Çıplak Ayağa Mesh – Talha Alp
Konuya girmeden önce İslamoğlu’nun bu meselede de örneğiyle karşılaştığımız üslûp problemine değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Kendisiyle birçok konuda aynı fikirleri savunan diğer ilâhiyatçı İslam modernistleriyle İslamoğlu arasında önemli bir üslûp farkı var. Belki akademinin dışına hitap etmediği için olacak!
Modernist ilâhiyatçı kesim savunduğu muhâlif görüşü doğrudan ve kendine mal ederek ifâde etmekte tereddüt göstermez. Ya da akademik özgürlüğün sağladığı rahatlıkla olacak ki, en uçuk görüşlerini dahî pervasız bir dille açıklamaktan çekinmez.
Ancak İslamoğlu için aynı rahatlıktan söz etmek zor. Onun konumu akademisyenlere göre çok farklı. Bir defâ o doğrudan Müslüman tabana hitap ediyor ve o bir teorisyenden daha çok bir pratisyen. Bunun yanında sâhip olduğu medya organları ve öncülüğünü yaptığı sivil toplum kuruluşlarına bakılırsa onun bir çeşit İslâmî dâvet faaliyeti yürüttüğü de söylenebilir.
Bütün bunlar onun daha özenli olmasını, doğrudan ifâde edildiğinde ciddî tepkilere yol açacak fikirleri daha politik bir dille ifâde etmesini gerektiriyor. Kendisi de bunun farkında olmalı ki, uçuk fikirleri doğrudan gündeme getirmiyor ve: “Bu konuda doğru olan benim savunduğum ya da meselâ Şî‘a’nın savunduğu şu görüştür!” deme cesâretini gösteremiyor.
Peki, ne yapıyor? Genelde meseleyi şu şekilde sunmayı tercih ediyor: “Bu konuda ihtilaf var; böyle düşünenler olduğu gibi şöyle düşünenler de var. Sünnî ekol böyle demiş; ama aynı ekol içinden filan filan âlimler de aksini düşünebilmiş, söz gelimi Şî‘a’nın yanında yer alabilmiş!” gibi laflar kullanmayı uygun buluyor.
Ne ilginçtirki genellikle bu konularda verdiği bilgiler referanslarla karşılaştırıldığında ciddi sorunlar arz ediyor. Ortada ya yanlış anlama ya da çarpıtma olduğu dikkatten kaçmıyor.
Anlıyoruz ki, İslamoğlu görüşleri kaynaklardan olduğu gibi nakletmiyor ve görüşleri, sâhiplerinin aynı konunun detaylarına dâir diğer görüşleriyle ve amacıyla mütenâsip biçimde aktarmıyor; kendince hedef fikre uyarlayarak görüşler üzerinde bir çeşit işçilik uyguluyor.
İslamoğlu bu yaptığının ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde hiç düşünmüş müdür, bu bilinmez. Ama bilinen bir şey var; bunun ortalama Türk okuyucusunun zihninde telâfisi güç tahribata yol açtığı kesin.
Doğal olarak okuyucu, İslamoğlu’nun kaynaklar karşısındaki yer yer yönlendirmeci, yer yer çarpıtmacı tutumunu fark edemiyor. Hâliyle muhâlif modern fikrin de İslâmî zeminde bir meşrûiyet kökeni olduğunu düşünmeye hazır hâle geliyor ve çözülme burada başlıyor.
Tabiatıyla bunları inceleyen biri olarak “İslamoğlu ne yapmak istiyor?” sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Niyetini bilemeyiz; ancak İslamoğlu’nun, teorik malzemesini modernist ilâhiyatçı akademisyenlerden aldığı uç fikirleri tabana kanıksatmak ya da en azından tabanın bu konudaki İslâmî hassâsiyetini yıpratmak gibi bir etkisi olduğunu görmemek de mümkün değil.
Bu yönüyle onun işi bir yapı inşâ etmekten çok sabit yapıyı yıkmak; yâni ciddî bir araştırma ve özen istemeyen ucuz işçilikli bildiğimiz yıkıcılık.
İslamoğlu’nun kaynak taramaları ve metin incelemeleri konusundaki îtinâsızlığı da zâten bunu işâretliyor.
İşte burada ele alacağımız çıplak ayağa mesh konusu, İslamoğlu’nun bir yandan meseleyi nasıl çarpıttığını, diğer yandan metni nasıl yanlış anladığını gösterecek bir konu olması bakımından onun ne yaptığını gözler önüne seren tipik bir misal olabilir.
İslamoğlu’nun, abdesti konu edinen Mâide Sûresi:6. âyette yer alan ayakları yıkamakla ilgili ifâdeye düştüğü dipnot şöyle: “Kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre ayet ayakların yıkanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara mesh edilmesini emreder. (…)
Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Taberî gibi bazı sünnî imamlar ikincisini tercih ederler.” (Hayat Kitabı Kur’an, s:192)
Çok açık ki İslamoğlu’nun bu ifâdelerine bakarsak; çıplak ayağa mesh konusunda biri Ehl-i Sünnet’e, diğeri Ehl-i Beyt’e âit olmak üzere iki ayrı görüş var.
Üstelik büyük Ehl-i Sünnet imamlarından Taberî de burada Ehl-i Beyt’in yanında yer alı yor; yâni çıplak ayağa meshedilebileceğini savunmuş oluyor. İslamoğlu’nun meâldeki bu ifâdelerine biraz daha netlik getiren diğer ifâde sini bir soruya verdiği cevapta buluyoruz. Cevapta İslamoğlu Taberî’nin görüşüyle ilgili düşüncesini: “Taberi sünne sahibi bir imam olduğu halde mesh etmek farz, yıkamak sünnettir der. ”[1] şeklinde somutlaştırıyor.
Bunları okuyan bir kimsenin abdestte çıplak ayağa mesh etmenin câiz olmayacağı konusundaki bilgisi de, hassâsiyeti de derin yara alacaktır ve önceleri sâdece Şî‘a’ya âit olduğunu düşündüğü bu uygulamanın hem Ehl-i Beyt, hem de İmam Taberî tarafından savunulmuş meşrû bir görüş olduğu “gerçeğiyle!” âdeta şok yaşayacaktır.
Peki gerçekten mesele İslamoğlu’nun anlattığı gibi midir? Dolayısıyla okuyucunun yaşadığı şok hâli yerinde ve gerekli bir hal midir?
Bu soruların aşağıdaki incelemenin sonun da kendiliğinden cevaplanacağını düşünerek vakit kaybetmeden söze girelim.
Söze girerken önce şunu ifâde etmeliyiz; abdestte ayakları yıkamayı Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun görüşü gibi göstererek Ehl-i Sünnet’in bu konudaki tutumu hakkında şüphe uyandırıcı ifâdeler kullanmak doğru değildir.
Zîrâ sahâbeden yüz yirmi kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Abdurrahman bin Ebî Leylâ (Radıyallâhu Anh) ashâbın ayakları yıkama konusunda icmâ‘ ettiklerini ifâde eder. Sâdece bu değil, sahâbeden on kişi ye kavuşan Tâbi‘î İmam Atâ bin Ebî Rabah (Radıyallâhu Anh)da sahâbeden ayaklarına mesh eden birini görmediğini söylemektedir. (Hâfız Alâüddîn Moğultay, Şerh-u Sünen-i İbn-i Mâce:1/355)
Evet, bâzı sahâbeden ayakların meshi yönünde rivâyetler vardır. Ancak bu rivâyetlerin delâleti açık değildir. Zîrâ bu rivâyetlerin ekseriyeti başlı başına abdestte ayaklarla ilgili vazîfeyi konu edinmemektedir. Bilakis konunun Kur’ân-ı Kerîm’de ele alınış biçimini serimlemektedir.
Buna dayanarak ihtilaftan bahse dilecekse, meselenin sâdece Kur’ân’daki sunumuyla sınırlı bir ihtilaftan söz etmek daha doğru olacaktır.
Buna bir misal olarak önceleri abdestte ayakların meshini savunduğu düşünülen Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın “Kur’ân meshi, Sünnet gasli (yıkamayı) getirmiştir” yönündeki sözünü ele alabiliriz. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/175)
Bu söz aslında Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan yapılan diğer rivâyetlerede ışık tutmakta, onun meseleyi sâdece hükmün sübut keyfiyeti açısından ele aldığını göstermektedir. Meselenin Kur’ân’da sâdece mesh ile ele alındığını, Sünnette ise bunun yanında yıkama yükümlülüğünün de getirildiğini ifâde etmektedir.
Ayrıca Enes (Radıyallâhu Anh) gaslin Sünnetle sâbit olduğunu belirterek ayakları yıkamanın gerekliliğini zımnen ifâde etmektedir. Bütün bunların yanında, ayakların yıkanması gerektiği yönünde sahâbeden de açık rivâyetler bulunmaktadır. Bu sebeple birçok muhakkık âlim, rivâyetleri cem için, mezkûr kimselerin mesh yönündeki görüşlerinden rucû ettiklerini savunmuştur. (İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî:1/348)
Dolayısıyla böyle yoruma açık rivâyetlere dayanarak Ehl-i Sünnet’in bir kısmının ayakların meshini savunduğunu söylemek ilmî ölçüler açısından güvenilir değildir.
Sonra şu da unutulmamalı ki, seleften bir veyâ birkaç kişiden ümmetin kāhir ekseriyetine muhâlif olarak nakledilen görüşler, mâlum şaz kategorisine girmektedir.
Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşünü belirleyici olmadığı gibi Ehl-i Sünnet içinde ihtilaf sebebi de olamaz.
Şurası açık ki seleften nakledilen her rivâyete eşit gözle bakmak, şaşı bakmaktır. Zîrâ birçok selef imamından birbirine zıt fetvâlar nakledilebildiği gibi, bâzen Kur’ân, Sünnet ve Kıyas temeline oturtulması güç görüşlerde nakledilebilmektedir.
Bu nakilleri yapan râviler meselenin özünü ne kadar kavramış, ne kadar tam ve doğru rivâyet etmiş, meselenin bu kısmı tartışılır; ama velev ki rivâyetler güvenilir olsa bile yine de bir usul inşâ edilirken her rivâyetin aynı kategoriye yerleştirilmesi mümkün değildir.
Tutarlı bir usul inşâsı için sahih kıstaslar ışığında bunların bir kısmının diğer bir kısmına tercih edilmesi ve esasların tercihe şâyân olanlar üzerine binâ edilmesi kaçınılmazdır. Nitekim imamlar aynı yöntemi âyet ve hadisleri ele alırkende uygulamış, nasslar arasındaki muârazayı nesh, cem, tercih ve tesâkut gibi metodlarla çözümlemiştir.
Muteârız nasslardan nasıl dinde çarpık bir yapılanmaya gidilmiyorsa, seleften nakledilen görüşleri de birbirleriyle çatıştırarak değil, sağlam bir anlam zemini üzerinde uzlaştırarak anlamaya çalışmalı ve bir usul zaviyesinde işlemesini bilmelidir.
Şu halde Ehl-i Sünnet’in görüşü ortaya konurken, kritize edilip işlenmiş bilgiler üzerine konuşmak ve Ehl-i Sünnet’in sistem ve usul olarak teşekkülünü tamamlamış yapısını gözden kaçıran açıklamalardan uzak durmak zorundayız. Bir ihtimal olarak şu da gündeme getirilebilir: Belki İslamoğlu Taberî’nin görüşünü yanlış yorumladığı için burada onu istisnâ etme ihtiyâcı hissederek Ehl-i Sünnet’in çoğunluğu demiş olabilir.
Ancak az ileride de temas edeceğimiz üzere Taberî’nin görüşünün Ehl-i Sünnet’in görüşünden temelde bir farkı yoktur. Şu halde Taberî (Rahimehullâh) üzerinden Ehl-i Sünnet’in tutumunu çoğunluk ve diğerleri şeklinde yansıtmak da mümkün değildir.
Ayrıca Ehl-i Beyt’e göre ayakların mesh edilmesi konusu İslamoğlu’nun arz ettiği gibide değildir. Durum Şî‘a’ya göre böyle olabilir; ama Şî‘a ile Ehl-i Beyt farklı şeylerdir. Bunları birbirlerine karıştırmak eğer câhillik değilse, hoş görülemez bir muğâlatadır.
Ehl-i Beyt’in ilk kuşağına göre abdestte ayakları yıkamak gerekir. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) sened eşliğinde, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin (Radıyallâhu Anhümâ)nın, ilgili âyette geçen “Ercüleküm” kelimesini mansub okuduklarını ve Hazret-i Ali (Radıyallâhu Anh)ın, ayaklarla ilgili vazîfenin yıkamak olduğu yönünde insanlara hükmettiğini (fetvâ verdiğini) nakleder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/173)
Bunun yanında Ali (Radıyallâhu Anh)ın: “Ayakları topuklara kadar yıkayın” diye emrettiği de bilinmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/172)
Demek oluyor ki, konu hakkında Ehl-i Sünnet içinde fikir ayrılığı varmış gibi bir ifâde kullanmak, okuyucuyu gereksiz ve temelsiz bir kafa karışıklığına sürüklemekten başka bir şey ifâde etmez.
Ehl-i Sünnet’le Ehl-i Beyt arasında ayrılık olduğu yönünde bir vehme kapı aralayan ifâdeler kullanmaya gelince, eğer bu kasıtlı değilse, en azından ciddiyetsizlikten başka neyle îzah edilebilir?
Ehl-i Beyt imamları dediğimiz kimseler eğer Ali, Hasen ve Hüseyin (Radıyallâhu Anhüm) değilse kimlerdir? İslamoğlu bize mübhem ifâdeler kullanmak yerine iddiasını destekleyen muşahhas ifâdeler kullanmalı. Eğer Ehl-i Beyt imamlarından bu görüşü savunan varsa, isim vermeli ve sahih kaynak göstermelidir.
Bu ön bilgilerden sonra İslamoğlu’nun Taberî (Rahimehullâh)ın görüşünü nasıl yanlış anladığına gelelim.
İslamoğlu’na göre Taberî (Ra himehullâh) Eh l-i Sünnet’in diğer imamlarına muhâlif olarak abdestte ayakların mesh edilebileceği yönündeki ikinci görüşü savunmaktadır.
Oysa Taberî (Rahimehullâh)ın abdest âyetindeki bu kelimeyle ilgili açıklamaları İslamoğlu’nun dediğiyle aslâ örtüş memektedir.
Taberî (Rahimehullâh) İslamoğlu’nun naklettiğinin aksine ayakların değil yıkanmayıp mesh edilmesini, sâdece yıkanmasının bile yeterli olmayacağını, bunun yanında bir de mesh edilmesi (ovalanması) gerektiğini düşünmektedir.
Taberî (Rahimehullâh)ın kendi görüşüne geçmeden önce onun genel olarak bu konuyu nasıl ele aldığına bakalım. Taberî (Rahimehullâh) âyetin ilgili kısmının tefsirinde, önce âyette geçen “Ercüleküm” kelimesinin iki şekilde kıraat edildiğini; Hicaz ve Irak kurrâsının kelimeyi mansup, yâni bizdeki meşhur kıraate göre “Ercüleküm” şeklinde okuduğunu belirtiyor ve: “Bunlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe mesh değil gasildir (yıkamaktır)” diyor.
Taberî (Rahimehullâh) bu yönde vârid olan rivâyetleri serdettikten sonra yine Irak ve Hicaz kurrâsının diğer bir kısmına göre mezkûr kelimenin, “Ercüliküm” şeklinde mecrur olduğunu zikrediyor ve: “Onlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe yıkamak değil, meshtir” diyor.
Burada araya girelim. Hazret-i Enes’in görüşüyle ilgili olarak da ifâde ettiğimiz gibi abdest âyetinde ayaklarla ilgili vazîfenin mesh olduğunu savunmak, genel olarak abdestte ayakların mesh edilebileceğini savunmak anlamına gelmez.
Bu sâdece Kur’ân’da konunun ele alınış biçimini îzaha dönük bir açıklamadır, yoksa genel olarak abdestte ayaklarla ilgili vazîfenin ne olduğuna dönük bir açıklama değildir. Zîrâ abdestte ayakların yıkanması gerektiğini anlatan çok açık hadisler vardır.
Daha sonra bu yöndeki rivâyetleri de sıralayan Taberî (Rahimehullâh) en son kendi görüşünü açıklıyor ve aynen şunları kaydediyor:
“Bu konuda bize göre doğru olan şu ki; Allâh-u Te‘âlâ abdestte ayakların tamâmının su ile mesh edilmesini emretmektedir. Tıpkı teyemmümde yüzün tamâmını toprakla mesh etmek gibi. Abdest alan kimse ayaklarıyla ilgili olarak bunu yaparsa hem mesh edici hem de yıkayıcı ismini hak etmiş olur. Zîra ayakların “gasli (yıkanması)” ayaklar üzerinde su gezdirerek ya da suyu ayaklara değdirerek olur.
Ayakların “mesh edilmesi“ ise elin ya da el yerine kāim olan başka bir şeyin ayaklar üzerine gezdirilmesidir. Bir kimse ayaklarının tamâmını su ile mesh ederse o hem yıkayıcı hem de mesh edicidir.
Mesh kelimesinin, tavsif ettiğim gibi biri umûmî -âzânın tamâmının meshi-, diğeri husûsî -âzânın bir kısmının meshi- olmak üzere iki mânâsı bulunduğundan, kıraat imamları “Ercülekum” kelimesinin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. (…)
Abdest âyetinde ayaklarla ilgili emrin te’vilinde dediğimiz gibi, onların tamâmının su ile mesh edilmesi gerektiği içindir ki, ilgili âyeti, ayakların su ile yıkanmasıyla birlikte onların elle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh edilmesi şeklinde yorumlayarak abdestte ayakları suya sokupda (bununla yetinerek) eliyle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh etmemeyi mekruh görenler olmuştur.
Nitekim rivâyet edildiğine göre Tâvus (Rahimehullâh)a abdest alırken ayaklarını suya sokan kimsenin durumu sorulduğunda: “Bunu yeterli bulmam!” demiştir.
“Âyetten ayakların yıkanması kastedilmiştir” diyenler ise meshi yeterli görmemiş, buna mukābil ayakları suya sokmayı yıkamak olarak telakki etmiştir. Nitekim Hasen-i Basrî (Rahimehullâh)a gemide abdest alan kimse sorulduğunda: “Ayaklarını suya daldırmasında bir beis yoktur.” diye cevap vermiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân: 4/177-178)
Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli hususlardan biri de şudur: Taberî (Rahimehullâh) bu meseleyi tartışırken Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların “Husûsî anlamda” meshiyle yetinilebileceğini gösteren herhangi bir rivâyet nakletmezken, “Yıkama” bildiren birkaç rivâyete yer vermiş ve sonra da şu ifâdeyi kullanmıştır: “… Bâzı kıraat imamları, kelimeyi “Ercüleküm” olarak okumuş ve farz olanın, ayakların yıkanması olduğunu söylemişlerdir.
Hâlbuki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların umûmunun suyla mesh edileceğini (ovalanarak yıkanacağını) bildiren birbirini destekler mâhiyette rivâyetler gelmiştir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/177)
Bu meseleyi işlediği bahsin devâmında Taberî (Rahi me hullâh), ayakların normal mesh ile yetinilebileceği iddiasını muhtelif yönlerden “Eğer şöyle denirse, şöyle deriz” tarzında münâkaşa ederek ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların tamâmının “Yıkanması” gerektiği rivâyetlerini delil getirerek çürüttükten sonra aynen şu ifâdeyi kullanır:
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, abdestte ayakların tamâmının suyla yıkanacağını emreder mâhiyette gelen rivâyetler, haberdâr olanın elinde hiç bir özür bırakmayacak müstefiz (yaygın) nakillerle sâbit olmuştur.
Ayakların bu şekilde yıkanacağı O’ndan sahih olarak sâbit olduğuna göre, yıkanmasını farz kıldığı bir uzvun, aynı durumda ve aynı vakitte bir kısmının yıkanmamasını mubah görmüş olması kabul edilemez. Çünkü bu, bir şeyi aynı anda hem farz kılmak, hem de iptal etmek demektir. Bu (çelişki) ise Allâh’ın ve Rasûlü’nün ahkâmında söz konusu değildir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/185)
Görüldüğü gibi Taberî (Rahimehullâh) ne ayakların sâdece yıkanması görüşünü, nede sâdece mesh edilmesi görüşünü savunuyor.
O, bu ikisinin dışında ayakların tamâmının suyla mesh edilmesini, yâniayakların ovalanarak yıkanması gerektiğini savunuyor. Peygamber Efendimiz’den gelen rivâyetlerin hem “Ayakların tamâmının suyla meshi” hem de “Ayakların tamâmının yıkanması” şeklinde olduğunu söyleyen Taberî (Rahimehullâh)ın görüşündeki inceliği iyi kavramak gerekir.
Ona göre “Ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi” başka şeydir, başın mesh edilmesi gibi normal mesh daha başka bir şeydir.
Normal meshte, âzânın tamâmını doğrudan suyla temas ettirerek mesh etmek yoktur, sâdece el ıslatılır ve ıslak elle mesh yapılır. Islak elle yapılan meshte mesh edilen uzvun tamâmını mesh etmek gerekmez, bir kısmını mesh etmek kâfîdir. Oysa Taberî (Rahimehullâh) tıpkı teyemmümde olduğu gibi ayakların tamâmının mesh edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Zâten Taberî (Rahimehullâh) âyetten sâdece mesh hükmünü çıkaranların görüşlerini aktarırken orada mutlak olarak mesh ifâdesini kullandığı halde, kendi görüşünü anlatırken:
“Ayakların tamâmını suyla mesh” ifâdesini kullanmakta ve böylece kendi görüşünün farklı olduğuna işâret etmektedir.
Ayrıca Taberî (Rahimehullâh)ı bu görüşe iten şey âyetin her iki kıraatini de uygulamaya sokma isteğidir. Eğer Taberî (Rahimehullâh) mutlak anlamda husûsî meshi savunsaydı, sâdece kelimenin mecrur okunduğu kıraati tercih ederdi. Oysa o her iki kıraati de sahih bulmakta ve mümkün mertebe her ikisiyle de amel edebilmenin yollarını aramaktadır. Bulduğu yol, ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Böyle olunca ayaklar suyla doğrudan temas ettirildiği için meşhur kıraati, mesh edildiği için de diğer kıraati uygulama imkânı bulunmuş oluyor.
Taberî (Rahimehullâh)ın iki kıraati cem yönündeki niyeti şu ifâdelerinde açıkça gözlenmektedir: “…Çünkü ayakların tamâmının suyla mesh edilmesinde yıkanmaları vardır. Elin ya da el yerine kāim olan şeyin ayaklar üzerinde gezdirilmesinde ise ayakların meshi vardır.
Âyeti nasb kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk ciheti ayakların tamâmı üzerinde suyun gezdirilmesidir.
Cer kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk payıda ayakları mesh etmek için el ya da el yerine kāim olan şeyin ayakların tamâmı üzerinde gezdirilmesidir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/178)
Böylece Taberî (Rahimehullâh) kıraatlerin doğruluk yönlerini esas alarak ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi yönündeki görüşünü ileri sürmüş ve her iki kıraati de cem etmiştir.
Bütün bunlar bir yana İslamoğlu Taberî (Rahimehullâh)ın görüşü hakkında aceleci davranmayıp, eksik anlama ihtimâlini göz önüne alarak bu konuda Taberî (Rahimehullâh)a atfen tefsir literatüründe neler dendiğini araştırmış olsaydı, sanırım bu hatâya düşmeyecekti.
Zîrâ İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın tefsirinde onu bu hatâdan kurtaracak açık ifâdeler yer alıyor. İbn-i Kesîr (Rahimehullâh): “Taberî (Rahimehullâh)a göre ayakları yıkamak sünnetle, meshetmek de Kur’ân’la farzdır” diyenleri, Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlamamakla eleştiriyor.
İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) bu eleştirisinde haklıdır. Zîrâ yukarıdada paylaştığımız gibi Taberî (Rahimehullâh)ın ifâdelerinden bu sonuç çıkarılamaz.
Buradan çıkarılacak tek sonuç iki kıraati cem adına ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Nitekim İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) da burada Taberî (Rahimehullâh)ın, iki kıraati cem adına ayakların suyla mesh edilmesi gerektiği yönündeki görüşü savunduğunu belirtiyor ve onun ifâdesindeki “Mesh”in, “Ayakları delk (ovalamak) ” anlamına geldiğini ifâde ediyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm:2/26)
Daha da ilginç olanı şudur: İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlayamamakla tenkit ettiği kimselerin Taberî’den anladıklarıyla, İslamoğlu’nun anladığı bambaşka şeylerdir. Onlara göre Taberî, ayakların yıkanmasıyla mesh edilmesi arasında hüküm açısından bir fark görmüyor ve her ikisinin de farz olduğunu kabul ediyor. Bir farkla ki yıkamanın farziyetini Sünnet’le, meshin farziyetini ise Kitab’la sâbit görüyor.
Oysa İslamoğlu meseleyi çok farklı kurguluyor; Taberî’nin mesh etmeyi farz, yıkamayı sünnet gördüğünü ileri sürüyor. Bir hükmün Kitab’la sâbit olması illâ farz olmasını gerektirmediği gibi, Sünnet’le sâbit olması da illâ Sünnet olmasını gerektirmez.
Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ortada Taberî’nin görüşünü anlamamaktan kaynakla nan vahim bir hatâ bulunmakta.
Şu halde İslamoğlu’nu tâkip eden ortalama Türk okuyucusu Taberî’nin konuyla ilgili gerçek görüşünden haberdâr olamayacak, aksi ne onu İslamoğlu’nun yansıttığı gibi Ehl-i Sünnet’in cumhuruna rağmen çıplak ayağa meshi savunan biri olarak tanıyacaktır. Bu sâdece onu yanlış tanımakla sınırlı kalmayacak, belki buradan yola çıkarak çıplak ayağa meshedilemeyeceği konusundaki hassâsiyetinin anlamsızlığını düşünmeye başlayacak.
Belki de bir adım sonra Ehl-i Sünnet ve Şî‘a arasındaki karşıtlığın bu güne kadar abartıldığını, aslında kaynaklar “İyi incelense!” aralarındaki fikir ayrılıklarının uzlaştırılabilir olduğunu düşünecek! Bu da genellikle sâdece siyâsî açılımları düşünülerek yürütülen, îtikādî ve fıkhî boyutları nedense görülmek istenmeyen ve ilginçtir ki çoğunlukla sünnî ülkelerde uygulanan ve hâliyle Şî‘a lehine sonuç veren Ehl-i Sünnet’le Şî‘a’yı yakınlaştırma faaliyetlerinede yine Şî‘a lehine katkı sağlayacaktır.
Peki, okuyucuyu bütün bu yanlış anlamalara sürükleyen şey temelde nedir? El-cevap, basbayağı yanlış anlama ve maalesef ucuz bir çarpıtmadır.
İslamoğlu, ne hikmetse hep Ehl-i Sünnet ve Şî‘a karşıtlığında tecellî eden bu gibi çarpıtma örnekleri üzerine düşünüp kendisine yöneltilen Şî‘a sempatizanlığı ithâmını birde buradan değerlendirse sanırım kendisi için de hayırlı olur.
Vesselam…