Dinlerarası Diyalog-Ali Nar
Dinlerarası diyalog ya da ehl-i kitab’ın encâmı
Son derece netameli hale sokuldu bu iki mesele! Diyaloğu basit insani ilişkilerin ötesine taşıyanlar:
a) Bu tebliğ için müzakere, muhavere ise hadi olsun.
b) Karşılıklı dokunulmazlığı, saldırmazlığı sağlamaksa o, dinler arası değil de toplumlar arası siyasi ilişki gibi olur ki, bunda da beis yok…
c) Yok dinleri kıyaslayarak hangisinin daha doğru, faydalı, geçerli olduğunu tesbit gibi bir şey ise, iki taraf için de abes: Çünkü, kendi dininden/geçerliliğinden şüpheyi ifşa eder ki küfürdür, hıyanettir de.
d) Dördüncü ihtimalse, kişinin ahmaklığı ve haddini tanımazlığı olabilir…
Dayanak olarak alınan âyet-i kerimeye gelince; hem karşı taraf bunu istismar etmekte, hem bu taraftan dinin izzetini kavrayamayanlar heveslerine malzeme etmektedir:
Çünkü bu din, en son ve ilâhi metodla en olgunlaşmış bir sonuçtur: “Bugün dininizi size ikmal ettim, size nimetimi tamamladım. Din olarak da sizin için İslâm’ı uygun gördüm (İslam’ınızdan razı oldum.)” (Mâide: 3)
“Allah indinde din İslâm’dır. Kitablıların ihtilâfı ise ilmin gelmesinden sonra çekemezliklerindendir. Ha, Allah âyetlerini inkar edenlerin hesabını âcilen görür.” (A.İmrân: 19)
“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?” (A.İ.: 83)
“Kim İslâm’dan başka din ararsa, asla kabul değildir. Öyleleri ahirette de hüsrandadır.” (A.İ.: 85)
“Din” diye adlandırılan her hayat tarzını bu “diyaloğ” çağrısına katanların ise hiçbir mesnedi olamaz. “Kitap Ehli” diyerek bahane arayanlar ise;
“De ki (çağır) ey Ehl-i Kitap! Gelin aramızda ortak bir ilkeye: Allah’dan başkasına tapmayalım. Ve ona ortak koşmayalım; başka şahısları da rab saymayalım. Eğer gelmezlerse, şöyle deyin: Şâhid olun, biz Müslümanız!..” (A.İmrân: 64)
“Diyaloğ yaygarası”nın papa ve patrik barışmasından sonra ortaya atıldığı biliniyor. Osmanlı’nın vuruşturarak ayrı tuttuğu bu iki fitne yuvası 1965’lerden sonra bir diyaloğa girdi ve bunu icad etti. Bu tarihten çok önce de A. İmrân’ın 64. âyetini istismar etmeyi deneyen misyonerler, zamanı, şartları ve şahısları uygun gördükçe gündemi açmışlardı. Mesela, 1905’te ölen Muhammed Abduh, Lübnan’da sürgün hayatında iken, İngiliz Misyoneri İzak Taylor’un teklifini almış ve gönlü havalanmış; üstâdı Cemâleddin’in ruhunu şâd edercesine bunu bayrak yapmıştı. Tayyar Altıkulaç Diyanet’teki yerini alınca “İslâm-Hıristiyan Diyaloğu”nu telaffuz etti. Yetmişli yıllarda, Vatikan’a temsilci bile gönderdiler!
Süleyman Ateş oraya oturunca Yahudi’yi de bu diyaloğa sokmak istedi. İlk itiraz ise Roger Garudy’den geldi!..
Bu da az gelmişti ki Fetullah Gülen Hoca bütün dinleri teklif ve bunda ısrar etti…
Nihâyet A.k.p.’nin iktidarı bunu, park-larda uyguladı… “Ama neden Câmi, Kilise var da Budist tapınağı, Komünist anıtı yok?” diye akla gelir. Bir de İbrahimî dinler safsatasını… “Ekümenik patrik” tezi ise Bizans’ı ihyâ hedefidir. Hepsi de özünde aynı hedefe yönelik siyasi planlardır. Yoksa onlar da İslâm’ın gücünü ve ebediliğini çok iyi biliyorlar. Ama bizim milletin seksen yıldan beri cehalete itildiğini de bilerek bunları teklif ediyorlar. Bir de Hz. İbrahim’in iki nebinin babası olması vakıasıyla kendi bozuk dinlerine payanda arıyorlar. Halbuki:
“İbrahim ise ne Yahudi, ne Hıristiyan ama hanîf-müslimdi. Müşrik de değildi asla.” (A.İmrân: 66) gibi ilâhi kelamlar meseleyi kökünden halletmiştir.
Diyaloğ Bahsi
Diyaloğ – diyalektik aynı kökten:
Diyalektik, söz istifi; bir fikri, inancı ve sistemi en üstün üslûpla sunmak ve karşıtını da ustaca çürütmek sanatıdır. Bu ise, önce kendi nizamını çok iyi kavramış olmaya, felsefe ve mantık kültürüne sahib olmaya, zekâsıyla âni intikallerle hasmı susturma gücüne ermiş bulunmaya dayanır…
Biz, Türkiye ortamında bu kudrete sahip kişi görmediğimiz gibi bu işe soyunanlarınsa, alabildiğine heveskâr ama aynı derecede boş ve yeteneksiz olduğunu okuyoruz. Sadece İslâm’ın izzetini harcamayı başarabilirler bu kişiler. Zihni kamaşmış, İslâm’ın geleceğinden şüpheye düşmüş; bu haliyle de kahramanlığa soyunan zavallılar…
Sözde İslâm’a hizmete koşarlar ama sonu hezimettir. Haniya kiminle müzakere ve neyi müzakere? Son ve ebedi olan; Kitab’ı, Sünnet’i ve bu iki asla uygun bütün ilim ve ahlak kurumlarıyla dimdik ayakta duran dinle; her şeyini kaybetmiş olanları karşılaştırmak mı? Hakka hıyanettir bu! Aynı zamanda öbürlerine de kıymaktır: Çünkü ehliyetle bu işe girişen kişi, bir Hıristiyan veya Yahudiyi ikna ederek, hidâyetine sebeb olacakken; bu zihni kamaşık dâhi (!) onları İslâm’dan daha bir uzaklaştırır. Çünkü iyi savunulamayan fikir (tez) mağlup olur.[1] Güçlü savunma ise, zayıf fikri bile üste çıkarır.
Kısa Bir Kıyaslama
a) İslâm’ın Âmentüsü:
1- Allah’a, birlik ve mutlak hâkimiyetine, eşi ve benzeri olmadığına, her şeyin O’nun dilemesiyle olduğuna iman.
2- Peygamberlerin bütününe iman.
3- Meleklerin varlık, mahiyet ve ödevlerine göre iman.
4- Kaza ve Kaderin Allah’ın elinde olduğuna iman.
5- Peygamberlere gelen vahiylerin aslına iman.
6- Ahiret ve suale iman.
b) Bir de Hıristiyan âmentüsüne bakalım:
1- Ben, yeri-göğü yaratan, her şeye kâdir baba Tanrıya.
2- Efendimiz olan, O’nun biricik oğlu İsa’ya.
3- Ruhü’l-Kudüs’ten gebe kalana.
4- Bâkire Meryem’den doğana.
5- Onun pontus pilatus’tan zulüm gördüğüne.
6- Çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne.
7- Cehennemlere indiğine.
8- Üçüncü gün tekrar canlandığına.
9- Göklere çıkıp, kadir olan Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna.
10- Oradan gelip, ölüleri, dirileri hesaba çekeceğine.
11- Ruhü’l-Kudüs’e.
12- Mukaddes Katolik kilisesine.
13- Azizlerin cemaatına.
14- Günahların affedileceğine.
15- Vücudun tekrar canlanacağına.
16- Ebedi hayata… inanırım.[2]
Muhammed Hamidulah (merhum) âmentü kıyasına bir de baş dua karşılaştırmasını ek-liyor: Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi Fatiha’ya karşı onların şu duasını almış.
(Matta İncili: 6/9-13; Luka İncili: 12/2-4)
“Ey gökte olan Babamız. İsmin mukaddes olsun. Meleküt’un gelsin, Gökte olduğu gibi yerde de senin iraden olsun. Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver. Bize, borçlu olanları bağış-ladığımız gibi sen de bizim borçlarımızı bize bağışla. Bizi iğvaya götürme fakat bizi şerirden kurtar. Çünkü Meleküt ve kudret ve izzet ebedlere kadar senindir.”[3]
Bu kadarcık karşılaştırma bile gösteriyor ki, Hıristiyanlarla “diyaloğ”, o tuhaflıkları bir şey sayıp Hakk düsturlarla tartma saçmalığına düşürür bizi.
Yahudi’nin İmanı mı?
On emir tıpkı bizdeki haram ve farzlar gibi. “Kimseyi öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin. Ana, babana iyilik edeceksin. Hırsızlık yapmayacaksın. Yalan söylemeyeceksin…” gibi evrensel uyarılar. Ama bunlar kendi aralarında geçerli… Irkî-millî bir düştür… Başka milletlere karşı öldürme, zinâ, hırsızlık, yalan, hile mubah değil belki vazife, farz… Şimdi Tevrat’tan adresler vererek görelim:
Kur’ân-ı Kerim’in tasviriyle Yahudilik ve Hıristiyanlık birbirini imha yolundadır! Tari-hi gerçek de bu: Hz.İsa’yı bir reformcu ve İsrail dininin bozguncusu biliyorlar. Onun için de öldürmeğe azmettiler. (İslâm-düşmanlığında elbirliği ettikleri de bir vakıa…)
Nitekim bir dönem geldi Yahudi ajanı Pavlos kendisini İsa’nın bağlısı, havari ilan etti. Sonra da “Mektuplarıyla” sözde İsa dinine hizmet ederken aslında bu dini dejenere etti. O kadar etkili oldu ki, İsa tanrı oldu, kendisi de bir bakıma peygamber. (Aziz Paul) Resim ve heykeli mabede soktu. Teslisi kurdu ve dini tam bir şirk dini haline getirdi.
Yahudilikse “bir ırkın üstünlüğü” temeline oturtulmuş, başkalarının (Musevi-Musa dininden) olması yasak ve merduddur. Çünkü tanrıları Yahova onlara evladlarım diyor; başka milletlerin elinden dünyayı kurtarmalarını emrediyor. Cihan devleti istiyor. Bunun için de her yolu meşru kılıyor:
Meselâ: İman-sistem ve uygulama olarak şu felaketlere bakın:
Özetle:
1. (İbrahim Yahovayla görüştü) Sonra Rab, Sara’yı ziyaret edip icra eyledi. Sara gebe kaldı. Bir oğul doğurdu. (Kitab-ı Mukaddes. Yani Tevrat; Tekvin 21/1)
2. Yakub (İsrail) Yahova ile görüştü. Hatta onunla güreşti, Yahova’yı yendi. (Tekvin; 25/29)
3. Yakub “topuk tutan” demektir. Ana karnında ikiz kız kardeşinin topuğunu tutmuş!.. (Tesniye; 21/12,17)
4. Yakub, kendi teyzesinden intikam almak için, teyzesinin kızı ve sürülerinin en iyile-rini alıp kaçmıştır. (Tekvin; 26,27,28,29)
5. Musa kavmine diyor… Çünkü Allah’ın Rab yiyip bitiren bir ateştir. Kıskanç bir tanrıdır. (Tesniye; 4,24) [Yahudi anlayışında her şey maddidir. Cennet bu dünya-dadır.]
6. Rabbin diyor, sana miras bıraktığım bu kavimlerin şehirlerinde hiçbir canlıyı sağ bırakmayacaksın. Onları tamamen telef edeceksin. (Tesniye; 20/16)
7. Hiçbir leş yemeyeceksin, onu kapılarda olan garibe veresin. Yahut ecnebiye satasın. (Tesniye; 14/21)
8. [Hz. Yusuf’u Kur’ân’daki üstün ahlakını Tevrat nasıl tersyüz ediyor ve onu hiylekâr bir Yahudi tüccarı gibi anlatıyor.] (Tekvin; 43/32 ve 47)
Yedi yıllık bollukta toplattığı zahireyi önce halka parayla sattırıyor. (Firavn’a böyle akıl veriyor) Paralar bitince, hayvanları karşılığı, o da bitince arazileri karşılığı, onlar da bitince canları yani hürriyet ve kişilikler… Yani herkes, Firavnın kölesi (parayla aldığı köle) oluyor… Ve tabii Firavn da tanrılığını ilan ediyor… İşte Tevrat’ın hali bu.
Yahova emir veriyor, Mısır çıkışında:
“… her kadın komşusundan ve misafirlerinden altın gümüş, giyecek… emanet alacak ve geri vermeyeceksiniz.” (Huruç; 3/21,22)
“… Musa’nın sözüne göre… İsrailoğulları Mısırlıları soydular.” (Huruç; 12/35)
9. Zinayı ilk icadeden İsrail’dir (Yakup). (Tekvin; 49/4)
“Nuh sarhoş olmuş uyurken, oğlu kendisine tecavüz etti…” (Tekvin; 9/20-25)
“Davud, Urya’nın karısı ile zina etti. Yahova ona kızınca saklandı. Davud’un oğlu Apşalom da babası (Davud’un) on karısını dama çıkarıp hepsiyle zina etti…” (Samuel; 11-12/11, Samuel; 16/22)
Süleyman Peygamberin de yüzlerce karısı ve yüzlerce cariyesi olduğu; karılarının etkisinde kalarak, onların dinine girdiği ve putlara ibadet ettiği de yazılı olan Tevrat’ın şu hâli Kitab-ı Mukaddes midir? Yoksa kirletilmiş anlamına “Kitab-ı Mülevves” mi?
Bir de aynı cilt içinde, aynı unvanla anılan ve efsanelerle dolu İncili ekle! Bunların bağlılarıyla din tartışması yap!..
Diyaloğcu … bunun câhilidir.
Her devirde, asr-ı saadette bile, Kitaplı bilinenle muhavere yapılmış, ama hep İslâm bilgisi ve bilgini üste çıkmıştır: Hindistanlı Rahmetullah Efendi önemli örnektir.[4] O iklimindeki en güçlü papazları ilzam etmiş; baş müzakereci papaz ülkesini terk etmiştir.
Cennet mi – Ebedi Ateş mi ?
Ehl-i kitabın cennete girebilmesi için, beraat gibi takdim edilmeğe çalışılan âyetlerden birincisi:
“Şüphesiz, (sözde) iman etmekte olanlarla Yahudiler, Nasraniler, Sabiiler’den kim Allah’a ve Ahiret gününe (ciddiyetle) inanır ve salih amel işlerse, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yok, mâhzun da olmazlar.” (Bakara: 62)
İkincisi ise, “Şüphesiz (sözde) iman etmekte olanlarla Yahudiler, Sabiîler ve Nasranilerden kim Allah’a ve Ahiret gününe (ciddiyetle) inanır ve salih amel işlerse; onlara korku yok, mahzun da olmazlar.” (Mâide: 69)
Bu iki âyette sadece “Nasrâni ve Sabii” takdim-tehiri var. İkinci âyette “Rableri katında ecirleri var” ibaresi de tekrar etmemiş… Bir de “Sabiin”–”Sabiun”, mahalli gereği irabı farklı gelmiş…
Bir üçüncü âyette daha farklı kelime ve sonuçtaki va’d (veya vaid) değişik gelmiştir:
“(Sözde) inananlarla, Yahudiler, Sabiiler, Nasrâniler ve Mecusiler, hatta müşrikler var ya; kıyamet günü Allah onlar arasında yargılama yapar. Hani ya Allah her şeyi apaçık izliyordur…” (Hacc: 17)
Görülüyor ki bu son âyette bir “vad” veya beraate benzer ifâde yerine, hepsine hesap sorulup aralarının farkedileceği meâli var. Uyarı ve tehdid var. Her birinin neye layık olduğu belirlenecek, ilk iki âyetteki teselli ve okşama da yok…
Ve işte sonuç: “De ki, Ehl-i Kitap (Kendini kitaplı sayan zümreler..) siz hiç bir şey değilsiniz. Belki Tevrat ve İncil ile birlikte Rabbinizden asıl indirilenleri uygulamadıkça (hiçbir şey sayılamazsınız). Halbuki, sana indirilenin bir çoğunun isyan ve küfrünü kabartır… Öyleyse Kafirlere acıyacağını tutmasın!…”
İşte daha 69’a gelmeden 64. âyette yahudilerin ne çıfıt olduğu anlatılıyor. Ve 65 ve 66. âyetlerde ise öbürleri de katılarak iman etmedikleri vurgulanır tarzda:
“Ehl-i kitap inanmış olsaydı; günahlarına kefaret kılar, naim cennetlerine koyardık.” buyruluyor; “Onlar Tevrat’ı (aslını) öbürleri de İncil’i (aslını) uygulasalar; Rableri tarafından yani şu indirilen tatbik etseler, her nimete ulaşırlardı…” kaydından sonra hüküm ve kesin emir “Ey Rasulüm, Rabbinin sana indirdiğini öğretmeğe bak. Aksi halde ödevini yapmamış olursun. Halbuki Allah seni insanların belasından korur.
İşte daha 69’a gelmeden 64. âyette yahudilerin ne çıfıt olduğu anlatılıyor. Ve 65 ve 66. âyetlerde ise öbürleri de katılarak iman etmedikleri vurgulanır tarzda:
“Ehl-i kitap inanmış olsaydı; günahlarına kefaret kılar, naim cennetlerine koyardık.” buyruluyor; “Onlar Tevrat’ı (aslını) öbürleri de İncil’i (aslını) uygulasalar; Rableri tarafından yani şu indirilen tatbik etseler, her nimete ulaşırlardı…” kaydından sonra hüküm ve kesin emir “Ey Rasulüm, Rabbinin sana indirdiğini öğretmeğe bak. Aksi halde ödevini yapmamış olursun. Halbuki Allah seni insanların belasından korur.
Ne İbretli Haldir
Bu açık ve kesin ikaz-ı ilahiden hemen sonra gelen âyeti alıp onları cennete götüren emir gibi sunan kişiler bir de o küffarın ebedi cehennemde kalmasına gönüllerinin razı olmadığı gibi bir küstah ifadeleri oluyor.[5] Halbuki Allah, Rasulünü bile böyle bir acımadan menediyor! Sibakı, yani; Yahudi ve Hristiyana cennet vadedildiği sanılan ve savunulan (Maide: 69. âyet) üst yanı (ona hazırlık diyelim) olan âyetler, görüldüğü gibi işi kilitledi. Ama 69’da sanki “İcmalen ve sadece bu kadarına” inansaydılar diye bir yol açılırdı: Allah’a Ahirete iman, ona uyan amel korkudan kurtulurlardı. Ama yola gelmezler; çünkü hemen üstteki âyette neye inanmaları gerektiği tekrarlandı: Kendi peygamberlerine ve sana (Son Nebiye) inenlere… Ne yapacakları da belirlendi; Bu inenler; uygulama ve Namaz-Zekât gibi (Allah hakkı ve kul hakkı) temel fiiller de sayıldı…
Rahmetli M. Hamdi Yazır diyor ki; (1748-49.s) 69. âyette, şartlar ve ortam gereği (sözde o zümrelere) taviz verildiği tarzındaki yorum batıldır. Aksine, hakka uyma ve sayılan zümrelere muhalefet anlatılıyor. Yanılmamak içinse bu âyetler bütününe toptan bakmak, öylece değerlendirmek gerekir. Çünkü, hemen hiçbir âyet tek başına değildir, tek başına tek mesele anlatmaz. Aksine öbür âyetler ve Kur’ân’ın bütünü ile bağlı ve bağlantılıdır…
Biz bunları (bu yorumları) yabancılara karşı yazmıyoruz. Dinini unutup –kendinden geçmiş, şeytanlara kul durumuna düşmüş MÜSLÜMAN ENKAZINA yazıyoruz! Görülen o ki, Allah Teala, lafta Müslümanlarla yehud ve nasarayı… bir siyakta sayıp, kesin va’dini ise hakkıyla iman edip salih amel işleyenlere tahsis etmiştir. Bu değişmez: İş mü’min görünmek değil, kâmil mü’min olmakmış. İman ve İslam asla mağlub olmaz. Fakat nakıs ve fasık mü’minler ona mağlubiyet şüphesi bulaştırırlar…”
Hacc Suresi 16-18. Âyetler
Bu âyetlerde, öbürlerinde var sanılan “Ehl-i Kitap okşaması” da görünmüyor. Halbuki mukaddime olarak 14. âyette “Şüphesiz Allah İman edip salih amel işleyenleri; altından ırmaklar akan cennetlere kor; (yani) Allah dilediği şeyi (hemen) yapar…” 16. âyette ise “… İşte O (Kur’ânı) böylece apaçık âyetler halinde indirdik; şüphesiz Allah hidâyeti de dilediğine verir…” buyuruluyor.
Eh, apaçık anlaşılanın dışında, bir şeyler çıkarmaya (gayri müslim yardakçılığı yapmaya) özenenler bunu düşünsün.
Sahih iman, Salih amel; cennnete götürüyor… Yine muhtasar geçilmiş; iki kelimeyle bütün bir din hayatı özetlenmiştir. İmanın öbür unsurları, doğru işin kimliği açıklanmamış gibi geliyor, ama “Apaçık”lık, bütün Kitabın icmali, Peygamberin hayatı boyu uygulama ve açıklamalarıyla ortada görünüyor: “İnananlar, yahudi, hıristiyan, sabii, mecusi, hatta müşrikler… (bütün dinlere mensup zümreler) arası davayı Allah kıyamet günü ortaya koyar!.. Çünkü Allah her şeyi müşahede ediyor…” (Hacc: 17)
Ve hemen evrenin evrensel yapısına dikkat çekiyor: “Görmez misin Allah’ı ki, yerdeki, göklerdeki güneş, ay ve yıldız (fertleri) dağlar ve ağaçlara, hayvanlara kadar (kendi yapısı içinde) birçok insan da (kendi anlayışınca) O’na secde ediyor. Ama çoğunun üzerine de azab gerçekleşiyor. Allah’a ihanet edenlere ise bir ikram yoktur!.. Allah dilediği gibi yapar!”
Burada (Hacc: 17) altı sınıf insan sayılmış; aralarındaki farkın (varsa tedahül ve tecavü-zün) kıyamet günü ortaya serileceği bildiriliyor. Ama İman (iman-ı sahihle, amel-i salih) sahipleri ise ta önceden mükâfatlanma müjdesiyle belirlenmiş.
Sonlarda ise, her önüne gelene ikram olmayacağı noktası vurgulanmış. Ve beş zümre de yanlışta birleştirilmiştir. Nitekim, cansız veya akılsız-şuursuz varlıkların da Allah’a secde etmekte oldukları hatırlatılıp; insanın bu secdeyi andıran dindarlıklarını; hatalı, sanki şuursuz eylemlerinin cezayı gerektirdiği belirtiliyor. Esasen, her şey sayıldıktan sonra insanların çoğuna azabın gerçekleşmesi tam çiviyi çakıyor. İnsanlar da öbür yaratıklar gibi –tabiatı gereği, tekvini iradeye bağlı olarak– cisim gibi, hayvan gibi baş eğiyor. Allah’ın arzından çıkamıyor. Ama gerçek inanan ve Kur’ân-Sünnet planınca hayırlı iş yapanların hakiki secdesine ulaşamıyor.
Böylece de azabı hakediyor. İşte kıyamette bunlar sayılıp dökülecek. Dünyada çeşitli şart ve imkânları kullanarak üste çıkmayı becerenler, orada bunu kıvıramayacak… Öyleyse öyle diyaloğ edebiyatıyla, Allah’ın kader ve iradesini kimse değiştiremez!.
Sonuç
Yahudi ve Hıristiyanla diyaloğ gide gide mürtedliğe ulaştırır. Bu anlatıldı.
Bunların cennete gitmesi ise Kur’ân’ı ve onu getiren Peygamberi tanıyıp, talimatını icraya bağlı. Yani Kur’ân’dan 6600 küsür âyetin içinden bir tanesini alıp kendinize “beraat” sayacaksınız, gerisini atacaksınız, bunu da Müslüman kılıklı, hoca yaftalılar söyleyip sevindirecek.
Yine bu mesajı (müjdeyi) onlara veren peygamberin tek bu müjdesi alınacak. Ama peygamber kale alınmayacak. Bu hangi akla, mantığa, vicdana sığar? Sahih-i Müslim’deki şu peygamber uyarısıyla bağlayalım: Ebu Hüreyre’den (r.a.):
Rasul (s.a.s.) buyurdu ki; Muhammed’in nefsi hükmünde olana yemin olsun; Bu ümmetten yahudi veya hıristiyan bir kişi beni dinlememiş, ve benimle gönderilen bu (şeriatı) tasdik etmeden ölmüşse, o kesinlikle cehennem ehlidir.” (1.Cilt, 93.Sahife)
Kitap ve sünnete özetle işaret ettik. Mesele o yönüyle bitmiştir. Cennet de Cehennem de Allah’ın inhisarındadır. Dilediğini koyar. Ama o kitabında bildirmiş, O’nun izni ve emriyle Elçisi de tebliğ edip açıklamış… Yani kimin Cennet ehli olabileceğinin; imanı ve ameli şart ve ölçülerini ortaya koymuş. Eh biz de okur-yazarsak, O’ndan ve O’ndan öğrenip tebliğ ederiz. Yani hüküm vermiyor, tesbit ediyoruz.
Gelelim icma-ı ümmet’e ki, üçüncü ve bağlayıcı özelliklidir. Ümmet baştan beri, ehl-i kitap da olsa, İslam’ın temellerini tanıyıp, amellerini yapmayanların, ebedi cehennemde olacağında ittifak etmiştir. İşte, gönlü razı olmayanlar da bu ittifaktan bunalanlardır: Yani âyet ve hadisi gönüllerince yorumlamaya (icma’ın) yol vermediğindendir…
Ve öbür tali delilleri gözden geçirerek de aynı sonuca varıyoruz.[6]
Hepsini geçip şöyle düşünelim: Bakara: 62., Mâide: 69. âyetleri farzedelim ki, o zümrelere cenneti açıyor, ya Hacc: 17’yi nasıl anlayacağız? Bu sınıflar arasında muhakeme öngörülüyor. Haniya cennet?
Onu da görmeyin: Soralım; bu beraeti kim getirmiş? Ve nereye yazılı? “Beraet kabul, ama getiren peygambere ve içinde olan Kitaba inanmak gerekmiyormuş!” Bu kaçıncı sınıf mahluk mantığı olur?
Ve hele “Muhammedün Rasulullah” demesen de olur, o bir fazilettir.” demenin hükmü nedir? Bir tahmin oluna…
Dipnotlar:
[1] İnikas-ı edille ilkesi gibi…[2] M. Hamidullah, İslamiyet ve Hıristiyanlık, Beyan Yayınları, 1991’den alıntı.
[3] İnciller arasındaki fark ve çelişkiler de ayrı bir konu. Gerek âmentüleri, gerek bu seçme duaları Hz. İsa tarafından öğretilen bir şey olmayıp çok sonraları İncil’i tanzim edenler tarafından oluşturulmuştur.
[4] Bak: Izharül-Hak, terc., Sönmez neşriyat, İstanbul, 1969.
[5] Bakınız: M.Bigiyef, Rahmet-i İlahiye Bürhanları ve Ş. Mustafa Sabri (r.a.)in eleştirisi.
[6] Bak: Ehl-i Kitap Cennetlik mi? Adlı kitabımız. Bedir – Sefine Yayınları. İst. 2002