Kur’an-ı Kerim’in Dili ve Evrenselliği – Prof. Dr. Salim Öğüt
Müellif devam ediyor:
‘Kur’an dil-lisan düzeyinde de evrensellik iddiası içermez. Çünkü Kur’an Arapların diliyle inzal edilmiştir.’
Doğrusu anlamakta en çok zorlandığım konulardan birisiyle daha karşı karşıyayız. Yeryüzünde dil-lisan düzeyinde evrensellik diye bir olgudan nasıl söz edilebileceğini bilemem. Acaba geçmişte veya günümüzde evrensel dil diye bir şey duyup işiten var mı?
Acaba müellife göre Kur’an’ın dil-lisan düzeyinde evrenselliği yakalayamamasının, bir başka tabirle, yerel-tarihsel düzeyde kalmasının sebebi, ikinci cümledeki şu tesbit midir: “Çünkü Kur’an Araplar’ın diliyle inzal edilmiştir.” Acaba müellifin zihninin bir yerlerinde “Şayet İngilizlerin veya Fransızların diliyle inzal edilseydi, dil-lisan düzeyinde evrensellik kazanmış olurdu.” türünden bir anlayış mı yatmaktadır. Doğrusu “çünkü” ile başlayan o cümle, bundan başka bir anlayışa geçit vermemektedir.
Şayet müellif de bizim gibi yeryüzünün hiçbir köşesinde ve tarihin hiçbir döneminde -Hz. Adem ve evlatlarının torunlarıyla birlikte yaşadığı dönem hariç- dil-lisan düzeyinde bir evrensellikten söz etmenin mümkün olmadığını kabul etseydi, böylesine bir garabeti kalemine dolamaz ve bu garabeti açıklamak için de daha garip bir gerekçeye başvurmazdı.
Kur’an’ın Arapça Olarak İnzal Ediliş Nedeni Akletme, Dolayısıyla Düşünme ve Anlamadır
Müellif devam ediyor:
“Bazı ayetlerde açıkça belirtildiğine göre Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni akletme, dolayısıyla düşünme ve anlamadır.”
Şayet müellif şöyle bir cümle kursaydı, en azından kendi iç dünyasında tutarlı bir tavır sergilemiş olacaktı ve tarafımızdan kutlanacaktı: “Bazı ayetlerde açıkça belirtildiğine göre Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni, Mekke ve havalisinde yaşayan insanları diğer kavimlerden üstün kılmak, onlara bu üstünlüklerini hatırlatıcı mesajlar vermek, onlara bir takım imtiyazlar sağlamak vs.” Çünkü buraya kadar ileri sürdüğü tezlerin ortak paydasını bu tema oluşturmaktadır.
Böyle demiyor; kendisiyle çelişme pahasına da olsa dürüst davranıyor ve: “Kur’an’ın Arapça olarak inzal ediliş nedeni akletme, dolayısıyla düşünme ve anlamadır.” diyor. Evet, tastamam böyledir ve işte bu yüzden bu Kitab evrenseldir. Çünkü müellifin de işaret ettiği “akletme, düşünme ve anlama” eylemleri evrenseldir. Bu eylemler sadece Mekke ve havalisindeki insanlara has değildir. Allah’ın insan ve cin olarak yarattığı ve bazılarının “akıl sahibi varlıklar” diye tasnif ettiği bütün canlılara şamil bir hususiyettir.
Gelelim cümlenin devamına:
“Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır. Nitekim Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Arapça olarak vahiyediliş gerekçesini, “Mekke ve çevresinde yaşayan insanları uyarmak” şeklinde açıklayan Şûra Sûresi 42/7. ayet bu gerçeğin en müşahhas delilidir.”
İlk olarak dikkatimizi çeken şu noktayı arz etmek isteriz:
Acaba hangi sebepledir ki, biz bu meselenin “akletme-düşünme” boyutunu öncelemek ve bu sayede Kur’an’ın evrenselliğini görmek ve göstermek isterken müellif, “Arapça” olmasını öncelemek ve bu sebeple yerelliğini ve tarih-dışılığını isbat etmek istemektedir. Bu noktanın altını çizmeyi önemsiyoruz; çünkü çok önemli bir “zihniyet”i ele vermektedir.
Diğer taraftan bu cümlede akla gelen ilk soru şudur: Madem ki “Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır.” Peki, ne diye Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in risalet sınırlarını sadece Mekke ve havalisine indirgiyorsunuz. Mekke’nin ve havalisinin kuzeyinde, güneyinde ve doğusundaki Arapları ne diye bu mesajın muhatabı olmaktan istisna ediyorsunuz? Çünkü siz de diyorsunuz ki “Kur’an’ın Arapça oluşu ile akletme arasındaki ilinti çok açıktır ki Araplar için anlamlıdır.” Bu anlamlı ilintiyi ne diye anlamsız yorumlarınızla tahrif ediyorsunuz. Kendi kendinizle tenakuza düşmemek için bu mesajın muhatap sınırını en azmdan “bütün Araplar” olarak genişletebilirdiniz. O zaman yukarıdaki cümleniz ile ondan önce söyledikleriniz arasında böylesine bir zıtlık veya uyumsuzluk problemi ortaya çıkmazdı.
Ayrıca Şûra Sûresinin 7. ayetinde Mekke kelimesinin geçmediğini, Şehirlerin anası/atası anlamına gelen Ümmü’l-Qurâ kelimesinin geçtiğini, bunun da son derece isabetli bir ilahî tercih olduğunu, bu vesile ile bir kere daha tekrar edelim.
Şu hususu da ayrıca belirtelim: Şayet Ümmü’l-Qurâ kelimesi özel bir isimse, özel isimler tercüme edilemezler. Cins isimse, onların da özel isimle karşılanamayacağını müellifin bilmesi gerekir. Doğru ve ilmi emanete yakışır olan, bu kelimeye uygun bir meal verdikten sonra, gerekli görülürse onun, Mekke’nin adlarından biri olduğuna işaret etmekti. Aksi halde o ilahî tercihi yok sayıp keyfince bu ayet üzerinde tasarrufta bulunmak dürüst bir davranış ve akademik bir üslup sayılmaz.
Dili Türkçe Olanlar Kur’an’ın Muhatabı Olamazlar mı?
Müellifin, bu problemin tamamını kökten halledici en çarpıcı tesbitlerinden biri de şudur: “Kaldı ki ana dili Türkçe olan insanlara, ‘Daha iyi anlamanız için bu Kur’an’ı Arapça olarak inzal ettik’ demek, abes olsa gerektir.”
Evet, gerçekten de öyle. Mekke ve havalisinde yaşayanların dışındaki Arapları bu mesajın muhatabı saymamak ne kadar abes ise, dili Arapça olmayanları muhatap saymak da o kadar abestir.
Birinci hususu biz söylüyoruz ama her ne hikmetse müellif öyle söylemiyor, ikinci hususu ise müellif söylüyor, dolayısıyla biz de ondan nakletmek zorunda kalıyoruz.
Aslında müellif burada ne söylediğinin hakikaten farkında ise, onun ve onun gibi düşünenler açısından mesele bu noktada, hallolmuş yani çözümlenmiş demektir.
Evet, müellife göre bu Kur’an Arapçadır ve Araplardan başkalarına hitap etmesi mantıksızdır. Dolayısıyla daha başlangıçta dil-lisan düzeyindeki gerekçeden dolayı evrensel olması ihtimali yoktur. Dolayısıyla Araplardan başka, hatta sadece Mekke ve havalisindeki Araplardan başka hiç kimsenin Kitab’ı olmadığı gibi bizim Kitab’ımız da olamaz.
Çünkü böyle bir durum, yani Arapça bir Kur’an’ın dili Türkçe olanlara hitap etmesi müellifin çok isabetli tesbitiyle “Abes” olsa gerektir. Âkil insanlar ise “abes”le iştigal etmezler.
Tabi bu durumda müellifin, bu konuyu bu kadar uzatması ve makalesinin ilk satırlarında, Kur’an’ın bazı mesajlarının evrensel olabileceğine dair beyanlarda bulunmasını ne yapmak ve nereye koymak lazım gelir, bilemiyoruz. Çünkü nasıl oluyor da onun deyimiyle sırf Arapların akletmesini temin için Arapça inzal buyurulan bir Kitab’ın bazı mesajları evrenselleşebiliyor, anlayabilmiş değiliz. Ancak bu vesile ile bir hususu bir kere daha anlamış oluyoruz ki o da müellifin dersini iyi çalışmamış olması ve böylesine mühim bir mevzuu oldu bittiye getirmeye kalkışmasıdır.
Müellif bu konuda son derece samimi ve ısrarlı… Zira şu tesbitler ancak ısrarlı bir samimiyetin, ya da çok samimi bir ısrarın sonucu olarak ortaya çıkabilir: “Hülasa, Arapça nazil olan Kur’an dil düzeyinde de evrensel değil, yerel ve tarihseldir.”
Dil düzeyinde de, derken “dahi” manasına gelen o “de” ekini muhakkak siz de bizim gibi fark etmişsinizdir. Yani “Bu Kitab her açıdan olduğu gibi dil açısmdan da evrensel değil, yerel ve tarihseldir.” Demenin en kestirme, ama en vurgulu anlatım şekli olmuş oluyor.
Kur’an’ın Arabîliği, Kültür ve Zihniyeti de Kapsayan Bir Nitelemedir!
Müellif devam ediyor:
“Kaldı ki Kur’an’ın Arabîliği salt lisana ilişkin bir niteleme değil, lisanı kendisinden bağımsız sayamayacağımız kültür ve zihniyeti de kapsayan bir nitelemedir. Çünkü her dil belli bir toplumu yansıtır. Diğer bir deyişle, bir toplumun yaşam tarzı, gelenekleri, dünya görüşü, inançları, bilim, teknik ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.”
Bu değerlendirmeler bizim mesleğimizi icra eden herkese son derece tamdık gelmektedir. Evet, “bir metin Kelamullah da olsa benim için değişmez, kelam/metin, kelamdır.” diyen bir zihniyetin ürünüdür. Yani Açıklamalarına ve değerlendirmelerine vahiy merkezinden değil, antropoloji merkezinden bakan bir anlayışın sonucudur.
Ayrıca yukarıdaki değerlendirmeyi okuduktan sonra doğrusu, şu sorunun cevabını şimdi eskisinden daha çok merak ediyorum: Müellifin bu değerlendirmesinden yola çıkacak olursak yeryüzünde “evrensel” olma niteliğini haiz bir eser, bir yazı, bir nutuk, bir sanat ürünü, kısaca ilmî, fikrî veya fennî (sanatsal) bir ürün bulabilir miyiz? Hukuk, felsefe, mantık, psikoloji, sosyoloji, tarih, edebiyat vs. gibi beşerî bilimlerin bütün dallarını kastederek bir daha soruyoruz: Geçmişte ve günümüzde ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde, sanat, bilgi ve düşünce alanlarında herhangi bir evrensel eserden bahsetmek mümkün olabilir mi? Mümkün olabilirse, nasıl olabileceğinin açıklanması, değilse, yeryüzünde ve tarihin hiçbir döneminde evrensellik olgusundan bahsetmenin mümkün olmadığının açık-seçik tescil edilmesi gerekir. Ancak o zaman günümüzde öne sürülen evrensel değerleri nereye koyabilirler, bunu da onlar düşünsünler. Diğer taraftan göz ardı edilen şu noktayı hatırlatmanın müellife ve onun gibi düşünenlere acaba bir yararı olabilir mi: Dili Arabî olan bu Kelam, İlahî bir hitaptır ve muhatap aldığı toplumun kültür ve zihniyetini onaylamak için değil, değiştirmek ve tashih etmek için gelmiştir. Nitekim muhtelif ayetlerinde bunu en sarih bir dil ile ifade etmiştir. Zaten başka türlüsünü düşünmek de mümkün değüdir. Yani bir toplumun kültürel değerlerini ve zihniyet dünyasını olduğu gibi ibka etmek ve sadece onaylamak için bir peygamberin gelmesini ve ilahî bir mesaj getirmesini açıklayabilmek kolay olmasa gerektir.
“Her dil belli bir toplumu yansıtır. Diğer bir deyişle, bir toplumun yaşam tarzı, gelenekleri, dünya görüşü, inançları, bilim, teknik ve sanata katkıları o toplumun diline yansır.” derken, Kur’an-ı Kerim ‘de sırf Arapça olduğu için bu illetle malul mü gösterilmek istenmektedir acaba? Yani Arap dili ile gelen bu metin Arapların yaşam tarzını, geleneklerini, dünya görüşünü, inançlarım yansıtmaktan öte bir fonksiyon icra etmemiştir mi denmek istenmektedir.
Sonra şu “yansıtmak” kelimesi de biraz daha açılmalı değil mi? Acaba bizim anladığımız gibi sadece “onaylamak” anlamına mı gelmektedir, yoksa başka bir manası da var mıdır?
Kendisini “bu ilahî kelâm -ki üzerinde hiçbir şüpheye yer yoktur- Allah ‘a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara bir rehber [olarak indirilmiş]tir.”100 diye sunan bir Kitab’ın, sadece “yansıtıcı” görevi gördüğünü söylemek nasıl mümkün olabilir? O’nu gönderen ve indiren Kudret’in, yani Yüce Allah’ın “rehber, klavuz, yol gösterici, hidayet” olarak nitelediği Kitab’ını, bir mümin kulun yalnızca “yansıtıcı” olarak nitelemesi, ne derece isabetli olabilir? Doğrusu bu, üzerinde düşünmeye değer bir sorudur. 100 Bakara Sûresi, 2/2Kur’an’ın Arapça Değil Rabça Olduğuna İlişkin Popüler Söylemi
Müellifin “yeri gelmişken” kaydıyla açtığı paragrafı nakledip, biz de yeri gelmişken bu cümleleri değerlendirmek istiyoruz:
“Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın Arapça değil Rabça olduğuna ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn tartışmasına konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvü de vardır. Keza azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Ayetlerin sonlarında ses uyumu (seci) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin aslî formunu değiştirmek, kelimenin sonuna harf eklemek veya harf düşürmek gibi edebî hususiyetler de mevcuttur.”
Bu mesele, takdir edileceği üzere, edebi sanatlarla ilgili bir meseledir ve müellif de bilir ki bu konunun uzmanı olan ulemanın kahir ekseriyeti onun gibi düşünmemektedir. Hatta İslam Ansiklopedisinde yayınlanan “İ’câzü’l-Kur’ân” maddesinde101 belirtildiğine göre bu konuda çok sayıda müstakil eser telif edilmiş ve bu eserlerin neredeyse tamamında Bâkıllânî tarafından ifade edilen şu husus, ortak bir kanaat olarak dile getirilmiştir: “Kur’an’daki nazım güzelliği hem bütününde, hem de tek tek her lafzında mevcut olup üslubu, fesahati… onun erişilmez üstünlüğünü meydana getirir.”102 Ancak dinî konuların tamamında görülen “eleştirel yorum ve yaklaşım biçimi” Kur’an’ın icazı meselesine de sirayet etmiş ve “XX. Yüzyılda batıdaki bilimsel gelişmelerin etkisiyle âlimlerin bir kısmı Kur’an’ın icazını pozitif bilim açısından araştırmaya yönelmiş ve bu alanda yeni görüşler ileri sürmüştür.”103
101 Yusuf Şevki Yavuz, “İ’câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 403406
102 Bakülârû, “İ’câzü’l-Kur’ân”, s. 13-21,3645
103 Yusuf Şevki Yavuz, “İ’câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 404
Sanat Anlayışı ve Zihniyet Problemi
“Yeri gelmişken” bu konuya biz de şöyle bir katkı sağlamış olalım:
Sanata dair değerlendirmeler genellikle bir zihniyet meselesi olarak tezahür etmektedir. İlk defa bazı genç şairlerin, Namık Kemal, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz gibi şairlerin şiirlerine dudak büktüklerini, bunları şiir saymadıklarını, sadece bir takım “betimlemelerden” ibaret söz dizisi olarak değerlendirdiklerini duyduğum zaman neredeyse dudağım uçuklamıştı. Daha sonraki dönemlerde Fuzuli, Baki, Nedim ve Şeyh Galib’in de aynı eleştiriye muhatap kılındıklarını gördüğüm zaman, eski tecrübeye dayanarak bu kadar tepki vermemiştim.
Çünkü artık anlamıştım ki bu nesil o kültüre yeterince vâkıf, hatta aşina olmadığı için ondaki güzellikleri göremez ve oradaki derinlikleri keşfedemez. Tabii bu hususta da kendi aczini fark edip telafi edecek yerde, kendini tenzih ve takdis ederek öbürlerini suçlamak, onun egosuna daha uygun düşer ve sonuçta böyle bir manzara ortaya çıkar.
Kimilerine göre “mide gurultusu” olarak nitelenen söz dizileri, öbürlerine göre erişilmez sanat şahikaları olarak gözükebilmektedir. Kendi payıma ölçüsüz ve kafiyesiz şiiri şiir saymamaya devam ediyorum ve bu durumu tıpkı, ritimsiz ve ahenksiz ses kümelerini de müzik saymamak gibi görüyorum ama biliyorum ki bu düşünce sadece beni bağlar.
Meselenin bir diğer önemli veçhesi de şudur: Bazılarının ağzından çıkan sözler, ancak onların ağzından çıkınca o anlamı, o derinliği ve o güzelliği kazanabiliyorlar. Başkalarının ağzında aynı sözler belki gülünç bile olabiliyorlar. Mesela:
“Gel, Gel, ne olursan ol gel İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol gel Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel”
Bu sözler ancak Mevlana’nın ağzından çıktığı zaman anlamlı ve güzeldir.
Herhangi bir serkeşin veya parasından başka bir zenginliği olmayan madrabaz bir maddeperesün ağzına yakışmaz; hasbelkader onlar böyle bir sözü söyleyecek olsalar da kendilerini gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Zaten bu sözün sahibi Mevlana olmadığı halde, belki de bu sebepten dolayı, yani ancak onun ağzından çıktığı zaman anlamlı olabileceği düşüncesiyle ona nisbet edilmiş ve zaman zaman yapılan uyanlara rağmen ilgili kişiler ve kurumlar bu yanlışı tashih etmeye yanaşmamışlardır.104
104 Türkçe’de “galat-ı meşhur” diye bir kavram vardır, mânâsı, “öyle olduğu bilindiği halde herkes tarafından yanlış anlamıyla kullanılan kelime” demektir; hattâ bu kavramla ilgili olarak “galât-ı meşhur lugat-i fasihten evlâdır” yollu bir kelâm-ı kibar dahi üretilmiştir, “ortaklaşa paylaşılan yanlışlık, en sağlam sözlüğün hakemliğinden bile üstündür” anlamına gelir. İşte, “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ümitsizlik kapısı değildir bizim dergâhımız, bin kerre tevbeni bozmuş da olsan yine gel” rubaisinin Mevlânâ Celaleddin Rûmî’ye ait olduğunu iddia etmek “galât-ı meşhur” kavramının içini bütün hacmiyle dolduran bir örnektir. Edebiyat tarihçileri, orijinal Fârisi söyleyişi, “Bâza bâza” kelimeleriyle başlayan bu rubainin Mevlânâ’ya değil, ondan iki asır önce yaşamış mutasavvıf şair Ebu Said Ebu’l-Hayr’a ait olduğunu söylüyorlar ve bu iddia en azından elli seneden beri ortada durduğu halde hemen herkes (başta Kültür Bakanlığı’nın, Konya Valiliği’nin resmi internet siteleri olmak üzere) şiiri Mevlânâ’ya atfediyor. (Aksiyon Dergisi, Sayı: 525-27.12.2004 Ahmet Turan Alkan a.alkan@aksiyon.com.tr)
Ayrıca bu mazmun için burada tekrar eden “gel” kelimesi lüzumsuz bir tekrar sayılmaz, aksine manayı güçlendirici bir zenginlik kabul edilir.
Yüksek Riskli Bir Değerlendirme!
Bu derece önemsenmesi gerektiğine inanmasam, kesinlikle böyle bir riskin altına girmeyi düşünmem. Ama gelin görün ki buna değeceğine gönülden inandığım için başıma gelebilecek her sıkıntıyı şimdiden “merhaba” diyerek karşılamayı ve göğüslemeyi göze alarak diyorum ki:
Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah’ın sıfatları ve cümleden olarak Allah’ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular “iman” ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir.
Bizler -ilim adamları da olsak- Allah Teala’nın kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman ederiz. Bu vasıflan haiz bir varlıktan sadır olan her türlü sözün ve fiilin, zatı gibi en mükemmel olduğuna inanırız. Dolayısıyla O’na ait olduğuna inandığımız her söz veya fiilde hep, en mükemmeli ararız. Bulamazsak kendi aczimize hamlederiz ve birilerinin o mükemmellikleri mutlaka keşfettiğine ama bizim bundan haberdar olmadığımıza inanırız.
Bu cümleden olmak üzere Kur’an-ı Kerim hakkında da böyle düşünürüz. Çünkü O Yüce Kelam, O Yüce Rabbin Kelamıdır ve Hz. Peygamberdin buyurduğu gibi “O’nun kelamının beşer kelamma üstünlüğü, O’nun beşere üstünlüğü gibidir.”105 Bu hadis-i şerifi son derece önemser ve üzerinde durulması gerektiği kanaati taşırız. Dolayısıyla bir mümin edasıyla ve tavrıyla Kur’an’a yaklaştığımız zaman O’nu böyle değerlendiririz. O bizler için sadece dil ve üslup yönünden değil, her açıdan en mükemmeldir: Manen en mükemmeldir; nazmen106 en mükemmeldir, hükmen en mükemmeldir. Çünkü Yüce Allah, bizzak zat-ı uluhiyyeti kendi kelamı ve hükmü hakkında şöyle buyurmakta ve onları şöyle nitelemektedir:
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz. “107
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”108
————————————-
105 Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’an, 25; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’an, 6
106 Kadim ulemamız, Allah Kelamından bahsederken, lafız denilmesini hoş karşılamamış, bunun yerine nazım denilmesini tavsiye etmişlerdir. Yani Kur’an’ın lafzı demeyi, su-i edeb saymışlar ve eserlerinde Kur’an’ın nazmı diyerek bu inceliğe dikkat etmişlerdir. Çünkü Arap dilinde lafız kelimesinin kökünde “atmak” manası bulunmaktadır. Mesela buğdayın değirmen taşlarının arasına bırakılması, bu kelime ile ifade edilir. Hâlbuki nazım kelimesi, bizim dilimizde de kullanıldığı manasıyla, düzen, nizam ve intizam içinde olmayı ifade eder. İnci dizmeyi ifade etmek için de bu kelime kullanılır. İşte böyle bir nezaketten ve ince anlayıştan yola çıkan ulemamız, Allah Teala’nın kelamının şanına yakışan ifade biçiminin Nazım olduğunu, lafız olmadığını özellikle belirtmişlerdir. Böylelikle şu hakikatin altını çizmek istemişlerdir:
“Ey okuyucu! Bilesin ki şu anda elinde bulundurduğun bu metnin ne kelimeleri rastgele alınmış, ne de sure ve ayetleri Mushaf içindeki yerlerine rastgele serpiştirilmiştir. Tam tersine her kelime bir inci gibi seçilmiş ve bulundukları yerlere de, bir incinin gerdanlıkta yerini alması gibi özenle dizilmiştir.” Çünkü o âlimler şu hususa çok değer vermekteydiler: “Allah kelamının beşer sözüne nisbeti, Allah’ın kullarına nisbeti gibidir.” (Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’an, 25; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’an, 6)
Bu duruma göre Allah (c.c.) için gösterilen tazim ve ihtiram, O’nun kelamı için de gösterilmelidir.
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bk., Hafizuddin en- Neşeti, Şerhul-Müntehabfi Usuli’l-Mezlıeb, (neşr. Salim Öğüt), s. 25
107 Zümer Sûresi, 39/23
108 Mâide Sûresi, 5/50
—————————————
Evet, ilim adamları da Kur’an-ı Kerim’e bu iman ile yaklaşmak zorundadırlar. Nitekim bu Kitab’ta şöyle buyurulmaktadır:
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.109
109 Enfal Sûresi, 8/2
Ayrıca, İslam’m ilk yıllarında bir grup Medine’den gelip Hz. Peygamber’i dinledikten sonra iman etmiş ve ardından İslam Medine’de yayılmış, Hz. Ömer Tâhâ Sûresini dinleyince bundan etkilenip müslüman olmuş, Cübeyr b. Mut’im Resûl-i Ekrem’den Tür Sûresini işitince hissettiği tesiri ‘sanki kalbim çatlayacak sandım’ şeklinde ifade etmiştir.”110 Bütün bu hakikatler, bu konuyu inceleyenler tarafından dikkate alınmalı, değerlendirmelerin sağlıklı olabilmesi için göz önünde bulundurulmalıdır.
110 Müsned, IV, 83,85. Ayrıca bk., Suat Yıldırım, “Kur’an”, DİA, XXVI, 395
Kur’an-ı Kerim’in bütün cepheleriyle araştırılıp incelenmesi, bu cümleden olmak üzere belagat yönünün de ele alınması, ulema için bir hak değil, bir vecibedir. Ancak konusu “iman ve inkâr” ikilemi üzerine oturan hiçbir meselede “objektiflik iddiası”nın gerçekçi olmadığını da kabul etmek zorundayız. Zira bir müminin bizzat Yüce Allah’ın kendi kelamından “sözün en güzeli”111 diye bahsettiğini okuduktan sonra bundan etkilenmemesi, objektivite adma bunu yok sayması veya önemsememesi mümkün değildir. Nitekim bu konuda kaleme alman ciltler dolusu eserde, bu özellik her zaman dikkat çekmektedir.112
111 Zümer Sûresi, 39/23
112 Bu konudaki külliyatı görmek için aşağıdaki ansiklopedi maddelerine ve bu maddelerin bibliyografyalarına bakılması tavsiye edilir: Hulusi Kılıç, “Belagat”, DİA, V, 380-383; Suat Yıldırım, “Kur’an/İ’cazı ve Üslubu”, DİA, XXVI, 393-398; Abdülhamit Birışık, “Kur’an/Kur’an İlimleri”, DİA, XXVI, 401-404; Yusuf Şevki Yavuz, “İ’câzü’l-Kur’an”, DİA, XXI, 403-406