ArşivMustafa İslamoğlu

ÜÇ MUSTAFA’DAN HANGİSİ DOĞRU SÖYLÜYOR?

RÖPORTAJ 

ÜÇ MUSTAFA 

(Mustafa İslamoğlu) 

Anadolu Bülteni, Hacı Ali Doğan

Muhammed Fatih Ergün 

 

      De ki: “Yaptıkları işler bakımından en çok kaybeden kimseleri size haber verelim mi?” Onlar,   “iyi işler yaptıklarını sandıkları halde”dünya hayatındaki “tüm çabalarında sapıtmış kimseler”dir. Onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’nunla karşılaşacaklarını göz önünde bulundurmayan (bilinçlerini buna kapalı tutan) kimselerdir; bunun için de “yaptıkları boşa çıkmıştır”. Böyle olunca, kıyamet gününde “onların yaptıklarına hiç değer vermeyeceğiz” (amellerini hiç hesaba katmayacağız).”

(Kur’ân, 17:103-105)

 

I. KISIM

1. Bölüm

Muhammed Fatih Ergün

Hacı Ali Doğan: Muhammed Fatih Bey; röportaj teklifimizi kabul ettiniz, zaman ayırdınız, çok teşekkür ediyoruz. Sizi biraz tanıyarak başlangıç yapalım; Muhammed Fatih Ergün kimdir, lütfen kendinizi tanıtır mısınız? 

Muhammed Fatih Ergün: 1968, Zonguldak doğumluyum. Geleneksel din algısına sahip bir anne ve babanın ilk çocuğuyum. İlk ve orta öğrenimimi doğduğum ve büyüdüğüm bu şehirde tamamladım, iki ayrı lise  mezunuyum; iki ayrı üniversitede okudum, mezun değilim. Şimdilerde ise, -teamül bakımından yaşımla çok  doğru orantılı bir eğilim değilse bile, hissettiğim bir başka gereklilik nedeni ile- Hukuk Fakültesi’ni amaçlayarak yeni bir üniversite eğitimi için hazırlık yapıyorum.

Merkezi Ankara’da olan bir bilişim şirketinin kurucu  ortağı ve şirket müdürüyüm. 1996 yılından bu yana Internet üzerinden e-ticaret yapıyorum; çok sayıda özgün ürünlerim ve projelerim var. Bilişim ve inovasyon alanındaki teknik ve ticari çalışmalarımın yanı sıra; iki yıldan bu yana Yalova’da, AB ve Dünya Bankası’ndan iki ayrı hibe projesi yürüten bir tarım ve hayvancılık şirketinin proje koordinatörlüğünü yapıyor, yurt dışı bağlantılarını yönetiyorum.

-Geleneksel de olsa- İslâm dîni ile tanışmam, aile ortamım ve mahalle mescidinde olmuştur. Sözünü ettiğim bu dönem, çocukluk yıllarımıza tekabül eden 12 Eylül öncesi yıllardı. İhtilâlin olduğu yıl -henüz 12 yaşında ergenlik yaşına yeni girmiş küçük bir çocuk olmama rağmen- darbeyi, darbecileri ve onların ideolojisini sorgulamış, Kenan Evren ve arkadaşlarını hiç sevememiştim. Türkiye onları geçtiğimiz yıllarda daha yeni sorguladı, yargılanıyorlar; “dağ fare doğurmasa” diye bekliyorum. Bununla birlikte, çok iyi hatırlıyorum; öncü kimseler olarak bilinen meşhur zevatın mezhep kavgası yaptığı o yıllarda, İran Devrimi’ni destekliyor, mü’minlerin yanında (safında) Amerika’ya karşı duruyordum; bu kulvarım hiç değişmedi.

Kitabevlerinin çok fazla ilgi gördüğü yıllarda, önce küçük bir kitabevim oldu, daha sonra Tevhid Kitap Kulübü’nü kurmuştum. Uzun yıllar Tevhîdî Çekirdek dergisini yayınladım, bu dergide yazıyor ve editörlük yapıyordum; dergimizin iyi bir tirajı vardı, yurt içi ve yurt dışı dağıtımını yapıyorduk. 28 Şubat döneminde, dönemin DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’in başlattığı bir soruşturma sonrasında, Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde hayâli bir örgüt davasında yargılandım; ‘iddia’dan ‘iftira’yı anlayan meşhur savcı, kendi küçük dünyasında bir örgüt kurmuş, iddianamesinde örgütün adını da koymuştu: “Tevhîdî Çekirdek Örgütü”. Yine o dönemde, Açık Uyarı fasikülleri ile bazı kanaat önderlerini tenkit ettim, uyardım. Bunlardan hatırı sayılır bir tanesinin -ki, o daha sonra vefat etmiştir, Allah rahmet ve mağfiretiyle karşılasın-, sahih bir inanç ve doğru bir yöntemle buluşmasına (tevbe) vesile oldum; bununla huzur buluyor, mutlu oluyorum. Nisa adında bir başka fasikül ile, kimliğini yitirmiş, gelenekle modernitenin arasına sıkışmış kalmış kadınlara şahsiyet kazandırmaya yönelik bir eksende küçük çaplı çabalarım oldu; özgün kanaatlerimizle bazı ezberleri bozmuştuk. O dönemlerdeki bu gayretlerimize tanık olan ve bunlardan yararlanan iki önemli isim, şimdilerde Türkiye’de söz sahibi oldukları çevrelere bu cehdimizi, seminer formatında ve uygulamalı eğitimlerle sunmaktalar. Mütevazı imkân ve gayretlerimizle nüvesini oluşturduğumuz o çabalar şimdi kurumsallaşmış ve kitleselleşmiştir; bunun için ancak Allah’a hamdedilir; o çabalarımızın Allah’ın yanında kabul görmesini dilerim.

Tefekkürlerimle ilgili tekâmülümde net bir tarihten söz edilemez; bu benim için kutlu olduğuna inandığım otuz beş yıllık bir süreçtir ve devam etmektedir. Öncelikle, insanlardan ve kültürel kabulleri ile kendilerini Müslüman (doğrusu: “Muslim”/”Muslime”) olarak tanımlayan kimselerin çoğundan çok farklı bir din ve usul algısına, kaynaklara bakış açısına sahip olduğumu söyleyebilirim. Sürekli aklederek ve sorgulayarak yaşadım. Değer verilmeye değer kimseleri tanıdığımda onlara değer verdim, kendilerinden yararlandım, vefalı oldum; tekâmülün de zaten bu akletme, sorgulama, samimiyet ve tevazuya bağlı olduğunu düşünüyorum. Bunun için de Allah’a hamd ve minnet ederim -ki, O bana iyilik yaptı, beni donattı, kullarından çoğuna üstün kıldı, bugünlere ulaştırdı; güzel bir birikim, iyi bir algı ve nice önemli deneyimler bahşetti-.

Din eğitimi bakımından ‘mektepli’ değil, ‘alaylı’yım. Dine davet ve tebliğ, yüklendiğim bir görev değil; bana yüklenmeyeni kendime yükleyerek işgüzarlık etmiyorum -ki, bu sadece kişinin kendi nefsine yazık etmesinden başka bir şey değildir-.  Din, benim için bir meslek de değil… “Hoca” değilim, “Efendi” değilim, “Hocaefendi” hiç değilim; hiç kimseye “abilik”, “üstatlık”, “şeyhlik” yapmıyorum/yapmak istemiyorum. Hiç kimseden söylediklerime hemen inanmasını ve bana tabi olmasını istemiyorum, kimseye vaziyet etmiyorum, kimseleri organize etmiyorum; hiç kimsenin bu anlamda gereksiz bir yükünü yüklenmiş değilim, bu vurgulu tercihlerimde bilinçli ve ısrarlıyım. Ama, bilgi ve tecrübenin paylaştıkça çoğalacağına inanan, yeri geldikçe bunu yapmaya çalışan, repertuvarımda ne varsa bunu paylaşmayı ‘infak’ gören bir insanım; bunu da doğruyu ve direnmeyi (hakkı ve sabrı) işaret etme (tavsiye) adına yapıyor, bundan öte kendimde hiç bir misyon vehmetmiyor, bu kadarını yapmayı doğru ve iyi bir iş (salih amel) olarak görüyorum. Bu arada, gördüğüm yanlışları açık bir dille tenkit ediyor, tenkide medar bir durum gördüğümde hatır gözetmiyorum; dostların deyimi ile hiç kimseye ‘eyvallah’ etmeyen bir insanım.

İnsanların dinleri ve dünyaları üzerinde hiçbir hesabım yok, geçimim bu yolla değil… Böyle olması, öncelikle insanı iç ve dış dünyasında özgür kılıyor; böyle olunca, insan, üzerinde hiçbir baskı, içinde hiçbir kaygı hissetmeden içtenlikle konuşabiliyor, yazabiliyor, yaşayabiliyor. Bu biraz da insanın kişiliğine ve eğilimlerine bağlı… Allah’ın üzerimizdeki nimetini anma (tahdis-i nimet) kabilinden söylüyorum: Böyle davrandığınızda, insanlar konuştuğunuzda sizi dinliyor, yazdığınız zaman okuyorlar, dinledikleri ve okudukları zaman beğeniyorlar. Allah uzakları yakın ediyor, yeni tanışmalar ve dostluklar yaratıyor; toplum veya Ümmet ölçeğinde bir gereksinim olduğunda dostlar “Lütfen bu konuda bir şeyler söyleseniz, yazsanız…” diye(rek) talepte bulunuyor, onurlandırıyor. Siz de buna güzel bir örneksiniz: Sizinle de daha önce tanışmıyorduk, bir münasebet düştü, tanıştık ve röportaja konu ettiğiniz kişiyi bana sordunuz. Neden? Oysa, o’nu ve ne yapmak istediğini sorabileceğiniz pek çok kimse de vardı: yakınları, dostları, mesai arkadaşları, çevresi, hemşehrileri, sosyal medya takipçileri, vb… Değil mi? Bunun için de Allah’a hamdediyorum, doğruyu arayan dürüst kimseler nezdindeki rüçhaniyetimiz gerçekten çok onurlandırıyor.

Büyük bir bölümünü çok büyük bir çaba ve emekle, yüreğimden gelenleri gözlerimden akıttıklarımla arıtıp damıtarak, bir dönem “taş medrese” koşullarında hazırladığım -ki, bu tür çalışmaların yeri gerçekten de taş soğuklarını iliklerinize kadar hissettiğiniz o yerlerdir-, çok özgün bir çalışmam tamamlanmak üzere… İmbik adını vermeyi uygun bulduğum bu çalışma uluslararası A4 sayfa standartlarında iki bin sayfaya baliğ oldu; altı binden fazla dipnot içeriyor, beş cilt olarak basılmasını planlıyorum, sesli ve görüntülü interaktif versiyonunun yayınlanması da ayrı bir dileğim… Bu çalışma ile hayatımın hâsılası sayılabilecek deneyim ve birikimlerimi paylaşmak niyetindeyim; bunu benden “bâki bir kelime” olarak miras bırakmak istiyorum, -ki, benden sonrası için geriye “doğru bir söz” kalsın-. Bu duygularımı da Allah’ın bir başka lütfu olarak görüyor, Allah’a teşekkür ediyorum.

* * *

Hacı Ali Doğan: Öteden beri,  makalelerinizi ve sosyal medyadaki özel paylaşım ve yorumlarınızı, tartışma ve mesajlarınızı ilgi ile takip ediyoruz. Dili çok güzel kullanıyor, meramınızı çok iyi anlatıyorsunuz; gıyabınızda konuştuğumuz ve birlikte sizi andığımız kimseler de bu konuda benimle aynı görüşte. Fakat, genellikle eleştirel bir üslubunuzun olduğunu görüyoruz, söylemlerinizin sert oluşu ilk etapta göze çarpıyor, çok öfkelisiniz. Bu tarzınız eleştirdiğiniz kimseleri rahatsız da eder, çoğu kimse buna tahammül edemez; özellikle de herkesin kendisini bir başkasından müstağni gördüğü günümüz koşullarında… Bunların farkında olmalısınız ve üslubunuzdaki sertliğin makul bir nedeni ve gerekçesi olmalı, nedir bunun nedeni ve gerekçeniz?

Muhammed Fatih Ergün: İlginiz için teşekkür ederim, bu beni mutlu ediyor… Allah’ın, ilgi ve teveccühlerinizi lehime tanıklık saymasını ve kabul etmesini dilerim.

Eleştiri kötü bir şey değil… Eleştiri insanı olgunlaştırır, yanlışlarını tashih eder. Samimi ve hakkı arayan bir/her insan, eleştiriden hiç rahatsız olmaz, eleştirinin kimden geldiğine bile bakmaz, kendi işine bakar. Basiret sahibi bir/her insan -değil eleştiriden rahatsız olmak-, onu arar/diler/ister, bulduğunda nimet bilir, o eleştiriden yararlanmaya bakar. Sözü dinlemek ve en güzeline uymak gerekir, değil mi? Söz bazen eleştiri de içerebilir; içeriğe göre üslubunuz da değişebilir, sert bir dille eleştirebilirsiniz. Eleştiren de, eleştirilen de iyi niyetli olmalı, birbirinin niyetlerini gözetmeliler; niyetlerde problem yoksa tahammül gerekir.

Üslup sertliği şeklinde nitelendirdiğiniz durumun tek nedeni,  Allah ve din adına yapılan haksızlıklara ve haddi aşan kimselere tahammülsüzlüğüm, din üzerinden geçinmeyi kendileri için yaşam biçimi haline getirmiş tapınak tacirlerine duyduğum yoğun öfkedir. Sentetik ulemayı deşifre etme, onların yüzlerindeki maskeyi indirme konusunda Allah’a verdiğim bir sözüm var; bu, benimle Allah arasında çok eski bir ahittir, bu ahit üzere yaşıyorum, ahdimi korumaya özen gösteriyorum. Aslında yapmaya çalıştığım, yiğitçe “Kral çıplak!” demekten öte bir şeydeğildir.

Dini meslek edinen, din üzerinden geçinen, Allah kendisine hiçbir şey yüklemediği halde kendi kendisine bir şeyler yüklenen, hiçbir misyona sahip olmadığı halde ‘misyonerlik’ yapan, -böyle adlandırmasa ve nitelendirmese bile- bir çeşit peygamberlik edaları ile kendisini hiç de hak etmediği bir konumdan sunan, kendisini nispet ettiği dini seven ama bilmeyen samimi kitlelerin duygusal ve maddi kaynakları üzerinden devşirdiği rantlarla geçinen kimseleri gördükçe midem kalkıyor. Din satmak, din ile geçinmek, bunun ‘dileyerek’ bile-isteye olması… Benden önce bunu bir diyenin dediği gibi, keşke bu kimseler “sırtlarında içi b… dolu bir hayvan işkembesini taşıyarak yaşasalardı da, din üzerinden geçinmeselerdi…” Böyle yapsalardı, bu, bugünkü yaptıklarından çok daha kötü olmazdı. Öfkem bu yüzden…

Alternatif tıbbın imkânları ile vücudumuzda biriken zararlı toksinlerden bünyemizi arındırmak için ‘detoks’ yaptığımız/yaptırdığımız gibi, emek veya kulak vererek elde edeceğimiz nezih bir algı ile, Allah’ı, O’nun dinini, Ümmetimizi ve (hattâ, “dışımızdakileri de”) bu bezirgânlara karşı uyarmak gerekiyor. Bezirgânlık edenleri ‘toksin’ olarak görüyor, onların bünyemiz için zararlı artık ve atıklar olduğunu düşünüyorum. Bu kanaatimde tutarlı ve istikrarlıyım; hatır gönül dinlemiyor, sadece Allah’ın hatırını gözetmek istiyorum.

Yerli yersiz sürekli iltifat görmüş, bu yüzden egosu hayli tavan yapmış, yegâne kaygısı ‘beğenilmek’ olan kimseler eleştiri aldıklarında rahatsız olur. Aslında, gerçek değeri şöhretinden çok daha az olan böyleleri, iğreti imajlarının zedelenmesi ve çıkarlarını yitirme kaygısı ile eleştirilmek istemezler. Değilse, samimi insanlar eleştiriden hiç rahatsız olmaz; tam tersi, onlar eleştiri yapmayı ibadet, kendilerine yapılan eleştiriyi sermaye bilirler, eleştiren kimselere içtenlikle teşekkür ederek karşılık verirler. Onlar, Rasulullah’ın (s) arkadaşlarından Ömer’e nispet edilen “Bizi uyarmazsanız sizde, sizi uyarmazsak bizde hayır yoktur.” sözündeki değerli kaygıyı gözeten kimselerdir; ben de öyle olmaya çalışıyorum. Çünkü, biliyoruz ki, bir mütefekkirin söylediği gibi “yanlışlarımız boynumuza yapışmış akrep gibidir”; boynumuzdaki akrebi bize gösteren birisine tavrımız ne olur/ne olmalıdır?

Eleştirdiğim kişilerin bundan rahatsız olmaları dikkate alınmaya değer bir durum değil; bunu dikkate alırsanız Allah’ı ve O’nun rızasını dikkate almıyorsunuz ya da hatır gözetmede daha hatırlı bulduğunuz o hatalı kişiyi Allah’ın hatırına tercih ediyorsunuz demektir. Ben eleştirimin ‘yerinde’ olup olmadığına bakarım; eleştirdiğim kişinin kim olduğuna bakmam, bu önemli değil. Eleştirirken niyetime dikkat etmem ve içerik hakkında ‘yeterli’ olmam benim için yeterlidir.

* * *

Hacı Ali Doğan: Eleştirdiğiniz diğer kişiler kimlerdir; onları niçin eleştirmiştiniz, örnekler verebilir misiniz?

Muhammed Fatih Ergün: Internet üzerinden de kolaylıkla ulaşabilirsiniz: 1997 yılında, Açık Uyarı fasikülleri yayınlayarak, Türkiye’de Selefîlik adı altında Vahhabîlik pazarlayarak geçinen kiralık bir Suûd ajanını deşifre etmiştim; kişilik problemleri, idlâl, iğfal ve ihanetleri nedeni ile yapmıştım bunu. Ebu Said kod adlı Mehmet Balcıoğlu, bu deşifre sonrasında Türkiye’de kelimenin tam anlamı ile bitmiş-tükenmiş, kısa bir süre sonra geldiği ülkeye dönerek orada kendisini daha önce benimle tanıştıran arkadaşlara hayli sitem etmiş, -rivayete göre- benimle ilgili onlara öykünürken ağlamıştı. Ebu Said, -aradan geçen 17 yıla rağmen- bir türlü iftar edemediği “sükût orucu”nu hâlâ tam bir kararlılıkla sürdürmektedir; şimdilerde de hayli bitkin düştüğünü duyuyorum. O, şimdiye kadar hiçbir uyarının kendisine fayda sağlamadığı bir kişi idi.

1998 yılında, Müslim Gündüz ve Aczimendileri basın yolu ile uyarmıştım; ancak, o dönemin konjonktürü gereği, -tenkit içerikler bakımından değilse de- üslup bakımından onlara karşı daha müşfik olduğum söylenebilir.

Yine aynı yıl, -sizin de dikkatinizi çekmiş, buyurduğunuz gibi- hayli eleştirel ve sert bir üslupla Sayın Prof. Dr. Esad Coşan’ı yine bir Açık Uyarı ı fasikülü ile uyarmıştım. Bu uyarı sonrasında, hiç beklemediğim enteresan bir duyarlılık gördüm; aradan geçen 16 yıla rağmen buna hâlâ hayret ederim. Coşan, 28 Şubat döneminde Avusturalya’ya göç etmişti, orada yaşıyordu; dergimizin kendisi ile ilgili o sayısını Hak-Yol Vakfı Sakarya Şubesi aracılığı ile kendisine göndermiştim. Kısa bir süre sonra, -eleştirilerimin yoğunluğuna ve üslubumun sertliğine rağmen- o’ndan çok naif bir mektup aldım, kendi el yazısı ile yazmış göndermişti; teşekkür ve dua ediyor, uyarılarımı dikkate alacağını, değerlendireceğini söylüyordu. Üzerinden bir yıl geçti; vefatından bir hafta önceki Cuma hutbesinde İslâm’ın temel kaynaklarına dönülmesi gerektiğini, yıllarca insanları derviş olmaya çağırdıklarını, yapılması gerekenin bu olmadığını, yanıldığını, aslında bunun gereksiz ve faydasız olduğunu, iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olmanın yeterli olacağını “çok açık bir dille” söylüyordu. Komplekssiz söylemlerinden öyle anlaşılıyordu ki, hiçbir hesap yapmıyordu veya o güne kadar yapmışsa da artık bunu bırakmış, -ömrünün son demlerinde de olsa- vicdanının sesine kulak vermiş, Allah’a doğru ‘doğru’ bir yol tutmak istemişti. Allah’tan, o’nun bu samimiyetinin kabulünü diliyorum. Bu anımı hiç unutamam, hatırladıkça çok duygulanırım.

90’lı yıllarda niyet ettiğimiz bir dizi Reddiyeler çalışmamız vardı; o yıllarda, stilimde geleneğimizden gelen o kadim ‘reddiye’ kültürü baskındı. Külliyat halinde basılması düşünülüyordu, baskısı ve dağıtımı Sayın Dr. Vahit Metin’in çabaları ile Tevhid Yayınları tarafından yapılması tasarlanmıştı. Yine 28 Şubat dönemine tekabül eden o yıllarda ne hazırlanabildi, ne de yayınlanabildi; ön hazırlıkları hâlâ hatıra olarak arşivimdedir.

Sonraki yıllarda davranış ve algı bozuklukları, aşırılıkları ve ‘tefekkür’ güzelliği yerine ‘fikir’ sığlığı ile göze çarpan teorik taşkınlıkları nedeni ile Mehmet Pamak’ı uyardım. Uyarılarım sonrasında bana küstü; o kendisine öğüt verenleri sevmiyor, bunu o’na da açıkça söylemiştim. Kamuoyuna açık tartışmalarımız Internet üzerinde yayınlanmaktadır.

Benimle yaptığınız bu röportaj da Mustafa İslamoğlu ve bağlıları için bir “açık uyarı” olarak görülebilir. Kendisi istifade edemezse, sevenlerinin istifadesi umulur.

* * * 

 

2. Bölüm

Mustafa İslamoğlu

ELEŞTİRİ

 

Hacı Ali Doğan: Sizinle bu röportajı planladığımızda, biraz da hiciv yollu olarak söyleşi başlığımızın “Üç Mustafa” olmasını önermiştiniz. “Üç Mustafa” ile ne kastediyor, ne anlatmak istiyorsunuz?

Muhammed Fatih Ergün: Mustafa İslamoğlu, kendisi daha önce “Üç Muhammed” adında bir kitap yazmış ve yayınlamıştı. Biliyorsunuz, o, bu çalışmasında, İslâm Ümmeti arasında iki büyük topluluk olan Selefilerin ve Sûfilerin peygamber algısını tenkit ediyor, Kur’ân’ın tanımına uygun gördüğü bir peygamber algısını öneriyordu. Bu yüzden eserinin adını Üç Muhammed koymuştu; İslâm dünyasında üç ayrı Muhammed algısının olduğunu söylemek istiyordu.

Benim “Üç Mustafa” önerim, -buyurduğunuz gibi, evet, hicvederek- geçmişinden bu güne o’nun sürecine bir atıftı. Biliyorsunuz, kendisinin çok tutarsız bir serüveni var: Babası Sayın Ahmet İslamoğlu’nun, küçüklük yıllarındaki çevresinin ve o dönemde bağlı olduğu tarikatın din algısı ile geçen çocukluk ve gençlik yıllarının bir kısmını bir Mustafa (ilk Mustafa dönemi) olarak görebiliriz. -Geçmişinden tam anlamı ile ve gereği gibi arınamamışsa da… bir takım tumturaklı ifadelerle o dönemine (de) sahip çıkıyor olsa da/öyle gibi görünse de…- kısmen tekâmülünden söz edebileceğimiz ve geçmişine göre daha doğru bir çizgi üzerinde olduğu(nu söyleyebileceğiz) ikinci bir Mustafa dönemi var. Din üzerinden elde edilen maddi ve manevi rantın, riyânın, popülarite arayışının, şöhretin ve bunlara ulaşmak uğrunda verilen önemli ödünlerin, atılan bin bir taklanın, böylelikle ortaya çıkan kötü bir sapkınlığın oldukça baskın ve belirgin olduğu üçüncü bir Mustafa dönemi de var; o da şimdiki dönemi… Üç Mustafa’nın her üç dönemini kendi koşulları içinde ayrı ayrı eleştiriyorum.

Bununla birlikte, kaç Mustafa’dan söz edeceğiniz, ayrı birer Mustafa olarak gördüğünüz dönemler için neleri baz aldığınıza bağlıdır; ben, öncelikli ve önemli gördüğüm içeriklere ait dönemleri esas alıyorum. Biraz detaylara girecek olursak daha çok Mustafa listeleriz ki, o zaman da üç Mustafa yerine çok Mustafa’dan söz etmek gerekir, ama bir röportajın hacmi bu denli bir yoğunluğu kaldırmaz.

Sırasıyla düşünür (tefekkür), döner (tevbe), arınır (tezkiye), düzelir (ıslah) ve sakınırsa (takva) bu da dördüncü bir Mustafa dönemi olur ki, kuşkusuz tüm dönemlerinden hayırlı olur. O bunu diler ve Rabbine doğru bir yol tutmak isterse, bağışlanma taleplerini (istiğfar) Allah’ın değerlendireceği ve o’nu en doğru olana ileteceğini umarım. O bunu dilerse, biz de o’nun için bunu dileriz; ama, o’nda böyle bir dönemin belirtilerini şimdilik görmediğim için “Üç Mustafa” ekseninde konuşuyoruz.

* * *

Hacı Ali Doğan: Ne zamandan bu yana kendisini tanıyorsunuz? Mustafa İslamoğlu’nun kişiliği ile ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Muhammed Fatih Ergün: O’nu gençlik yıllarından biliyorum. Ribat dergisinde yazdığı 80’li yıllardan biliyor, Mısır’dan döndüğü 90’lı yıllardan tanışıyor, o’nu “iyi tanıyor” ve izliyorum. İzlemelerimde iyi bir gözlemciyimdir. Son yirmi yılı üzerine yaptığım analizler, ilk iki Mustafa döneminde yaptığım analizlerden çok daha fazla ve önemli. Bunun yanı sıra, o’nu iyi tanıyan, hiç duraksamadan kendilerini güvenilir bulduğum adil ve insaflı mü’minlerin tanıklıkları, değerlendirme ve anıları da analizlerimde müessirdir; biz bunlara “nitelikli doneler” diyoruz. Bu yüzden, Mustafa İslamoğlu’nu değerlendirme (cerh ve tadil) bakımından kendimi ‘yeterli’ buluyor, bunu kendime hak görüyorum -ki, bunlar olmadan değil o, hiç kimseyi değerlendirmek doğru değildir.-

Kendisini sadece eleştirmiyor, gerektiğinde doğruluyor ve ona taraf oluyorum; aslında herkese karşı usulüm bu… Üzerinde dikkatle düşünülecek olursa eğer, bu usulüm, eleştirdiğim kimselere karşı bile adalet ve insaf ölçülerini ne denli özenle koruduğumu gösterir.

Nitekim, bu kardeşimiz, seveni kadar bir o kadar da sevmeyeni olan bir insandır; muhaliflerinin kendisini ne denli ve hangi argümanları kullanarak eleştirdiğini, tahkir ve tezyif ettiğini, hatta iffet ve namusuna tasallut ettiklerini hepimiz görüyoruz; bu yüzden kamuoyu nezdinde çok yıprandı. Benim eleştirilerim, babası Sayın Ahmet İslamoğlu ve Türkiye Gazetesi tenkitleri değersizliğinde değildir; Cübbeli Ahmet ve Baran dergisi yayınları niteliksizliğinde hiç değildir; kaldı ki, bunlara karşı o’nu ben çok savundum, bu yüzden o’nu sevmeyenler tarafından da çok tenkit aldım.

Kişiliği hakkında çok olumlu ve güzel şeyler söyleyemeyeceğim; bundan kendisi de, sevenleri de hoşlanmayabilir. Ama, -yakınları da dahil- kendisini sevenlerin bir yükümlülükleri var: hoşlanmasalar da söylediklerimi düşünmek zorundalar, düşündükten sonra tercih kendilerinindir; hiç kimseye nasıl düşüneceği konusunda herhangi bir ısrarımız olamaz.

Kompleksli, problemli ve kirli bir kişiliği var. O’nun kişilik sorunlarının arka planında çocukluk yıllarını ve yetişme tarzını aramak gerektiğini düşünüyorum -ki, bu ikisi, problemli kişilik analizlerinde çoğu zaman herkes için düşünülmesi gereken öncelikli arka plan nedenlerdir-. Baskı gördüğünü, ezik büyüdüğünü, başından geçen bazı olayların kendi iç dünyasında bir takım psikolojik travmalara neden olduğunu, bu yüzden problemli karakter nüvesinin çocukluk yıllarında oluştuğunu sanıyorum. Kirli kişiliğinin ise, kompleksli ve problemli çocukluk yılları zeminin üstüne hayattan beklentileri ve arayışları, tutkuları, çekince ve korkuları gibi zaaflarının eklenmesi ile oluştuğunu düşünüyorum. Ancak, bu kirlilik yazgı değil, bâki değil; kendisi de neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmeyen birisi değil; bu yüzden arınmaya niyet edebilirse arınabilir, ama bunu ya diliyor değil (niyet sorunu) ya da dilediği halde bunu başarabiliyor değil (irade sorunu)…

Hak etmediği bir itaatı bekliyor. Fethullah Gülen’den beklentilerinin olduğu dönemde, kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıtta, “Âlimleri tenkit etmeyin.” diyor, aslında o bununla kendisini kastediyor, alttan alta… Gülen üzerinden kendi lehine “itaat rantı” devşirmeyi diliyor. İnsanlar niçin o’na itaat etsin ki?! Ne aradığı tarzda böyle bir itaat meşrudur, ne de kendisi buna ehil ve lâyıktır?

-Kendisi aksini söylese de- eleştirilmeyi hiç sevmiyor. Eleştirildiği zaman öfkeleniyor, öfkelendiği zaman insaflı olmuyor; sonra da bunu muhatabına karşı gizli bir kine dönüştürüyor, öfke ve kinini içinde saklıyor, -çok uzun bir süre geçse bile- bir rövanş alacağı zamana kadar sabırla bekliyor, fırsatını bulduğunda da hiç sınır gözetmeden ‘karşı’ gördüğü kaleye öfkesini fırlatıyor ki, Allah böylelerine “düşmanın en yamanı” diyor (Kur’ân, 2: 204). Ne ki, bu aşamalarda bir şeyi unutuyor: “Hesap Günü”nü… Ayartıcı içgüdülerinin öyle etkisi altında ki, kendi öz benliğine yazık ediyor.

90’lı yılların başlarında, Mısır’dan Türkiye’ye dönüş yaptıktan sonra idi: kolektif hâle gelmeye başladığını hissettiğimiz, kitlelere daha fazla sirayet etmesinden endişe ettiğimiz önemli bazı hususları listelemiş, birkaç arkadaşı o’nu uyarması için yanına göndermiştim. O zamanlar Akabe Vakfı yeni kurulmuştu, bugünkü yerleşkeleri yoktu, hiçbir şey şimdiki gibi değildi; Fatih-Malta’da küçük bir dairede faaliyette bulundukları günlerdi, kendisi henüz maruf ve meşhur da değildi. Misafir olmalarına rağmen, arkadaşlarımıza karşı çok ilgisiz ve saygısız davranmış -ki, bu ait olduğumuz değerlere de çok aykırı bir davranış biçimidir-, her zamanki tarzı ile “Biz bu konuları vaktiyle Mısır’da çok tartıştık, bitirdik; artık bunları konuşmak istemiyorum.” diyerek onları (ve bizi) üzmüştü. Daha o zamandan anlamıştım, eleştiriden hoşlanmadığını ve sadece kendisine itaat edecek nitelikte kimselerle birlikte olmayı sevdiğini… O zamandan bu yana umutlu değilim, o’ndan; keşke bir gün beni yanıltsa…

Ankara’da kendisi ile özel bir oturumumuzda, Mehmet Parmak o’nunla ilgili bir anısını anlatmıştı bana… Yıllar önce kendisine gidiyor, “Kardeş, sende gördüğüm bazı hatalar nedeni ile Allah rızası için seni eleştirmeye geldim.” diyor -ki, yaş bakımından İslamoğlu’ndan da büyüktür-. Giderken belki henüz bilmiyor, o’nun nasıl reaksiyon göstereceğini. Ne dese beğenirsiniz? “Bunu yaparsan, ben de seninkileri söylerim.” demiş. Allah aşkına, bizi uyaran birisine karşı tarzımız ve sözümüz bu mu olmalı? Neyin peşindesiniz siz, bir Müslüman sizi neden eleştiremesin, neden bunu istemiyorsunuz? Pamak bunu bana anlattığında, o’nunla birlikte buruk bir şekilde gülmüş, gıyabında o’nu bu kötü ahlâkı ile anmıştık. Pamak’ın, İslamoğlu ile arasında geçen bu öyküyü kendisine anlattığım bir kardeşim, “Biz küçükken böyle yapardık.” diyor. Ama -ilginçtir- şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Gün oldu, Pamak’ı eleştirmem gerektiğinde, o da bundan hoşlanmadı, o’nun da tavrı İslamoğlu’ndan farklı olmadı; ben de ona, vaktiyle bana anlattığı (-belki de- “anlattığını sonradan da unuttuğu”) İslamoğlu ile aralarında geçen bu diyaloğu hatırlatmış, “Şimdi sizin o’ndan ne farkınız kaldı?” diyerek sitem etmiştim. 

İslamoğlu, geçenlerde Sayın Dr. İhsan Şenocak, kendisini tenkit ettiğinde ona açıkça “çömez” demekten çekinmedi ve “Ağababalarınız gelsin karşıma…” diyerek çok saygısız davrandı; kızdığı zaman düşük bir “sokak ağzı” kullanıyor. Bu sözler hakaret, bu tavır muhatabı tahkir ve tezyif niteliği taşır; bu yaptığı günahtır, en azından da ‘ayıp’tır. Şenocak, çok üzüldü; sonra sanırım o’nu Allah’a havale etti.

Daha önceki bir sorunuza yanıt verirken demiştim ya; “Yerli yersiz sürekli iltifat görmüş, bu yüzden egosu hayli tavan yapmış, yegâne kaygısı ‘beğenilmek’ olan kimseler eleştiri aldıklarında rahatsız olur.” diye… Gerçekten öyle. Sevenleri fark etmiyor, o’nu çok tanımıyor, bu yüzden yere-göğe sığdırmıyor, aleyhinde en küçük bir söze bile tahammül edemiyor, en haklı olduğunuz bir konuda bile sizin söylediğinizi ‘iftira’ diye nitelendirebiliyor. Bu gibi insanları, büyük bir balon haline getiren onlar… Bu ne saygıdır, ne de onlara bir iyilik… Örneğin, hatırlıyorum da, Sayın Emine Şenlikoğlu kendisi ile bir röportaj yapmıştı; o röportajın başında kendisinden “Mustafa İslamoğlu efsanesi” diye söz ediyor, “Nedir hocam bu efsane, bize anlatır mısınız?” diye (yüzüne karşı) soruyordu. İslamoğlu da, hiç yabancısı olmadığımız o sahte tevazu görüntüleri arkasında iyiden iyiye gevşiyordu. Şenlikoğlu, kendisine hafız olup olmadığını sorduğunda; düz bir cevap veremiyor, ‘olmadığını’ düz bir şekilde söyleyemiyor, içinde çok kısa bir sekte yaşadıktan sonra “Ben Kur’ân’ın hafızı değil, muhafızıyım” diyerek komplekslerini örtmeye çalışıyor, “Ben Kur’ân’ı Kerim’i vücudumdaki benler gibi bilirim.” şeklindeki sözleriyle de egosuna tavan yaptırıyordu. -Belki de münasebet düşürmeye çalışarak- farklı zamanlarda sürekli “Ben, Allah’ın bazı insanları özel yarattığına inanmışımdır hep.” derken de, başkalarına iltifat ediyor gibi yapsa da, aslında bununla o başkaları üzerinden kendisini (en azından, “kendisini de”) işaret ediyordu. İlk iltifatları kendisine idi, ama bu o’nun hissiyatında saklı idi, bunuı hissedemeyenlere saklı idi; okuyabilene ise saklı değildi. Karşınızdakine Emine Hanım gibi davrandığınızda, elinizle, dilinizle, yönelişinizle küçük bir tanrı yaratırsınız kendinize; ama, yarattığınız bu tanrı daha sonra kendisini pek de küçük görmez, öyle de oluyor.

Başkalarına “Sayın” diye hitap ediyorsanız, bunlara o hitabı kullanmayacaksınız. Hak ettiğine inandığınız ve kendisinden bir şeyler öğrendiğiniz liyâkat sahibi bir kimseye “Hocam” diyor ve hürmette kusur etmiyorsanız, bunlara ismi ile hitap edecek ya da en fazla “Kardeşim” diyecek ve daha fazla sitâyişkâr davranmayacaksınız. -Mümkün olursa- bunları fırına ekmek almaya gönderecek ve halkın arasına karışmalarını sağlayarak kalabalık yerlerde sıraya sokacaksınız ki, normale dönsünler, sıradan insanların üstünde kendilerinde herhangi bir nitelik ve ayrıcalık vehmetmesinler.

Abartılı bir şekilde beğenilme arzusu taşıyor. Bunun da arka planının küçüklük yıllarına dayalı olduğunu sanıyorum. Mesela, perde arkasındaki Mustafa ile perde hazırlığındaki Mustafa, perde hazırlığındaki Mustafa ile perdedeki Mustafa, perdedeki Mustafa ile perde dışındaki Mustafa birbirinden çok farklı… Bu aşamalarda gördüğünüz çok sayıdaki Mustafalar karışıyor ve sizi çok şaşırtıyor; Mustafaları karıştırmamak için kendisini “Mustafa 1”, “Mustafa 2”, “Mustafa 3”, (… ilâ ahir) diye numaralandırmak zorunda kalıyorsunuz.

Düşünebiliyor musunuz; -Hilal TV çalışanlarının beyanları ile müdelleldir- program dışındaki Mustafa ile programdaki Mustafa bambaşka iki Mustafa. Bu Mustafa, -büyük kızının kamuya açık beyanı ile müdelleldir, TV programları sonrasında eve döndüğünde “Nasıldı?” diye soran bir Mustafa… Bununla “Nasıldım?” demek istiyor aslında… -Kendi aşikâr stili ile müdelleldir- insanlarla ihtilât halinde iken -siz kim olursanız olun- karşınızda eğik-bükük- ezik-büzük bir Mustafa, yine ihtilât veya halvet hâlinde egosuna çok az bir dokunduğunuz zaman karşınızda hırçınlıkta sınır tanımayan bir başka Mustafa… Sizce bunlardan hangisi gerçek Mustafa? Bunlardan hangisi olması gereken Mustafa? Farklılık isnat ederken, o’nun kostümünü, bakımını, makyajını, kişisel ve görsel sahne hazırlıklarını, kıyafeti ile dekor arasındaki renk uyumunu, program öncesi konsantre çabalarını vb. kastetmiyorum; büründüğü farklı kişilikleri ve çoğu kimseye gizli kalan amaçlarını kastediyorum.

Yıllar önce Yaşar Nuri Öztürk ile yaptıkları “Işığa Doğru” adlı programda, nasıl da babasının eteğine başını süren sevimli çocuk gibi seviniyordu, hatırlıyor musunuz? Oysa Yaşar Nuri samimi de değildi, iltifat ederek program kotarıyordu; ama İslamoğlu, Celaleddin Rûmi’nin hikâyesinde geçtiği gibi “yalanına bile sırtındaki kaftanını veriyordu, gerçek olsa canını verecekti.

Geçtiğimiz haftalarda Sayın Esra Elönü ile yaptığı bir TV programında bu zaafını açıkça hissettirmiştir. Bağlantılı bir konu anlatırken, zaafını fâş eden ilk kelimeleri ağzından kaçırmış, sahip olduğu birkaç kişiliği tam olarak ele vermeye ramak kalmışken, hızlı bir fark ediş ve sıradan bir manevra kabiliyetsizliği ile, iç dünyasını kendi eli ile deşifre etmekten son anda kurtarmaya çalışmıştır. Çoğu kimsenin gözünden kaçan bu ayrıntı, benim oldukça dikkatimi çekti; yıllardır kendisine yönelttiğim suçlamaları, anlık bir bilinçaltı boşalması ile kendi aleyhine kendisi kanıtlamış oldu. Allah böyle düşürüyor işte…

Yapmacık davranmaya olağanüstü bir çaba harcıyor. Bu da o’nun bir başka zaafı; beğenilme arzusu ile bağlantılı da olabilir. Ben bu çabayı o’nun üzerinde gördükçe, “Bu insan bu kadar tekellüfle nasıl yaşıyor; hiç yorulmuyor mu, nasıl dinlenebiliyor, nasıl iç huzuru bulabiliyor, nerede ise tüm enerjisini tekellüfe harcıyor iken diğer her şey için nasıl enerji buluyor? Ne kadar stresli ve külfetli bir şey bu, değer mi?…” diye düşünmeden edemiyorum. Ama olduğunuzdan veya göründüğünüzden başka bir kişi iseniz, insanlar üzerinde hesap yapıyorsanız, gerçek yüzünüzden başkasını kitleler önünde kullanmak istiyorsanız, zaaflarınız nedeniyle kendinizi buna mecbur görüyorsanız, bu uğurda hayli yorulacaksınız; öyle de oluyor… Rol yapacak, racon keseceksiniz; hissetmediklerinizi söyleyecek, söylediklerinizi hissetmeyeceksiniz.  

Dilde ve üslubunda konuşmanın doğal sınırlarını çok zorluyor, yapay bir stille konuşuyor. Kendisini tanıyanlar iyi biliyorlar ki, ne o zorlamalar o’nun doğal hali, ne de yapaylığı… Bunu Türkçe’de de yapıyor, Arapça’da da…

Bu yüzden, bazı dostların kendisinin birikiminden faydalanmak istediklerini; fakat yüzünde, konuşma tarzında, beden dilinde, davranışlarında samimiyet ve doğallık sorunu gördükleri için izlemeye ve dinlemeye tahammül edemediklerini duyuyorum; hattâ öyle ki, onlardan biri bizzat bana şöyle demiştir: “Abi, gayrı tabii hareketleri çok rahatsız ediyor, izlemeye katlanamıyorum; o’nu görmemek için video dosyasını Windows’un alt çabuğuna indiriyorum, sadece sesine katlanarak dinlemek istiyorum, bir süre sonra sesteki yapaylık da beni ileri derecede rahatsız ediyor, dinleyemiyorum.” Bu sözü aktarırken ihtisar yaptığımı, (edep sınırlarını zorladığı için) o kardeşimizin söylediklerinin tümünü aktarmadığımı da belirtmeliyim. Bundan rahatsız olan “bir kişi” değil, çok sayıda ortak tepki bu yönde… Peki, öyleyse, bana ve onlara o’nu böyle hissettiren ne?

Konuşurken, neredeyse her birkaç cümle sonrasında muhataplarına sorduğu “Anlatabiliyor muyum?” sorusunu bir düşünün. Aslında bu, muhataplara sorulmuş ve karşılığında bir cevap beklenen soru değil; mükerrer ve kötü bir nakarat… Ayrıca, kendisi ‘anlatabildiğinin’ de farkında; “Anlıyor musunuz, ey akılsızlar?” mı demek istiyor acaba? Bu da o’nun bilinçaltında bir yerlerde; ama, belki o bunun farkında değil… Ya da bir fantezi olarak sormaya başladığı bu soru diline pelesenk oldu, daha sonra da çok itici ve kalıcı bir tarza dönmüştü. Bu banal bir şey; beni çok rahatsız ediyor, duymaya tahammül edemiyorum.

Tumturaklı sözlerle ‘jargon’ ihdas ediyor, o jargonla öğretilerini (bu arada “kendisini de”) sunuyor. Bu eğiliminin o’nu Allah’a karşı ne denli “densiz sözler” söyleyebilecek kadar ileri götürdüğünü de biliyoruz. Bir konuşmasını dinlemiş, ürpermiştim: Lâik kesimi eleştirdiği bir konuşmasında diyordu ki, “Bunlar Allah’ı ellerine geçirseler meydan dayağı çekecekler…” Bu söylenecek bir söz mü, Allah aşkına? Eleştiri yönelttiğiniz bir kesime söyleyecek başka söz mü bulamadınız, kelimeleriniz mi bitti? Şu söz, dengeli, Allah’a saygılı, Allah’tan ve O’nun makamından korkan bir kimsenin sözü olabilir mi? Sokaktan geçen sıradan bir insan bile söylemez bunu; sokaktan geçen insana söyleyin/duysun bu sözü, en az benim verdiğim kadar tepki verir; deneyin, bunu denemek güç değil. O’nun bu sözü dininde duyarlı bir yazar kardeşimizin öyle zoruna gitmiş olmalı ki, “Olmadı, Olmadı, Olmadı.” başlıklı bir makalesinde söz sahibinin İslâm milletinden çıktığını söylemiş, alenen kendisini tevbeye davet etmişti. Ben tekfire konu etme taraftarı değilim; ama, tekfire konu etseniz de etmeseniz de bu sözün Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, densizlik ve küstahlık olduğu açık… Yeterince tanımadığı için kendisini ‘âlim’ gören, dinini ondan öğrenmek isteyen samimi bağlıları tarafından da o’nu bu jargonu (iyisi ve kötüsü ile) benimseniyor, kullanılıyor. Bu da çok kötü ve gülünç oluyor; fakat ben bağlılarını samimiyetleri nedeni ile çok fazla eleştirmek istemiyorum.

Bir önceki örnek, Allah’a karşı kabalığına örnekti; bir de kullara kabalığından örnek vereyim: “Muhammed Abduh’u eleştirenler o’nun tuvalet bezi bile olamazlar!” gibi bir sözü vardı; ben bunu o’ndan nakletmeye bile utanırken, o bu ifadeyi çok rahat kullanıyordu. İnanın, utanıyorum, yüzüm kızarıyor… Bunlar söylenecek sözler mi? Abduh, bu sözlerle mi savunulur? Bir âlimin savunması böyle mi yapılır? Bu sözler savunma niteliğinde olması bakımından bir değer taşıyor mu? Sizin mukayese standardınız “tuvalet bezi” mi? Ben Abduh’u severim, müttehem olduğu ithamlarda hakkında iyi niyetli düşünmek gerektiğine de inanıyorum; ama, herhangi bir nedenle Abduh’u tenkit eden, o’nun düşüncelerine katılmayan, hattâ o’nu itham eden kimseler bile neden Abduh’un tuvalet bezi üzerinden böyle çirkin bir örneklendirme ile bu denli değersizleştirilsin ki? Bu helâl mı sizce? Bence, ne Abduh kendisine yöneltilen ithamlara lâyıktır, ne de o’nun kanaatlerine katılmayan Müslümanlar bu örnek ile tahkiri hak ediyor; bu sözün sahibi terbiyesizlik ediyor.

Yapmacıklığı en çok tevazu şovlarına yansıyor. Fakat aşikâr kibri yapmacıklığını örtmeye yetmiyor bence… Tevazu görüntülerinin arkasında muhteşem bir kendini beğenme (ucub) saklı (görebilenler için saklı da değil aslında, ben çok net görüyorum mesela). Bunu, o esnada beden dilinden okumak mümkün; eğer kendisini biraz tanıyor, biraz da benim gibi beden dili okumalarında kabiliyetli iseniz…

-Belki de- farkında olmadan kendi iç dünyasını açığa vurduğu, az önce değindiğim o TV programındaki “Esra’cım…” muhabbetleri de ne kadar yapay, banal ve iğreti idi; izleyenler sanacak ki, o hep böyle nazik, o hep öyle zarif ve centilmen… Esra Hanım o’na değer veriyor, o’nu programına konuk etmiş, programda sürekli o’nu doğruluyor, o’ndan yana, o’na yöneliyor, sorduğu soruları bile o’nun razı olacağı içeriklerden seçiyor, o’nun vermek istediği mesajın akışını ve ritmini sağlıyor, o’na “Hocam” diyor ve başka bir şey demiyor da, o yüzden Mustafa İslamoğlu çok zarif. Esra Hanım, o güzelim “Esra’cım…” muhabbetlerini bunlara borçlu; bir muhalefet etse, bir tenkit etse, saygısından biraz eksiltmiş olsa, hele ki -saygısından biraz eksiltmeden de olsa- o’nu sıradanlaştırsa da ondan sonra görse bakalım, o “Esra’cım…” muhabbetlerinden geriye ne kalıyor? Bu okumaları bir bilgi ve basiret üzere yaptığımı söyleyebilirim, yanılmıyorum.

Paraya ve şöhrete karşı aşırı bir zaafı var. Bu, çok bariz görünüyor, yok gibi görünse/gösterse de… Harcadığını gördüğünüzde kendisini cömert sanacağınız bazı harcamaları gerçekte Allah rızası için değil ya da -kısmen içinde Allah rızasını içinde barındırıyor olsa da- bir başka açıdan rol kesmek için yapıyor. Dikkatle gözlemlediğinizde görüyorsunuz ki, şöhret ve parayı, bu ikisini bir diğerine ulaşmak için yerine göre ‘akıllıca’ (!) kullanıyor. Bu tespitimi detaylandıracak olursam, şöhrete ulaşmak istediğinde -kendisine ait olsa da, olmasa da/olanı da, olmayanı da-, paraya ulaşmak istediğinde de -hak ediyor olsa da olmasa da- şöhretini kullanabiliyor. 

Para ile ilişkilerinin bilinmesi bakımından; zulmederek acı çektirdiği, icralarda süründürdüğü, kendisine ait olmayan bir borçtan ötürü (üstelik, “bunu bildiği halde”) gençliğinin henüz baharında iken tutuklattırdığı ve aylarca hapis yatmasına neden olduğu mazlum kimselerin de dinlenmesi gerektiğine inanıyorum.

Sahip olduğu ve/veya yönettiği imkânları ve hak etmediği şöhreti bugün kendisine hak görüyor; ne ki, ben bunları ona hak görmüyorum ve o’nun uzak gördüğünü hepimiz için yakın görüyorum. Bunları görmeyen/göremeyen/görmek istemeyen samimi hayranlar ağzı açık bakıyor, bu söylediklerime inanamıyor ya da yalanlıyor; kuşkusuz bunları görebilmek için basiret, tefekkür, hedef kişinin kişiliğini ve eylemlerini doğru okuma yetisi ve algıyı örten bir hamakatın olmaması gerekiyor.

“Rahmân’ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, Biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere (kalıcı) bir şeytanî dürtü yerleştiririz.” (Kur’ân, 43:36; “tercihen” M. Esed çevirisi ile…)

* * *

Hacı Ali Doğan: Mustafa İslamoğlu’nun eğitimi, birikimi nedir; sizce yüklendiklerine ehil midir, bunları yüklenmesi gerekiyor muydu; insanların o’nu öncü bir isim olarak görmesine nasıl bakıyorsunuz?

Muhammed Fatih Ergün: Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü ve Mısır El-Ezher Üniversitesi’nde bir süre okumuş, ancak benim gibi o da her iki üniversitede bir süre okumuş, ama bitirmemiş. Ne ki, ben böyle olduğunu açık gönüllülükle ve komplekssiz bir şekilde söylerken; o, biyografisinde, 90’lı yılların sonuna kadar tamamlamadığı yüksek öğrenimini (gerçekte ise, “kendisini”) “Yüksek öğrenimimi Kayseri, Yüksek İslam Enstitüsü, sonradan İlahiyat, daha sonra Kahire el-Ezher Üniversitesi İslam Hukuku Fakültesinde yaptım.” şeklinde (doğru olmayan) bir beyanla takdim ediyordu. Sonraları -öyle sanıyorum ki- örtüsü ayaklarını kapatmaya yetmeyince, bu okullarda eğitim gördüğünü söylemekle yetinmiş, biyografisine “Yüksek öğrenimini Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü ve Mısır El-Ezher Üniversitesi’nde sürdürdü.” şeklinde bir ifade ile rötuşlama yapmıştı.. Böylece, “sürdürdü” dediğinde aslında yalan söylemiş olmuyor, ama okuyucu bunu ‘mezun’ gibi anlıyordu; yine bununla itibar arıyor ve  açıkça yalan sayılmayacak (tevriye yollu) bir beyanla sanki yüksek öğrenimini tamamlamış gibi hissettiriyordu. O, bunun kompleksini belirgin bir şekilde hissediyordu; değilse, biyografisinde yalan söyler miydi ya da bitirmediği okulları bitirdiğini çağrıştıracak şekilde düzenleme (tesviye) yapmak zorunda kalır mıydı? Amaç ne? “Aaa, Mustafa hoca lise mezunu muymuş?” denmemesi… Dense ne olur? Hiçbir şey… Ama o, kitleler karşısında kompleksini ‘konu’ yapan, insanlar inandığı sürece bunun için yalan söylemekten çekinmeyen; yalan abartılı durduğunda, yine bile bu yanlışından dönmeyen, bu kez de tesviye edilmiş tevriyeli ifadelerle yine komplekslerini örtme telaşında olan bir kimse idi.

Birikimine gelince, -hakkını yemeyelim- bilgiyi elde etmek için çok zaman harcıyor, emek veriyor, ömrünü de buna adamış gibi görünüyor. Belki, kayda değer pek başka bir şey yapmadan bu uğurda ömrünü(n büyük bir bölümünü) tüketmiş. Bir şeyler biliyor, tefekkür yeteneği de yok değil; bilgi ile tefekkürü birleştirerek çoğu zaman doğru sonuçlara varıyor, değerli ürünler ortaya koyuyor… Niyeti, metodu ve eylemi düzgün olarak bu denli çaba harcayan bir/her insan Rabbi yanında değerli karşılıklar bulur, Allah’ın sözü ile “sâ’yi meşkûr olur” (Kur’ân, 17: 19, 76: 22). Ama, Sayın Rasim Özdenören’in dediği gibi, “İlim, eğer ‘hazmı’ ile birlikte gelmezse, o ilim insanı bozar, yolunu şaşırtır”; öyle de olmuştur.

‘Yetersizliği’ çok belirgin… Öncelikle çok iyi Arapça bilmiyor, bunu söylemek isterim. O, bu açığını ‘anlam’ ihdas ederek kapatmaya çalışıyor; doğrusu o, biraz da bunu seviyor. Egosunun, orijinal bir şeyler söyleme ve o’nunla meşhur olma sevdasının etkisi altında Arap dilinin sınırlarını çok fazla  zorluyor.

Tefsir dersi yaparken, 96. surede geçen ‘alak’ kelimesine, ‘alâka’ anlamı (da) veriyor ve ayeti “Allah insana alâka (ilgi) duydu, duyduğu bu alâkadan insanı yarattı.” şeklinde çeviriyor ki, gerçekten merak ediyorum, bu anlamı elde ettiği Arapça sözlüğü hangi arkeolojik kazı çalışmasında buldu? Bunu tenkit etmek bile, büyük bir ciddiyetsizliği dikkate almak olur; ama, o bu denli ciddiyetsiz… Arap diline biraz vâkıf olan herkes buna güler; Ankara’da Sayın Şeyho Duman ile konuştuğumuzda -ki, kendisi Arap filolojisi alanında uzmandır- biz de bir hayli gülmüştük. Duman, bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu televizyonda bile izlemeye tahammül edemediğini söylüyordu. Bir gün, bir yazar arkadaşın evinde misafir iken, espri yollu o’na “Alâk’ın alâka ile ne alâkası var?” diye sormuştum da, o bunu çok tutmuş, bir makale yazmış, bu sorumu o makalesine başlık yapmıştı. Kur’ân’da geçen harir (ipek) kelimesine verdiği ‘özgürlük’ anlamı ve ‘Allah’ ismi ile ilgili anagramı da öyle; başka böyle çok örnek verilebilir, ama bunlarla yetinelim.

Gazze’ye gittiğinde (2009); daha önce hazırladığını, üzerinde uzun bir süre çalıştığını, hattâ çoğunu önceden ezberlediği(ni sandığım) kısa bir “Arapça metni” Gazze halkına irticalen “konuşuyor”; dikkat edin, yanlış duymadınız, “metni konuşuyor”. “Metin okunur, metin nasıl konuşulur ki?” diyeceksiniz, haklısınız. Çok ilginç bir psikoloji bu; içsiz ceviz hafifliği gibi bir şey… 46 yaşındayım, ben böyle bir şeyi ilk defa o’nda gördüm. Arapça biliyorsanız, irticalen konuşun; bilmiyorsanız, biliyor gibi yapmayın, konuşmayın ve elinizdeki metni okuyun. Bir halkın dilini bilmediğiniz halde onlara hitap etmeyi çok arzuluyorsanız, yanınızda bir mütercim istihdam edin, bu duygunuzu o dili iyi bilen bir mütercim üzerinden yaşayın. Gözlerimin önünden gitmiyor: önceden hazırladığı o metni konuşurken Gazze halkı “Bu ne yapıyor? Nasıl konuşuyor böyle?” diye hayret eder gözlerle kendisine bakıyor ve sessiz sözlerle ve ‘gözleriyle’ konuşuyordu; İslamoğlu metni konuşursa, Gazze halkı da gözleriyle konuşsun. Bazıları ise (bir anlam veremediği için) gülemiyordu bile, ben ise bir ‘anlam’ verdiğim için küçümseyerek gülüyordum. Bu konuşma kaydı, Hilal TV’nin Internet sitesinin video arşivinde yayınlanmaktadır, izlenebiliyor ve indirilebiliyor; bu örneğim sonrasında yayından kaldırılabilir, izlenmesini ve indirilmesini öneriyorum.

Pratik Arapçası da öyle, yok denecek kadar az… Son aylardaki hutbelerinden birinde Peygamberimizin kızı Fatıma ile ilgili bir hadis aktarıyor, önce Arapça metnini veriyor, sanki karşısındaki Arapça bilmeyen topluluğa Arapça metni okumasına gerek varmış gibi… Hadis metnini doğru ezberlememiş veya aklında yanlış kalmış, Fatıma ile ilgili dişil (muennes) olması gereken bir zamiri erile (muzekker) dönüştürüyor ve işi bilenleri güldürüyordu. Zamir değişikliğine göre, Peygamberimiz kızı Fatıma’ya güya eril bir zamirle hitap ediyor (gibi oluyordu). Sonra da, bu kardeşimiz Sayın Ebubekir Sifil’i beğenmiyor, Arapça bilmediğini söylediği için… Komedi…

Kur’ân tarihini çok iyi bilmediğini, bildiği kadarını da özellikle ‘örttüğünü’ düşünüyorum. Kur’ân tarihi ile ilgili, bizim aleyhimize olan eylem, olay ve kesitleri bilinçli olarak örttüğünü görüyorum. Problem ‘bizde’ olduğunda kendimizi sorgulamaya yanaşmamak samimiyetsiz bir davranıştır, mızrak da çuvala sığacak gibi değildir. İslâm’ın ve Ümmet’in maslahatını gözetiyor olabilir, bunu gözettiği kadarında samimi de olabilir; Ama bir şey daha gözetiyor: kendi maslahatını da gözetiyor. Neden? Çünkü, tapınağın sermayesi Kur’ân!

Bence söylediklerine ve yüklendiklerine hiç ehil değil… Siz ‘söylediklerini’ sordunuz, ben ‘soyunduklarını’ da ekleyeyim, onlara da ehil değil… ‘Ruveybida’ hadisini bilmem duydunuz mu?. Rasulullah’tan (s) rivayet edilmiştir: “İnsanlar, aldatıcıların oldukça çok olduğu yıllar yaşar. O zaman yalan söyleyen kimse doğrulanır, doğru söyleyen kimse yalanlanır, hain olan kimseye güvenilir, güvenilir olan kimse ise hain olarak bilinir. O zaman ‘Ruveybida’ konuşur. “Ruveybida nedir?” diye sorulduğu zaman da, Rasulullah “Kamu işlerini üzerine alan ve insanların önüne geçen liyakatsiz kimsedir, zıpır adamdır.” diye yanıt vermiştir. Muhtemel ki, Rasulullah’ın (s) bu tür insanları nitelediği ‘Ruveybida’ terimi, arkadaşlarının dikkatini çekmek, onların aklında bu önemli içeriği sürekli zinde tutmak için kullandığı orijinal bir terimdir.

Ne yazık ki, el yordamı ile herkesin dinini aradığı, bulduğunu ‘din’ sandığı, sandığının da samimiyetle ardına düştüğü bu coğrafyada pek çok kimsenin şöyle bir zaafı oldu: “Öğrenmeden öğretme”, “yetişmeden yetiştirme”,“terbiye görmeden terbiye etme”, kısacası “doldurmadan boşaltma” sevdasında oldu çokları… Cennete davet ederken, kendileri bunu bile bile cehenneme gidenlere bile rastladık.

Bu kardeşimizin esas mesleği tekstil iken, işini gücünü bıraktığını, ilme ve insan yetiştirmeye yöneldiğini kendisi anlatıyor; “Bakın, böyle yaptım, kıymetimi bilin” edaları ile… Kendisi âlemlere rahmet ya… Bir makalesinde, hiç kimseye kendisini âlemlere rahmet olarak görmemesi gerektiğini hatırlatır ve öğütlerken, bilinçaltında bir yerlerde kendisini hariç mi tutuyordu ne? O, kendisine tanıdığı bu abartılı toleransın çok azını yaşı, sebkati, birikimi, liyâkati ne olursa olsun hiçbir zaman kendisinden başkasına tanımamış, müstağni yaşamıştı. Balonlar içi boş veya havayla dolu şeylerin de yükselebildiğini hatırlatır bize…

Nitekim 80’li yılların başında başlattığını söylediği çalışmalarının öyküsünü kendisinden dinleyin -ki, o zamanlar daha yirmi’li yaşlarında bir delikanlı ve henüz sahih bir çizgide de değil; “böyle olduğu halde”- “İnsan yetiştirmek istedik, bunun için birkaç kişi ile bir araya geldik, bir çay ocağında oturduk, ceplerimizde ne varsa ortaya koyduk, aramızda ahitleştik.” gibi sözlerle ilk çabalarını anlattığını göreceksiniz. Kardeşim, bi dur, sakin ol, acele etme, sen henüz yirmi yaşında bir çocuksun, önce kabını bir doldur, sonra boşaltırsın; yok… Türkiye’de ve yurt dışında, altmış yaşını geçmiş, sebkati ve liyâkati hepimizden fazla nice tanıdıklarım var, kesinlikle dîni geçim kapısı olarak görmedikleri ve erdemli bir hayat sürdükleri halde, -Allah’a yemin ediyor ve öyle söylüyorum- konuşmaya, kanaatlerini söylemeye, yazmaya, yazdıkları yayınlamaya çekiniyorlar; kanaatlerini belirtecek olduklarında kanaatlerinden önce çekince notlarını duyuyorsunuz kendilerinden… Böylelerini gördüğüm zaman ben utanıyorum, yüzüm yere düşüyor. Gerçek şu ki, öyle değerli insanlar bir vâdide, Mustafa İslamoğlu gibi kimseler başka bir vâdide… Fakat bunu fark etmek için, onların yüzüne maskelerinin içinden bakmak ve niyetlerini okumak gerekiyor; ben de, insanlar onların gerçek yüzünü görebilsinler diye maskeleri indirmeye çalışıyorum.

Kendisini öncü bir kişi olarak görmüyorum. Bir şekilde önde olan herkesin ‘öncü’ olarak kabul edilmesi çok yanlış, genel kabul bu olsa da… Önde olabilir, ama ‘öncü’ olma liyâkatine sahip görünmüyor. Bu liyâkate sahip olmak için öncelikle niyetlerin halis olması gerekir. O, niyet ve algı bakımından problemli, dini temsil için yeterli bir sebkati yok; bir birikimi var, ama bu birikimi o’nun kendi öz benliğini ıslaha yetmemiş ki, öncü bir isim olmaya o’nu liyakatli kılsın? Yakın bir geçmişte (1987), beraberindeki üç beş Taşralı arkadaşı ile gece ışıkları söndürüp, ‘zikir’ adı altında Nakşibendî tarikatının klasik ritüelleri ile ayin yaparak din ve tarikat üzerinden egolarını tatmin eden bir kişi değil mi idi bu kişi? Düşünün biraz; kısmen ıslâh-ı hâl etmemiş olsa idi, tipik bir tarikat şeyhi olmasına ne engel vardı?!

Yeni mühtedîler veya birkaç okuma yazma antremanından sonra bir şeylerin farkına varan kimseler aramıza katıldıklarında onlara “Hoşgeldiniz” diyor, yüreğimizde yer açıyor, aramızda yer gösteriyor, duygu ve imkânlarımızla ikramlarda bulunuyoruz. Nedense bizde şöyle bir moda var: bu katılımın üstünden çok zaman geçmeden, bunlar yanımızda oturmak istemiyorlar, hemen kendi yetenek ve imkânları ile orantılı bir çevre oluşturup önü(müz)e geçmek istiyorlar; yetişmeye ve olgunlaşmaya bile fırsatları olmadan “bir şeyler” oluveriyorlar, oysa biraz geride durup kabımızı doldurmak bana daha sevimli, daha erdemli, daha tutarlı ve gerekli görünüyor. Çünkü bir süre sonra, yıkıp döktüklerimizi sırtımızda enkaz olarak bulduğumuzda, yaş ilerleyip Hesap Günü kayıgısıyla o enkazların kıyamet gününde mizanımızda şerden yana bir yük olacağı endişesi bizi sardığında, daha önceden kendi söylem ve eylemlerimizle ve kendi ellerimizle kendi aleyhimize hazırladıklarımızın bizim için açık bir sabıka olduğunu görüp ayıktığımızda, -inanın bana- hissettiklerimiz çok acı oluyor. Öyle ki, tevbenin bile sizi temizlemeyeceği hissine kapılıyorsunuz, tüm hissiyatınız alt üst oluyor. Ne gerek var buna, değer mi? Bunu Mehmet Parmak’a da söylemiştim.

Dinde yetkisiz tasarrufta bulunduğuna inanıyorum ve buna hakkı olmadığını düşünüyorum. “Tebliğ görevimizdir.”“Uyarı ve eleştiriyi kendime görev ittihaz ettim.” şeklindeki sözleri ve bu doğrultudaki eylemleri “din adına” yaptığı işgüzarlığı göstermektedir. Bu işgüzarlığın, Allah kendisine hiçbir şey vahyetmemiş ve indirmemişken, “Bana vahyediliyor” diye(rek) ve yalan söyleyerek Allah’a iftira eden kimsenin zulmünden farkı nedir? (Bkz: Kur’ân, 6: 93). Hele ki, tasarruf ve işgüzarlığın din ticaretine, geçim aracına, popülarite arayışına, otorite sevdasına dönüştürülmesi tam bir facia değil mi? Bu, kadim Yahudi hahamlarının o çirkin tarzını son şeriatı ‘kullanarak’ ihya etmek demek değil mi? Yahûdileşme temâyülü değil mi bu?

* * *

Hacı Ali Doğan: Çizgisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Muhammed Fatih Ergün: Çocukluk ve gençlik yıllarında bildiğiniz Nakşibendî tarikatına mensuptur; Kayseri’de, kendi yöresinde yerel bir tarikat yapılanması içindedir. O tarihlerde doğan (1986) erkek çocuğuna, intisaplı olduğu tarikat şeyhinin ikinci ismini, “ikinci isim” olarak vermiştir; bununla müteveffâ şeyhine ihtiramını izhar etmiş, -belki de- o zaman bununla teberrük aramıştır. Şimdilerde de, o Şeyh’in halefinin küçükken kendisine hediye ettiği bir Mushaf’ı özenle muhafaza ettiğini ve zaman zaman o’na baktığını söylemesini dikkate alırsak; aynı teberrük arayışlarının bugün de (belki, “kısmen”) var olduğunu söyleyebilir, ayrıca bunu o çevreye bir iltimas ve mavi boncuk dağıtma çabası olarak da görebiliriz.

Tasavvuf taşkınlığından açıkça arınmış mıdır, buna yüreği yetmiş midir? Bence arınmamış, zaman zaman “arınmış gibi yapmış”tır; böyle yapmak çok konuda o’nun müekked sünnetidir. Son yıllarda bile -o günlere duyduğu bir özlemle (olsa gerek ki)- benzer ritüeller(in belki biraz daha revize edilmiş şekli) ile farklı ortamlarda ve münasebet düştükçe (belki de, “düşürdükçe”) yeni âyinler yaptığı da bana ulaşan bilgiler arasında. Aslında bu çabasındaki niyeti de bana gizli değil… Tasavvuftan gereği gibi arınmış olsaydı, geçmiş dönemi o’nun için bir kınama konusu olmazdı, yapılamazdı.

Ardından İran devrimine ilgi duymuş ve benimsemiştir. İran’la ilişkilerine değineyim: Muhaliflerinin ‘İrancılık’ diye adlandırdığı bir akım vardı. Bu akımın bugün geldiği noktaya göre, o dönemde çok radikal tercih ve söylemleri vardı; çizgi mensupları marjinal düşünce ve eylemleri ile bilinirdi. İslamoğlu, popülaritesinin bugünkü gibi olmadığı o dönemlerde, -mahreç itibari ile geleneksel damarı temsil eden bir Taşra kliğinin içinde yetişmiş olmasına rağmen- kısmen bilinçli tercihleri, ama daha çok bizim kesimde kendisine bir “yer arayışı” çabası ile bu çizgiye mavi boncuk dağıtmıştı. O çevreye mensup kimselerle yakınlıkları ve dostlukları vardı, o çevrenin eğilim ve söylemleri doğrultusunda yazıları ve konuşmaları vardı, o çevreye ait yayın organlarında makaleleri yayınlanıyordu; şimdiki hayranları(nın çoğu) bunları bilmez. İmam Humeyni’ye ithaf ettiği “şaha kalkan atlı” şiirler yazıyordu; daha sonra o ithaflarını kaldırdı. Her ne kadar konakladıkları otelde sabah uyuyakaldığı için amaçlanan ziyareti gerçekleştiremeden Türkiye’de dönmek zorunda kalmış ise de, önceden randevusu ayarlanmış bir programla İmam Humeyni’yi görmek ve o’nunla görüşmek için İran’a da gitmişti. İran’dan ‘beslendiğini’ iddia edenler de olmuştu; ben bu tür bir ‘beslenme’ye tanık değilim, bunu o’na isnat etmiyorum; ama, o çevrenin sosyal getirisi ile bir dönem ‘tutunduğunu’, o çevreyi hayli ‘kullandığını’, o çevreden bir gelecek görmeyince ve/veya o çevreyi riskli görünce onları çok fazla ‘tanımadığını’ iyi biliyorum. O kesime mensup hatırı sayılır çok sayıda kişinin kanaati de bu doğrultuda, çok defa kendilerinden dinledim. Geçenlerde de, eski aşkı depreştiği için midir, nostalji arayışı mıdır, bilmem; bir Cuma hutbesinde, TC’ye, Suriye’yi İran’a vermesini tavsiye etmiş, problemlerin ancak bu şekilde son bulacağı kehanetinde bulunmuş, böylelikle diplomasiye de el atmıştı. Nereden esti ise… Güldüm. Hayırlı olsun (!).

Eğer o, bu çizgiyi bir takım hesapları için kullanmamış olsaydı, bu ilgi ve benimseme kınama konusu olamazdı; o dönemde İran devrimine hepimiz ilgi duyduk. Eğer o, aynı hassasiyeti imaret ve işgal günlerinde Taliban Müslümanlar için de göstermiş olsaydı, o’nu âdil ve mûtedil görürdük. Ne ki, o, -aynı Hâşimî Rafsancânî, Muhammed Hâtemi, Mahmud Ahmedinecad gibi İranlı devlet adamlarının basiretsiz tercih ve muzaheretlerinde olduğu gibi- Taliban’ı, Afganlı Müslümanları ve Arap mücahitleri benimsemedi, sevmedi, onların yanında durmadı, onları kınadı, hattâ yakın bir geçmişinde bu tercihi ile birileri nezdinde itibar aradı. İranlılar da öyle yapmışlardı, dostlarına karşı düşmanları ile yardımlaşıyorlardı. Neye yaradı ise? Taliban Hareketi’nden söz ederken “Taliban mı? Ben almayım, kalsın.” diyor ve o Müslümanları çok kolay tahkir ve tezyif ediyordu; onlardan bir beklentisi ve çıkarı olmadığı için miydi bu?

Taliban hareketinin elbette tenkit edilecek yönleri vardı; ne ki, birkaç şey daha vardı: (1) Onlar Müslümandı; ölçülü olmak gerekirdi. (2) Onlar mazlumdu; düşman onları kuşatmış, devletlerini yıkmıştı, üzerlerine tonlarca bomba yağdırıyordu; “taraf olmak” ve “merhametli olmak” ve gerekirdi. (3) O koşullar da eleştiri olmazdı -eğer bu gerekiyorsa, bunu daha sonra birlikte yapardık-; “kulvar sorunu” diye nitelendirebileceğim bu durumun dîni hükmüne hiç değinmeyeceğim, çünkü manifestolarla niteleme yapmak istemiyorum; ama bu en azından “ayıp”tı. (4) Bu eleştiriyi yapacak kişi o muydu?

Ayrıca, yeri gelmişken söyleyim: çok sık tekrarladığı bir yanlışı var: Her zaman gündem yaptığı konulara vâkıf değil; yüzeysel kalıyor: Taliban Hareketini Selefi bir hareket olarak görüyor, oysa öyle değil… Taliban Müslümanlarlar Sunnî/Hanefi mezhebine mensuptur; önceden de öyle idiler, şimdi de öyleler. Selefî Müslümanların onlara katılım ve desteği olmuştur, Selefîler onları maddi ve manevi desteklemişlerdir. Akabe Vakfı’nın kurulduğu ilk yıllarda (Mısır dönüşü) bazı dinî ritüellerde Selefî tercihleri olmuştur; o dönemden bunun tanıkları da var. Kendi geçmişinde hiç bu tür kabulleri “yokmuş gibi” davranmasa, bugün Selefîleri tenkit etmesini çok fazla eleştirmeyebilirdik. Onları ben de eleştiriyorum; onlar bizim akıllarını kullanmayan kardeşlerimizdir. Bir dönem Hanefî olduğunu söylemiştir; şimdilerde ise, Sünni veya Şii olmadığını söyleyebilecek bir cesaret düzeyine ulaşmıştır. Kendisini tanıdığım için bunun yeni ulaştığı bir tekâmül düzeyi olmadığını, konjonktürle ilgili olduğunu “iyi biliyorum”. Geçmiş dönemlerdeki çekincelerinin sosyal nedenlerden, şimdiki rahatlığının ise toplumsal kısmî tekâmülden kaynaklandığını söyleyebilirim; ama dürüst bir davranış olmadığını da söylemeliyim.

Şimdilerde (içinde ve bazı tercihlerinde) kadim Mu’tezile çizgisine yakın duruyor, bu damara ait kaynaklardan besleniyor. Oysa bu çizginin de ne içinde, ne dışında; belki en fazla ‘aldıkları’ ve ‘sattıkları’ var… Kaldı ki, kadim “i’tizâl” çizgisinin de kendi içinde kimi zaafları yok değil; tüm görüşleri doğru ya da hepsi yanlış diye bir şey yok… Bana göre, olması gereken “i’tizâl” değil, “i’tidâl”dir. Bununla birlikte, diğer İslâm mezheplerine göre, Mu’tezile çizgisi önemli ölçüde bir ‘düzey’ ise de, memduh olan ve gereken Mu’tedile olabilmektir. Mu’tedile makamına ulaştığınızda Mu’tezile’nin bile sadece bir “sıçrama tahtası” olduğunu görürsünüz, Mu’tedile, bizim tercihimizdir. İslamoğlu’nu bir Mu’tezile mezhebi mensubu veya temsilcisi olarak görmek çok yanlış olur; o, bana göre “hiçbir şey”, sevenlerine ve değişen konjonktüre göre “her şey” veya “çok şey”dir.

Tevhid algısında önemli problemlerin olduğunu düşünüyorum. Evren, Kitap ve fıtrat üçgeninde, “rubûbiyyet” ve “ulûhiyyet” kadar önemli bulduğum “hâkimiyyet” bahsinde -her ne kadar o buna “siyâsi tevhid” de dese- öteden beri sınıfta kalmış durumda… Hâkimiyet bahsinin yanı sıra, taşkın Sûfilerin söylemlerini seslendirdiğini, onların tevhide aykırı söz ve çizgilerine göz yumduğunu, aşırılıkların başını çeken kişileri yere-göğe sığdıramadığını iyi biliyoruz. Ör. İbn Arabi vb. gibi şatahatı ile meşhur olmuş kimseleri “İslâm semasının yıldızları” şeklindeki afilli sözleri ile ambalajlayarak pazarlaması hiç de sindirilebilir ve göz ardı edilebilir bir şey değil.

“Şirk-i kubûr” ve “şirk-i kusûr” bahsinde de hayli defolu. Geleneksel kabir kültürünü çok sever, o kültürü yaşatmaya çalışır, te’villerle de olsa; bu, biraz da klasik Vahhâbi kültüre muhalefet tariki ile gibi… O, bunda öylesine ileri gitmiştir ki, o’nun bu kültürü kendisini Anıtkabir’e kadar götürmüştür; geçenlerde Hilal TV’de Hamza Türkmen’le yaptıkları bir programda, söz, birilerinin Mustafa Kemal’in kabrini ziyarete ve ölüsüne dilekçe yazıp dua etmesine gelince, kendisinden “hık-gık” niteliği taşıyan sözlerden başkasını işitememiştik.

Bugün itibari ile, Rasulullah’a (s) izafetle kullanımı meşhur olan Sünnet (“Allah’ın Sünneti” değil) ve o’nun “söylediği söylenen sözler” anlamına gelen hadislerle ilgili “geçmişine oranla” daha doğru bir çizgiye yakın olduğu görülüyor ise de, bu konuda da net bir duruş sergileyebilmiş değildir. O, bu bakımdan, öteden beri çok temkinli olmuştur; bu temkininin yetersizlik endişesi taşımasından kaynaklandığını kendisi itiraf ediyor; ama, bence bugün için de öyle, yetersiz… Bu temkinin tek nedeni yetersizlik kaygısı değildir, kanaatini söylediğinde nasıl karşılanacağının da derdindedir. Yalpalı ve ‘hesaplı’ bir sürece ‘tekâmül’ demek mümkün olmadığı gibi, bunun Allah kaygısı (takva) ile olduğunu sanmak da saflık olur. Hadis rivayetlerini delil (nass) olarak mı, yoksa malzeme olarak mı gördüğünü açıklamak ve kendi üzerindeki töhmetleri kaldırmalıdır; yuvarlak sözlerle herkesi (ör. beni) savsaklamak mümkün olamayacağına göre, olması gereken dürüst davranmasıdır.

Çelişkileri de çok belirgin bir şekilde göze çarpıyor: Allah’tan başkasına dua etmenin, O’na ortak koşmak (şirk) niteliği taşıdığını iyi biliyor. Bu doğrultuda tevhide uygun öğretileri, buna aykırı inanç taşıyanlara yönelttiği ciddi eleştiriler var; çok kez buna tanık oldum. Öyle ki, bir tefsir dersindeki (Cinn Suresi, 1-28) anlatımlarında “Allah’tan başkasına dua etmek açıkça şirktir, bu ayet bunu söylüyor[Cinn Suresi, 20, M.F.E.].” diyor. Buradan konuyu doktrinel olarak bildiğini ve doğru bir düzlemde durduğunu görüyorsunuz; buraya kadar her şey yolunda… Doğru bilgi bu konuda kendisinin yanındadır, konuyu bilmiyor değil… Bir başka zaman ise işi öyle sulandırıyor ki, “Allah, Allah; bu ne şimdi?” diyorsunuz. İsmailağa çevresinin müptezeli Cübbeli ile aralarında bir çekişme oluyor; Cübbeli, şarlatanlığı ile buna galebe çalışıyor, bu da ne yapacağını şaşırıyor, çarenin Cübbeli ile mücadele etmekte değil de ondan sakınmakta olduğunu düşünüyor, mazlum edebiyatı yaparak şöyle diyor: “Karnıma saplanan bıçağın üzerinde kardeşimin kanlı elini görsem o’nun imanına hiçbir söz söylemeyeceğim.” Aslında samimi de değil; sakınmak, sakınırken de olgun bir insan imajı vermek için böyle söylüyor.

Cübbeli, Allah’tan başkasına dua eden/o’ndan yardım isteyen pagan kültürüne sahip sapık bir kimsedir; bunu açıkça söylemekten geri durmak için meşru hiçbir neden yoktur. Temiz bir inanca sahip, bu inancını Allah’ın “büyük zulüm” saydığı şirklerle kirletmemiş bir mü’minin imanından söz edilebilir (Kur’ân, 31: 13). Cübbeli’yi kınamaktan geri duran, hele ki o’na ‘iman’ atfederek o’nu tezkiye eden bir insan, bunu ancak bir çekince, bir kaygı ile yapabilir; değilse, bir bilgi ve bir basiretle değil… Daha önce “Bu açıkça şirktir” dediği bir inanca sahip ve hayatı boyunca o inanca çağıran bir kimse nasıl kardeşi oluyor?  Allah’tan başkasına dua etmek şirk ise -ki, öyledir-, Allah’tan başkasına dua eden, ibadette O’na ortak koşan Cübbeli niçin müşrik değildir? Müşrik ise, nasıl kardeşi oluyor? Allah’ın “Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir?” dediği (Kur’ân, 46:5), Allah’ın bu beyanına göre kendisinden başka “daha sapık” hiç kimsenin olmadığı bir kişi, nasıl olur da o’nun kardeşi olabilir? Kardeşi kim? İman ne? Kime söz söylemiyor? Niçin?

Üstelik o’nu “O bir Müslüman, o tasavvuf terbiyesi almışbir  insan…” diyerek nasıl o’nu sena edebiliyor? Kaldı ki, çekindiğinde “sakınmak için” böyle sena ettiği bir kimseyi, bir başka zamanda şu sözleri ile nasıl zemmedebiliyor: “Kafasında sarık var, altında kafa yok; çenesinde sakal var, üstünde yüz yok; sırtında cübbe var, içinde adam yok!”  İnsan, bir Müslüman için böyle mi der? İnsan, kardeşi için böyle mi der? İnsan tasavvuf terbiyesi almış bir kimse için böyle mi der? Aslında bu, bir insanın içi ile dışının bir olmama hâlidir. Bu samimiyetsiz bir insanın çekinceleri nedeni ile yaranma çabasıdır (mudahane). Kendi çekinceleriniz söz konusu olduğunda, daha önce ‘şirk’ olarak nitelendirdiğiniz içerikler üzerinden hesap yapma ve geri sarma çirkinliği vardır. Hiç kimse o’na şunu da sormuyor: “Hocam, siz daha önce Cübbeli Ahmet’in inancında olan kimselerin içinde düştüğü durumu ‘şirk’ diye nitelendiriyordunuz, bundan bizi sakındırıyordunuz; şimdi o inancı taşıyan bir kimse nasıl Müslüman oldu, nasıl kardeşiniz oldu?” diye…

Öğretileriniz arasında ‘şirk’ olarak nitelendirdiğiniz düşünce, söz ve eylemleri kendisi ve çevresi için ‘din’ ve ‘akide’ hâline getirmiş bir kimseyi kınamaktan ve açıkça deşifre etmekten sizi alıkoyan hiçbir şey olamaz. Korkunun ecele faydası yoktur; erdemli davranıyor imajı vermek, çok iyi bildiklerimizi örtmeye yetmemektedir. İslamoğlu’nun şifrelerini çözmek ve yaptığı hesapları anlamak hiç zor değildir. Bu olayı Almanya’dan Sayın Recep Aykan Bey ile tartışmıştık; bir süre inanamadı, bunu o’na yakıştıramadı, İslamoğlu’na ait kaynaklarla bu sözlerin o’na aidiyetini kanıtladığım zaman hayretler içinde kalmış, rahatsız olmuş, üzülmüştü.

Aynı politika reyting kaygısı ile Hilal TV yayınlarında da câri… Yıllar önce bir programa denk gelmiştim. Sunucu Urfa’ya gitmiş, orada Urfa ile ilgili bir belgesel program yapıyor. Programda bir türbeyi veriyor, türbede bilmem kim medfun (adı aklımda kalmadı), kimin medfun olduğu da çok önemli değil, ister peygamber veya o’nun arkadaşlarından biri medfun olsun. Programı yapan genç bir delikanlı idi, türbeyi şöyle tanıtıyordu: “Burada yatan zat, öldükten sonra bile bu kabrinden tasarrufu devam eden bir zattır; büyük bir velidir, tüm Urfa halkı hacetleri için buraya gelir, bu zattan istekte bulunurlar.” Ürperdim! Bu sözler İslamoğlu’nun inancını uygun mu? O’nun çizgisi bu mu? Bu yayın o’nun çizgisine uygun mu? Aramızda yaşayan değerli insanlara bile kendisini uyaracakları zaman hiçbir söz hakkı tanımayan bir kişinin denetimi altında olan bir TV kanalında ölülerin tasarrufundan söz ediliyordu. Tevhid inancını tahrip eden, tevhide bedel bir öğreti ile Türk halkı üzerinde akreditasyon arıyorlar. Bu batılı, bu hurafeyi başka niçin satıyor olabilirler? Ne kötü bir açılım…

Allah yolunda  savaşan Mücahitleri hiç sevmiyor; konuşmaları arasında onlar lehine kelimeler arıyorum, pertavsızla; bulamıyorum. Aleyhlerine söz aramaya zaten gerek yok; konuşuyor. Gazze gibi Ümmet nezdinde genel kabul görmüş cihad cephelerini benimserken buluyoruz onu; hayli cömert ve keyifli… Ama Amerika’nın “Haçlı seferleri” diye adlandırarak tasallut ettiği topraklardaki mazlum Müslümanlara sahip çıktığını, onlardan yana olduğunu, onlara taraf olduğunu (velâyet) göremiyorsunuz. 

Kahramanımız, putları savunuyor. Molla Ömer’in liderliğinde Afganistan’da Müslümanlar (doğrusu ve yanlışı ile) devlet olduğunda, orada Buda’nın heykellerini patlatarak imha etmişlerdi. Ben o görüntüleri izlediğimde kalbim sürurla doldu; Peygamberimizin (s) Kâbe’yi putlardan temizlediği günü hatırlamış, çok duygulanmış ve sevinmiştim. Müslümanlar orada Buda’nın heykellerini yıkmamalılarmış; heykeller tarih değeri taşıyormuş, onları yıkmak bedevîlikmiş. Neyi savunuyorsunuz siz, putları mı? Şirk tarihi, batıl din mensuplarınına ait totemler, sizin ait olduğunuz inanç sisteminde korunması gereken bir değer midir? Ne maslahatımız var bizim o heykellerin korunmasında? Eğer öyleyse, Kâbe’deki putları imha ederek benzer tarihsel değerleri ortadan kaldırdığı için Rasulullah’ı neden kınamıyorsunuz? Buda’nın heykellerine sahip çıkmayı kimden öğrenmişti dersiniz? O heykeller UNESCO nezdinde itibarlı idi; Müslümanlar o heykelleri imha ettikleri zaman Kofi Annan “Bu bir insanlık kültürünün ortadan kaldırılmasıdır” demişti. Arap basını bunu Annan’ın dilinden yazmıştı: “Hâzâ tedmîr es-seqafiyye el-insâniyye”. Annan ile aralarındaki bu dil ve kanaat birliği nereden geliyordu? 

Mustafa İslamoğlu, Türkiye siyasetine de iki yüzlü ve oportünist olmuştur. MSP hareketinin ve Akıncıların içinden geldiği halde, sonraları bir dönem Sayın Erbakan’ı tenkit etmiş/o’na karşı olmuş, yıllar sonra Erbakan yarı iktidar olduğunda (1996) o’ndan yana olmuş, cunta Erbakan’a musallat olduktan sonra (1997-…) bu kez o’nu tekrar eleştirmeye başlamış, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın İBB günlerinde (1994) o’nunla iyi ilişkiler geliştirmiş, Ak Parti’nin yıldızı parladığında (2001) sevinmiş ve “umutlu olmuş”; son sürecin başında, ilkin süreci(n sonunu) net olarak tahmin edememiş -tam değilse bile- sanki bir yoklama çeker gibi Gezi Parkı Olayları’nda protestocuları destekler nitelikte tavır alarak Pensilvanya’nın rızasını gözetmiş, iktidarın yıldızının kayacağını sandığı günlerde Cuma hutbelerinde Başbakan Erdoğan’ı ve Erdoğan’ın İstanbul’daki özgün projelerini haksız yere eleştirmiş (2013), rüzgar yön değiştirince de (son hutbelerinde ve TV programlarında görüldüğü gibi) tekrar söylem değiştirmiş (2014), bununla birlikte geçtiğimiz haftalarda Sayın Esra Elönü ile yaptığı TV programında şimdiye kadar iktidardan hiçbir şekilde nemalanamadığını bir sitem ve kahırla “iç çekerek” söylemiş, hayli hayıflanarak ortaya döktüğü bilinçaltı boşalmasına bizi tanık kılmıştı. Bundan sonra kaç şekil alır, bilinmez.

* * *

Hacı Ali Doğan: Mustafa İslamoğlu’nun eserleri hakkında değerlendirmelerinizi almak isteriz. Eleştirilerinizde çok nitelikli bir arka plan bilgisine ve birikimine sahipolduğunuzu görüyoruz, çok ciddi eleştiriler yöneltiyorsunuz, eleştiriniz hayrete düşürüyor; anlattıklarınız karşısında eleştirilerinize karşı koymak da mümkün değil, sözlerinizin arkası hayli dolu duruyor. Böyle olunca, mutlaka eserleri hakkında da değerlendirmeleriniz vardır/olmuştur, buna da zaman ayırmış, emek vermişsinizdir diye düşünüyoruz. Eserleri ile ilgili düşüncelerinizi de öğrenmek isteriz, bu okuyucularımız için de çok faydalı olur. Neler söylemek istersiniz?

Muhammed Fatih Ergün: İlk aklıma gelenleri kategorize ederek sizinle paylaşayım. Benim ilk aklıma gelenler en çok önemsediklerimdir; onlar bende yer etmiştir, bu anlama gelir. Fakat söyleyeceklerim, eserleri ile ilgili söylenebileceklerin hepsi anlamına gelmez; genel olarak ve söylenebileceklerin bir kısmını söylemek belki mümkün olabilir. Ben, aklımda kalanlardan bir kısmını paylaşayım.

Yürek Devleti ve Adayış Risalesi adlı iki eserini çok değerli bulurum; ele aldığı konuların hakkını vermiş, çok faydalı iki eser… Takdir ediyorum, tereddütsüz öneriyorum. Bu iki eser, o’nun, bugüne oranla daha samimi ve temiz olduğu 90’lı yıllara ait; güzelliği de, bereketi de buradan geliyor zaten.

İmamlar ve Sultanlar adlı eserinde çeviri ve çok fazla alıntı hataları vardı; bu hataları gördüğümde hayrete düşmüştüm. Çalıştığı konuyu iyice kavramadan yaptığı iltibaslar dikkat çekiyordu. Tarih kitaplarından yaptığı alıntılarda fail ile mefulü birbirine karıştırdığı bile olmuştu; böyle olunca, zalim ile mazlum, mazlum ile zalim yer değiştiriyordu. Bilmiyorum, daha sonra çaplı bir tashih yapıldı mı? Eğer yapılmadı ise, o kitap, kötü bir tarih derlemesi niteliğinde idi.

Îman Risalesi gibi sonraki çalışmalarında da fahiş hatalar vardı; iman da keyfî tasarrufta bulunuyordu. Aklıma ilk gelenler 4: 59 ve 60. ayetlerle ilgili tasarruflar… Sonradan bu hataları düzeltip düzeltmediğini bilmiyorum.

Goldziher’in İslâm Tefsir Ekolleri adlı eserini Arapça aslından çevirmeye yeltenmiş, yaptığı bu çeviriyi (!) yayınlamıştı. Çevirideki yetersizliği ve yaptığı hatalar ehil olan kimseler tarafından tenkit edilmişti; Sayın Prof. Dr. Ömer Özsoy’un tenkitleri dikkate alınmaya değerdi. Mütercim ise, hak ettiği bu eleştiriler karşısında “Hata ettim, özür dilerim; düzeltmeliyim.” diyeceği yerde geçersiz gerekçelerle eleştirileri geçiştirmeye çalışıyor ve aklımda kaldığı kadar şöyle savunuyordu kendisi: “Siz biliyor musunuz, benim o kitabı hangi koşullarda çevirdiğimi? Cezaevi koşullarında çeviri yaptım; iki katlı ranzanın üstünde kalıyordum, o çeviriyi orada yaparken ranzanın alt katında esrar içiyorlardı, alışık olmadığım için esrar kokusunun etkisi altında kalmıştım, o koku benim başımı döndürmüştü, o yüzden…” Aslında, “O koşullarda bu kadar olur, ne yani, bu kadarla da olsa yaptığımla yetinin; ne yapacaksınız daha doğrusunu?” anlamına gelir bu geçiştirmeler… Bu geçiştirmelerde ‘gerekçe’ değeri yoktur; bu sözlerde ne ikna kabiliyeti vardır, ne de iğfal kabiliyeti… Esrar dumanından arkadaşın aklı bulanmış, tercüme yapıyor… Doğrusu, hiç kimse, “Mustafa Bey, o koşullarda bunu yapmak zorunda mıydınız, aceleniz neydi? Orada kitap okusaydınız, tefekkür edebildiğiniz kadar tefekkür etseydiniz, olmadı makale yazsaydınız, sağlıklı çeviri yapmanızın mümkün olmadığı o koşullarda o kitabı çevirmeseydiniz; bu kitabın yayını çok önemli idi ise, tahliye olduktan sonra yapardınız ya da neden daha sonra ikinci bir kez gözden geçirerek yayınlamayı düşünmediniz?” diye sormuyor. Oysa -çok iyi biliyorum- o, o günleri daha sonrası için en verimli bir şekilde nasıl ranta çevireceğini düşünerek geçiriyordu, bu amaçla o çeviriyi orada yapmak istemişti, o yüzden bu kadar ısrarlı idi  -ki, çıktıktan sonra bu çalışmasının semeresi ile geçinmeyi planlıyordu-.

Üç Muhammed adlı eseri de çok eleştirildi; ilmî olan eleştirilerin büyük bir kısmına ben de katılıyorum; özellikle Sayın Ebubekir Sifil’in eleştirilerinden çoğu haklı ve tutarlı eleştirilerdi. Sifil, “Anlama Probleminden Müşteki Yazara Hatırlatmalar” başlıklı Milli Gazete’de yayınlanan çok sayıda seri makale (13 ayrı makale) ile bu çalışmayı düzeyli bir şekilde tenkit etti (2003). Sifil ile bu konuda özel yazışmalarımız oldu; -çizgi olarak kendisi ile çok fazla örtüşmesek de- bu konuda o’nu tutarlı buluyorum. En azından dile ve kaynaklara müelliften daha hâkim ve dikkatli. Metin Çetin’in Sûfi tandansla kaleme aldığı Üç Muhammed Kitabına Reddiye gibi hayli hacimli bazı eleştiriler yapılmışsa da onları çok fazla dikkate almamak gerekir.

Bu kitapla ilgili dikkatimi hayli çeken bir şey: ‘Kur’âniyyûn’ topluluğu hakkında söylediklerinde, onların muhaliflerinin söyledikleri sözleri baz alarak eleştiri yöneltiyordu; oysa bu, Türkiye Gazetesi yazarlarından Ali Eren’in veya Cübbeli Ahmet’in kendisi hakkındaki söz ve şehadetlerine itibar etmek gibi bir şeydi, hiç de ilmî değildi. Mustafa İslamoğlu’nun dil bilgisi, alıntı ahlakına riayet etmemesi gibi tebarüz eden önemli zaaflarını bir an görmezden gelebilirsek-, aslında o çalışmanın faydaları da vardı; okunmasını önermiştim. Üç Muhammed adlı kitabın üst çatısına, dış iskeletine ve kitapta kullanılan argümanların çoğuna katılıyorum; bu eser, -genellikle- okuyucuya verilmek istenen mesaj bakımından değil, müelliften kaynaklanan zaaflar nedeni ile tenkit edilmektedir.

Kendi önerdiği “peygamber algısı” karşısında Selefiler ve Sufiler hepten hatalı mıydı; Kur’ân ekseninde önerdiği peygamber algısında kendisi her tercih ve söyleminde isabetli ve tutarlı mıydı? Bu çalışmayı yaparken, materyal kullanımında dil ve usul esaslarına her zaman özen göstermiş miydi ya da -ve en önemlisi- o, böyle bir alanda temyiz ve tercihe ehil miydi? Bunlar çok ayrı konular, bahs-i diğer…

Alıntı adabına hiç riayet etmiyor. Beğendiği bir görüşü -kendisinden öncekilere ait olduğu halde- kimi zaman bu aidiyete hiç değinmeden ve yalan söyleyerek “Bunu böyle anlamak tarihte bir tek bu fakire nasip oldu.” [nasıl bir fakir ise? M.F.E.] diyerek veri satıyor; aslında veri de araç, gerçekte kendisini satıyor. O’nun bu havalarını gördüğümde, aynı müktesebata en az kendisi kadar vâkıf veya ulaşabilir olduğum için azı dişlerim görününceye kadar gülüyorum, sonra da tuhaf bir burukluk kaplıyor içimi, acıyorum. Değer mi?

Geçmiş müktesebat olmasaydı, bu tür insanlar ne ile geçinecekti, çok merak ediyorum. Muktebes bilgilerle elde ettiği verilerden başka pek bir sermayesi yoktur; alıntı yapmanın ötesinde orijinal bir şey ortaya koyamamakta, fırsat bulduğunda -çok fazla göze çarpmayacaksa eğer- iktibasları dahi kendisine mal ederek ‘mucit’ edaları ile sunmaktadır. Bu tür kimseler, muhataplarının akılları ile eğleniyorlar; oysa bunlar, bir yerden yaptığı alıntının bile gereği gibi hakkını veremeyen, yaptıkları alıntıyı başka verilerle mukayese etmede bile vasat bir ölçekte yeterli olamayan kimselerdir.

Eserlerinde referans göstermede yetersiz kalıyor. Kendisine “Bu söylediğinizi sizden önce kim söyledi, böyle düşünen/yapan var mı?” diyerek kaynak soruyorlar. O, “Ben söyledim, oldu; ben böyle düşünüyorum/yapıyorum; oluyor!” diyerek muhatabı sinirlendirecek bir üslupla karşılık veriyor. Bu ilmi bir yöntem değildir; ama o, kendisi ile yapılan bir tartışmada böyle söylemiştir. Teğet geçtiği, tevil ettiği, tevilde zorlandığında da kimi zaman tahrif ettiği içerikler olabiliyor. Bunlar bir ilim ehlinden sâdır olacak şeyler değil. Değil mi? Okuyucularından bunu gören ve bundan rahatsız olanlar kimseler oluyor.

Arapların yaptığı Türkiye’de “Şamile” diye bilinen, el-Mektebetu’ş-Şamile adlı bir bilgisayar programı var: İslâm tarihindeki pek çok eser, bir sistematik gözetilerek bu programa yüklenmiş. Herhangi bir kelime ile bir kaynakta ya da tüm kaynaklarda arama yapmak istediğinizde, program, arka planda yüklü eserlerde o kelimenin geçtiği bütün metinleri kaynakları ile birlikte listeliyor; okuyor, karşılaştırıyor, kopyala-yapıştır yapabiliyor, çıkış alabiliyorsunuz; çok görkemli ve kabiliyetli bir çalışma, ben de kullanıyorum. Geçmişte bu yazılımın daha basit sürümleri ve farklı uygulamalar vardı; ama son hali ile bu çalışma çok güzel… İslamoğlu’nun da bu tür yazılımları kullandığını biliyorum; teknolojinin avantajlarından yararlanıyor, bilgiye birkaç saniyede ulaşıyor, birkaç dakikada binlerce, on binlerce kaynağı tarayarak herhangi bir konu hakkında toplu veri elde ediyor, bunlardan beğendiklerini alıyor, bazen de yerine ve ortamına göre kullanılmaya elverişli olanları alıyor, çok bilinen ve yaygın olan bilgilerin -özellikle de Türkiye’de Türkçe çevirisine çok kolay ulaşılabilecek olanların- referanslarını veriyor; pek bilinmeyen, Türkçe çevirisi yapılmamış, kolaylıkla erişilemeyecek, bilgisi genellikle ileri düzeydeki araştırmaların bilgisi dahilinde olan eserlerden devşirdiği bilgileri ve bu bilgiler sayesinde ulaştığı sonuçları “Bunu böyle anlamak tarihte bir tek bu fakire nasip oldu.” hilesi ile pazarlıyor. Şimdi ben böylelerine “Şamile âlimi” diyorum. Mübarek ise, mübarek olsun.

“Teknolojinin avantajlarını kullanıyor.” dedim, ama bu yanlış anlaşılmasın. Bunlar sıradan kullanımlar, benim çocuklarımız da aynı yazılımları kullanabiliyorlar. Bu tür basit araçların kullanımının yanı sıra, teknolojiyi kullanmada hayli geri olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili size bir örnek vereyim, birlikte gülelim:

90’lı yılların sonlarına doğru idi; küresel ölçekte etkin olan bir virüsün, Windows 98 işletim sistemlerinin takvim ve saat ayarlarına bağlı olarak, tüm dünyadaki bilgisayarlara Internet ağı üzerinden zarar vermesi sonrasında dünyadaki tüm bilgisayarlar eş zamanlı göçmüştü. O gün, benim de tek bir bilgisayarda geçişli olarak kullandığım Türkçe, Arapça ve İngilizce üç ayrı işletim sistemim arka arkaya göçmüş, o yılların kısıtlı imkânları ile kendi problemimi halletmiştim. Mustafa İslamoğlu, aynı sorun nedeni ile, bir köşe yazısında veri kayıplarından söz ediyor, ağlıyordu (mecaz); tüm verilerini yitirmiş, bu acısını okurları ile paylaşmıştı. Bu olaydan ötürü çok yıprandığını, kayıp dokümanları nedeni ile çok üzüldüğünü, artık yedekli çalışmak gerektiğini, bunun yeni farkına vardığını söylüyor ve “Anladım ki, bilgisayar da fâni imiş!” şeklindeki tuhaf bir cümle ile sözlerini sonlandırıyordu. Düşünebiliyor musunuz, o güne kadar yedekleri yok veya eksik, bilgisayarındaki verilere bir zarar geleceğini düşünemiyor, o güne kadar bilgisayarı bâki zannediyor, verilerini yitirince bilgisayarın fâni olduğunu anlıyor. Buyurun, teknolojiye de bu kadar vâkıf ve hâkim! Ağladığını görünce üzüldüm, küçük bir katkıda bulunmak için kendisini arayarak yardımcı olabileceğimi söylemiştim -ki, mesleğim ve işim de bu idi-. Onlar da kendi problemlerine çözüm aramışlar, ben kendisini arayana kadar veri kurtarma işi yapan başka bir şirketten hizmet alarak kendi sorunlarını çözmüşler ya da çözmek üzerelerdi; aradığıma ve yardım teklifime memnun olmuş, teşekkür etmişti.

Eserlerinde intihal yapıyor. Hac Risalesi adlı eseri, Ali Şeriati’nin Hac adlı eserinden mülhem gizli bir intihaldir. Bu intihalde, Şeriati’nin bakış açısını, eserinin çatısını ve iskeletini, kendi tesviyeleri ile o’nun “Hac dilini” ve “Hac okumalarını” devşirmiş, kendisine aitmiş gibi satmıştır. Bana göre, Şeriati’nin eseri daha önce basılmıştı, alanındaki boşluğu dolduruyordu; İslamoğlu’nun aynı içerikte, üstelik o’ndan intihalle yeni bir eser çıkarmasına gerek yoktu.

Muhammed Esed’in Türkçe çevirisinden, müellifin hemen hemen tüm tercihlerinden tutun da kitabın mizanpajına kadar intihal yapmış, bu intihalle kendisine ait yeni bir meal kotarmayı planlamış, yaptığı intihallere “gerekçe” adını verdiği farklı birkaç dipnot ekleyerek Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meal adında bir derleme yaratmış, bununla da övünmüştür.

Daha da gülünç olan, “emeğine vurgu” yaparak meali takdim etmiştir. Türkiye’de Esed’in çevirisi yayınlandıktan sonra (1996), o çalışma üzerinden üzerinden intihal yaparak orijinal çabayı “bir şekilde” kendisine mal etmeyi önceden planlamıştır. Sonraları, kendi çevirisi ile ilgili çalışma geçmişinden söz ederken, hazırlık yılları ile ilgili verdiği süre bilgisi de bu kanaatimizin ek karinesi niteliğindedir; verdiği süre yaklaşık olarak bu yıllara tekabül eder (Esed’in çevirisinin Türkiye’de basılacağının duyulduğu yıllar da bu süreye eklenebilir).

İntihalin hazırlık aşamasında Esed çevirisini hem benimseyen, hem de eleştiren bir tavır içinde olması kendince bir ‘hesaba’ yöneliktir; bu doğrultuda çok sayıda seri makale yazarak eseri sürekli gündemde tutmuştur (2005). Yeni Şafak’taki ilk makalesinde şöyle der: “Herkes gibi bu emek mahsulü çalışmadan, biz Kur’ân öğrencileri de istifade ettik, takdir ettik, tavsiye ettik. Fakat tavsiye ederken, eleştirdiğimiz ve katılmadığımız noktaları da şifahen beyan etmeyi ihmal etmedik.” Benimseme ve eleştirilerindeki bazı isabet ve tutarsızlıkları bir yana, o yıllarda Esed’in çevirisine yaptığı cerh ve tadilden iki türlü nemalandığını düşünüyorum: benimserken, benimsediklerini kendi çevirisine intihal yapacaktı; eleştirirken, kendi çevirisinin “daha doğru ve tutarlı” olduğu imajını oluşturmak istiyordu. Değilse, kendi çevirisine ne gerek vardı?

Kendi çevirisinin ilk baskısını, çok önemsedikleri bir program gününe yetişmeyi hedeflemişler, kitabın pek çok hata ile malul olduğuna da hiç aldırış etmeden ivedi bir şekilde basmışlardır; söz konusu günde, İslamoğlu’nun, eserin ön sözünde ve programın yapıldığı salondaki ‘havaları’ eşliğinde Allah’ın Kitabı az bir değer karşılığında kalabalıklara satılmıştır (2008).  

Şimdi, tek bir fiil ile işlenen birçok cürümden hangisini eleştireceksiniz? Kur’ân üzerinden din ticaretini mi, başkasına ait bir mealden intihal ile hak etmediği bir şöhretin keyfini çıkarmayı mı, (ç)alıntı ile ortaya çıkardığı bir eser (!) üzerinden yıllarca övünmesini mi? Eserdeki hataları mı? Hangisini, hangisini? Bu tespitlerimi abartılı bulanlara birkaç önerim olabilir: Kur’ân üzerinden din ticareti yapıldığı şeklindeki söylemimizi abartılı bulanlar, İslamoğlu’nu ziyaret etsinler, bu eserin dijital nüshasını Internet üzerinden ücretsiz dağıtmak istediklerini söylesinler, sonra kendisinin yüzüne baksınlar; ne görürlerse, söylemek istediğim ondan başkası değildir. Bu kitabın (!) intihal yolu ile hazırlandığına inanmayanlar, Esed’in eseri ile -ki, Kur’ân Mesajı, Meal-Tefsir adlı o eseri biz baskı öncesinden biliriz-, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meal adındaki gerekçesiz intihali birbiri ile mukayese etsinler; çok zor değil bu, bakalım iki eser arasında söylediğim bire bir benzerlikten başka ne görecekler? Bu arsızlığa tanık olan duyarlı bir insan, bir Internet sayfasında tepkisini şu sözlerle dile getirmiştir: “Allahın kitabını satıyorsunuz? Niçin yazıldı bu meal? Allah için mi, yoksa para kazanmak için mi? Allahtan korkun.”  Benim de Rasulullah’ın (s) şu sözü aklıma geliyor: “İnsanların, ilk nübüvvet günlerinden bu yana duyageldikleri sözlerden biri şudur: Eğer utanmıyorsan, dilediğini yap!”

Sayın Prof. Dr. Mustafa Öztürk, “Doğuştan Müfessirlik ve Merdiven Altı Tefsircilik” başlıklı çalışmasında İslamoğlu’nun tefsir çalışmalarını ve mealini ağır bir dille tenkit etmiş, bu tür çalışmaların genellikle merdiven altı mutfaklarda hazırlandığını söyleyerek ortaya konan hatalarla malul ürünü hafife almıştır. Ayrıca, mezhebi ile ilgili tercihlerini ve tercihlerinde benim de kendisini hatalı bulduğum yanları bir yana bırakacak olursak -ki, birçok nedenden ötürü bunları bir yana bırakabiliriz-, Sayın Mehmet Emin Akın da söz konusu intihale dönük çaplı bir karşı çalışma yapmıştır; bir kardeşim hediye etmişti, Te’vilin Tahrife Dönüşmesi adlı bu çalışmayı dikkate aldığımı söylemek isterim. Daha da ilginç ve sevindirici olan şu ki, İslamoğlu’nun kendi çevresinden olduğu halde, Kur’ân’a ve Kur’ân ilimlerine vâkıf insaflı kimseler de bu meali tenkit etmekte, niyet problemlerini ve çalışmadaki zaafları görebilmekteler… Ne ki, üzücü olan da şu ki, bunu o’na söylemeye çekiniyorlar, çünkü nasıl bir tavır ve tarzla karşılacaklarının farkındalar…

Bu çalışmadan ve kendi eserleri aleyhine yapılan karşı çalışmalardan -yapılan bu çalışmaların ilmi değeri ve niteliği ne olursa olsun hepsinden- İslamoğlu’nun ileri derecede rahatsızlık duyduğunu biliyor, bu yüzden sağlık sorunları yaşadığını duyuyorum. Çünkü söz konusu olan geçim kapısıdır, müktesep ve potansiyel getiri, ne gözden çıkarılacak gibidir, ne de göz ardı edilecek gibi… Kendisini tenkit edenlere karşı çok agresif, kırıcı ve hoyrat davranmasının arkasında da bence bu nedenler aranmalıdır.

Arap diline gereği gibi vakıf olmamak, çeviri ve alıntı hataları, intihal, acelecilik, dikkat eksikliği, (aynı eserin içinde bile) çelişkiler (kendisinin o çalışma ile vermek istediği mesaj ne olursa olsun) ve eserlerine ilmî değer atfetmemize engel olmaktadır. Bunlar bir müellife yakışmayan eksiklikler ve özensizlikler olarak karşımızda durmaktadır.

Başkalarının emek verdiği eserlere göz dikmek, onları kendisine mal ederek, mal edinerek, üzerine kendi adını vererek basma temayül ve tekliflerinin ise hiçbir şekilde izah edilebilecek bir yanı yoktur. İslamoğlu’nun -direkt kendisi bire bir ilişki ile değilse de- dolaylı olarak ve aracılar aracılığı ile önemli eserler veren müelliflere bu doğrultuda teklifleri olmuş, bu teklifler müellifler tarafından kabul görmemiştir. Her zaman son sözü söyleyenin kendisi olduğu o çatının altında, bu tür tekliflerin müelliflere kendi insiyatifinden bağımsız yapıldığı düşünülemez; bu da ciddi bir ahlâk sorunudur, kınama konusudur.

Yayıncılığı ticarete konu etmesi de ayrı bir faciadır; bu algısının dini bir temeli yoktur, İslam toplumlarında yayıncılık üzerinden yaygın olan ticaret algısı sorgulanmadan sürdürülen Allah’ın razı olmadığı bir eğilimdir. Kişilik zaafları kendisinin, bu tür zaaflar ise eserlerinin saygınlığını ortadan kaldırmaktadır.

* * *

Hacı Ali Doğan: Mustafa İslamoğlu’nu samimi bulmadığınızı söylediniz, sürekli “din ticareti” vurgusu yapıyorsunuz; İslamoğlu’nun amacı ve hedefi nedir, bu konuda neler söylemek istersiniz? Belki de en önemli sorusu ve bu.

Muhammed Fatih Ergün: Değerli kardeşim; tüm peygamberler, öğretileri karşılığında hiçbir karşılık beklememişler, ‘hasbî’ olmuşlardır. Allah, bu prensibe riayeti gönderdiği her peygamberin dilinden muhataplarına duyurmuştur; insanlar bilsin ki, din, o dine çağıranın herhangi bir çıkarı ve geçimi için bir araç değildir. Peygamberimize de, önceki peygamberlerin bu sünneti üzere şöyle demesi emredilmiştir: “De ki: “Ben buna karşılık sizden, dileyen kimsenin Rabbine giden bir yol tutmasından başka herhangi karşılık beklemiyorum.” (Kur’ân, 25: 57).

İran sinemasına ait bir film var, Meryem (s)’in hayatını konu alıyor, bilmiyorum izlediniz mi? Orada Zekeriya (s) peygamberi kavmine şöyle derken veriyorlar: “Her peygamber kavmine dini anlatmıştır, ama hiçbir peygamber din üzerinden geçim sağlamamıştır.” Bu gerçekten çok manidar bir sözdür olması gereken budur; bunun ardındayız, buna aykırı olanı benimsemiyor ve kınıyoruz. Şu da bir gerçek: hasbî kalabilmek için geçimimizi sağlayabileceğimiz bir mesleğimiz olmalıdır; değilse, insan acıkınca dinini yer, bu potansiyel tehlikedir. Bu kardeşimiz keşke konfeksiyoncu olarak kalsaydı…

Evet, Mustafa İslamoğlu’nu samimi bulmuyorum, bunu açıkça söylüyorum: O, “din ticareti” yapıyor; bu açıkça bezirgânlık, öyle ki yaptıklarının en kötüsü de bu… Şimdiye kadar “din ticareti” dendiği zaman hurafe pazarlayarak, bâtılları satarak geçinen kimseler akla gelmiştir. Evet, bu dini duygular üzerinden uyanıkların yaptığı bir ticarettir. Ancak,  bizim çevrede şimdiye kadar gerçekleri anlatan insanlar çok az olduğu, onların da çoğu samimi kimseler olduğu için doğru öğretiler üzerinden bir din ticareti pek bilinmiyordu. Mustafa İslamoğlu’nun öğretilerinden çoğuna bir diyeceğim olmaz, dini söylemlerinin büyük bir kısmına muvafakat ediyorum; belki bazı rötuşlar önerebilirim, çok az konuda dinî kanaatlerine katılmayabilirim. O’nun pratiğinde sadece hurafenin ve batılların değil, doğru öğretilerin ticarete konu edildiğini görüyorum; her zaman hurafe satılmıyor, bazen de böyle ‘hak’ satılıyor, konjonktür ve çıkarlar hangisini gerekli kılıyor ve öne alınmasını gerektiriyorsa…

Tapınağına ve ticaretine çok basit bir eleştiri ile yaklaşın, sizden öncekilerin başına gelenlerin sizin de başınıza geldiğini göreceksiniz. Nasıl öyle bir mücadele vermesin ki, o konuma gelebilmek için nelere katlandı, o konumu korumak için ne ödünler verdi/veriyor. Hutbelerinde “Dişimle-tırnağımla bugünle getirdiğim müesseselerim…” edebiyatı yaparken bundan başkasını mı kastediyor sanıyorsunuz? Yine -dışarıdan da olsa- baktığınızda çok net göreceksiniz ki, birinci dereceden yakınları başta olmak üzere pek çoğu mabedin gelirleri ile geçiniyor; o, mabedi bir gelir kaynağı olarak görüyorlar, “tapınak ticareti” nitelendirmem boşuna değil, bunun da arkası çok dolu…

Size bir anımı anlatayım: 1998 yılında Sayın Mehmet Göktaş Sakarya’da konuğumdu, o anlatmıştı -ki, o, müstafi bir müftüdür ve İslamoğlu’nun hemşehrisidir: Göktaş, o dönemde ekonomik sıkıntılar çekiyor, bir gün kendisine misafir oluyor ve hâl hatır faslından sonra söz sıkıntılarına geliyor. İslamoğlu, “Hocam, kitaplarınla geçinemiyor musun? Bak ben, ne imkânlar elde etmiş durumdayım.” diyor ve bir süre diyaloğun seyrini bu formatta sürdürüyor. Göktaş’tan bunları duyan siz olsanız, niyetini kendi sözlerinden anladığınız bu kişinin kalbinin ibresinin gösterdiği yegâne istikametle ilgili benden çok farklı mı düşünürsünüz? Göktaş bunu anlatınca, anladım ki, o’nun tüm himmeti dünyası için… Bu öyküyü dinlemeden önce de buna yakın kanaatlerim vardı, Göktaş’ın anlattıkları kanaatlerimi teyit etti; sonrasında herhangi bir gözleme gerek yoktu, görme yetisini kaybetmemiş gözler için bugün çok şey ortada; tapınak da, ticaret de, bezirgân da, niyet ve eylemler de…

Riya çok belirgin… Başındaki külahından mahkûmiyet günlerini pazarlama çabalarına kadar… Deprem günlerinde Gölcük’te, ailesini yitirmiş bir depremzedeye yaptığı yardımı ulusal bir gazetedeki köşe yazısı ile ilan etmesinden, Gazze’de dağıttığı yardım kolilerini taşırken verdiği pozlara, bu pozları kendi medyaları aracılığı ile kamuoyuna servis edişine kadar… Dua ederken ağlıyor gibi yapmasından, beste ile Kur’ân okumasındaki tekellüf, usulsüzlük ve ihlâllerine kadar pek çok hâlinden çirkin bir riya kokusu alıyorum.

Akabe Vakfı’nın mescidinde, hiçbir ihtiyaç veya dinî bir gereklilik olmaksızın başına koyduğu, estetik olarak da herhangi bir değer taşımayan o külah ile neyi amaçlıyor -ki, o külah, Türk örfündeki klasik namaz takkesi gibi de değildir ve herkesin kullandığından farklıdır-? Geçenlerde, sosyal medyada bir kardeşimiz bana soruyor, “Mustafa İslamoğlu bu takkeyi (takke mi neyse) neden takıyor? Ne dersiniz?” diye… Aynen böyle soruyor. Yani, sadece benim dikkatimi çekiyor değil, sadece eleştirmiş olmak için bir şey buluyor ve o’nunla eleştiri yapıyor değilim; insanlar böyle şeyleri merak ediyor, herkes gözü kapalı yaşamıyor ki… Kaldı ki, basit hesaplar bunlar…

Ben de, öncelikle bunu kendisine sormak gerektiğini belirtmekle birlikte, İslamoğlu’nu çok iyi tanıdığım için 7 ayrı vecih ile bu konuda kanaatimi söyledim, o kardeşimizin ricasına istinaden… Dedim ki: (1) O bir Hoca… Yani, bu dinin ‘Lord’u; öyle görüyor kendisini, öyle görüyorlar kendisini; siz buna ‘Baron’ da diyebilirsiniz; sonuçta “Özel adam”… Kendisinin “Ben Allah’ın bazı insanları özel yarattığına inanmışımdır hep.” dediğini söyledim size, bunu o sözü ile birlikte düşünün. Küçüklüğü baskı altında geçen bir kişi, sonrasında tedavi de görmemişse eğer -ki, görmemiş bildiğim kadarı ile-, bu kompleks olağan. (2) Ayrıcalıklı olmak ve öyle kalmak istiyor; farkında iseniz, külahı başkalarının külahına hiç benzemiyor; onlardan farklı, ayrı bir stil. Neden? (3) Geleneği koruyor, öyle görünüyor. “Mustafa Hoca başı açık namaz kıldırıyor, bu nasıl hoca?” denmesini istemiyor, zaten böyle dendiği için külah kullandığı ile ilgili rivayetler de var; çünkü gelenlerin hepsi müdavimi ve hayranı değil; öyle olması umulan kimseler, yeni kurbanlar da var aralarında, onları kazanma telâşında, “onlardan kazanma” telâşında, onları kaybetme kaygısında. Duruma göre tavır alıyor; değilse, bilmiyor mu, bunun dini bir gereklilik olmadığını, kültür olduğunu? Bilmemesi mümkün mü? Bir başka konuşmasında kendisi demiyor mu, “-Değil takke, sarık bile dini bir gereklilik değildir.” diye… Diyor, ama o’nu dinleyenler: “Hoca, be ne yaman çelişkidir; bir öyle, bir böyle diyorsun.” demiyor. (4) O bir şovmen; kim söyleyebilir aksini? Her şovmen için kostümlerinin yanı sıra bir de aksesuar vardır; o’nun ki de bu. (5) Entelektüel ortamlarda kendisine bakınız: oralarda bir ‘beyefendi’ görünümü, mescitte ise geleneksel, tipik ve komik “din adamı” görüntüsü… “Din adamı” da ne demekse? Gerçek yüzü mü? Onu ancak terbiye edemediği nefsine ve dinden elde ettiği rantına dokunduğunuz zaman görürsünüz, külahlı veya külahsız iken aynı tepkiyi verir. (6) Komikliği, maskaralığı, ucube bir görünümü seviyor olabilir; bu açıdan (da) giyim kuşam tarzı ile hayli kabiliyetli bir görüntü oluşturuyor. Böyle olunca bu hâli karikatürize eden karşıtlara kızmak hiç sağlıklı değil; çünkü sorarlar: “Komedi ihdası ederek malzeme veren kim?” derler. (7) Bunda kendisi için daha başka fayda ve getiriler de olabilir, düşünmek veya itiraf ettirmek lazım.

Fırsat bulduğu her ortamda, yattığı üç günlük cezayı hayatı boyunca reklam ederek yaşayan bir insan. Abant Platformları’ndan birinde (2000) konuşmasına başlarken kurduğu cümlelere bakın: “Benden başka bu masada bizzat hukuk ihlaline uğramış, cezaevine girmiş, düşünce suçlusu olmuş biri var mı, bilmiyorum. Bağışlayın, kendimle başlamak istiyorum.” Bir insan kendini ancak bu kadar kasar ve satar. Bu nasıl bir haysiyet Allah aşkına? Gıdası da bu olduğu halde, mahkûmiyet günlerinde yüzlerce kilometrelik yollardan bin bir güçlükle ziyaretine gelen, samimi, beklentisiz, o’nu Allah rızası için seven ve “bir şey” zanneden değerli insanları nasıl incittiğini, onların hissiyatını nasıl yaraladığını, dolaylı söylemlerle onları nasıl aşağıladığını ise, bizzat kendilerinden duygularına tanık olduğunuz ortamlarda dinlemeniz gerekir; öyle ki, bu aşağılamalarını Abant Platformlarındaki söylemlerine bile konu yapabilmiştir. Ziyaretçi mağdurlardan biri öykünün bir kesitini şöyle aktarıyor: “Biz onun mağduriyetini yüreğimizde hissettiğimiz için birçok şeyi riske atarak yanına gittik. Hoca’nın yanından ayrıldıktan sonra, yanımdaki arkadaş: “Yeni bir Fethullah doğuyor.” dedi, ben “Ne fesat kalplisin, hadi ordan…” dedim.” Ne ilginç; birbirimizden habersiz ben de bu doğumu yıllar önce bilmiştim; bana öyküyü anlatan kişi ise yanılmıştı, ona durum değerlendirmesi yapan Müslüman hiç de fesat kalpli değil, tam tersi basireti kutlanmaya değer bir kimse idi. Bu olay “Üstad’a Hiç Yakışmadı” başlıklı bir makale ile basına taşınmış, İslamoğlu bundan çok rahatsız olmuştu.

Büyük üstadı Gülen gibi ağlamaya çalışıyor; o’nun kadar başarılı değilse de -ki, olabileceğini sanmam-, “her taklit aslına bir övgüdür.” kabilinden bize o’nu hatırlatmada başarılı. İslamoğlu bir “junior” (“Junior”, daha düşük mevkiye sahip, ast… Bir ailede aynı isme sahip iki kişiden küçük olanı nitelemek için kullanılır)… Öyle ki, bir Gazze katliamı gününde (2009), katliam üzerinden bile şov yaparak itibar aramak isteyecek kadar küçülüyor, bayağılaşıyor; İstanbul’un selâtin camilerinden birinde kalabalık bir cami cemaatine ve naklen yayın izleyicilerine her zamankinden daha yoğun bir performansla rol yapmaya çabalarken -bir damla göz yaşı ile bile olsa- ağlamayabilmek için öyle kıvırıyor, öyle kıvırıyor, ıkınıyordu ki, (bilmiyorum, önceden verilen talimatlarla mıdır?) kameramanın o esnada yakınlaştırdığı görüntü üzerinden kendisinin beden dilini doğru okuyabilenler orada, mescidin içinde abdest bozmak üzere olduğunu sanıyor… Cidden böyle, bu denli…

Bu görüntüleri izlemek isteyenler Youtube kanalına bakabilirler; “Mustafa İslamoğlu”, ‘Gazze’, ‘kunut’ gibi anahtar kelimelerle gelişmiş arama yapılınca dört ayrı parça halinde o şovlar geliyor. İşte, Türkiye’de İslâmcılığın ve süperstarların hâl-i pür melâli bu. Malzeme bu, ötekilere… Görüyorlar ve gülüyorlar biliyorum; bilmiyorum nereleri ile… Görüyorlar ve gülüyorlar, bizim göremediğimiz kadar… Bu normal bir şey değil; psikolojik problemleri olan, fakat bunları mümkün olduğu kadar (ve öyle zannediyorum, yakınlarına ve “kendisine bile”) örte(bile)n bir insan… “Şunlara bir bakın, ben mi değerlendirmede aşırı gidiyorum, siz neler hissediyorsunuz?” diyerek değerlendirmelerini almak istediğim herkes, -Allah’a yemin ediyor ve öyle söylüyorum- hepsi benimle aynı şeyleri düşündüğünü ve hissettiğini söylemiştir. Benden daha fazla midesini tutamayanlar oluyordu; öyle ki, bu içerikler onlarla aramızda bir hiciv konusu olarak baki kaldı.

Bence bunların hepsi riyadır. Bir insan, yaşadığı toplumun dini veya ulusal örfünde olmayan, kendisini diğer insanlardan ayrıcalıklı kılacak bir giysiyi niçin kullanır? Yardım dağıtırken bir insan neden poz verir, görüntü kaydettirir? “Dua ederken” (Kur’ân, 7:205) ve “salâtı ikamede” (Kur’ân, 17:110) yüksek ses haram kılınmış ve tam bir gizlilikle bunların yapılması emredilmiş olduğu halde, bir insan niçin “alâ melei’n-nâs” sesli dua eder, duasında hissetmediklerini söyler veya hissettiklerinden çok daha fazlası için abartı yapar, ağlayamadığı halde ağlamak için niçin dakikalarca ıkınır? Kur’ân’ın ne için indirildiğini de bildiği halde, niçin beste ile Kur’ân okur, bunu tecviz ve tervic eder? Sanırım Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Hayatımızın yarısını uyuyarak geçiriyoruz, diğer yarısını da uyutularak…”

Bu eğilimlerin olduğu yerde “Allah rızası” olamaz; bunlar tevhide aykırıdır, Allah’a saygısızlıktır. Allah bunlardan razı olmaz, bunlara kızar ve “Kimi/neyi rızama ortak kılmışsan, şimdi git-karşılığını da ondan iste.” der ve yaptıklarınızı yüzünüze çarpar; çünkü Allah, -mülkünde ve hükmünde olduğu gibi- rızasında da hiçbir ortak/eş/denk kabul etmez. İyi işler yaptığınızı sandığınız halde amelleriniz boşa gider (Kur’ân, 17: 103-105). Kıyamet gününde Allah’tan ilgi görmeyince, mahşer meydanında hayranlarınızı aramak zorunda kalırsınız. Ben de bu drama tanık olursam, “Nasılmış, dünyada iken söylediklerimin hak olduğunu şimdi bildiniz mi? Ben size doğru olanı işaret ederken, gayrı meşru sevdalarınız sizinle hak arasına bir perde olmuştu.” der ve -eğer kendi işim bitti ise- orada sizinle istihza ederim.

Sadece riya değil, riyaset sevdası da hayli belirgindir. Bu bağlamda yine bir başka çok ilginç örnek vereyim: 2006 yılında, Sayın Abdullah Büyük ile birlikte bir seyahatimiz olmuştu. Yolda söz sözü açtı, eski günleri andık. Kendisi ile geçmiş dönemlerden bir ortak yanımız da 1988’li yıllarda başlayan “Vahdet hareketi” ve hareket içindeki kolektif çabalarımızdı; o dönemleri bilenler bu çabayı hatırlayacaktır. Metot ve strateji açısından bazı problemler içeriyor ve o günlerde biz bunları göremiyor idiysek de-, ben şunu o zaman da görüyordum ve bugün de tereddütsüz tanıklık ediyorum ki, hareketi başlatanlar samimi idi ve hareketin adından da açıkça anlaşılacağı gibi Müslümanlar arasında vahdeti amaçlıyorlardı. Çalışmalara ilk başladıklarında Türkiye’de 23 ayrı merkezde yapılanmışlardı; yetersizdiler, bazı hatalar yapıldı, başarılı olunamadı, çalışma bereketli olmadı, bunlar çok ayrı şeyler…

O döneme ilişkin yolda Sayın Abdullah Büyük’ten dinlediğim öykü şu idi: “Güneydoğu’da bir ilde toplanmış, vahdet çalışmalarımıza katılım sağlamak için Türkiye’deki pek çok öncü ismi oraya davet etmiştik. Niyetimiz ortak kararlar alıp birlikte hareket etmek ve Türkiye’de Müslümanları bir araya getirerek üzerimizdeki istilayı kırmak için ortak çalışmalar yapmaktı [Unutulmamalıdıd ki, o tarihlerde henüz 163. madde kaldırılmamıştı, bu yapılan suçtu, bu göze alınıyordu. M.F.E.]. Oturumda herkes kendi kanaatini söyledi, farklı görüşlerden faydalandık; o toplantı öyle verimli oldu ki, biz bile baştan göremediğimiz bir çok şeyi orada yaptığımız istişareler sonucunda görmüş ve sevinmiştik. Kayseri’den Mustafa İslamoğlu da davetliler arasında idi, geldi [O tarihte o, 28 yaşında Sufi eğilimleri olan genç bir çocuk… M.F.E.]. Söz sırası o’na geldi, güzel şeyler söyleyecek ve Kayseri’de de başarılı olacağız, belki o’nun vesilesi ile yapılanacağız diye bekliyorduk. Konuşunca tam bir hayal kırıklığına uğradık; söz aldı, dedi ki: “Anlattığınız her şey çok güzel, bu çalışmayı yapmak gerekir, farklı grupları birleştiren bir hareketin oluşmasında fayda var, ben de katılırım, sizi desteklerim.” [O tarihlerde İslamoğlu konfeksiyon toptancılığı yapıyor, ticaretle uğraşıyor; bu doğrultuda kendisinin başka münasebetlerle kendi beyanları da var. M.F.E.]. Ancak, gördüğüm o ki, ortada büyük bir pasta var, bu pastanın büyük payı kimin olacak?” Şaşırdık ve “Bu ne demek?” diye kendisine sorduk. Dedi ki: “Lider kim olacak? Bu sizlerden biri olacaksa beni yok sayın, beni düşünüyorsanız sizinle sonuna kadar varım.” Biz bundan çok rahatsız olduk, o tarihten sonra o’nunla bu konuyu hiç görüşmedik.”  

Sayın Abdullah Büyük aramızda yaşayan değerli bir kimsedir, sözlerimin sağlaması yapılabilir; maslahat gözetir ve tanıklık etmekten çekinirse, kendisine Allah’ı ve ahiret gününü hatırlatırım. Sanırım Mustafa İslamoğlu’nun nereye koştuğu bu öyküden açıkça anlaşılmaktadır. Bütün bunlar kişilik sorunu, bütün bunlar dinde samimiyet sorunudur.

Bir konuşmasında, birisinin “din baronu” şeklindeki nitelendirmesine tepki gösteriyor, bu ifadeyi çirkin bulduğunu söylüyordu. Oysa başka bir konuşmasında da kendi rakiplerini “din mafyası” olarak nitelendiriyor. “Bu mafyanın baronu kim?” diye soran yok. Yine soran yok, “Neden din mafyası oluyor da, din baronu olmuyor?” diye… Gerçek ise şu: “din baronu” nitelendirmesine karşı çıkarken o nitelendirmede bilinçaltında kendisini buluyor, kendisinin kastedildiğini biliyor, bu kategoriye girdiğinin farkında ve suçluluk psikolojisi ile o ifadeye tepki veriyor. “Din mafyası” nitelendirmesinde ise, bu nitelendirmenin nitelendirmeyi yaptığı taraf için uygun olduğunu çok iyi biliyor, o yüzden çok rahat, o yüzden rahatlıkla bu nitelendirmeyi yapabiliyor. O’nun tuhaf bir eda ile karşısındakilere çok sık sorduğu o meşhur soru var ya, şimdi o soruyu ben sormalıyım: “Anlatabiliyor muyum?”

3. Bölüm

Mustafa İslamoğlu

FETHULLAH GÜLEN VE ÖRGÜTÜ İLE İLİŞKİSİ

Hacı Ali Doğan: Gülen cemaati hakkında ne düşünüyorsunuz?

Muhammed Fatih Ergün: Bu konuda size küresel güçler, projeler, uygulama alanları, organizasyonlar, yerli işbirlikçiler ve gönüllü taşeronlar gibi konularda bir şeyler söylemem gerekir -ki, konu iyi anlaşılsın-; bunlar, analitik okumalarla elde edilebilen kritik bilgilerdir. 

Dünya siyasetinin kavşak noktası olan ABD de 1983 yılından bu yana Cumhuriyetçiler, 2000 yılından sonra Demokratlar ciddi bir şekilde bu proje üzerine çalışmalar yapmaktalar; projenin ihyası için küresel organizasyonlar yapılmakta, büyük hibe fonları kullanılmaktadır. Amerika’nın bir çok şehrinde, bizzat finanse ederek “ABD-Türk  Ticaret  Dostluğu” adı altında özellikle Müslüman entelektüelleri bir araya getirmeyi hedefliyorlar. Hedef sadece Türkiye değil elbette, projenin uluslararası bir hedef kitlesi var… 
Proje küresel bir eksene ve işleve sahiptir: sömürgecilerin, kendi hedeflerine engel gördükleri tüm İslâm algılarını değiştirmek ve dönüştürmek… Benim okuyabildiğim kadar, yeni bir din algısı oluşturmak için küresel bir yapılanma ve bu yapı üzerinden çaplı bir tahrif hedeflenmekte. Yeniden yorumlama, amaca giden yolda örtülü bir tanımlama, bizim referanslarımızı bize karşı kullanmak için irdeliyor ve sorguluyorlar. Geliştirdikleri söylemlerinde isabetleri olsa bile, istikametlerinden söz etmek mümkün değil. 

1983 yılında Reagan ve Pentagon askeri üyelerinden oluşan bir grup Cumhuriyetçi, kısa adı “NED” olan National Endowment Democracy adında bir yapılanma oluşturdu: www.ned.org  
Bunların üç temel amaçları vardı: İlki ve en önemlisi, “dinler arası diyalog”; ikincisi, “demokrasi”; üçüncüsü ise, “feminizm propagandası” idi. Siyasi kontrolü demokrasi ile sağlayacaklar, zihinleri dinler arası diyalog fikri ile bozacaklar, sosyal hayatı ise feminizm ile denetleyecek ve tahrip edeceklerdi. Bu vakfın tüm harcamaları ABD Kongresinin onayı ile ABD devlet bütçesinden karşılanıyordu. Siyaseti kontrol edilecek her ülkeye giriş için kullanılan parola “Demokrasi getireceğiz” sloganı idi. Biliyorsunuz, işgal edilen tüm devletlerin ilk serüveni bu demokrasi sloganı ile başlamıştır. 

Bu hareket, 1993-94 yılları arasında küresel anlamda hem medya hem de eğitim alanlarında çok ciddi kurumsal yapılanmalara girişti. Türkiye’de Gülen Hareketi’nin ciddi yapılanmaları da bu yıllara rastlar. Özellikle “dinler arası diyalog” fikri ile sürekli Papalar ve Hahamlar eşliğinde Gülen dünya basınında boy göstermiş, “Bu işe Muhammed de onay veriyor; ben o’nu o kadar seviyorum ki, öyle olmasa ben de kabul etmem.” mesajları vermiş, özellikle ekran karşısında psikolojik ikna teknikleri ile “belirlenmiş” konular işlenmiştir. 

Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için kapalı devre okuma teknikleri uygulandı, telkinlerin sorgulamadan kabul edilmesi önerildi; bu öğreti, bir düşünce ve inanç haline getirildi. Okullar kullanıldı, aileler denetim altına alındı; bu yolla toplumları denetlemeyi hedeflediler. Bu okullarda okuyanlar ya zengin ya da bürokrat olmak zorundaydı, sıradan halkın çocuklarına eğitim verilmiyordu. Böylelikle, bir imaj oluşturuldu, ardından İslâmofobi üzerinden ılımlı bir İslâm algısı oluşturulmak istendi. Feminizm ile, Müslüman kadının düşünce kodlarıyla oynandı, merkezi Londra’da olan Emel Magazin dergisinin danışmalığında ve NED finansörlüğünde yayınlanan Ala Dergisi ile İslâm yaşam tarzı ve aile kültürümüz sorgulandı. Zaman Gazetesi’nin 5 Eylül 2012 tarihli bir haberi, benim yanılmadığımı onların kendi kaynakları ile ortaya koymaktadır.

İslamoğlu’nun da o yıllardan bu yana, “Ehl-i Kitab’ın hepsi bir değildir.” (Kur’ân, 3: 113) ayetini kullanarak ve 5. surenin 5. ayeti üzerinden kendi ‘tasarruf’ ve ‘takdirleri’ ile geliştirdiği (değilse, dil buna elverişli değil) “Allah Ehl-i Kitab’ın imanını hepten de yok saymıyor” şeklindeki kendi çıkarımını diline dolaması da Gülen’in diyalog çalışmalarına lojistik katkı sağlamak ve bununla o’na sevimli görünmek içindi. Bunun da işe yaramayacağı ileride anlaşılacaktı.
* * *
Hacı Ali Doğan: Mustafa İslamoğlu’ndan Fethullah Gülen hakkında hep övgü sözleri duymuştuk, bunu hayli abartıyordu da… Şimdilerde ise, Gülen ve cemaati ile ilgili bazı açıklamaları oldu; hutbelerinde güncel olaylara değindi; Gülen ile arasındaki ilişkiyi anlattı, Gülen’i kısmen tenkit etti. Daha sonra aynı tenkitlerini biraz daha yüksek dozda sürdürdü; bu kez Gülen’i ve cemaati hayli kınadı. Eski abartılı övgüler, yerini giderek dozu artan yergilere, öykünmelere, sitemlere bıraktı. Mustafa İslamoğlu’nun birbiri ile çelişkili sözleri ve eleştirileri nasıl izah edilebilir?

Muhammed Fatih Ergün: Mustafa İslamoğlu’nun mevcut birikimi, din algısı ve çizgisi, Fethullah Gülen’in din algısı ve çizgisinden farklıdır. Bu farklılık, Gülen’i savunmasına engeldir, bunun aksi düşünülemez… Hele ki o’nunla ilgili övgü ötesi sözleri hiç doğru değildir, bu konuda da o’nu hiç samimi bulmuyorum. Bu açıdan her iki kişiye bakın, kendilerini dinleyin/izleyin, -her ikisinde dinî nispetler aynı olsa da- her birinin aynı nispetle iki ayrı din anlattığını görürsünüz; ne ki, İslamoğlu’nun anlattıkları genellikle Allah’ın dinine (munzel din) daha yakındır, Gülen’in anlattıkları çoğunlukla muharref bir dinin öğretileridir.

Gerçek bu iken; bir dönem Gülen’in şatahâtına ve ihanetlerine sessiz kalmıştır, bu benim doğru bulmadığım bir stratejidir. Bir dönem, Gülen ve cemaatinin popülaritesi artmış, Allah’tan başka birileri o’na “Yürü ya kulum!” demiş, cemaati ile birlikte ve küresel ölçekte Gülen’i yürütmüşlerdir. Bu dönemde, Mustafa İslamoğlu’nun karakterinde olan bir kimsenin izleyeceği politika bellidir, belirgin bir kompleks ve iğreti bir benimseme ile iki yüzlü davranmıştır. “Kaç kere söyledim, Hocaefendi hakkında… O bizim Hocamız, o bir âlim. Yetiştirin de göreyim, hadi bakalım. Bir Fethullah Hoca yetiştirin, alnınızdan öpeyim. Fethullah Hoca’nın ayakkabbısını yetiştirin, göreyim [“yapın” demek istiyor; çünkü, ayakkabı “yetiştirilmez”, “yapılır”. M.F.E.].” şeklindeki uçuk yağcılıklar (mudahane) bu dönemde yapılmıştır. Bunun iki temel nedeni vardır: biri ‘beklenti’, diğeri ‘sakınma’ stratejisidir; bu ikisinden hangisinin bir diğerine öncelikli olduğu çok da önemli değildir, sonuçta her ikisi de vakidir. Beklentisi ile ilgili, geçmiş yıllarda önemli analizler yapmıştım; bunların o yıllardan tanıkları var, İslamoğlu o analizlerimde bugün beni haklı çıkartmıştır.

Şimdilerde ise, Gülen’den bir beklentisi kalmamış, hayalleri suya düşmüş, ama bu kez bir başka açıdan panik yapmıştır. Aslında, beklentisi o’nun için niteliksiz bir düş değeri taşıyordu; o, bunu yeni anladı. Sakınmanın da çok fazla gereği kalmamıştır, çünkü bilmektedir ki, Gülen hareketi önemli bir yara almıştır. Türkiye’de Ak Parti iktidarı, Gülen hareketinin üzerine “devlet gücü” ile gitmiştir, bu anlamda halk da devletin yanında olmuştur; bu sürecin sonunu kestirmek güç değildir, seçim sonuçlarının ne olacağı hepimizce bilinmekte, kendisi de bunu ön görmektedir. Beklentilerine ulaşamamış olması, bundan ötürü içinde taşıdığı  öfke ve korktuklarından güvende olmanın getirdiği öz güvenle -ki, bugün TC devletinin insiyatifi de kendisinden yanadır, bu yüzden eli ayağı birbirine dolaşmadan şecaat arz edebilmektedir- artık rahatlıkla ve ağır dille Gülen’i eleştirebildiğini görüyoruz.

O, Gülen’i tenkit edemez; bu bakımdan bir liyakat ve hakka sahip değildir, öyle görülmemelidir de… Şimdilerde Gülen’e yönelttiği tenkitlerin içeriğine tümüyle katıldığım halde, bu tenkitleri yapacak kişinin o olmadığını söylemek istiyorum. O’nun yıllardır bu süreci bir gaflet ve hamakatla değil, bilerek işlettiğine inanıyorum; kendi sesinin ulaştığı herkese ihanet etmiştir. Kendi çıkarları için maslahat hesapları yapmıştır; kötü bir politikacı gibi. Böyle olmadığını varsayın; -böyle değilse bile-, Gülen’in kırk yılı ölçeğinde benim otuz yıldır bildiklerimi, gördüklerimi ve söylediklerimi, “bildiği ve gördüğü halde” söylemediği için basiretsizlikle suçlanmalıdır. Kısa bir süre önce Gülen’i -ayakkabısı üzerinden düşük sözlerle yüceltmek isteyecek kadar- kutsamalarını abarttığı için ‘işgüzar’ olarak görülmelidir.

Ben Gülen’i otuz yıldır tenkit ederim. Tenkitlerimin çoğu Internet üzerinde yayınlanır, çoğu dostlar bunu bilir ve tanıklık eder; üstelik bugün tenkit ettiğim dille ve dozla… Gülen’in kişiliği, din algısı günahları ve kulvarı hakkında dün söylediklerimle bugün söylediklerim birdir.

1985’li yıllarda, Üniversite’de yakın arkadaşlarıma kendisi hakkında ne söyledi isem, bugünkü kanaatlerim aynıdır. Öyle ki, onlardan biri geçtiğimiz aylarda bana “Demek ki, ileriyi gören bir kimse imişsin; öğrencilik yıllarımızda Fethullah Gülen’in samimi olmadığını bize söylüyordun; o zaman bizi buna ikna etmeye çalışıyordun, biz buna inanamıyorduk.” şeklinde sözlerle iltifat etmiştir. Geçmişe dönük bu hatıra üzerinden bu sözlerle şimdilerde beni doğrulayan ve onurlandıran bu kardeşim, o yıllarda kendisine verilen “iyi niyet” nimetini israf ederek Gülen hakkında hiç de o’nun hak etmediği hisler taşırken, ben, bana verilen ‘basiret’ nimeti ile o’nu doğru okumuş, tanımış, doğru yolda görmemiş ve sevememiştim. Gülen’in, son yıllarda (2010) Chicago’da FBI mensuplarına dağıttığı 3.500 kâse aşure, -her ne kadar kurucu ortak değerlerden ötürü kendi aralarında ortak bir tat oluşturduğu muhakkak ise de – benim daha o yıllardan (1985) midemi bulandırıyordu. Mustafa İslamoğlu izin buyursunlar da, Gülen’i biz tenkit edelim ve şimdiye kadar hesapsız yaşamayı başarmış samimi insanlar bunu yapsınlar.

* * *


Hacı Ali Doğan: Mustafa İslamoğlu’nun Gülen ve cemaatinden ‘beklenti’ içinde olduğunu söylüyor, çok ısrarlı vurgulular yapıyorsunuz; bunu biraz açar mısınız? Bu bakımdan o’nun dünü ve bugünü için neler söylemek istersiniz? Bildikleriniz ve hissettiklerinizden dilediğiniz kadarını bizime paylaşır mısınız?

Muhammed Fatih Ergün: İslamoğlu’nun Gülen’in terekesinde gözü ve gönlü vardı; o’nun ütopyası idi; o, bu ütopyanın ardına düşmüş, bir beklenti içine girmişti. O’nunla tanışmak ve görüşmek istiyordu.

Yıllar önce, bir “Gülen projesi” olan Abant Platformları’nda boy gösterme nedenlerinden biri de bu idi (2000). Katıldığı platformlarda beklentileri uğruna daha o zamanlardan “çizgi dışı” söylemler geliştiriyor, demokrasi aldatmacasının ardına düşüyor, dinin değişkenlerinin (aslında, “dinin değişkeni” olmaz, “şeriatın değişkeni” olur) demokrasiye cevaz verdiğini ihsas etmeye çabalıyor, müteakip yıllar için gündem teklif ediyordu; bütün bunlar mutlu son için değil miydi?

Evet, demokrasinin ardına düşmüştü, platforma açık teklif sunuyordu, “Demokrasi İslâm’ın hasmı ya da alternatifi değildir.” diyor ve ekliyordu: “Demokrasinin hedefleri İslâm’ın da toplumsal hedefleri arasında yer almaktadır.”  Bunu da “efrâdını câmi, ağyârını mâni” bir tanımlama olarak nitelendiriyor -ki, tanımı kendisi yapmışsa, öyle olmaması mümkün müydü?-, tekliflerine gerekçe göstererek savunmasını da yapıyordu. Sözlerini bitirirken bile vermek istediği mesaj açıktı, şöyle diyordu: “Abant toplantısı kurumlaşmış hali ile misyonunu ifa etti ve ediyor. Böyle bir zemini hazırlayan arkadaşlarımıza teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Çünkü, Türkiye’de takdir edersiniz ki çok farklı eğilimleri bir araya getiren fazla platformlar yok.”

Aradan beş yıllık bir fetret dönemi geçti. Nurettin Veren, Fethullah Gülen aleyhine meşhur CD’leri yayınlayınca “İnsaf Dinin Yarısıdır” konulu bir hutbe irad etti (2005), o hutbede Gülen lehine söylemlerle kendisine tevessül etmişti; o, bu hutbesine geçenlerde de bir gönderme yaptı (03.01.2014). 

Bunun üzerine Gülen o’na bir mektup yazdı, o da Gülen’e bir mektup yazdı; birbirlerine temennâ ediyorlardı. İslamoğlu, bir yıl sonra Amerika’ya gittiğinde Gülen’e ulaşmak istedi, ancak “Müsait değil” gerekçesi ile randevu verilmedi; Amerika’dan eli boş döndü (2006).
Bağlantı aramaya devam etti, Gülen’le kendisini görüştürebileceğini düşündüğü kimselerle ilişki kurdu. Duası, Abant’tan dokuz, tevessülden dört yıl sonra kabul olmuştu; ortalama süreyi hem hesaplayabiliyor, hem de bu doğrultudaki kendi beyanlarından öğreniyoruz. Gülen davet etti, elçi gönderdi, aldı-getirtti, -kendi beyanı ile sabittir- İslamoğlu o’nun ayak ucunda sote bir yere oturdu; Gülen, orada kuluna ne vahyetti ise vahyetti (2009). Bu görüşmede o, “koşul koyduğunu” söylese de, ben koşulların o’na konduğunu biliyorum. -Yine kendi beyanına göre- Gülen o’na “Ne emredersiniz?” diye sordu. Hem Gülen’in vaktiyle kendisine iltifat ettiğini, hem de önemli bir insan olduğu imajını vermek için Gülen’in tevazu soslu bu sorusunu özellikle naklediyor diye düşünüyorum.

Gülen’i kendi yerleşkesinde ziyaret etti, çiftlik evinde kısa süreli konuğu oldu (2009). Bunu başardığında ayakları yerden kesilmişti. Bu ziyaret, kapalı kapılar ardında gerçekleşti, basına kapalıydı, “hasta ziyareti” dendi; nasıl olsa Gülen’in ilerleyen yaşı nedeni ile -diyabet başta olmak üzere- bir çok rahatsızlığı vardı, yalan söylemiş de olmamışlardı. Bu görüşmeyi öğrendiğimde bir şeyler hissetmiştim, gerekçeyi duyduğumda ise kokular artık koku geliyordu. Daha sonra, ‘F-tipi’ cemaatin marifeti ile el altından basına servis edildiğini düşündüğüm bilgilere göre, Gülen’in, İslamoğlu’ndan bazı revize talepleri oldu, Akabe Vakfı ve Hilal TV yönetimine yönelik bazı değişiklikler yapılmasını istedi, seçimlerde Ak Parti yerine başka bir partiyi destekleme yönünde konsensüs sağlandı. Orada birbirlerini iltifat yağmurlarına tuttular, Gülen de “oradaki efendilerinin direktifleri ile” İslamoğlu’na kerhen itibar etti. Gülen’in oradaki beyanına göre, Türkiye’den seyrettiği tek TV kanalı Hilal TV idi (dikkat ediniz, kendi kanalları değil)… Kur’ânî Hayat isimli dergisi dahil, İslamoğlu’nun tüm yayınları NT mağazalarından dağıtılıyordu. 

Artık, bir dönemler mütevazı oturumlarda, samimi insanlar arasında “aradığı pasta” okyanus ötesinde idi. Son hutbelerinden birinde eksen kaydırarak itiraf ettiği görüşme çabalarının ve mektuplaşmalarının arka planın bu idi; değilse, o’nu uyarmak filan değildi -veya kısmen bunu da içermiş ise de bunun için değildi; hedef saptırıyor, burayı iyi okumak gerekir. Şimdilerde, basın yayın organlarında “Cemaat elimizdeki lokmaya bile göz dikti.” gibi sözlerine aldanmayın; öteden beri cemaatin elindeki pastada o’nun gözü vardı, işi aslın bu.

İslamoğlu, gençlik yıllarında verdiği konferanslarından birinde “Herkesin bir bedeli vardır; verirler ve alırlar…” diyor, o konuşmasında bu sözünü vurgulu bir şekilde birkaç kez tekrarlıyor, buna örnekler veriyordu; dinini pazarlık konusu yaparak dünyaya sahip olmanın çirkinliğini çok iyi biliyordu. O, gençlik yıllarında bu girdabın farkına varmıştı, -öyle sanıyorum- o yıllarda bu denli bir girdaptan kendisini koruyordu. Ne ki, herkesin kişilik ve iman sınavı farklı idi, bu sınavın yeri ve zamanı da…

Gülen, küresel güçlerin figüranı idi. İslamoğlu’nun da kendince hesapları vardı, böyle bir teklifi havada kapmaya müheyya bekliyordu; kendi şehveti uğrunda bu figüran oyuncunun taşeronu olmuştu. İhalenin kendisine kalacağı Pensilvanya’da yapılan görüşmede kendisine ifade edilmişti. Bu seyahatinin öyküsünü anlatırken, “Beni çok iyi karşıladılar.” dediği de bu idi.

Özellikle, 2011-2013 yılları arasında görüşmeseler de, Gülen ve İslamoğlu, sürekli birbirlerine iltifat ettiler. Bu yıllarda ABD de ve AB’de Kuran Halkaları kuruldu. Bu, o’nun için bir açılımdı; bu o’nun için yeni tezgah ve yeni müşteriler demekti; kaz geleceğini düşündüğü yerden tavuk esirgemiyor, gelecek kazların ve alacağı hazların hürmetine Gülen’den tavuk esirgemiyor, el-etek öperek öteden beri hayli vitaminli bulduğu yeni bir post için yatırım yapıyordu. Türkiye ölçeğinde İslâm’da yaklaşık elli yıllık sebkati olan değerli bir araştırmacı abimiz, bu süreci analiz ederken İslamoğlu için “Acıktı!” diyerek kanaatlerimi teyit ediyordu; demek ki yanılmamıştım, basiretle bakıldığında aynı okuma yapılıyordu.

Döndükten sonra artık hutbelerini Pensilvanya adına okuyordu; “Biz bu yükü istemedik, ama bu yük bize yüklendi; bizim cılız omuzlarımız bu yükü taşımaz, ama ne yapalım bir kez yüklendi, taşımaya çalışacağız.” şeklindeki sözü “ısınma hareketleri” kabilindendi. Said Nursi’yi -o’nun din algısı ve çizgisine muvafakat etmediği halde- övdü, eserlerine vurgular yaptı. Bu, henüz Pensilvanya mutfağında hazırlanırken buradan kokusunu aldığım yemeğin, yiyebilecek olanlar için hayli kötü bir hazırlıka mescitten servis edilmesi idi; ama çok da amatördü. Bu yemeği benim içim hiç çekmedi; bizler bunu yiyecek kimseler değildik. Hazırlıktaki ortaklığı ve bunu servis etmeyi o’na hiç yakıştırmamıştım; o, şöhret şehvetinde o kadar kuralsızdı, işi bu denli sulandırmıştı. O tarihlerde dinlediğim bu hutbeyi, şimdilerde onlara ait Internet sitelerinin hiçbirinde bulamıyorum; kronolojik olarak dizilmiş hutbe listesindeki tarih atlamalarından öyle hissediyorum ki, bu süreçte (veya kısa bir süre önce “tehlikeyi hissettiklerinde”) yayından kaldırdılar.

Hilal TV’de Senai Demirci ile son Amerika seyahati ile ilgili bir program yaptı, gezi notlarını anlatıyordu; bu program Hilal TV’nin Internet sitesinde video arşivinde yayınlanmaktadır (29.05.2009). İslamoğlu, bu seyahati “West Virgina Umresi” diye adlandırıyor, “Biz 25 yıldır Ribat yaparız.” diyordu. Hiç duyulmuş muydu daha önce? Kandırıyordu herkesi… Ayrıca bu kavram, Türkiye’de bir başka cemaat tarafından “marka olarak” 35 yıldan bu yana kullanılıyordu; kendi sözleri ve jargonu için sürekli telif hakkı ihsası yapan İslamoğlu, dini bir kavram olan ve başka bir cemaat tarafından kullanılan bu markayı gönlünce ve şaibeli bir yapının taşeronluğunda kullanıyordu.

İslamoğlu bu programda, Obama’nın danışmanlarını bile Müslümanlardan seçtiğini, bir danışmanının da Sayın Yusuf Ziya Kavakçı’nın (Sayın Merve Kavakçı’nın babası) yetiştirdiği biri olduğunu söylüyor, buna Obama’nın yeni atadığı danışmanının da tesettürlü bir bayan olduğu bilgisini ekliyordu; bütün bunları, o’nun İslâm düşmanı olmadığı, öyle görülemeyeceği algısını oluşturmak için söylüyordu.

Amerika’yı ve oradaki özgürlüğü anlata anlata bitiremiyordu. Öyle ki, bu programda Usame bin Ladin hakkında ‘işbirlikçi’ imaları yapıyor, eylemlerinin Amerika tarafından organize edildiğini ihsas ediyordu. Sizce, adı geçen kişi hakkındaki kanaatleri nedeni ile Gülen’le de örtüşmüş olmuyor muydu? Tüm bu söylemlerin ve müstakil bir TV programının tam o günlere tekabül etmesi tuhaf bir rastlantı mıydı? Eserlerinin çevirileri de artık orada yapılıyor, ticareti yeni bir pazar buluyordu.

O, GeziParkı Olayları’nda da ilk konsensüsteki ahdine büyük ölçüde sadık kaldı, Gülen’in insiyatifini “kısmen” korudu. Eylemcilere dönük bazı eleştiriler yaptı ise de, bunu tümüyle onlar tarafında görünmemek için yaptı; dozu düşük ve yüzeysel eleştirilerle aslında “Ben taraf değilim, âdil değerlendirme yapıyorum.” imajı vermeye çalışıyordu. Kategorik yorumları ve her kesimi eleştiriyor gibi görünmesi de bunun içindi. Bir hutbesi bütün bunları böyle anlamak için yeterli idi.

“Muhalefet günah da değil, suç da değil, ayıp da değil.” diyerek eylemcilerden yana davranıyordu. “Bastırmaya çalışanların yönetimin adaleti açısından durum ne görünüyor” diye soruyor, “Eylemleri bastırmaya çalışanlar ve yönetim açısından da durum sıkıntılı görünüyor.” diyerek kendi sorduğunu kendi yanıtlıyordu. Hiç olmadık bir dönemde iktidarı eleştiriyor, devlet yetkililerine “Hatta onları el bebek gül bebek beslemeniz lazım.” diyerek keleş tavsiyelerde bulunuyordu. Öyle ki, “Meşru protestoların önünü kapatırsanız, gayrı meşrunun önünü açarsınız.”  diyerek kendi abasının altından protestocuların sopasını gösteriyordu. “Düdüklü tencerenin düdüğünü kırmayın; düdüklü tencerenin düdüğünü yok ederseniz, patlar.” diyerek olası bir infiali hatırlatıyordu. “Devlet eşkıya gibi hareket etmemeli, edemez.” diyor, “Yönetim tarafından şefkatsiz bir dile rastgeldim. Bu dil doğru değil, kışkırtıcı bir dil doğru bir dil değil” diye ekliyor, “Bu yönetmek değildir, bu hükumet etmek de değildir.” diyerek hangi tarafa daha yakın olduğunu ortaya koyuyordu. Her zamanki o bildik edaları ile “Benim düşündüğümü niye düşünemiyorlar. Çünkü tekasür krizindeler…” edaları ile bilmişlik yapıyor, yönlendirmeleri ile devlet yönetmeye soyunuyordu. “Üç yeni şehir, bir sahte boğaz yapacaklarmış.” diye serzenişte bulunarak iktidarın İstanbul’daki projelerini tenkit ediyor, ardından akıl vermeyi de ihmal etmiyordu. Görseniz, bilmediği yok… O günlerde Gülen de böyle bir kulvarda durmamış mıydı? Bu tavırları siz bir yerlerden hatırlamıyor musunuz? Ama bundan da kötüsünü size söyleyeyim mi? O hutbeyi dinledikten sonra mescitte bulunan Müslümanlar bu zâtın arkasında Cuma namazı kıldılar (07.06.2013).

Ben şuna içtenlikle inanıyorum ki; Muhammed’in gününde (M. 610-632), O’na karşı Ebû Cehil’in yanında duranla; Bush, Haçlı seferleri başlattığını söylediğinde (2001), o’nun ağzından Müslümanlara ve mazlum halklara “terörist” diyen, söylem ve eylemi ile Bush’un kaldırdığı sancağın altında duranın; Mavi Marmara olayında (2010) kardeşlerini öteleyip İsrâil makamlarını ‘otorite’ görenin ve… Türkiye’de Gezi Parkı Olayları’nda (2013) çapulcuların yanında duranın durumu birdir -velev ki bir kelime ile bile olsa onlara destek olmuş ve yardım etmiş olsun-, kendisini İslâm milletinden gören bir kimse bunları yapamaz (Klâsik bir tekfir zihniyeti değildir bu, “kulvar bilinci”dir).

Ne zaman ki Gülen tam deşifre oldu, Türkiye’de hükûmet net bir tavır sergiledi, iktidarın bu kararlılığı sonrasında baktı ki bu işin sonu kötüye gidiyor, bu arada beklentisine de ulaşamayacağını anlamıştı; yön değiştirdi. Bir başka hutbesinde -bir önceki hutbesi ile çelişmesi pahasına da olsa-, Gülen’e ters düştü, Ak Parti iktidarını tekrar desteklemeye başladı. Bu hutbeleri Internet ortamında paylaştılar, bakılabilir; ama acele edin, arşivleyin, ben öyle yaptım; dengeler hızlı değişiyor, yayından kaldırılabilir.
-Her ne kadar tam olarak insaf dışı davranmadı ise de- Mısır olaylarında da her iki tarafı razı etmeye dönük söylemleri oldu. İhvan-ı Muslimîn teşkilâtını pek çok sosyal çabaları nedeni ile övdü ve onları ta’dil etti ise de, eleştirmekten de geri durmadı. Eleştirilerinde haklı tarafları var idiyse de -ki, vardı ve bir kısmına katılıyorum-, zamansız eleştiriyordu; bir kimseyi veya bir topluluğu eleştirmenin günü, onların düşmanla -hele ki, “ortak düşmanla”- karşı karşıya geldikleri ve zulme uğradıkları gün değildir. Böyle yanlış bir günde söylediklerinin bir kısmında –söyledikleri doğru olsa da, söylediklerinde samimi olsa da, amacı bu olmasa da- Pensilvanya’nın hiç de samimi olmayan hesapları, Amerika ve İsrail’in Ümmet üzerindeki politikaları ile örtüşmüş oluyordu. İhvan’ı “zamansız” ve “çapsız” eleştirmesi, yanlış tercihler yaptıklarını söylemesi, Sîsî’yi atadığı için Mursî’yi “tutuklandığı günlerde” eleştirmesi, İhvan’ı “iktidar zaafı” ile suçlaması Gülen çizgisi ile örtüşmelerine örnek verilebilir; velev ki, bunları bu amaçla söylememiş olsun; farketmez.

Bunları söylediği gün, konuşmalarını Mısır üzerinden Türkiye düzlemine de taşımıştı, Ak Parti ve iktidarla ilgili söylemlerinde kafasının karışık olduğu hissediliyordu; sanırım, Gezi Parkı Olayları sonrasında, Gülen ile iktidar arasındaki gerilimde, sürecin sonunu tam kestiremediği için (olsa gerek ki) rolantide durma çabaları görülüyor, ama ‘tekliyordu’.
Bunun yanı sıra, Gülen, İslamoğlu’na hiç güvenmemiş, o’na karşı temkinli olmuştu; Gülen gibi septik birinden de bundan başkası beklenemezdi. Yıllarca İslamoğlu’nun, yakınlarının ve çevresinin telefonları dinlenmiş, bu da yeni ortaya çıktı (2014). Gülen-iktidar savaşında Ak Partilileri kastederek “44 yılda ilmek ilmek ördüğümüz hırkayı “Buyrun siz giyin” diyecek değiliz.” diyen Gülen’in pastasından o’na kalan pay, o beş yıl boyunca uykuda iken açılan örtüsü olmuştu. Şimdilerde bunu anlamış olmalı ki, hutbelerinde bunu dile getiriyor, kendisine güvenmediklerini itiraf ediyor, bunun nedenini cemaatin ileri gelenlerine sorduğunu hayıflanarak söylüyor. Ama, anlaması biraz geç oldu.

Bence, İslamoğlu uykusu bittikten sonra, hızlı değişen bu dengenin kendi aleyhine dönebileceğini esen okyanus rüzgârlarının yönünden hissetti ve ‘yerli’ çabaları doğru okudu; ardından bir hamle yaptı, -kabiliyetsiz bir manevra ile de olsa- yıllardır Pensilvanya’ya dönük bekleyen yüzünü ve yönünü bilinçli olarak Ankara’ya çevirdi. Böylece, risk hesabı yaparak eski sevdasını arkaya attığını ve adlî güvenliğini tercih ettiğini söyleyebiliriz; riskin büyüklüğünü göz önünde bulundurduğumuzda kendi güvenliğini gözetmesi bakımından yanlış yaptığı söylenemez. Ancak o’nun suçu, hukuk nezdinde ve CMK bakımından “işlenen bir suçun delillerini karartma” niteliği taşıyabilir.

Şimdilerde belirgin bir şekilde dil değiştirmesinin, Gülen’in din algısına ve cemaate yönelik yaptığı eleştirilerin, geliştirdiği “paralel din” söylemiyinin, özel hayatının gizliliğinin ihlal edilmesi ile ilgili sitemlerinin, bu nedenle yaptığı basın açıklamasının ve suç duyurusunun, tüm teberri çabalarının arkasında da bence bu savunma refleksi var. Bu reflekse rağmen, “Bu can bu tende olduğu sürece bu hayatım bir gün dahi kalsa onlarla mücadele etmeye devam edeceğim, Allah için. (…) “Başıma bi şey gelecekmiş demem, zarar verirler demem, kampanya başlatırlar demem, adamı götürürler demem, götürsünler. Onlar aklıma gelmez.” şeklindeki sözleri ile, öyle bir öz güven görüntü sergiliyor, öyle bir şecaat arz ediyor ama, ben, o’nun şecaat arzının arkasında sirkatini gördüğüm için uzaktan gülümsüyorum.

Bunlar benim okumalarım… Terditli bir okumada şu ihtimali de gözetebiliriz: İslamoğlu’nun bu konudaki tavrı henüz tam olarak netleşmedi; belki, kadim sevdaları ile bilmeden gaza geldi, okyanus ötesi açılımlar ona cazip geldi, şehvetine kurban gitti ve kendini bir yanlış hareketin içinde buldu. Bazı şeyleri bildiği halde, “yöneteceğini düşünerek” bunlara bulaşmış, şimdilerde de açığa vurmak için suyun durulmasını bekliyor olabilir; biraz zaman gerekiyor, mutlaka renk verecektir, renk verdiği gün bu söylediklerim hatırlanmalıdır.

Bu eksen doğru okunmaz ve bu plan sahiplerinin amaçları üzerinde durulmazsa, Türkiye’de devlet sembolik isimler üzerinde takılıp kalır; bir kısır döngü içinde döner durur.

Sosyolog Sayın Ercan Harmancı’nın değerli analizleri dikkate alınmalı, birikim ve tefekkürlerini kamuoyu ile paylaşabileceği alanların kendisine sağlanması bakımından önü açılmalıdır. Umarım sesi duyulur; bunun İslâm Ümmeti ve günümüz koşullarında Türk Hükûmeti lehine faydalı olacağını düşünüyorum. Harmancı’nın olayları okuma yöntemi ve vardığı sonuçlar; küresel organizasyonlar, zararlı örgütler ve gönüllü taşeronlarını tanımada önemli olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, sözün burasında, -Mustafa İslamoğlu ve o’nun yapmak istedikleri ile ilgili değilse de- kendisini küresel şer güçlerin taşeronluğunu yapma düzeysizliğine indirgemiş, ihaneti müseccel ‘F-tipi’ örgüt ve liderinden kurtulma, bu kaostan en az hasarla çıkma yolları ve “çözüm süreci”  ile ilgili önemli önerileri bakımından Uşak Cumhuriyet Savcısı Sayın Cihan Ergün’ün de Sayın Başbakan ve kadroları tarafından kesinlikle dikkate alınması gerektiğini düşünüyor, değerlendirilmesini öneriyorum -ki, kendisi Türk toplumunun içinden çıkmış, fıtrat-ı selîme ve sağduyu sahibi değerli bir insan ve önemli bir ‘değer’dir; geçmişte, geleceğe dönük her ne söylemişse, daha sonra o söyledikleri bire bir gerçekleşmiştir, ben buna tanığım. 

* * *
 

Hacı Ali Doğan: Yaklaşımınız, olayları okumanız ve yorumlarınız çok sıra dışı… Öyle sözler söylüyorsunuz ki, hayret etmemek mümkün değil. Bu süreçte niçin risk hesabı yapmış olsun? Niçin sözünü ettiğiniz o sevdasını arkaya atmış olsun? Adlî güvenliğini gözetmesini gerektirecek ne var sizce? Üstelik riskinin de büyüklüğünden söz ediyorsunuz; “hissettikleri tehlike” nedir, “büyük risk” dediğinz şey nedir, işlediğini söylediğiniz suç hangisidir ki, bunlardan ötürü bir savunma refleksi ile tavır değişikliği olsun?

Muhammed Fatih Ergün: Biliyorsunuz; Fethullah Gülen, ömrünü kirli iş ve ilişkilerle geçirmiş bir kimse… 
Önceleri İzmir ve Ege Bölgesi ölçeğinde, daha sonra Türkiye ölçeğinde, 90’lı yılların ilk yarısından sonra da küresel ölçekte çok kirli iş ve ilişkileri oldu. Bizim çok önceleri hissettiğimiz bu durum, düne kadar çoğu kimse için en fazla ‘itham’ düzeyinde idi, o en fazla bu ithamlarla sadece ‘müttehem’di; öyle ki, kanaatlerimizi dile getirdiğimiz zaman kınanıyor, “su-i zan” yapmakla suçlanıyorduk.

Ancak, MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan’la başlayan, ama o dönemde bile kısık seslerle söylenmeye çalışılan, Gezi Parkı Olayları’nda Gülen’in söylemleri ile biraz daha belirgin hâle gelen, 17 Aralık Olayı’nda iyice ortaya çıkan ve müteakip süreçte açıkça âşikâr hâle gelen “Gülen ve cemaat fitnesi” ile ilgili artık “hep birlikte” gördüklerimiz ve yaşadıklarımız kamu vicdanında, iktidar nezdinde ve devlet üzerinde öyle müessir oldu ki, artık Gülen ve çevresi için ‘suç’ olgusundan söz edilmeye başlandı. İktidar, “paralel yapı” ve “paralel devlet” diye bir tanımlama yaptı,  Sayın Başbakan çok baskın bir dil kullandı, basında ve haber sitelerinde cemaatin “suç örgütü” olduğu konuşuldu, Gülen’in ‘iadesi” ve ‘yargılanması’ndan söz edildi.

Daha önce İslamoğlu’nun Gülen’in peşinde koşmasından, o’nunla ilişki çabalarından söz etmiştim. Demiştim ya, terekesinde gözü vardı; herhalde gönlünde olanı hemen ona vermeyecekler, henüz Gülen ölmeden o’nun terekesini o’na terketmeyeceklerdi. İslamoğlu, bu sevdasının ardına düşmüştü, Gülen ve cemaati ile çalışmak istiyordu; -her ne kadar bu yapının o’na miras kalmayacağını iyi bilsem de- o, bunu arzuluyor ve arıyordu. Görüşmüşler, Gülen o’nu yönlendirmiş, hatta basına sızan bilgilere göre vakıf ve TV kanalının yönetimi ile ilgili Gülen’in direktifleri olmuştu. Orada bir konsensüs sağlanmış, İslamoğlu’da o konsensüse geçen yıla kadar gereği gibi riayet etmişti; bu o’nda ve söylemlerinde hayli tebarüz ediyordu.  Ben bu ilişkiyi önceden beri hissediyor, biliyor, kendi çevremi uyarıyordum (2009); Allah’a hamdolsun, bu sözlerimin tanıkları da var, şimdilerde basiretimi tebrik ediyorlar.

Türkiye’de ve dünyada dengeler çok hızlı değişiyor. Yeryüzü ilahları dilediğini ‘aziz’, dilediğini ‘zelil’ etmek, bunları da diledikleri zaman diledikleri gibi yapmak istiyorlar; çünkü onlar, yeryüzünde Allah ile rekabet ediyor, O’na özgü nitelikleri kendilerinde görüyorlar. 

17 Aralık Operasyonu büyük bir kırılma idi. Operasyon bir çok yönden dengeleri ve suyun akış yönünü değiştirdi. İslamoğlu ile Gülen’in netameli ilişkisi, Sayın Ahmet Taşegetiren’in katıldığı Sayın Elif Çakır’ın bir TV programında kamuoyuna deşifre oldu; o bundan hiç hoşlanmadı ve ciddi bir rahatsızlık duydu. Kendisi bu görüşmeyi o yıllarda dolaylı ve kapalı, şimdilerde ise direkt ama “kamuflajlarla kapatarak” olarak kamuoyuna itiraf etti (03.01.2014). Bu rahatsızlık ve itirafın, niteliksiz bir teberri çabası olduğu açıktı; beklenmedik bir şekilde değişen konjonktür nedeniyle hızlı bir redd-i miras” yapmıştı.

Ne ki, kapalı bıraktığı görüşme içerikleri vardı; bunu ağzından kaçırmış bulundu. Görüştüklerini söylediği dört içerikten “İkisini söyledim, ikisini söylemedim.” dedi; sonra birini daha söylemek zorunda kaldı, biri yine gizli kaldı.“Başımıza gelmeyen iş kalmadı.” demesinden endişelerini, “Sonunda olanları anlatmayacağım”  demesinden gizli bir şeylerin olduğunu anlamak kolay; bunun için özel bir çalışma yapmak gerekmez.

Belki yalan söylemek istemiyor ama, söylemediği içerik de söyleyemeyeceği bir içerik gibi görünüyor. Kendisinin bugün söyle(ye)mediklerini, o’nun Gülen ziyaretini öğrendiğimde ben biliyor ve herkese söylüyordum (2009). Üstelik her ne kadar, “Yakınlarımdan başkası bilmiyordu.” diyerek o görüşmenin mahremiyetine işaret etse de, benim basiretim o’nun koruyamadığı mahremiyetine galip geliyordu. Sahi, hem niye mahremdi ki o görüşme? Niçin yakınlarından başkası bilmiyordu? Niçin 17 Aralık Operasyonu sonrasında (görüşmeden beş yıl sonra) detaylı olarak anlatmak hissi içine düşmüştü? Hadi böyle bir his içine düştü diyelim; niçin te’villerle geçiştiriyor, öykü üzerinde tesviyeler yapıyordu? Niçin panikti? Daha pek çok “niçin” ile başlayan soru cümlesi kurabilirim, ama kendisi bunlardan bir tanesine bile doğru cevap veremez.

Bütün bunlar sonrasında Mustafa İslamoğlu iyi bir panikledi; panik hâli her hâlinden belli idi. Beden dili tutarsız, söz ve söylemleri bir tuhaf, gösterdiği reaksiyonlar ilginçti. Yeni yılın ilk hutbesinde “Görüşme oradan servis edilmiş, gizlemedim, gizli değildi.” sözleri ile “Anne, ben yapmadım!” diyen dört yaşındaki çocuk gibiydi; görüşmesine ‘yasallık’ kazandırma telaşında idi.
Kendi TV kanalı olduğu halde, kanal kanal dolaşarak Gülen ve cemaat aleyhinde konuşmak için TV programlarına katıldı; “telekulak skandalı” konulu bu programları belki de kendisi organize etmiş, TV kanallarına kendisi teklif etmişti. Hangi kanalda konuştuğunun farkında değilmiş gibi yapmak için de “Sizin kanalınız Ülke TV miydi, hangisiydi?” diye program yapımcısına soruyordu; bu da belki o programları organize ettiğini gizlemek için basit bir taktik olabilirdi. Su-i zan yapmak meşru olsaydı, şöyle derdim: “Herkes katıldığı programlardan para alıyor; bu, o programları finanse etmiş bile olabilir.”; çünkü bu o’nun için bu denli önemli idi. O, bu çabaları ile tesettüre bürünüyordu; “Niyet ettim kamufle olmaya…”

Oysa, daha önce Gülen ve cemaat aleyhine o’nun ağzından söz almak ne mümkündü?! Tam tersi, “Peygamberi uçuruyorlar” diye bu algıyı tenkit eden, bunun yanlış olduğunu anlatmak için müstakil bir eser telif eden kendisi olduğu halde, düne kadar Gülen’i hangi kelimelerle senâ edeceğini şaşırıyordu. Daha önce Gülen ve cemaat aleyhine bu çabalarının binde biri olmadığı gibi, o’nu ve hareketini kutsuyor, aleyhte hiç kimseye söz söyletmiyordu. Üstelik Gülen de aynı Gülen’di, cemaat de aynı cemaatti.
Bütün bunlardan anlaşılan şu idi: Gülen ve cemaate dönük bir operasyona dahil edilebileceği endişesi vardı -ki, bence edilmeli de-. Çünkü, Gülen ile görüşme “örgüt lideri ile görüşme” anlamına gelecekti, cemaat ile ilişki “suç örgütü” anlamına gelecekti, oranın insiyatifini koruma ve direktifleri göre davranma Türkiye’de “suç örgütü ile ilişki” anlamına gelecekti, Gülen’in lehine söylediği sözler (O süreçteki “Ayakkabısını bile yapamazsınız.” sözlerini hatırlayınız) “örgüt liderini övme” anlamına gelecekti, oradan döndükten sonra Pensilvanya adına okuduğu hutbedeki cemaate dönük sitayişkâr sözleri “örgüt propagandası” anlamına gelecekti. Türkiye’de, doktrinel olarak Ceza Muhakemeleri Yasası ve uygulama örnekleri bütün bunları böyle anlamaya oldukça elverişli idi. Bütün bunlardan çekindi ve çark etti; bunu hiç kimse hissetmedi sanıyor ve “uyanık” geçiniyor ama, gerçek o’nun sandıklarının tam tersi…

İslamoğlu bu işten ne elde etti, bilmiyorum; “hiçbir şey” gibi görünüyor. Neyse ki, zincir erken koptu, İslamoğlu sanki kaleden döndü gibi oldu. Artık, o projenin Türkiye ayağı Mustafa İslamoğlu ile devam edemez diye düşünüyorum. O’nun, bir de Amerika’da Wisdomnet organizasyonu üzerinde hevesleri vardı. Ulaşamadığı heveslerinde ve akamete uğrayan teşebbüslerinde o’nu açık bir ihanetle değilse de, gizli bir şehvetle suçluyorum; şöhret şehveti ile kendisine yazık ediyor. Rabbim bizi razı olduklarına yakın, razı olmadıklarına da katından kalplerimize vereceği bir nefretle uzak kılsın.
 * * *
Hacı Ali Doğan: Bu kanaatlerinizi destekleyen başka hangi karinelere sahipsiniz?

Muhammed Fatih Ergün: Gereği gibi tanımadığım birisi hakkında konuşmam. Okumalarımı tek yönlü yapmıyorum, çok yönlü yaptığım okumaların sağlamasını da yapmıyor değilim. Bilmediğim bir şeyi söylemem; emin değilsem, elimdeki verinin bilgi değeri bakımından düzeyine bakarım, ona göre ya söylemem ya da ‘olasılık’ belirterek kanaatimi söylerim. Üstelik söylediklerim, tutarsız ve kendisine yakışmayan şeylere benziyor mu? Ya da şu ana kadar söylediklerimden hangisi müdellel değil veya hangisinde çelişki buluyorsunuz? Buna rağmen, aktardıklarımdan başka pek çok karine sayabilirim; siz onları tefekkür edersiniz.

(1) Bu yüzden Gülen’in “din algısı”nı bu denli tenkit ediyor.

Gülen’in “Kur’an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı.” sözü ile “küt diye kırılmış” gönlü. “Nasıl bir zihindir ki, nasıl bir zihniyettir ki, Kur’an uymayı, Kur’an’a tabi olmayı sapıklık olarak görüyor.” Ben aslında bunun çok da masum olmadığını düşünüyorum. Bu cümle öyle insanın ağzından kolay kolay çıkmaz.” diyor. Sevsinler… Gülen’in kaç yıl önce söylediği sözü kullanarak o’nu şimdi tenkit ediyor. Gülen, bu sözü yeni mi söyledi?

Gülen, -batıl bir çizgi üzerinde olsa da- İslamoğlu’ndan daha istikrarlıdır, kendi istikametinde; Gülen, kırk yıldır bildiğimiz Gülen’dir. Hayatı boyunca muharref öğretileri çizgisini hiç değiştirmeden ‘din’ diye satmıştır; kendi öğretisinde ve davetinde şu ana kadar hiçbir sapma görülmemiştir. Gülen, düne kadar hak bir çizgi üzerinde idi de, bugün sapmış ve sapıtmış değildir. Bugün Gülen, “Kur’ân Müslümanlığı diye bir şey çıkarttılar.” dediği için onu eleştirmenin hiçbir inandırıcılığı yoktur; bu eleştiri, -içeriği doğru olsa bile- sahibini hiçbir şekilde saygın kılmaz; çünkü, Gülen’in kırk yıllık akidesi budur; o, kırk yıldır, Kur’ân’dan başka pek çok şeyi ‘din’ diye satmaktadır. Ucu size dokunacağı zaman mı Kur’an için gayrete geldiniz?

İman istismarı yaptıklarını, spekülatif bilgi yaydıklarını, bunun “zannı din edinmek” olduğunu söylüyor ve “Spekülatif bilgi yayanlar kahrolsun” şeklinde çevirdiği bir ayeti Gülen’in din algısını eleştirirken kullanıyor. Oysa ne ayet yeni indi, ne de Gülen’in yaydığı spekülatif bilgiler yeni…  Gülen’in peygamberimizle görüşme iddialarını ve cemaatin arasında yaygın olan “O geldi.” mizansenini yalanlıyor, bunun “Hristiyanların peygamber algısı” olduğunu söylüyor, “Rüyalar üzerinden bir din götürülüyor.”“Emek yok rüya var, rüyayı gör iş bitsin.”“Cemaat insanları akıl ve iradeden muaf hale getiriyor” gibi sözlerle usul eleştirisi yapıyor, dün “O bir alim, o bizim hocamız” dediği kişiye bugün ‘bâtınîlik’ ve ‘şâmanistlik’ eleştirileri yöneltiyor, “Pavlus örneklemesi” eşliğinde “Kamyona bindirilen peygamber” senaryosunu ‘ti’ye alarak Gülen ve cemaatine abanıyor. Üstelik “Bu topraklardaki genel din algısı budur.” derken “Bu toprakların insanının dindarlık çeşidinin ilmi değil hissi dindarlık olduğu tespiti yapılalı 120 yıl olmuş.” diyor ve vaktiyle bunları görmüş ve söylemiş olan Said Halim Paşa’nın tespitlerine tutunuyor; sanırım Said Halim Paşa ile yeni tanıştı (!).
Gülen’in mistik hezeyanları yeni değildir; o, bu bakımdan aramızda çok tartışılmıştır, bu tartışmaların (en az) son otuz yılına en az benim kadar İslamoğlu da tanıktır. Bugün, “Şarkı türkü konserine peygamberi getiren birinden başka ne beklenir ki?!” demenin de, “Peygamberimiz istismar ediliyor.” demenin de hiçbir inandırıcılığı yoktur; -içeriği doğru olsa bile- bu eleştiri de sahibini hiçbir şekilde saygın kılmaz. Çünkü, Gülen kırk yıldır, kendi ideallerine ulaşmak için halkın hissiyâtını harekete geçirme amacı ile nice ölüleri kabrinden kaldırıp kendi dilediği yere servis yaparak din satmaktadır; üstelik Kadir Mısıroğlu’nun 1995 yılında ve bizzat kendisinden naklettiği bir sözüne göre Gülen, bu servisleri “inanmadığı halde” yapmaktadır. İslamoğlu da bunları öteden beri en az benim kadar duyuyor, görüyor, biliyor… Gülen’in kırk yıllık mütemadi söz ve söylemlerine yeni tanık olmuş ve şaşırmış gibi yaparak o’nu tenkit etmeyi hiç dürüst bulmuyorum; samimi değil…

“Çakmacılar… Ben bunlarla mücadele etmekten yoruldum, ama onlar hurafe uydurmaktan yorulmadı.” yorulmadı diyor; ‘çakma’ tespitinde her ne kadar isabetli olsa da “Ben bunlarla mücadele etmekten yoruldum.” derken doğru söylemiyordu. Bu söz, en fazla “diğer çakmacılar” hakkında doğru olabilirdi; çünkü Gülen ve cemaati ile değil mücadele etmek, Gülen’in yanına varabilmek için dokuz yıl beklediğini, o’na ulaşmak için vesileler aradığını, bu ona müyesser kılındığında da ayaklarının ucunda sote bir yere oturduğunu kendisi söylüyor, bunu daha önce size söyledim.

Kahramanımız Gülen ve cemaatinin hurafelerini “Allah ile aldatmak” olarak nitelendiriyor: “Dininizle alakanızın yeniden ciddi olarak kurulması lazım.” diyerek “tecdid-i iman”a daveti yapıyor, yaptığı amatör hicivlerle Gülen’in din algısı ile dalga geçiyordu. Dozu artarak devam eden eleştirilerinde artık hiçbir sınır tanımıyor, her ne kadar “Kişileri konuşmak doğru değil”“Ben burada kişileri konuşmuyorum/tartışmıyorum.” dese de “Cahili dindar yapmayacaksın.” önerisinde bulunurken ve “Cahilin sofusu şeytanın maskarası…” tekerlemesini tekrarlarken Gülen’i kastettiği çok açıktı.

Bununla birlikte, “hakkı söyleme”, “hakkı gizlememe”, “hakkı söylemekten geri durmama” gibi içerikler bağlamında “Allah âlimlerden ahit aldı.” derken, “Âlimler peygamberlerin varisleri” derken, “âlimler” derken kendisini kastettiği de çok açıktı; aslında çoğul sigalar kullanmasa da olurdu. Bunun yanı sıra, yeni mi âlim olmuştu, Allah o’ndan hakkı söylemesini şimdi mi istemişti, Allah bunun için o’ndan yeni mi ahit almıştı, 17 Aralık Operasyonu sonrasındaki süreçte mi bu ahit o’ndan alınmıştı? Allah? Bence “Benim o’nunla ve cemaati ile hiçbir ilgim yok.” demek için “yeni düşünülmüş” dinsel bir teberri çabası idi bu…

(2) Bu yüzden bu denli vurgulu “Paralel din” tanımlaması yapıyor.

Gülen’in din algısına yönelik yeni yaptığı eleştirilerin cürmünü örtmeye yetmeyeceğini (de) düşünmüş olmalı ki; şimdilerde Gülen ve cemaatinden teberri imajı vermek için, iktidarın “paralel devlet” söyleminden mülhem bir ifade ile ‘F-tipi’ cemaate yönelik “paralel din” tanımlaması yapıyor ve vurgulu bir şekilde bunun önemine dikkat çekerek “Esas tehlike bu!” diyor. Oysa, o “paralel din” kırk yıldır vardı, düne kadar o dinin davetçisini kutsuyordu. Gülen, “paralel din”i bugün mü ihdas etti, yeni mi farkına varıyorsunuz? O, bununla “Onlarınki paralel din, bu yanlış; benim dinim başka, benim onlarla ne işim olabilir ki?!” demeye çalışıyor. Anlaşılan, korku bastırınca ve hesap bitince ayakkabı üzerinden geliştirilen niteliksiz aşk edebiyatları da son bulmuş… Bence, “Ben bir ilim adamı olarak paralel dinden korkuyorum.” ve “Paralel din’den korkuyorum ben, paralel devletten değil; paralel devletten korkması gereken devlet olsun.” derken dinsel içerikler bakımından teberrî etmeye çalışmaktadır.

Daha da gülünç olan şu: Devletin “paralel devlet” tanımından mülhem olarak bir “paralel din” tanımı yapıyor, birileri de Gülen ve cemaati ilzam etmek için aynı tanımı kullanmış, bizim tacir telif hakkı talep ediyor. Başkalarını “entelektüel hırsızlık”la suçlarken bu yaptığınız ne oluyor? Kayserili olmak bu olsa gerek…

(3) Bu yüzden Gülen’den ve cemaatten bu denli teberri ediyor.

17 Aralık’ın hemen ardından (03.01.2014) “Hocaefendi ile görüşmek istememden maksat yanlışlardan bir kısmını söylemekti.” sözleri ile panik yapması ve  “Görüşmenin hepsi bundan ibaretti. Kamuoyuna duyurulur.” demesi başka nasıl izah edilebilir? Bu sözlerin zahiri iğfal kabiliyeti taşımamakta, tam tersi “Görüşmenin hepsi elbette bundan ibaret değildi” diye düşünmemizi sağlamaktadır. Kamuoyunu o denli basit yöntemlerle kandırmaya çalışıyor ki, “Ben oraya [Pensiyvanya’ya, M.F.E.] o’nu [F. Gülen’i, M.F.E.] uyarmaya gittim, tenkit ettim; mektup yazdım.” vb. demesi “Örgütle ilişkim olmadı.” mesajı vermeye çalışırken ne denli kıvrandığını bize gösteriyor.

Şimdilerde yeni yönelttiği tenkitleri için“Ben bunları bizatihi hocamıza söylemek istedim.” şeklindeki pişkinliği de öyle; hazmedilebilir gibi değil ve tahammül sınırlarını çok zorluyor. Hele ki, aksi taktirde yalanlanacağını bildiği için “Söyledim” diyememesi; eğer yalanlanırsa, “Ben zaten ‘söyledim’ demedim ki, ‘söylemek istedim’ dedim.” diyebileceği şekilde savunma yapabileceği zemini tevriyeli bir ifade ile önceden hazırlamış olması, akıl ve algılmızla dalga geçiyor olması yenir-yutulur gibi değil…
17 Aralık’tan üç gün sonra “Kimse Türkiye Cumhuriyeti açılımına sahip TC’yi Türkiye Cemaati yapmaya kalkmamalı.” demesi, “Dibi karanlık taraftan korkuyorum.” diyerek endişesini dile getirmesi ve “töhmet mahalli”nden söz etmesi (20.12.2013), iki hafta sonra cemaati “obezite bir yapı” ve “çıkar şebekesi” olmakla suçlaması (03.12.2014), aynı tarihte “Utandım” edalı duygusal teberri çabaları…

Müteakip ay endişelerinin giderek artması, Gülen ve cemaatine dönük ‘suçlama’ ekseninden kendisine dönük ‘savunma’ eksenine format değiştirmesi (28.02.2014), “Örgütçü biri değilim.”“Örgüt tipini hazzetmem”“Örgüt çalışmalarını hazzetmem.”“Akabe’nin gizli ajandası olmaz.”, cemaat politikalarından birine değinirken “Bir kaç kaynaktan duyduğum bu, içinde olamam; çünkü o yapının içinde hiç olmadım.” demesi ve “Yargı bu çeteyi bulsun, çıkarsın; bize göstersin, yakasına yapışsın.” diyerek devletin dikkatini Gülen ve cemaatine çekmesi, sıkışmışlık psikolojisini göstermektedir ve dikkat çektiğim o derin endişenin tezahürüdür.
O’nun basında ve Internet ortamında yayınlanan”Mahremiyete kulak uzattılar.”“Kurgu önceden yapılmış.”“Araştırdık, karşımıza paralel örgüt çıktı.”, şeklindeki başlıkları ve bu başlıklar altında söylediklerini de aynı endişe ile söylemekte, bu formatla Gülen ve cemaatinden örgütsel içerikler bakımından teberri etmeye çalışmaktadır.

Şahsi haklarını helal ettiğine ilişkin söylemleri, kötü imaj verdikleri için onları Allah’a şikâyet ettiğini söylemesi, Dış İşleri Bakanlığı’nda konuşulan devlet sırlarını sızdırdıkları için tepki göstermesi ve bunun üzerinden “Paralel yapı”yı şiddetle eleştirmesi de aynı savunma refleksinin tezahürü, ama bu tezahürün tâli malzemeleridir.

(4) Bu yüzden Gülen ve cemaatin siyasetini ve stratejilerini tenkit ediyor.

İsrail karşıtlığı ve uzantılarının faaliyetleri ile ilgili ihsası yeni yapıyordu (20.12.2013), Mavi Marmara gününde Gülen İsrail’i ‘otorite’ görürken nerede idi? O zaman o’ndan bir tek söz işitmiş miydik?!

Amerika kıt’asını yeni keşfetmiş gibi konuşuyordu (28.03.2014) “Osmanlı’yı yıkanlar planladılar, büyük projeleri var,o proje bugüne kadar geldi, bugün de o projenin devamını izliyoruz.” diyor… Sonra, “Mursi’yi Sisi’ye yedirenler aynı, Suriye’yi Esed’e yedirenler aynı, Ali Abdullah Salih’i Yemen’e bela edenler aynı. Suudilerin başına bu zalimleri bela edenler aynı. Aynı el, aynı merkez…” tespitinde bulunduktan sonra “Biz bu oyunu görmüştük de böylesini görmemiştik. Biz bu oyunu her türlüsü ile görmüştük de kendi elimiz tarafından kendi boazımızın boğulacağını görmemiştik.” diyor ve bunu bir hastalık ve sendrom olarak nitelendiriyor. Evet, bu söyledikleri hilaf-ı hakikat beyanlar değil; ama, bunu herkes biliyor, bu yeni değil, bunu o yeni biliyor değil… Gören de tecrübesiz birisi sanacak, ‘böylesini’ görmemiş… O gün orada olsam, korumalarına da aldırış etmem, yakasından tutar, kendi ellerimle minberden indirir, mescidin dışına atardım onu.

Muaviye ve Yezid benzetmesi yapıyor, CHP’ye oy vermeye zorla söz aldıkları için Gülen ve cemaatini kınıyor, onları “gönüllü piyon” olmakla suçluyor… 17 Aralık’a kadar Ali’ye mi benziyorlardı? O güne kadar hakkın yanında mı durmuşlardı; 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, Filistin meselesinde, Mavi Marmara’da? O güne kadar bir “kahraman” ve “önder”di; sen deşifre olduktan sonra o “gönüllü piyon” oldu, öyle mi? Hasbunallahu ve ni’me’l-Vekîl…

(5) Bu yüzden mağduru ‘oynuyor’; bu nedenle “basın açıklaması” ve “suç duyurusu” yaptı.

Özel hayatının gizliliğini ihlal ettikleri gerekçesi ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunduğunu söylemişti. Bununla cemaatten teberri etmeye, olası operasyon ve soruşturmalardan  sakınmaya çabalıyor. Bu saklı stratejisi ‘okunmuyor’ değil; “Beni de dinlemişler, suç duyurusunda bulundum.” edaları, “Benim onlarla hiç bir ilgim yok.” demeye çabaladığı anlamına gelmiyor mu? Yine kronolojik sıra ile “Ben adı Müslüman olanlardan zulüm gördüm.” (20.12.2013) ve “Kanunsuz telefon dinlemeleri yapmışlar.” (03.01.2014) şeklindeki sözleri de öyle…

TV programlarındaki ısrarlı söylemleri arasında, “Böyle giderse cadı avına dönüşecek, çok kişinin canı yanaak; bu mücadele sırasında cadı avına dönüşmesini asla istemem, arzu etmem.” şeklindeki çırpınmasını siz nasıl okudunuz? “Ülkede cadı avı  başlar.” sözü, “Artık maziyi karıştırmayalım (-ki, bana da bulaşmasın-).” anlamına geliyordu, geçmişi geçiştirmek istiyordu. “Çünkü, ben de onlarla beraberdim.” diye çekiniyor.

“Ben buradan açıklama yapıyorum: 3,5 yılda ne dinledinizse size izin… Kamuoyuna 70 milyonluk Türkiye’nin önüne, 70 milyonluk dünyanın önüne, hiç bir çekincem yok, açabilirsiniz. İzin veriyorum…”“Elhamdulillah, karnımızın ağrıyacağı bir şey yok…”“Yayınlayın benim klasörümü…”“Ey beni dinleyenler… Siz de böyle diyebiliyor musunuz? Benim kadar şeffaf mısınız?” (28.02.2014) şeklindeki sözleri görünürde meydan okuma ve şeffaflık gibi görünse de, yine bunlar da aynı çaba… Kendisi için sorun olacak içeriklerin, iletişim araçları üzerinden geçen iletişim trafiğinde değil, bunun dışında aranması gerektiğini düşünüyorum; çünkü, sıkıntı olabilecek içerikler varsa eğer, onları iletişim araçları üzerinden geçirmeyecek kadar basiretli olduğunu sanıyorum.

(6) Bu yüzden “geçmişe dönük delil olmasını” amaçlayarak geçmiş söylemlerine ısrarlı vurgular yapıyor.

17 Aralık sonrası Gülen ve cemaatine yönelik ilk tenkitlerini yapmaya başladı; bunları daha önce söylediğine vurgu yapıyor, arşive gönderme yapıyor (20.12.2013). O vurgu yaptıkları “Sır dizileri”ne yönelik tenkitleri, şimdi gündem konusu ise Gülen ve cemaat… Kim yutuyorsa bunu? “Yıllar öncsinden beri bendeniz cemaate yönelik eleştirilerimi en yüksek düzeyde ifade ettim.” derken açıkça yalan söylüyordu (04.03.2014); oysa, ne bu denli konuşmuştu, ne de konuştuysa bu dozdaydı? Öyle olsaydı böyle tenkit eder miydik? “Emr-i bi’l-mariu ve nehy-i ani’l-munker vazifemiz gereği bunu yaptık.” diyor (04.03.2014); oysa ne böyle bir vazifesi var, ne de bunu yaptı? Tam tersi örttü ve ‘beklenti’ içinde oldu; tüm tenkitlerini bu süreçte yaptı, bu süreçte bu dozda tenkit etti. Geçmiş konuşmalarına ve daha önce yaptığı kısmî tenkitlere vurgu yapması, “Ben bunları önceden de söyledim” anlamına gelsin, teberri sayılsın, ileride geçmişe dönük delil olsun diye… Yalan söylemesin, yalan yapmasın; ben tüm süreci takip ediyorum, doğru okuyorum, o’nun açıklamadıklarını da biliyorum.

(7) Bu yüzden “Selam Terör Örgütü” ’nden, İran’dan ve Suriye politikalarından bu denli teberri ediyor.

Gülen ve cemaatine atfedilen binlerce kişinin telefonunun dinlenmesi olayı, bir örgüt soruşturması gerekçe gösterilerek yapılmıştı; değilse, CMK kapsamında iletişim tespiti yapılması mümkün değildi, usul yasasına aykırı idi, ‘suç’tu.

Soruşturmayı başlatanlar, her zaman olduğu gibi bir “örgüt suçlaması” yapmışlar, zihinlerindeki örgüte isim bulmuşlar ve “Selam Terör Örgütü” demişlerdi; bu isim, 14 yıl önce Uğur Mumcu’nun katil zanlılarına yönelik son operasyona konu olan örgüte (!) verdikleri isimle aynı idi.

O zanlılar -Allah’tan hepsini özgürlükleri ile rızılandırmasını dilerim- İran mahreçli bir çizgiye nispet ediliyor, örgütün İran’dan direktif aldığı söyleniyordu; aralarında İran’da eğitim gördüğü söylenen kimseler de vardı ve bazıları da “örgütün sair efradı” suçlaması ile yargılanmış ve ceza almıştı.

İslamoğlu, -eski dostlukları da olduğu halde- daha o zamandan onlardan ‘özellikle’ uzak duruyordu. Bu sözlerimin sağlaması o çevre ile yapılabilir. Bunu o yıllarda (2000 sonrası), Konya’da yaşayan, Türkiye’de İslâmi hareketin son kırk yılına tanık, İslamoğlu’nu da iyi tanıyan Sayın Mehmet Ali Sakman’la konuşuyor ve İslamoğlu’nu kınıyorduk.

Şimdilerde can havli ile İslamoğlu şöyle şöyle söylüyor, üzerine herhangi bir şey sıçramasın diye: “17 Aralık Operasyonu başarılı olsaydı, 25 Aralık’ta bir operasyon daha olacaktı. 27 Aralık’ta tutuklamalar başlayacaktı, ben de o tarihte tutuklanacaklar arasında olduğumu Ankara’dan bir yetkiliden öğrendim.” Devam ediyor: “İçeri alma gerekçeleri Selam örgütü ve İran bağlantısı…”“Benim İran’la ne bağlantım olacak?”“İran’a iki kez gittim, Amerika’ya altı yedi kere gittim.”  Bu sözlerin yanı sıra, çok kez tanık olduğum gibi yine Şii olmadığını kanıtlamak için kırk kılığa giriyordu (28.02.2014). Yine aynı tarihte şu söylediklerine bakın, o’nun bu sözlerinden benim yaptığım yorumlardan başkası anlaşılıyor mu? “Benim çevremden değiller.”“Bir ilişkimiz olmaz.”“Uzak yakın bir şeyimiz olmaz. [“Neyiniz” olmaz? M.F.E.]

Olası bir risk endişesi sardı kendisini… O yüzden Suriye olayları üzerinden münasebet düşürerek İranlı yöneticiler için”İran’ı yönetenlerden dolayı utandım.”, “Siz devrimin üstüne abdest bozdunuz.”, “Hizbullah’tan dolayı utandım.” şeklindeki sözleriyle, Gülen cemaati tarafından yöneltilen örgüt suçlamalarına savunma zemini hazırlama telaşında (24.01.2014). Değilse, daha dün kendisi değil miydi “Suriye’yi İran’a vermeyi ve böylece bölgeyi rahatlatmayı” teklif eden?

Sözün burasında gülerek soruyorum: “Selam Terör Örgütü ile ilişkiniz yok diyelim, olmadı -ki, olmadığını ben de biliyorum, en fazla içlerinde bireysel olarak tanıdıkları vardır, örgütsel faaliyetleri olmamıştır-; F-tipi örgütle ve lideriyle de mi hiç ilişkiniz olmadı, yok muydu? Aynı yüreklilikle buna yemin edebilir mi?

(8) İki tarafa da eşit mesafede durmaya çalışıyor gibi yapması da iki uçlu bir tedirginliğin tezahürüdür.

Gezi Parkı Olayları’nda kategorik değerlendirmeleri ile iki tarafa da hem yakın, hem mesafeli durmaya özen gösteriyordu. 17 Aralık Operasyonu sonrasında bakıyorum, yine iki tarafa da eşit mesafede durmaya çalışıyor gibi yapıyor; operasyon ardından ilk Cuma hutbesini dinleyiniz (20.12.2013), bana hak verirsiniz. “Hiç kimsenin hesabına alet olmayalım.” sözünü bağlamı ile düşündüğünüz zaman bunu görürsünüz. Din algısı üzerinden de her iki taraftan teberri etme çabasındadır (14.02.2014).

Tehdit edildiğini söylerken, “Onlardan değilim.” imajı oluşturmaya iktidara yakın durmaya çalışıyor (03.01.2014). Zekeriya Öz’ün korumasını -sanıyorum re’sen- buna vermişler, öyküsünü anlatıyor ve “Düne kadar Zekeriya Öz’ün korumasıymış. Nereden bilebilirdim ki o’nun korumasını olduğunu?” derken de bunu yapıyor. Her şeyi bilen fakire demek ki bunu bilme nasip olmamış…
Şimdi böyle konuşuyor. Gülen ve cemaatinden beklentisi varken böyle konuşabilmiş miydi? Gülen ve cemaatinden beklentisi kalsaydı böyle konuşabilecek miydi? Gülen ve cemaatinin sultası altında olsaydı böyle konuşabilecek miydi? Gülen ve cemaati 17 Aralık Operasyonu’nundan amaçladıklarına ulaşmış olsalardı böyle konuşabilecek miydi?
Ak Parti kadrolarını muhafazakar ve gelenekçi İslam anlayışında olmakla itham ediyor; aslında bu değerlendirmesi doğru, ama bu değerlendirmeyi yapması gereken kişi o mu? O, bunu iki taraftan birine daha yakın görünmemek için yapıyor, her iki tarafı da tenkit ediyor gibi yapıyor; bunu yaparken de kendisine bir ‘özgünlük’ atfetmiş de oluyor, o da ‘bonus’u…
Ne ki ve görünen o ki, şimdilerde yön Pensilvanya’dan Ankara’ya döndü; kıble değişikliğini anlamakta zorlananlar bir de böyle okumayı ve üzerinde biraz düşünmeyi deneyebilirler. Bütün bunlar ‘niyet okuma’ değil, analitik ve eleştirel okumalarımla vardığım(ı düşündüğüm) basiretli sonuçlar… Değilse; Allah’ın, razı olmayacağı sözleri söylemekten O’na sığınırız.

Cemaate dönük soruşturmalarda, adli makamların ‘basiretli’ olması gerekir. O, bu amatör çabaları ile, ‘F-tipi’ örgütle ilişki kurduğunu, sağlanan konsensüsü, bu konsensüse riayetini, örgütün direktifleri doğrultusunda birkaç yıl ön çalışma içinde olduğunu örtmeye gayret ediyor. Her ne kadar Gülen ve cemaatine yönelik eleştirileri arasında “Takiyye konusunda Şia’yı geçtiler.”, “Cemaat Şia konusunda çok bölücü ama takkiye konusunda Şia cemaatin eline su dökemez.” gibi sözler söylese de, aynaya baktığı zaman da bu söylediklerinden daha farklısını göremeyecektir; ne ki, kendisi onlara göre daha kabiliyetsizdir.
Aslında, bunların hesabı o’ndan sorulmalıdırİslâm dini, İslâm Ümmeti ve TC Devleti nezdinde hiçbir açıdan meşruiyeti ve resmiyeti bulunmayan muarız bir örgüt ve lideri hakkında propaganda yaptığı, kitleleri yanılttığı, yıllarca örgüt lideri ile ilişki kurmanın yollarını aradığı ve örgüt yapılanmasının içinde yer almaya çalıştığı için hakkında soruşturma başlatılmalıdır. Suç müteselsil olarak işlenmiş ve temadi etmiştir. Örgütlü olarak işlenmesi planlanan suç (tam olarak) işlenememiş ve şüphelinin istemi dışında suç süreci kesintiye uğramışsa da, suçun hazırlık hareketleri ve suça teşebbüs aşamaları tamamlanmıştır. CMK hükümleri gözetilerek soruşturulmalıdır. 

Vakfın, derneğin, yayınevinin, TV kanalının, Kur’an Okulu’nun, Kur’an Halkaları’nın; kendisinin ve yakınlarının sahibi, ortağı, çalışanı olduğu diğer şirketlerin; bu kuruluşlar üzerinden geçen para akışının meşruiyet ve kullanım alanları bakımından detaylı olarak sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, böyle bir soruşturmadan kendisi de söz etti, ama o soruşturmanın “Paralel yapı” tarafından tetiklendiğinden söz ediyordu; bence böyle bir soruşturmanın iktidarın insiyatifi ve bağımsız yargı mercileri tarafından yürütülmesi gerektiğine inanıyorum -ki, sağlıklı sonuç alınabilsin-. 

Kamuoyu ile paylaştığım bu bilgiler, bunları müdellel kılacak delil değeri taşıyan karineler ve yaptığı pek çok konuşmanın retrospektif kayıtları -şimdilerde yayından kaldırmış olsa bile- suça delil olarak görülmelidir. Soruşturma ile birlikte hakkında güvenlik tedbirlerine hükmolunmalı, yargılanmalı, aşamalarda ve ceza infazı sonrasında ‘denetim’ altında tutulmalıdır; bu tür amaçları doğrultusunda faaliyet yapmaktan men’ edilmeli, elde ettiği maddi ve manevi varlıkları müsadere edilmelidir. 

Değilse, bir hak yerde kalır; aynı suçlara teşebbüs eden veya işleyen herkes soruşturulur ve yargılanırken, onlara ceza verilir ve hükümleri infaz edilirken o niçin bunlardan muaf sayılsın ki? Soruşturmalar başladığında, soruşturmaya dâhil edilmesi için soruşturmayı yürüten savcılığa Mustafa İslamoğlu hakkında suç duyurusunda bulunmayı düşünüyorum. Ben suç duyurusunda bulunmadan önce de, cumhuriyet savcıları bu açıklamaları ‘ihbar’ niteliğinde görerek re’sen soruşturma başlatabilirler.
Sizce, o’nun kalbinde nifak, çabalarında hile ve desise, eylemlerinde suç ve günah yok mu? Tüm bu yaptıkları başka nasıl tanımlanabilir? Yoksa o, öteden beri çabalarının ne anlama geldiğini iyi biliyordu da, o yüzden mi fesat suçunun cezası ile ilgili muhkem hükmü (Kur’ân, 5:33) tahrif etmeye çalışıyordu?

* * *
 

Hacı Ali Doğan: İslamoğlu’nun Wisdomnet üzerindeki heveslerinden söz ettiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Muhammed Fatih Ergün: (Yayından kaldırıldı)

AÇIKLAMA: Röportajımızın bu bölümünde Mustafa İslamoğlu’nun Wisdomnet bağlantısı ile ilgili Sayın Muhammed Fatih Ergün’ün açıklamaları olmuştu. 19.04.2014 tarihinde kendileri bu açıklamalarını yayından kaldırmamızı istemişlerdir, istekleri üzerine açıklamalar yayından kaldırılmıştır.
Kendileri ile ikinci bir röportaj hazırlığına başlamış bulunuyoruz. Wisdomnet ile ilgili açıklamaların yayından kaldırılma nedeni gerekçeli olarak ikinci röportajımızda yer alacaktır.


Hacı Ali Doğan: Wisdomnet organizasyonu Sayın Muhammed Fatih Ergün’e resmi açıklama göndermiştir (05.05.2014), bu açıklamayı söz verdiğimiz gibi yayınlıyoruz (Dil ve imla hataları göndericiye aittir, metnin aslını korumak niyetiyle geldiği gibi yayınlamayı uygun gördük)

Wisdomnet organizasyonundan, Sayın Murat Güzel ve Sayın Kemal Birtek’ten, organizasyonuna gönül verenlerden, davetli olarak Wisdomnet programlarına katılan Sayın Özlem Albayrak’tan ve kamuoyundan özür dileriz. Yakında yayınlanacak olan Mustafa İslamoğlu konulu ikinci röportaj çalışmamızda bu konu ile ilgili  Sayın Muhammed Fatih Ergün ayrıca kapsamlı bir açıklama yapmayı vaadetmişlerdir.
 
Sn.  Muhammed Fatih bey

Bir raportaj esnasinda WisdomNet, Murat Guzel, Kemal Birtek ve Ozlem Albayrak hakkinda soylediklerinizi okuduktan sonra cok uzulduk. Bu ifadeleri kim/niye kullanmis, bu ifade yanlisligini nasil duzeletiriz diye arastirir iken bir ortak tanidigimizin oldugunu ogrendik.  Sonrasinda ortak tanidiklarimiz vasitasi ile size ulastik. Gerek bu ortak tanidiklarimizin, gerekse bizim aciklamalarimizin ardindan ve siz, bizim hakkimizdaki gercegi ogrendikten ve size bizim hakkimizda yanlis bilgileri veren Ercan Harmanci beyin yanlisini kabul etmesi ve bizden yazili ozur dilemesinden sonra, Ercan Harmanci dan aldiginiz bilgilerle hakkimizdaki ifadelerinizde hata yaptiginizi yazili olarak kabul etmenizi ve yazinizdan kurumumuz, sahsimiz ile ilgili kisimleri cikarmanizi tamamen sizin samimiyetinizin bir parcasi olarak  goruyoruz. Bunun icin tesekkur ediyoruz.
Ne WisdomNet, ne Murat Guzel’in nede Kemal Birtek’in raportajinizda adi gecen kisi, kurumlar, cemaatler ile iddia edildigi gibi bir iliskisi olmamistir. WisdomNet ve yoneticileri, iddia edildigi gibi Islam’in yeniden yorumlanmasi gibi bir projenin icinde asla olmamistir.  Bunu yaptigi iddia edilen cemaatlar ve kurumlar ilede hicbir iliskisi yoktur. Islamin yeniden yorumlanmaya ihtiyaci olmadigi gibi insanlarin islami anlayisini arindirmaya ihtiyaci vardir
www.wisdomnet.org / www.thewisdomnet.org  resmi sayfalarimizdan yaptigimiz kurumsal kamuoyu aciklamasinda belirtildigi uzere Wisdomnet’in hic bir cemaat, vakif, dernek, parti ile kurumsal bir iliskisi yada ortak calismasi olmamistir. Wisdomnet; Islam paydasi altinda, buyuk cogunlugu arastirmaci, kaynaklari  sorgulayici ,farkli yelpazede dusunen insanlarin dusuncelerini paylastiklari bir platformdur.  Farkli dusuncelere acik oldugundan hicbir uyenin cemaatlerle iliskisi sorgulanmaz. WisdomNet düşüncelerin medenice ve özgürce paylaşıldığı bir bir platformdur.  Temel insani ,ahlaki ve fıtri değerler doğrultusunda, fikirlerin ötekileştirmeden paylaşımını sağlayan bir platformdur, ve kurumun yoneticileri platform’un bu özelliğini korumak ile gorevlidirler. 
WisdomNet, diline,  rengine, milliyetine bakmadan insanlık ailesinin ve bireylerinin haklarını savunur, her şartta mazlumun , hak ve adaletin yanında yer almayı ilke edinir. WisdomNet ana prensip olarak evrensel, fıtri  değerleri savunduğundan Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte, Türkiye’de her tür vesayetin, zulmun  yıkılması, evrensel ve fitri normlar ölçüsünde hukuk ve adaletin tesisi, inaçlara özgürlüğün sağlanması, korunması ve geliştirilmesinde her türlü düşünsel desteği vermeye devam edecektir
Biz, Murat Guzel ve Kemal Birtek,  WisdomNet platformunda Muslumanlarin birbirlerini otekilestirmeden,  birbirlerine dusmeden medeni sekilde fikirlerini paylasmasina ve   bu platformun haktan yana tepki koymasina elimizden  geldigince  destek verdik.  Allah rizasi icin bir katki saglayan samimiyet sahibi herkesle bir selamimiz  oldu ama kendi cizgimizi de elhamdulillah hep koruduk ve dahasi selam verdigimiz  herkeste cizgimizi bildi. Allah’a mutlak teslimiyeti (tevhid)  iceren Kuran ve Sunnet, o cizgiden sapmayan sahabi ve islam alimlerinin yolunu yol bildik. Izzeti , Guclunun , zalimin, vesayetin, statukonun , nefsin yaninda degil sadece Allahin yaninda bildik, Dogru bildiklerimizi ve muslumanlarin haklarini savunmayi, Zalimlere yada bilmeden zulmedenlere, anlatmayi en buyuk ibadetlerden biri gorduk. Kinayanin kinamasindan asla cekinmedik.Bu baglamda yasadigimiz bati toplumunda , Turkiyede cogunun yaptigi gibi  batiyi sadece  uzaktan lafla elestirmek yerine, dogru bildigimizi, her insan icin hakki  ve adaleti  mesru zeminlerde ve batinin kurumlarda  anlatmayi insanlik adina gaye edindik.Arinmayida nefsimizi elinden tutan Yuce Allah tan istedik.
Selam ve Dua Ile
Murat Guzel
Kemal BIrtek
* * * 

 

4. Bölüm

Mustafa İslamoğlu

SONUÇ

 
Hacı Ali Doğan: Röportajımızın sonuna geldik; son olarak size şöyle bir soru yöneltmek istiyoruz, hoşgörünüze sığınarak… Mustafa İslamoğlu’nun hiç mi beğendiğiniz bir yönü yok, sürekli eleştirdiniz mi kendisini; hiç mi kendisine muvafakat etmediniz o’na?

Muhammed Fatih Ergün: Bir insanın her söylediğini ya da yaptığını eleştirmek ya da her söylediğini veya yaptığını benimsemek mümkün değildir. -Öncelikle kendi nefsim de dâhil ve başta olmak üzere- herkesi doğrularında doğrulamak, yanlışlarında doğrulamamak ve uyarmak, yanlışta ısrar ettiklerinde de desteklemememiz gerekir. Bir kimseyi sevmek, bizi o’na karşı kör ve sağır yapmamalı, bir kimseyi sevmemek de o’nun doğru ve güzel taraflarını görmemize engel olmamalıdır. Derdi hakikat ve adalet olan, insaf gözeten herkes için vazgeçilmez bir kriter bu söylediklerim… Kuşkusuz, bu kriter Mustafa İslamoğlu’nun da lehine işler, o’nun aleyhine negatif bir ayrımcılık yapmayız, yapamayız. Çünkü bir kimseyi doğru yolda görmesek, söylediklerini veya yaptıklarını doğru bulmasak, tarzını beğenmesek ve kendisini sevmesek bile ona karşı adil olma zorunluluğumuz vardır; Allah bu konuda bizi uyarmıştır, bunun tersini yaptığımızda bize kızar. Ben, öteden beri o’na karşı da adil ve insaflı oldum; eleştirilerimin çokluğuna rağmen, şu an benim mutedil halim bu… Örneklerle ve yaşanmış olaylarla yanıt vermek isterim:  

(1) Din istismarının bugünkü gibi belirgin olmadığı, bu denli göze batmadığı geçmiş yıllarda, İstanbul’da, Cuma namazı kılmak isteyen arkadaşlara, bu haftalık ibadetleri için hiç olmazsa o’nun mescidini tercih etmelerini önerdiğim çok oldu. Gerçi daha sonraları, o, az önce söylediğim gibi bu mescidin minberini müttehem olduğu ithamlarla, savunmalarıyla, gayrı meşru tarafgirlikleri ile bir takım kirli işlerine alet etti. Mesela, bu bile tek başına ne kadar dengeli davrandığımı göstermez mi?

(2) 1990’lı yıllarda, Ebu Said ile aralarında geçen Selefilik ve usul tartışmalarında; Ehl-i Sünnet fırkası mensupları ile aralarında geçen Şiilik hakkındaki kavgalarda, hayızlı kadının orucu, abdestsiz mushafa dokunma, (kadınlarla) anal seksin hükmü gibi gerekli gereksiz bir çok tartışmada hakikatin hatırına o’nu desteklemişimdir. Çünkü ardına düştüğümüz şey hakikattir, bize sevimli gelen bu olmalıdır.

(3) Kürt Formu’nda yaptığı bir konuşmadan ötürü ceza aldığı yıllarda mahkemelerin ceza kararlarını eleştirdim. Temyiz mahkemesinin murafaalı duruşma sonrasında aldığı onama kararlarını eleştirdim, bu ceza infaz edilirken (bir prensip olarak) tahliye olana kadar kendisini hiç eleştirmedim ve aleyhinde konuşmadım. Mahkûmiyet günlerinde o’nu ziyaret etmek isteyen ortak bir dostumuzu Sakarya’dan Gölcük Cezaevi’ne kendi özel aracımla bizzat ben götürdüm. O ceza kararını ve infazı hala -bugün bile- eleştiriyorum.

(4) İstanbul’da 2001 yılında düzenlenen Seyyid Kutub’u Anma Paneli’nde, Sayın Kürşat Atalar ile aralarında geçen “özgürlük tartışması” bahsinde Atalar’a ve söylemlerine karşı yine o’nu ben savunmuş, iki hafta boyunca aramızda devam eden yazışmalarımızda Atalar’ı tenkit etmiştim; -kendisi bundan hiç hoşlanmasa da- İslamoğlu lehine on üç yıl önce Atalar’a yönelttiğim o tenkitler bugün bile hâlâ Internet üzerinde (üstelik, Özel Kürsü’mde) yayınlanmaktadır.

(5) İslamoğlu, kıyafeti ile müsemma şarlatanımız Cübbeli’nin dini meselelerdeki sataşmalarına karşı kendisini tanımlayabilmek için kırk kılığa girerek dakikalarca dil dökerken o’nu ben savundum. TC mahkemelerinin 80’li yıllardaki ceza kararlarının fotokopilerini dağıtarak kendisine belden aşağı vurmaya çalıştığında, o, Akabe Vakfı mescidinin Cuma minberini üzerine atılı o suçun öyküsü ve savunması ile kirletirken , -hutbe esnasındaki perişan, çaresiz ve hiç de güven vermeyen o acınası haline rağmen-, bunun bir iftira olma ihtimali ya da -vâki’ ise bile- tevbe etmiş olma ihtimalini hatırlatarak yine o’nu ben savundum. Nasıl savunmazdım ki, Malkom X’in dediği gibi yapmam gerekirdi: “Ben gerçeğin peşinde idim, kimin söylediği önemli değildi; ben adaletinde peşinde idim, kim için veya kime karşı önemli değildi.” İslamoğlu, Cübbeli’nin kendisini eleştirdiği dini konularda haklı idi; ama kendilerini Mehdi gibi göstererek ‘geçinen’ sarıklı otoritelere (!), yaşadıkları her dönemde ilan edecekleri bir Deccal gerekli idi, İslamoğlu bu yüzden karşı tapınağın hedefinde idi. Bunu bildiğim için İslamoğlu’nun yanında durdum.

(6) Baran dergisinin benzer bayağı yayınları karşısında da aynı davrandım. Dahası, çevremdeki herkese o dosyanın kendisinin aleyhinde kullanılmaması gerektiğini söyledim; bugün de bu kanaatim üzereyim. Son iki beyanım, şehrinizden yayın yapan Sütun Haber sitesinin veri tabanı ile müdelleldir; önceki makalelerime bakılırsa bu söylediklerim orada görülecektir.
(7) Mezhepsizlikle, Şiîlikle (bu ikisi bir arada nasıl oluyorsa?) itham edildiğinde lehine söz söylemiş, o’nun kanaatlerini savunmuş, aleyhinde konuşan ve yayın yapanları kınamış bir kimseyim ben. Aslında, İslamoğlu’nun mezhepli olması ile mezhepsiz olması ya da bunların dışında “bir başka şey” olması o’nun için birdir. O’nun bundan daha öncelikli problemleri var, kendi içinde ve dışında onları halletmesi gerekir -ki, onlardan en önemlisi sürdürmekte olduğu tapınak ticaretidir; tapınağı lağvetmesi gerekmektedir-. Ne ki, Cübbeli’nin konusu bu değildir/olamaz; çünkü başka bir damardan ve bir başka tapınak üzerinden aynısını kendisi de yapmaktadır).
 * * *
Hacı Ali Doğan: Muhammed Fatih Bey; yoğunluklarınız arasında bize zaman ayırdınız, verdiğiniz bilgiler gerçekten çok değerli idi, teşekkür ederiz, Allah razı olsun, son sözlerinizi alalım.

Muhammed Fatih Ergün: Rica ederim, ben teşekkür ederim.

Bu bir röportajdı; bir makale, bir cerh çalışması veya reddiye değildi, bu yüzden çalışmanın formatı ile kısıtlanmak gibi bir dezavantaj söz konusu. Ben isterdim ki; bu röportajda her ne söylemişsem hepsini ilk kaynağından referans verelim. Ne ki, bir röportaj formatında bu mümkün değil.

Size bu söylediklerimden bir kısmını daha önce kendisine ve kızı Sayın Hümeyra İslamoğlu’na da gönderdim; daha özet içeriklerdi. Tevhidi Çekirdek Platformu’nda yayınladım, ikisi de hiçbir cevap veremediler. Kızı, -daha çok genç ve deneyimsiz-, babasını koruma ve savunma refleksi ile davranıyor ve hiçbir şeyin farkında değil. İslamoğlu ise, bilinçli olarak tartışmayı sürdürmek istemiyor; öyle sanıyorum ki, kızını da benimle tartışmayı sürdürmemesi ve uzatmaması için tenbihlemişti. Çünkü temadi eden ve uzun süren her tartışma o’nun yorganını daha çok kaldırıyor, yorganın altından çok pis kokular geliyor ve insanların gördüğünü de, hissettiğini de örtmek mümkün olmuyor.

“Niçin Mustafa İslamoğlu’nu eleştiriyorsunuz; oysa, faydalı olduğu çok alan var, o’ndan yararlanan çok kimse var, şahsen o’ndan çok şey öğrendim. Şu kişiler dururken niçin o’onu eleştiriyorsunuz?” formatında soran iyi niyetli, ama benim görebildiklerimi henüz görememiş bu kimselerin, görebildiklerimi görebilmeleri ve niçin o’nu (ve benzerlerini) eleştirdiğimi gereği gibi anlayabilmeleri için, 1998 yılında yazdığım “Niçin Açık Uyarı?” başlıklı makalemi okumaları gerekir, Internet üzerinde yayınlanmaktadır.

İslamoğlu hakkında en muhtasar sözüm şu olur: “Kalbi kirlidir, arınması gerekir; değilse, yazık olur”. Kendisine de ‘örtmediği’ taktirde, hakkındaki kanaatlerimin doğru olduğunu o’da iyi bilir: ne ki, itiraf etmek (samimiyet) ve dönmek (tevbe) kolay değildir, hele ki bu aşamada… Kendi çevresinden çok kimse, müesseselerinde çalışan ve ayrılanlardan çokları; sosyal hayatta ve yapılanmalarının içinde bulunmuş insanlar; bir dönem bir şekilde kendisi ile yakınlığı olan, sonrasında özenle kendisinden uzak duran herkes bu kanaatlerimin kolektif tanıklarıdır. Akabe Vakfı’nın ilk müdürü Sayın Ercüment Öztürk’ün -ki, tanıdığım ve saygı duyduğum bir insandır- ‘anlatmadıkları’ arasında da bilinmeye değer çok fazla şeyler oduğuna inanıyorum.

Bu, röportajda söylediklerim, Türkiye’de o’nun hakkında yapılmış en kapsamlı eleştirel değerlendirmedir, bir benzerine tanık olmadım. O, bu söylediklerimden ve kamuya açık paylaşımdan çok rahatsız olacaktır; bunu biliyorum; ama bu rahatsızlığı beni doğrular, haksız olmadığımı gösterir. Rahatsız olacaktır; çünkü o, öğüt verir, “öğüt vermeyi” sever; kendisine öğüt verilmesinden hoşlanmaz ve öğüt verenleri sevmez, ne kadar samimi, güvenilir ve emin olursanız olun… O, bu eğilimi ile bize Salih peygamberin kavmini hatırlatır; ya da kim bilir, -her ne kadar umudum yoksa da- belki de tevbe ve arınmasına vesile olur -ki, bunu o’nun lehine içtenlikle dilerim-. Gerçek “hitâmuhû misk” de bu olur, aslında…

Lehine olan bu beklentimiz gerçekleşmezse -ki, benim tanıdığım Mustafa İslamoğlu için bu bakımdan umutlu değilim-; bu röportajda kendisine yönelttiğim suçlamaları dikkate almama pişkinliği, sessiz kalma uyanıklığı, zamana bırakarak unutulmasını sağlama çaresizliği ve geçiştirme cambazlığı yerine, kamuya açık, kendisini rahat hissedeceği, kendisini dilediği gibi savunabileceği, bana da dilediğini söyleyebileceği- bir ortamda benimle  tartışıp halkı buna tanık kılabilir mi? Daha da hafifleteyim: en azından, mütekabiliyet koşullarında iki tanıkla bunu bire bir benimle yapabilir mi? Kaldı ki, kendisine herhangi bir hüküm infaz edecek de değiliz, bu bizim işimiz değil…

Son olaylarda, “Paralel” nitelemesi ile meşhur örgütün kendisini, yakınlarını ve sosyal çevresini ‘dinletmesi’ne reaksiyon gösterirken, “Benim gizli-saklı hiçbir şeyim yok, rahatım, tüm dinlediklerini kamuoyu ile paylaşabilirler; ama aynısını kendileri için de yapabilirler mi?” diye sorarak meydan okuyan bu zat, -dozu hiç önemli değil- bana ve benim kendisine yönelttiklerime karşı da aynısını yapabilir mi? Eğer yapamazsa, üzerinde duraksanması ve kendisine rezerv konması gereken kişi kendisidir; bu bilinmeli ve gözetilmelidir. O, daha önce açıkça yaptığımız benzer bir çağrıya karşı da birkaç yıldır kesintisiz sürdürdüğü sükut orucundan hâlâ iftar etmiş değildir, bu da göz önünde bulundurulmalıdır.

O’nun bu gayrı ciddi tavırları o’na toz kondurmayan hayranları tarafından “O’nun işi var, o böyle şeyleri veya sizi muhatap bile almaz” acizliği ile savsaklanmaktadır. “Meyve veren ağaç taşlanır” özdeyişini kullanma uyanıklığı ve pişkinliği ile söylemlerimi yok sayacak çok kimse olabilir, düşük bir şekilde verilmek istenen mesajı veya vereni sabote etmek isteyenler de çıkabilir; -başta kendisi olmak üzere- o’na olan yakınlık derecesine ve nedenine bağlı olarak herkes bu potansiyeli az ya da çok taşıyor olabilir. Ne ki, ben bilmediğim bir şeyi söylemedim, ne dediğimi iyi biliyorum; altında kalacağım hiçbir şeyi söylemiş ve isnat etmiş değilim, buna tenezzül de etmem; iftira etmedim, bundan da Allah’a sığınırım. İsbat edemeyeceğim hiçbir şeyi iddia etmedim; kamuoyuna gizli kalan bazı şeyleri -bildiğim halde- söylemedim, söylemem de; söylediklerim kamunun da tanık oldukları… Size de, yayınlanmadan önce bu röportajı kendisine göndermenizi istiyorum; yönelttiklerim karşısında söyleyebileceği bir sözü varsa eğer, bunu söylesin ve cevap hakkını kullansın, bunu o’ndan esirgemeyelim. Bununla birlikte, -baştan kullanabileceği bu hakkına rağmen- bunu kendisi kullanmaz veya yayın sonrasında itiraf ya da haklı savunma niteliği taşıyan sözler yerine yok saymak, hiçbir şey söylememek, geçiştirmek, atağa geçmek ve karalamak gibi düşük yöntemlere tevessül edilmesin; çünkü geçmişe dönük çaplı bir okuma ile kendisi hakkında son otuz yıla tanıklık ediyorum, bu tanıklığa yazık olursa ayıp olur.

Benzer çabalarınıza “kendi formatımda” her zaman destek veririm, kaldı ki formatımdan da hoşnutsunuz zaten. Çalışmalarınızda başarılar dilerim, çabalarınız Allah’ın yanında hayırlı karşılıklar bulsun, Allah sizlerden de razı olsun, değerli kardeşim. Rabbimizle, O bizden razı olduğu halde buluşacağımız bir ân diliyorum, hepimiz için… 

anadolubulteni.com

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu