Dinlerarası Diyalog

Fıtratın İnkar Edilmiş Hali Yahudilik Ve Diyolog – Adem Tuncer

İnsan, yapısı gereği kendi gibi olanlara yakınlık duyar. Samimiyetler ‘aynılıklar’ üzerine kurulurken, zıtlıklar ‘ayrışma’lara neden olur. Bu sadece duygu dünyasının değil; din, bilim ve edebiyatın da temelini oluşturur. Gruplama yapmak ‘aynı’ olanları bir araya getirmekten başka bir şey değildir.
Diyalog düşüncesinin temelinde de dinlerin öz olarak aynı olduğu kabulü mevcuttur. Literatürümüzde ise İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik üçü birlikte semavi dinler olarak isimlendirilir. Menşe itibariyle “aynılık” üzerine kurulan bu gruplama Kur’an ve Sünnet terazisine koyulduğunda ciddi problemlerle karşılaşmaktadır. Çünkü İslam’ın “silici” özelliği ve “yeganelik”[1] isteği mevcuttur. Bu durumda Yahudilik ve Hıristiyanlık “muharref” olmaktan öteye geçememektedir.
Biz makalemizde Kur’an’ın “cumartesi adamları” (ashab-ı sebt) olarak da isimlendirdiği[2] Yahudileri Kur’an’ın ötekini değerlendirişi ve İslam’ın yeganeliğini ifade edişi çerçevesinde tahlil etmeye çalışacağız.
Allah Teala Hakkındaki Yanlış İnanışları
Aşkın varlık ve rehber (peygamber) semavi bütün dinlerin olmazsa olmazıdır. Ne var ki Yahudiler yegane din olan İslam’ın hem ilahına yanlış vasıflar yüklemekte hem de peygamberini kabul etmemektedirler.
Yahudiler, Allah’a çocuk isnad eder[3] onu cimrilikle suçlar[4] ve Allah’ın fakir kendilerinin de zengin olduğunu iddia ederler.[5] Onların Allah Teala hakkındaki yanlış inanışları bununla da sınırlı değildir. Sırf Yahudi oldukları için Allah’ın kendilerine azab etmeyeceğini savunurlar.[6] Bu savunma, onları dünya-ahiret dengesinde Allah’ı ayrımcılık ve adaletsizlikle suçlamaya kadar götürür. Aynı zamanda bu inanç onlara sınırsız yetkiler tanır, her türlü günahı işleme ayrıcalığı sağlar(!). Ne yaparlarsa yapsınlar cennet onlarındır ve onlar olmadan kimse cennete giremeyecektir(!).[7] Diğer insanları küçümser, yok sayarlar.
Allah Resulü Hakkındaki Yanlış İnanışları
Efendimiz’i (s.a.v.) “oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar böyle iken aralarından bir fırka, bile bile hakkı gizler.”[8] Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceği Tevrat’ta bildirilmesine[9] rağmen ona iman etmezler. Çünkü muharref inançlarına göre bir peygamber gelecekse mutlaka “seçilmiş toplum” olan Yahudilerden gelmelidir. Ne var ki kendilerine gelen peygamberleri ya öldürmüşler ya da yalanlamışlardır.[10] İslam sondur, kemaldir. Allah’ın insanlar için razı olduğu dindir.[11] Önceki bütün dinlerin geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Buna rağmen gerek ortaya çıktığında gerekse günümüzde Hıristiyanlar ve Yahudiler Efendimiz’in (s.a.v.) risaletini kabul etmemektedirler. Kalplerinin örtülü olduğunu[12] yani mantığa aykırı önyargılarında sabit kalacaklarını ifade ederler. Bu ise anlık bir tutum değildir. “Ne zaman onlara Allah katından bir Peygamber gelse aynı inkarcı tutumu göstermişlerdir.”[13] Yahudiler “Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata”[14] uygun davransalardı, hicret esnasında İslam’ı ilk önce kabul eden millet onlar olurdu. Ne var ki Yahudi bilginleri tanrı edinenler[15], tahrif olmuş Tevrat’a ters düşen akidevi esaslara inanmaya devam ettiler. Hasedlerinden ve mevki hırslarından dolayı Kur’an’ı inkara yöneldiler.[16] Aslında bu kendi kitaplarını da inkar etmeleri demektir. Çünkü Tevrat’ta Arap bir Peygamberin geleceği bildirilmektedir.
Kur’an, dinlerin (!) öz olarak aynı olduğunu söylemenin aksine asıl problemin özden kaynaklandığını, Yahudilik ve Hristiyanlığın öz olarak tahrif edildiğini ortaya koymaktadır. Onların açık bir şekilde kitabı, kendi elleriyle değiştirdiklerini[17] ifade etmektedir. O halde Yahudilik ve Hıristiyanlık fıtratın, tarihin ve aklın inkar edilmiş halidir. Bu yüzden Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanları tevhid akidesi çerçevesinde Allah’a inanmaya davet etmektedir.
İslam düşüncesi davetçi bir uygulama içerisindedir. Hak din olarak sadece kendini görür.[18] Müslümanın da böyle düşünmesi dinsel ve mantıksal bir mecburiyettir. Dinler arası diyaloğun içi ne ile doldurulursa doldurulsun, rengi ne olursa olsun temel problem İslam’ın “din” kelimesini, diyalogcuların “dinler” kelimesini tercih etmeleridir. İslam tahrif olmuş bir binayı yok sayarken, diyalogcular onun meşruiyetini gündemde tutmaktadırlar.
Tebliğ Kadim Zamanlara Uzanır
Hz. Peygamber (s.a.v.) Hakk’ı anlatmak için “ötekilerle” doğal olarak ilişki içerisinde bulunmuştur. Bu, doğrunun, güzelin ve iyinin paylaşımı için gereklidir. Ehl-i Kitap, müşriklerden ayrı tutulmuş, anlaşmaya uyduklarında onlara ibadetlerini serbestçe yapabilme özgürlüğü sunulmuştur. Yiyecekleri ve kestikleri helal kabul edilmiştir.
Öteki, “tebliğ yapılacak insan” konumundan daha samimi bir yapıda tanımlanamayacağına göre, İslam’ın iyiyi ve güzeli paylaşma emrini “diyalog” gibi yeni bir markayla sunmanın hiçbir faydası yoktur.
İslam’ın öngördüğü manada diyalog zaten vardır. Bu durumda dinler arası diyalog, “söz çoğaltımından” başka bir şey değildir. Ve “kimlerin sözünü çoğalttığımıza dikkat etmek de toplumsal bir görevdir”
Sonuç
İslam literatürüne bütüncül olarak baktığımızda Ehl-i kitabın dini anlayışları reddedilmiş, yanlış inançları ortaya konmuş, onlara muhalefet edilmesi emredilmiştir. Ama müşriklerle aynı kefeye konulmayarak onlara özel bir statü verilmiştir. Ancak bu statü Efendimiz’in (s.a.v.) gönderilmiş olduğu “bütün insanlık” grubundan onları ayırmamıştır.

Dipnotlar:

[1] Al-i İmran 3/19, Maide 5/3
[2] Nisa 4/47
[3] Bakara 2/ 116,Tevbe 9/30, Meryem 19/88
[4] Maide5/ 64
[5] Al-i İmran 3/188
[6] Bakara 2/ 80
[7] Bakara 2/ 94,111
[8] Bakara 2/ 146
[9] Tesniye xviii, 15 ve 18
[10] Bakara 2/87
[11] Maide 3/3
[12] Bakara 2/88
[13] Bakara 2/101
[14] Rum 30/30
[15] Tevbe 9/31
[16] Nisa 4/54, Bakara 2/89-91
[17] Bakara 2/79, Al-i İmran 3/78
[18] Maide 5/3

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu