazarımıza karşı ayıp etmiş olmaz mı yani?
İşte böyle bir yazarın böyle bir eseri tefsir adı altında bu millete kakalanıyor değerli okuyucular.
Biz bu hataları kitaba sadece iğne deliğinden bakarak gördük, Ya bir de geniş açıdan baksaydık!..