Müellife Göre ‘Tüm Ayetler Vahyin İlk Muhatabı Olan Arapların Fiili Durumu Dikkate Alınarak Nazil Olmuştur.’ – Prof. Dr. Salim Öğüt
Müellif devam ediyor?
‘Bize göre ise Allah ahkâm ayetleri de dâhil olmak üzere tüm ayetleri Hz. Peygamber ve vahye tanıklık eden insanların içinde bulunduklan fiilî durumu dikkate alarak inzal etmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da gelecek nesillerin tikel sorunlarına da çözüm sunmak gibi bir maksat gözetilmemiştir. Kaldı ki Kur’an’ın bir olay veya duruma temas etmesini belirleyen, gelecekteki muhtemel durumlar değil, Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin veya ilk Müslüman neslin, yani vahyin muhataplarının ihtiyacı, daha açık bir ifadeyle içkin ile aşkın arasındaki açık diyalog sürecidir.
Nitekim Kur’an bunun örnekleriyle doludur. Sözgelişi, ilk nesil Müslümanlar kadınların özel hallerini sordular, Allah cevap verdi. Hilali sordular, Allah cevap verdi. Haram aylarda savaşmanın doğru olup olmadığını sordular, Allah cevap verdi. Şimdi, bütün bu soruların, insanoğlunun Allah’a yöneltebileceği muhtemel tüm sorulan tükettiği veya bu sorulara verilen cevapların evrensel anlamda bütün insanlığı tatmin edecek cevaplar olduğu öne sürülebilir mi? Bugün hilalin nasıl oluştuğunu Kur’an’dan öğrenme ihtiyacı duyacak veya Kur’an’ın verdiği cevabın bilgisel içeriğiyle yetinecek kaç insan çıkar? Aynı şekilde, haram aylarla ilgili soruya verilen cevabın, soruyu soranların niyetlerini göz önünde bulunduran siyasi ve dolayısıyla konjonktürel bir cevap olduğu açıktır. O halde, bir konunun Kur’an’da geçmesinden çok, o konuya ne amaçla yer verildiği önem arz etmektedir. Daha da önemlisi, vahiy sürerken haram aylarda savaşılması bir sorun olmasaydı, acaba bugün Kur’an metninde ilgili pasajlar yer alacak mıydı? Aynı soruyu, Kur’an’ın bütün muhtevası için sormak da mümkündür.”267
267 Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazılan, s. 59-60
Önce “Fiili Durum” Meselesi
Şu “fiili durumu dikkate almak” ifadesinin anlamının tam olarak neye tekabül ettiğini çıkaramadım. Acaba hitap ettiği toplumun arzu ve taleplerini anlamak, yani anlayışla karşılamak ve onaylamak mı, yoksa yaşadıklan hayatı reddederek onlara yeni bir hayat tarzı sunmak mı?
Eminim ki müellif bu iki ihtimalden birincisini tercih edecektir. Çünkü sosyolojik yaklaşım bunu gerektirmektedir. Sosyolojinin ilkelerine göre toplumdaki fiili durum gözlenir ve onların talebi olarak algılanan yönelimler, “toplumsal talep olarak” değerlendirilir ve gereği yerine getirilir. Yani hukuki ve içtimai/toplumsal düzenlemelerle bu “toplumsal taleb”in meşruiyet zemini hazırlanır.
Olaylan böyle değerlendiren kimselerin vahyi de böyle görmeleri son derece doğaldır. Hâlbuki – yukarıda da uzunca açıklamaya çalıştığımız gibi – vahyin mahiyeti tamamen farklıdır. Çünkü vahiy, değiştirmek, düzeltmek, düzenlemek, yoluna koymak ve engel olmak içindir. Hal böyle olunca “fiili durumu dikkate almak” ifadesi açıklanmaya muhtaç gözükmektedir.
Meseleye Bir de Şu Açılardan Bakmayı Deneyelim
Diğer taraftan vahyin nazil olduğu dönemin insanlarını bu kadar önemseyen, onların tikel sorunlarını bile çözümlemek için aralarında 23 yıl bulunacak bir elçi gönderen tanrı, onlardan sonraki nesilleri sahipsiz bırakırsa, onun adaleti tartışılır hale gelmez mi?
Hz. Peygamber’in ilk muhatabı olan neslin bütün tikel sorularım birebir cevaplayan ve tikel sorunlarım birebir çözümleyen tanrı, daha sonraki nesilleri bu imkândan mahrum bırakırsa, bunun gayr-ı adil olduğu söylenmez mi?
Ayrıca şu hususu da bilemiyoruz: Acaba bütün tikel soruların cevaplanması, başka türlüsüne imkân bırakmaması açısından, yani çeşitli cevaplar içinden bir tanesini dayatmış olması bakımından bir meşakkate mi yol açmaktadır, yoksa bir çözüm sunması açısından, rahmet midir?
Her iki durumda da ilahî hitabın doğrudan muhataplarıyla, dolaylı muhatapları arasında bir fark ortaya çıkmaktadır ki, bu durumun bir şekilde telafi veya izah edilmesi gerekmektedir.
Ayrıca, devir ekonomi devri. Geldiğimiz noktada, yaratılan mahrukatın yeryüzündeki işlevini ve yaratılış özelliklerini inceleyen ilim adamları, her bir canlının yaratılış açısından ekonomik olup olmadığım araştırmaktadırlar. Bu süreçte inşam inceledikten ve ortalama 60-70 yıl ömrü olduğunu gördükten sonra şöyle söylemişlerdir: “Bu kadarak bir süre için bu kadar mükemmel bir varlığın yaratılması hiç de ekonomik değildir.” Gerçekten de öyle değil mi? Şayet insan denen varlığın bütün ömrü bu dünyadan ibaretse, bu hayatın arkası gelmeyecekse, yani devamı yoksa, eti yenmeyen derisi giyilmeyen, dışkısı bile bir işe yaramayan, ama buna rağmen bütün yaratıkların da en mükemmeli olma özelliğini tekelinde bulunduran bu insanın niçin yaratıldığını, ne ekonomik değer, ne de felsefi düşünce açısından açıklayabiliriz.
Gerçekten de mükemmel bir tesbit… Düşünebiliyor musunuz? Buradan uçakla Avrupa’ya gidiyorsunuz? Oraya varır varmaz uçağı çöplüğe gönderiyorsunuz. Ya da 25 senede bir doktor yetiştiriyorsunuz, bir ameliyattan sonra işine son veriyorsunuz. Mükemmel bir laboratuar kuruyorsunuz, ama bir deneyden sonra imha ediyorsunuz. Dünyanın en gelişmiş rasathanesini sadece bir yıldıza bir kere bakmak için kullanıyorsunuz. Örnekleri çoğaltınız ve şu sorunun cevabını veriniz: Sadece Kureyş kabilesi için, aralarında 23 sene peygamberlik yapacak bir Allah elçisinin görevlendirilmesi, ekonomik mi? Ayrıca bu elçinin Hz. Muhammed (s.a.v) gibi bir Hâtemü”l-Enbiyâ (nebilerin sonuncusu) olması, bu soruyu daha da çetrefil hale getirmez mi? Hele bir de bu Peygamber (s.a.v.) için Yüce Allah (c.c): “(Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. “268 buyurmuşsa, mesele daha da çözümsüz hale gelmez mi? Sadece içinden çıktığı toplumun fiili durumunu dikkate alan bir peygamber, alemlere rahmet olma niteliğini nasıl icra edebilir?
268 Enbiya Sûresi, 21/107
Yerel Sorulara Evrensel Cevaplar
Sizler bu sorunun cevabım düşünürken biz ikinci cümleye geçelim:
Kur’an-ı Kerim’in, vahyin doğrudan muhataplarının sorularının cevabını verdiği iddiası doğrudur ancak, müellif tarafından verilen üç örnekten üçü de, evrensel ölçekte cevaplandırılmıştır. Yani yerel gibi gözüken sorular, evrensel olarak cevaplandırılmışlardır. Bu demektir ki bu soruların bizatihi kendileri, mahiyetleri itibariyle evrenseldirler.
“Kadınların özel halleri”yle “hilal” hakkındaki sorular evrenseldir. Çünkü dünyanın hangi bölgesinde ve tarihin hangi diliminde olsa bu iki soru sorulurdu. Zira yeryüzündeki bütün kadınlar hayız görür ve yine yeryüzünün bütün köşelerinde hilal ve dolunay arasındaki değişimler ilgi ve merak uyandırır.
Rahatsız Edici Bir Üslup
Müellifin bugün hilalin nasıl oluştuğunu Kur’an’dan öğrenme ihtiyacı duyacak veya Kur’an’ın verdiği cevabın bilgisel içeriğiyle yetinecek kaç insan çıkar? sorusu, bu konulardaki pervasızlığının, hatta saygısızlığının diğer bir delili olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Allah aşkına, Allah huzurunda secdeye varan bir baş nasıl böyle bir cümle kurabilir: Şu lafa bakar mısınız: “Kur’an’ın verdiği cevabın bilgisel içeriğiyle yetinecek kaç insan çıkar?” Kelamullah’tan bahseden bir müminin bundan daha fazla teeddübe, bundan daha fazla havf’a, bundan daha fazla haşyet’e ve bundan daha fazla ittikâ’ya ihtiyacı vardır. Bu kavramları bilmeyen ve mucibince donanım sahibi olmayan bir kimsenin yazdıkları ve söyledikleri “din” değil “teoloji” olur. Yani bir müslümanın, Hıristiyanlık hakkında konuşması gibi olur. Çünkü bir insan kendi anne ve babasından ikinci şahıs diliyle bahsedemeyeceği gibi, kendi dininden, tarihinden, kültürel değerlerinden de ikinci şahıs diliyle bahsedemez.
İşte size “tarihselcilik” tezi ile “ahkâmın değişmesi” arasındaki farka bir örnek daha;
Bir kimsenin babasını baba olarak kabul ettikten sonra, varsa bir takım beşerî zaaflarına işaret etmesi tabiidir ve bu ahkâmın değişmesine tekabül eder. Onun bir takım zaaflarını bahane ederek babası olduğunu inkâr etmesi, bu sayede onu daha suçlu, kendi tezini daha güçlü kılmak istemesi ise, tarihselci yaklaşıma tekabül eder.
Aynı şekilde edep, ehliyet ve liyakat ölçülerine azami dikkati elden bırakmadan, kendisinin basit bir kul, O Kelam’ın münzili (indiricisi) olan Yüce Allah’ın da/bütün kâinatın yegâne sahibi, maliki ve hükümdarı olduğunu bir an bile aklından çıkarmadan Kur’an-ı Kerim ayetleri hakkında mütalaalarını serdetmesi, herkesin hakkıdır ve bu konudaki her bir değerlendirme, kısmi de olsa “ahkâmın değişmesi” olgusuna tekabül eder. Ancak “Kur’an’ın verdiği cevabm bilgisel içeriğiyle yetinecek kaç insan çıkar?” yaklaşımı ve üslubu, toptan red, itiraz, istihfaf ve istihkar yönü ağır basan bir dil’dir. İşte tarihselci yaklaşım budur ve yaklaşım kesinlikle iman ve ilim sınırlan içinde kok salamaz, boy atamaz, neşvü nema bulamaz.
Hilal Örneği
Diğer taraftan, sorulan soruya verilen cevaptan ve soruyu soran kitlenin başka soru sormamasından, dolayısıyla bu cevaptan tatmin olmasından, anlıyoruz ki, hilal hakkındaki sorularının cevabı, bugünkü bilimin vereceği cinsten değildir. Önce Ayet-i Kerimeyi birlikte okuyalım ki kastımız daha iyi anlaşılsın: “Onlar sana hilalleri soruyorlar. De ki: ‘Onlar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir. ‘”269 Bugünkü bilimin ve rasathanenin cevabım veremeyeceğini söylediğimiz nokta işte burasıdır. Onlar bilimsel bilgi istememektedirler. Onlar, hangi hikmete binaen ayın, durmadan şekil değiştirmekte olduğunu, bunun sebeplerini ve hikmetlerini sormaktadırlar. İşte meselenin bu boyutu, kıyamete kadar evrensel bir hüküm olarak kalacaktır. Ayrıca “bu boyut”, tarihin hiçbir döneminde bilimsel bilgi meselesi olarak ele almacak bir karakteri haiz olmayacaktır.
269 Bakara Sûresi, 2/189
Hayız Örneği
Kadınların özel halleri ile ilgili olan mesele de böyledir. Yeryüzünde Hz. Havva’dan beri bütün kadınlara has olan bir durumun tarih-dışılığından nasıl bahsedilebilir? Yine ayet-i kerimeyi birlikte okuyalım: “Ey Muhammedi Sana kadınların aybaşı halinden de soruyorlar. De ki: O bir eziyettir Onun için aybaşı halinde oldukları zaman kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman ise Allah ‘in emrettiği yerden onlara varın, yaklaşın Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever. “270 Burada beyan edilen hangi nokta tarih-dışılıkla nitelenebilir ki? Bu günün kadınları, o günkü kadınlar gibi âdet görmüyorlar mı? Bugün kadınlara o hallerindeyken yaklaşmak, o günkü kadınlara yaklaşmak gibi eziyet sebebi, dolayısıyla haram değil midir? Bütün bu hükümler bugün geçerli olduğu gibi yarın da geçerli olacak ise artık bu mesele hangi açıdan tarih-dışı örnekler listesine girmiştir, söyler misiniz?
270 Bakara Sûresi, 2/222
Haram Aylar Örneği
Haram aylar meselesini de, o konudaki ayet-i kerimeyi naklettikten sonra konuşalım: “Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkar etmek, insanları, Mescid- i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. “271 Öncelikle bizim dikkat çekmemize bile gerek kalmadan kendiliğinden ve de ayan beyan gözüken bir hakikat var ki o da Allah Teala’nın, bir yönüyle mahalli bir problem gibi görülebilecek bir meseleyi, o konudaki mahalliliği de ihmal etmeden nasıl tarih-üstü hükümlere dönüştürdüğü noktasıdır.
271 Bakara Sûresi, 2/217
Bu değerlendirmeden sonra ayet-i kerimenin ilgili bölümünü bir daha okuyalım: “De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, insanları, Mescid- i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir.” Bu ilahî hitaptaki şu espri, son derece açık değil mi: Siz bir meseleyi merak ediyorsunuz ancak, bununla birlikte asıl bilmeniz ve üzerinde durmanız gereken başka meseleler de vardır; onları da öğrenin ve onlar hakkında da Allah’ın koyduğu hükümlere riayet edin: “Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, insanları, Mescid-i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir.”
Sanki bu ayet-i kerimede Yüce Allah, Arapların o gün önem verdikleri bir meseleyi, daha önemli konulara onların dikkatlerini çekmek için vesile kılmıştır ve dikkatlerini çektiği diğer konular da bütün insanlığın Kıyamete kadar dikkat etmesi gereken konulardır: “Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, insanları, Mescid- i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak…” Evet, bütün bu hususlar “Allah yarımda daha büyük bir günahtır.”
Hele hele şu: “fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir.” hükmü ilahîsi var ya, görecek gözü, işitecek kulağı ve akledecek kalbi olan herkesin, önünde tazim ile eğilmesi, hatta teabbüd ile secdeye kapanması gerekecek kadar muazzam, muhteşem ve müthiş bir hikmet içermektedir. Kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim sahibi olan hiç kimse, sadece bu hikmetin hatırına, değil sadece içinde yer aldığı ayeti veya sureyi, bütün bir Kitab’ı, evrensel olarak değerlendirmekten başka hiç bir yol bulamaz.
Ayet-i kerimenin devamı da baş tarafından daha az önemli mesajlar içeriyor değildir: “Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.”
Bu bölümde belirtilen hususların tarihsel olduğunu kim ve hangi gerekçeye dayanarak iddia edebilir. Özellikle yaşadığımız süreçte cereyan eden olayları bilen, İslam dünyasının topyekûn haçlı saldırısıyla karşı karşıya kaldığım gören, bu süreçte haçlı dünyasının İslam’ı ve İslam dünyasını bütün bütüne hedefe koyduğunu fark eden okur-yazar taifesinin, bu ilahî hükümlerdeki mucizeleri görmemesi için kör olması bile yetmez. Kör kalmakta inat etmeye azmü cezmü kastetmiş olması da gerekir.
Allah aşkına, bütün bu evrensel çaptaki hükümlerin ve hikmetlerin dile getirildiği muhteşem bir ilahî hitabı, “haram aylar” olgusunun o tarihteki algılanma biçimine bakarak tarihsel saymaya kalkışmak, haddi aşmak ve spekülasyona kaçmaktan başka ne anlam ifade edebilir ki?
“Siyasi Cevap” Ne Demek?
“Aynı şekilde, haram aylarla ilgili soruya verilen cevabın, soruyu soranların niyetlerini göz önünde bulunduran siyasi ve dolayısıyla konjonktürel bir cevap olduğu açıktır.” tesbiti de gayet isabetsizdir. Çünkü öncelikle belirtelim ki, şu “siyasi” kavramının ne anlama geldiğini ne ben biliyorum, ne müellif biliyor, ne de bir başkası. Belki başka ülkelerde bunun, bilinen, anlaşılan, somut ve objektif bir karşılığı vardır. Ama bu ülkede sadece bir suçlama ve karalama aracı olarak kullanıldığından eminiz.
Şayet dürüst bir yaklaşımla “siyasi olan”, .”hikmete uygun olan” anlamına kullanılırsa, o zaman bir problem yok demektir ve ayet-i kerimedeki cevabın “siyasi” olarak değerlendirilmesi, Kur’an-ı Kerim’in bir kusuru değil, meziyeti ve üstünlüğü olarak takdir edilir. Dolayısıyla böyle defolu değerlendirmelere malzeme yapılmaz. Aksi halde kabule şayan bir tesbit olmadığını bir kere daha ifade etmek zorunda kalırız.
Aslında bu konularda fikir üreten herkesin durumu birbirine benzemektedir. Araştırmacı veya ilim adamı, sahip olduğu duruş itibariyle bir konuda bir kanaate varmakta, ondan sonra bütün açıklamalarını bu kanaatini güçlendirecek ve destekleyecek şekilde yapmaktadır. Müellif ile bizim durumumuz da birbirine benzemektedir. O, evrenselliğini hiç kimsenin tartışması mümkün olmayan naslarda bile bir tarih-dışı yön bulmaya çalışmakta ve bunu başardığını düşünmekte, biz de, tarihsellik kokusu bulunabilecek naslarda bile evrensellik tema’sının yani tarih-üstü unsurun öne çıktığını düşünmekteyiz ve bunu açıklamayı da başardığımızı sanmaktayız.
Asıl Problem Zihniyet Meselesidir
Asıl problem, insanlığı, insanlık çizgisinde tutabilmek, için evrensel bir hitaba ne derece ihtiyaç olup olmadığıdır. Acaba Allah Teala’nın: “Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık… Ve işte gafiller onlardır!”272 diye nitelediği gafillerden ve sapıklardan olmamak için, insanı yüreğinden yakalayacak, nefsinin iğva’sına karşı onu dizginleme gücünü gösterecek bir ilahî hitaba ne ölçüde ihtiyaç olup olmadığıdır. Bu ilahî hitap olmadan insanın, ne ölçüde insanî değerlere sadık kalarak yaşayıp yaşayamayacağı meselesidir. Bu sorulara cevap verirken: “Evet, bu ilahî hitaba ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç ‘olmazsa olmaz’ kabilindendir.” derseniz, o zaman sizin gözünüzde bütün naslar evrensel nitelik kazanır; O’nun her harfinde evrensel bir boyut yakalarsınız. Çünkü verdiğiniz “evet” cevabı sizi buna mahkûm kılar. Aksi halde, bir nassın evrensel nitelikli olduğunda ittifak hâsıl olsa bile, bu durum sizin için bir anlam ifade etmez. Çünkü size göre bu, o kadar da gerekli ve anlamlı değildir.
272 A’raf Sûresi, 7/179
“Daha da Önemlisi”
Daha da önemlisi, müellifin “daha da önemlisi” diyerek başladığı şu cümlede söyledikleridir:
“Daha da önemlisi, vahiy sürerken haram aylarda savaşılması bir sorun olmasaydı, acaba bugün Kur’an metninde ilgili pasajlar yer alacak mıydı? Aynı soruyu, Kur’an’ın bütün muhtevası için sormak da mümkündür.”273
Evet, o gün böyle bir olay yaşanmasaydı Kur’an’da, böyle bir soru gelmezdi ve dolayısıyla cevap verme ihtiyacı da doğmazdı. Diğer olaylar ve onlara cevap mahiyetinde gelen naslar için de aynı hükmü vermek zorundayız. Ancak, neden bu meseleyi sadece bu konuya indirgiyor ve bu konuyla sınırlıyoruz ki. Aslında bu konuda şöyle sormak daha akıllıca olmaz mı: Allah inşam yaratmasaydı bu Kitab’a ihtiyaç olur muydu? Evet, böyle sormak daha kapsamlı olmaz mı? Şüphesiz böyle bir sorunun cevabı da son derece açıktır: Evet, İnsan olmasaydı, bu Kitab’a da ihtiyaç olmazdı.
273 Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazılan, s. 59-60
Ne var ki Allah inşanı yaratmış, ilk insanı ilk peygamber olarak görevlendirmiş, ardından sayısız elçiler göndermiş ve son olarak da Alemler’e rahmet olarak nitelediği Hz. Muhammed’i (s.a.v.), 1500 yıl öncesinin Arap yarımadasında yaşayan bedevilere göndermiş ve bu Büyük Peygamber, kendisini gönderen Yüce Kudret’in Sadık habercisi sıfatıyla, onların en basit problemlerinden ve daha basit sorularından, bütün insanlığın bütün problemlerini çözecek bir medeniyet inşa etmiştir. İşte Ulûhiyet Kudreti’nin tecelli ettiği yüce zirve burasıdır.
Sözün burasında şu düşüncemizi bir kere daha tescil edelim: Bu bakış, bu değerlendirme ve bu yaklaşım, din âliminin yoludur. Din bilimciye gelince, onun yaklaşımı ve izah tarzı, sosyolojik ve antropolojiktir. Bu sebeple herkes yolunu belirlesin; yolu yokuşa sürmesin; suyu tersine akıtmaya kalkışmasın ve netice-i kelam olarak, kimse kimseyi üzmesin.
Bu açıklamadan sonra söz konusu ayet-i kerimeyi bir kere daha nakletmeyi uygun görüyoruz: “Ey Muhammedi Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, insanları, Mescid- i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçlen yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kini, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. “ 274
274 Bakara Sûresi, 2/217
Dikkat buyurunuz, bu ayet, tarih-dışı olarak örnek seçilen bir ayet-i kerimedir. Allah aslana söyleyiniz. Bu ayet-i kerimeyi değerlendirmek istediğimiz zaman, tarih-dışı olarak nitelemek hangi insaf ve hangi iz’ana sığar.
Kur’an’ın Bütün Muhtevasını Sorgulamak
“Aynı soruyu, Kur’an’ın bütün muhtevası için sormak da mümkündür.” genellemesi ise şu soruyu akla getirmektedir: Peki ne söylemek istiyorsunuz kardeşim. “Açık” konuşun ki “seçik” anlayalım. Bugün bizim bu Kur’an’la ne işimiz var, O bizim nemiz olur, biz O’nun nesi oluruz mu demek istiyorsunuz.
Problemli gördüğünüz konularda bir takım örnekler verirseniz, biz bunları ilim adına, ilmî platformlara tartışırız. Ancak, Kur’an’ın bütün muhtevasını toptan bu üslup ile sorgularsanız, biz bunu Kur’an’ı toptan red ve inkâr olarak görmekte mazur hale geliriz. Ancak biliriz ki böyle düşünenler, bu hususta hem şerbetli, hem tecrübelidir. Hem bizi zıvanadan çıkarıp böyle düşünmek ve konuşmak zorunda bırakırlar, hem de parmaklarıyla bizi işaret ederek, “engizisyon kurduğumuzu” çığlık çığlığa bütün dünyaya ilan ederler.
“Sırça sarayda oturuyorsan, başkalarının kulübesini taşlamayacaksın” hikmetini öğreneceksiniz. “Bilimsel yaklaşım”la “inkâra ve redçi” yaklaşım arasındaki farkı bileceksiniz ve sürekli bu ince noktayı gözeteceksiniz. Hele hele 14 asrı aşkın bir zamandır bu ümmetin -sadece kahir ekseriyetinin değil- tamamının ittifakla kabul ettiği hakikatleri, “bu kadar asırdır İslam coğrafyasında yaşamış bütün insanlar, ulemasıyla, meşâyihi ile ehlullâh’ı ile sürekli olarak hatada icma/ittifak etmişler ve içlerinden hiçbir âlim ve âkil adam çıkmamış” üslubu ile sunmayacaksınız. Çünkü bilmelisiniz ki bu üslup problem çözen değil, problem üreten ve mevcut problemi büyüten bir üsluptur. Çünkü biri de çıkar size, “üç tane oryantalist papaz okuyarak Allah’ın Kitab’ı hakkında olmadık tahribata ve tahrifata kalkışıyorsunuz” diye itham oklarım yöneltirse, gocunmaya ve sızlanmaya hakkınız kalmaz. Nitekim böyle söylemekte son derece de haklı gözükürler. Çünkü yaptığınız iş, insana şairin şu mısrasım hatırlatmaktadır:
Evvel yoğ idi, iş bu rivayet yeni çıktı. 275
275 Ziya Paşa’nın meşhur beytinin ikinci mısrasıdır. Beytin tamamı ise şöyledir: “islam imiş devlete pâ bend-i terakki Evvel yoğ idi, iş bu rivayet yeni çıktı.”
Diğer taraftan, az önce de belirttiğimiz üzere ilmî dürüstlük ve tutarlılık adma, yönteminizi ortaya koyacaksınız ve bu meseleleri ele alırken bir din bilimcisi kimliğiyle mi, yoksa bir din âlimi kimliğiyle mi yazıp çizdiğinizi tasrih edeceksiniz.
Yeniden konuya dönelim ve kanımızı donduran şu: “Aynı soruyu, Kur’an’ın bütün muhtevası için sormak da mümkündür.” cümlesine bir de şu yönden yaklaşalım.
Doğrusu, böyle bir soru sormak pekâlâ mümkündür. Hatta gelip dayandığınız bu noktada bu soruyu sormaktan başka şansınız da yoktur: “Şayet Araplar olmasaydı, Arap örfü ve kültürü olmasaydı, Arapların sorduğu sorular olmasaydı, bu Kur’an olur muydu?”
“Evrensellik Kriterleri” Üzerine
Ancak sözü niye bu kadar uzatıyoruz ki?
Zira bu dünya ve içinde yaşayan zekâ ve akıl sahibi varlıklar mevcut bulunduğu sürece, ilahî hitap mutlaka gelecektir. Araplar’a gelmese Acemler’e gelirdi ve bizim sonsuz Kudret ve ilim sahibi olarak inandığımız Allah Teala bu sefer de Acemlerin sorulan ve problemleri üzerinden bu mesajlarını bildirirdi.
Peki, bu cevaptan tarihseldi bir akademisyen ne çıkarır acaba? “O halde Kur’an-ı Kerim’in tarihsel bir metin olduğu sabit oldu ve tezimi isbat ettim.” sonucunu mu çıkarır? Yoksa “demek böyle bakarsak Allah’ın kelamının evrensel olduğu hususu daha iyi anlaşılır.” diye mi düşünür?
Ne söylemek istediğimizin daha net anlaşılması için şöyle de sorabiliriz? Size göre “ilahî hitabın evrensel olma şansı ve ihtimali var mıdır? Varsa, nasıl?
Mesela Hz. Muhammed (s.a.v.) İngiliz toplumu içinden çıksaydı ve Kur’an-ı Kerim İngiliz dili ile gelseydi, dolayısıyla İngiliz toplumunun sorularına cevaplar içerseydi, evrensel sayılabilir miydi?
Yoksa ilahî kelamın evrensel olabilme ihtimali yok mu?
Cevabınız/’hayır, yok” ise, o zaman da yeryüzünde evrensel bir eserden söz edilip edilemeyeceğinin cevabının verilmesi gerekir. Evrensel bir kitab, evrensel bir musiki parçası, evrensel bir mimari eser, evrensel bir tablo vs’den bahsedilip edilemeyeceği sorulur.
Mesela Eflatun’un Devleti, Mozart’ın senfonileri, Picasso’nun tabloları evrensel eserler midir?
Size göre evrensellikten hiçbir surette bahsedilemezse, o halde Kur’an’daki bazı temaların evrensel olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz.
Şayet bahsedilebilirse, o zaman kriterlerinizi daha sağlam belirlemelisiniz ki ilkeler üzerinde konuşabilelim. Mesela bir meselenin evrensel olabilmesi, “insanlık tarihinde iz bırakmasıyla mı, üç semavi kitabta da yer almasıyla mı, çağdaş ve modern değerlerle uyum içinde olmasıyla mı veya başka bir nitelik ve özellik sebebiyle mi sabit olur?” Tabi bu şıklardan birini veya bir kaçım seçmeniz halinde, ardından gelecek “niçin” sorularına da yine muknî cevaplar hazırlamalısınız.
Farzedelim ki, “üç semavi kitab ta da yer alması” şıkkını işaretlediniz. O zaman da şu soruyu cevaplamaya hazır olmalısınız: Bu üç Kitab arasında farklı yaklaşımlar olursa siz, vahyin en son ve en mükemmel tescili olan Kur’an-ı Kerim’i mi hakem kılacak ve O’nda bulunanı asıl/doğru/sahih/hak kabul edeceksiniz, yoksa Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid’i mi hakem kılacak ve o kitablarda Kur’an-ı Kerim’e muhalif olarak yer alan yaklaşımları mı, değerlendirmenizin ölçüsü kılacaksınız. Şayet evrensel bir Kelamullah olmazsa, 14 asırdır yaşayan ve bundan sonra kıyamete kadar gelecek insanlar nasıl bu kadar Sahipsiz/Rab’siz bırakılabilirler?
Bir Kere Daha “Mesaj” Konusu
Efendim, biz “Kur’an’a ‘tarihsel hitap’ diyorsak, onu yok saymıyoruz ki, en azından mesajı bize hitap eder diyoruz” gibi bir cevabın da son derece problemli gözüktüğünü -yukarıda belirtmiş olsak da, yeri geldiği için burada bir kere daha- belirtmeliyiz.
Çünkü öncelikle bu “mesaj” meselesi, bize “suya tirit” hükmünde gözükmektedir. Bunu böyle görmemizin bütün sorumluluğu sadece bize ait değildir. Çünkü senelerdir bu terane böyle tekrar edilir ama bugüne kadar hiç kimse çıkıp da, şu “mesaj”ı kullanarak veya bu “mesaj”ı esas alarak, yani onu kaynak sayarak, bizim hayatımızı nasıl düzenleyeceğimize dair bir çalışma ortaya koymamıştır.
Yani, “hitabın kendisine” değil de, “mesajı”na göre bir düzenleme yapılması halinde, benim iman esaslarım nasıl olmalıdır? Allah tasavvurum, ahiret inancım, Cennet ve Cehennem algım nasıl olmalıdır? Tevekkül telakkim ve Kader inancım nasıl oluşur, gibi sorular cevaplanmamıştır.
İbadetierimi nasıl yapmalıyım? Namaz, oruç, hac zekât, tesbihat, evrad, ezkar, dinî hayatımda yine yer alacak mıdır? Alacaksa, nasıl alacaktır. Mesela namazımı nasıl kılacak, orucumu nasıl tutacak, zekâtımı hangi ölçüler içinde kimlere ve ne miktarda vereceğim, haccımı hangi ilkelere riayet ederek eda edeceğim.
Ahlak ilkelerim için de aynı sorulan sorabilirim. Nasıl bir ahlak nizamı öngörüyorsunuz.
Hukukunuz olacak mı? Olacaksa nasıl? Olmayacaksa, doğacak hukuki boşluğu nasıl doldurmayı düşünüyorsunuz.
Sizlerden, Serahsî’nin Mebsut’una eşdeğer çapta demiyorum, hiç değilse Ömer Nasuhi Bilmen’in İslam İlmihali’ne eşdeğer çapta bir çalışma yapmanızı rica etmiştim. Bu vesile ile bu teklifimi tekrar ediyorum.
Şayet samimi iseniz bu teklifi ciddiye almalısınız. Yoksa insanların itikadını sarsmaktan vazgeçmelisiniz.
Zira şairin dediği gibi:
“Halkın itikadını bozmak vebaldir.”
Yani bir anlamda, insanlara doğru yolu gösteremeyecekseniz, yanlış yolda olduklarını söylemeyeceksiniz. Yoksa onları şaşkına çevirirsiniz. Kendilerini boşlukta hissetmelerine sebep olursunuz. Bu durum ise insanlarda çaresizlik hissinin doğmasına yol açar; başka da bir işe yaramaz.
Diğer taraftan böylesine muğlâk yaklaşımlar ve muallâkta kalan değerlendirmeler sebebiyle, halkın ilim adamlarına duyduğu güven sarsılır ki, bu da çok önemli bir noktadır. Çünkü bir toplum için en ciddi problem “güven bunalımı” dır. Ve nitekim günümüzde bu problem, artık kendisini çok ciddi anlamda hissettirmeye başlamıştır.
Şunu da eklemek istiyorum:
Sizler de Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.” tesbitine katılır mısınız?
Peki, bu “Tanrı” bize hitap edemiyorsa veya etmiyorsa, O’nun varlığı ile yokluğu arasında bizim açımızdan ne fark kalır ki? Bize hitap etmeyen, bize hayır ve şer arasındaki farkı göstermeyen, iyi ile kötünün ayrımını yapmamızda yardımcı olmayan, kötülükten ve serden nasıl korunacağımıza, hayra ve iyiliğe nasıl ulaşacağımıza dair yol göstermeyen bir tanrı bu âlem için ne anlam ifade eder ki?
Yine cevabınız, “aslolan O’nun hitabı değil, hitabının mesajıdır” olacaksa, ben de yukarıdaki teklifimi yinelerim ve ” ya vakit kaybetmeden bu sorumluluğunuzu yerine getirin ya da ebediyen susun, çünkü yazdıklarınız ve konuştuklarınız halkın dinî düşüncesini tahribe yetiyor ama ıslaha ve tashihe medar olmuyor.” derim.