Mustafa Öztürk

Tarihselciler Hakkında Genel Değerlendirme – Prof. Dr. Salim Öğüt

Tarihselcilik düşüncesinin icadmda etkin olan en önemli faktör, müellifin şu beyanında dile gelmektedir:
“Kur’an bu anlayışa göre Allah’ın ezelî-kadîm” vasfını haiz kelam sıfatının bir tecellisidir. Allah nesneler dünyasına ilişkin her şeyi sınırsız ilim ve iradesiyle ihata ettiğine göre Kur’an’in nüzulün­den sonraki tüm gelişmeler de ilâhî planda hesaba katılmış olma­lıdır.” Bütün mesele, bu hususun akla sığdırılamamasından kay­naklanmaktadır.

Dünyayı ve sosyal hayatı bir sosyolog mantalitesiyle/zihniyetiyle ele aldığımız ve incelediğimiz zaman, hakikaten böyle görmekte ve böyle değerlendirmekte mazuruz.

Hatta bundan başka çıkış yolu da bulamayız. Çünkü bu zihniyete göre insanlık sürekli “değişmekte ve gelişmekte”dir. Bilim, hu­kuk, ahlak ve din de bu gelişim ve değişime ayak uydurmak zo­rundadır. Bu durumda, yarının neler getireceğini bu günden he­saba katmak, mümkün değildir.

Gerçi bunun mümkün olmadığını söylemek insanlar açısından doğ­ru olsa bile Allah Tealanın ilmi ve kudreti söz konusu olduğunda doğru olmaz; ancak biz yine de şimdilik bu inceliğin peşinde değiliz; onun için bu noktayı, bu kadarak bir işaretle geçiştiriyoruz.

Modern çağın sihirli iki kavramı olan “değişim ve gelişim” haya­tın ana merkezim doldurduğu için bütün değerlendirmeler bu perspektiften yapılmakta, dolayısıyla Kur’an’in nüzulünden son­raki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katılmış olması imkân dâhilinde görülmediği için “yeni arayışlarda ihtiyaç duyulmaktadır.

Ne var ki, böylesine temel bir meselede, çok önemli bir nokta gözden kaçırılmaktadır ki o da şudur: Bu Kur’an’m Rabbi olan Allah, kullan için bir “sırat-ı müstakim (dosdoğru yol)” çizmekte ve onları, ona çağırmaktadır. Kulların ona çağırılması ise, önce ona ulaşmak, sonra da ondan ayrılmamak suretiyle mümkün ol­maktadır. Bunun anlamı, O Rabbin kullan, hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar, sırat-ı müstakim üzere olmak zorundadırlar. Bu mese­lenin çağ ile, devir ile, dönem ile, bölgesel farklılıklarla ilgisi yok­tur. İslam’m temel iman, ibadet, ahlak ve muamelat hükümlerine uygun olarak yaşama yükümlülüğü bütün insanlar ve bütün de­virler için geçerlidir, ikincil derecedeki hükümler ise, ahkâmın değişmesi ile ilgilidir ve bu husus bütün fıkıh tarihi boyunca ule­mamızın hüsnü kabulü ile karşılanmıştır.

O halde, modern dünyada “değişim ve gelişim” ne kadar merkezi bir önem taşıyor ve bütün disiplinler bu telakkinin etrafında ko­nuşlanıyor ve ona ayak uydurmaya çalışıyorsa, dinî inanış, düşü­nüş ve yaşayışta da “muhafaza etme, riayet etme ve ittiba etme” aynı ölçüde merkezi önem taşımakta ve dinî ilimlerin tamamı bu zihniyeti esas almaktadırlar. Hal böyle olunca müellifin “tüm gelişmeler” diyerek belirttiği bu gelişmelerin büyük çoğunluğu İslam toplumunda vücut bulamaz, dolayısıyla da bir problem olarak boy gösteremez.

Mesela İslam toplumunda “cinsel özgürlük” diye bir anlayıştan söz edilemez, Çünkü “cinsellik”, özgürlük konusu olarak görüle­mez. Zira bir müslümanın hem gönül dünyası, insanın, canının bir ilahî emanet olduğuna inandığı gibi, teninin de emanet olduğuna inanır ve canını korurken gösterdiği titizliği, tenini yaşatırken de gösterir. Hiçbir zaman, o teni kendisine emanet eden Yaratcı’nın bu konudaki talimatlarına başkaldırmayı düşünmez. Zina etme­mesi de O Yaratıcı’nın emrettiği tensel/bedenî talimatlarındandır. Dolayısıyla ne zina, ne eş cinsellik ne de onların türevleri olarak ortaya çıkan modern problemler bizi meşgul etmez. “Özgürlük” olarak algılanan birçok konu, mesela alkol tüketimi ve uyuşturucu kullanımı, bizim zihin dünyamızda “yozlaşma, tereddi, dejenere” olarak görülmekte, dolayısıyla probleme bakış tarzımız farklılaş­maktadır. Çünkü bu konularda bizi bağlayan “nass”lar vardır ve biz bu naslara uymak ve onlar tarafından çizilen sınırlan aşma­makla yükümlüyüz.

İktisadi alanda da böyledir. Gerek kazanma, gerekse harcama konusunda İslam’ın getirdiği bir takım hükümler vardır ve bunla­ra uymak, “sırat-ı müstakim” üzere bulunmanın gereğidir. Faiz yasağından alkollü içki üretim ve satışına kadar birçok konu bu kabildendir.

Şöyle de söyleyebiliriz:

İslâm ilahiyatının en önemli konularından, yani ana başlıkların­dan biri de “hüsün-kubuh” meselesidir. Bir başka ifade ile “iyi-kötü” veya “hayır-şer” ya da “doğru-yanlış” telakkilerinin belir­lenme kriterlerinin tesbit edilmesidir, “iyi” yi nasıl tanımlayacağız ve hangi ölçüleri esas alarak belirleyeceğiz. Tabii” kötü” için de aynı sorulan soracağız.

Bizim din telakkimizde bir fiil, sadece dünya açısından değil, hem dünya hem de ahiret açısından değerlendirilir ve o fiilin, insanı, ya sevaba ya da ikaba/cezaya götüreceğine inanılır. İşte bu “dün­ya ve ahiret açısından fayda-zarar”ın belirlenmesi, tamamen “nass”larda, yani Kur’an-ı Kerim’de ve O’nun açıklaması hük­münde olan Sünnet’te beyan buyrulan ölçülerle sübut bulur.305

305 Bu konuda teferruatlı bilgi edinmek için bk. İlyas Çelebi, “Hüsün ve Kubuh” DİA, XIX, 59-63

Bu meseleyi uçsuz bucaksız okyanuslara açılmak zorunda olan iki kaptan üzerinden şu şekilde tasvir edebiliriz: Birinci kaptan mace­raperest duygular ve dürtülerle yola çıkmakta, ne kendisi, ne de bir başkası, yolculuğun bir adım sonrasına dair hiçbir öngörü geliştirememektedir. Bu şekilde denize açılan bir kaptanın rotasını kestirebilmek, güzergâhını belirleyebilmek tabiî ki imkânsızdır. Hava durumuna göre, uğradığı menzillerin/konaklann çekiciliği­ne veya tehlike arzetmesine göre, tayfasının istek ve ihtiyaçlarına göre, daha önceki tecrübelerine dayalı olarak geliştirdiği tahmin­lerine göre her gün yeni bir rota belirlemesi mümkündür. Onun için ondan, onun yolculuğundan ve bu yolculuğun takip edeceği rotadan ve bu yolculuğun nerede son bulacağından, hatta ne za­man son bulacağmdan bahsetmek mümkün olmaz.

Ancak, bir otoritenin emrinde, mesela Sultan’ın/Padişah’ın/Kral’ın veya silahlı kuvvetlerin emir ve komutasında yola çıkan, izlemek zorunda olduğu rota eline verilen, nerelere uğrayacağı, ne kadar mola vereceği ve mola yerlerindeki vakitleri nasıl geçireceği kendisine bildirilen ve mecbur kalmadıkça bu rotanın ve bu talimatın dışına çıkmaması kendisine tembih edilen bir memur/asker kap­tan için durum farklıdır. Çünkü bu kaptan, belli bir hedefe yöne­lik olarak yola çıkmış, aynı zamanda daha önce almış olduğu as­keri disiplin ve mesleki terbiye gereği bu talimatlara bağlı kalma­nın önemini ve değerini de en derinden kavramıştır; bu yüzden bu talimatlara, -bir mecburiyet olmadıkça- muhalefet etme ihti­mali son derece zayıftır.

Evet, gerçekten de birinci örnekteki kaptanın ne yapacağını, nasıl bir seyir izleyeceğini kestirebilmek mümkün değildir; onun için de onun rotasını hesap edebilmek ve ona göre tahminler yürüt­mek tam bir kumardır. İkinci kaptana gelince, durum tamamen aksinedir. Onun izleyeceği seyir ve bu seyir esnasında yapıp ede­ceği bütün davranışlar bellidir. Bu konuda tahmin yürütmeye ihtiyaç yoktur.

Görüldüğü üzere birinci örnekte kaptan özgür, arkada kalanlar onu merak etmekte ve onun seyri hakkında talimin yürütmek zorundadırlar, ikinci örnekte ise kaptan eline verilen talimatlarla buyruk altına sokulmuş, ona o talimatı veren kudret onu sadece talimatlara uyup uymadığı noktasından kontrol etmekte, kaptan da bunu bilmektedir.

İki resim arasında bu kadar fark varken, nasıl olur da haklarında aynı hükme varılabilir? Doğrusu müellifin bu konudaki düşünce­lerini bir daha gözden geçirmesini arzu ederiz. Ancak kendisi farklı bir resim çizer de, eksik bıraktığımız veya hatalı yorumladığımız bir noktaya işaret ederse, biz de düşüncelerimizi gözden geçireceğimize söz veriyoruz.

İşte elimize verilen bu rota veya daha genel anlamda, bu yolculu­ğumuzda uymamız gereken talimatlar bütünü, bizim uymamız gereken hayat üslubumuzdur. Ve bu talimatlara uygun olarak oluşturulan hayat üslubunun adı ise “sırât-ı müstakim”dir.

Evet, aslında uçsuz bucaksız karanlık denizlere açılırken, uzman kişi ve kurumlardan, gerekli bilgi ve talimatları alarak yola çık­mak, aslında her akim ve sağduyunun da beklentisi ve talebidir ama bir de nefis ve hevâ diye bir dürtümüz vardır ki o, talimat­lardan hoşlanmaz. Serkeşlikten ve serserilikten hoşlanır ve çoğun­lukla bu durumu özgürlük diye algılar. Aklın ve sağduyunun sesini bastırır ve kendi hezeyanlarını öne çıkarır. Bu yüzden de böyle bir yolculuğa çıkacak herkes, aslında korku, kuşku ve kaygı doludur ve nelerle karşılaşacağım bilememenin sonsuz endişesi ve tereddüdü içindedir. Ne var ki, nefisinin sesine kulak verip bu korkulan ve kaygılan “serüven/macera/safari” olarak algılamaya başlayınca, artık ona hiçbir kişi ve kurum yardıma olamaz

Artık o, yaşadığı bütün sıkıntıları “değişim ve gelişim” diye algı­lar; bunu da “ilerleme, aydınlanma, çağdaşlaşma ve modernleş­me” gibi kavramlarla karşılamaya başlar.

Epeyce bir süredir ülkemizde böylesine bir süreç yaşanmakta, bazı sosyologlar bu sürecin adım “iç sekülerleşme” olarak belir­lemektedirler. Buna göre “dinsel düşünce çerçevelerinin içerikleri giderek değişmekte ve giderek daha çok modern değer ve kavra­mı bünyesine almaktadır. En bariz biçimi dinlerin modernizasyon hareketlerinde görülen bu tür bir süreçte, en kaba hatlanyla, ör­neğin tüm zamanlar için geçerlilik, otantiklik ve dogmatiklik gibi dinsel değerlerin yerini değişim, yenilik ve görecelilik gibi mo­dern değerlere bıraktığı görülmektedir.”306

306 Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, İstanbul, 1994, s. 36

İşte müellifin “Kur’an’ın nüzulünden sonraki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katilmiş olmasının imkânsızlığı” tezi, bu iç sekülerleşmenin bir sonucudur. Hâlbuki dinî düşüncenin ana çerçevesini teşkil eden “tüm zamanlar için geçerlilik” prensibin­den haberdar olunabilse ve bu prensibin korunmasının gereklili­ği üzerinde basit bir zihni çaba gösterilebilseydi, bu problemler bu kadar büyümez ve bütün dünyamızı işgal etme istidadı gös­teremezdi.

Bu durumda müellifin ve müellif gibi düşünenlerin “Kur’an’ın nüzulünden sonraki tüm gelişmelerin ilâhî planda hesaba katılmış olmasının imkânsızlığı” tezinden yola çıkarak kurmaya çalıştıkları bu yenidünyanın yeniden gözden geçirilmeye ihtiyacı bulunmak­tadır. Çünkü bu “yenidünya” çok yanlış bir hesapla, çok yanlış bir paradigma üzerine kurulmuştur.

Buna inanamayanlar, hem insan unsurunun, hem de çevre unsu­runun, son yüz senelik bir zaman dilimi içerisinde nasıl tahrip edildiğini görsün. Otuzbeş sene sonra kuzey buz denizinde bir metrekarelik bile buz dağı kalmayacağını ve bunun arkasından sökün edip gelecek çevre felaketlerini bir an için hatırlamaya ve tahmin etmeye çalışsın. Akabinde de dahî ingiliz bilim adamı Hawking’in, “artık bu gezegenden ümidinizi kesin ve kendinize başka bir gezegen arayın” uyarışını düşünsün.

İnsan unsurunun başına gelen bu ahlaki çürümüşlüğü ve çökün­tüyü örneklendirmeye bu kitabın muhtevası izin vermez. Ayrıca buna gerek de yok zaten. Sıradan bir gün, sıradan bir haber sitesi­ne girip haberler arasmda küçük bir gezinti yapan herkes, bu ko­nunun vahametini rahatlıkla görebilmektedir. Bazı mütefekkirle­rin tabiriyle bugünün inşam “ayak parmaklarında başlamakta, göbek çukurunda bitmektedir.”

Paradan gayri tapacak putu, şehvetten gayri izleyecek rotası kal­mayan bugünün insanının ne kadar çukurlaştığını hemen her gün herkes yeniden görebilmekte ama bunu da macera ve safari ta­dında sunan haber merkezlerimiz ve onların özenle seçilmiş cezp edici figürleri sayesinde, yaşanması gereken tatlı bir serüven ola­rak algılamaya devam etmektedir.

Son olarak şu hatırayı naklederek bitirmek istiyorum:

Bir grup sosyal bilimci ile bir grup ilahiyatçı bir araya gelmişler ve din anlayışı üzerinde fikir teatisinde bulunuyorlarmış. İlahiyatçı meslektaşlarımız dinimizin gelişime ve değişime ne denli açık olduğunu büyük bir şevk, iştah ve heyecanla anlatıyorlarmış. Bütün bu coşkulu beyanları dinleyen sağduyu sahibi bir gazeteci ve sosyal bilim uzmanı olan birisi307 söz sırası kendisine geldiğin­de aynen şöyle söylemiş: “Beyler, -acaba ben yanlış mı biliyorum-din, değişmek için gelmemiştir, bilakis değiştirmek için gelmiştir.”

307 Kimliğini tam olarak teyid edemediğimiz için ismini vermeyi uygun görmüyo­ruz.

Burada asıl can alıcı nokta, “neden bir sosyal bilimcinin ufkunun ihata ettiği bir hakikati çoğu ilahiyatçı akademisyen idrak ede­memektedir?” sorusunun cevabında yatmaktadır.

Üzerinde düşünmeye değer, değil mi?

Ayrıca “Bir teolog (din âlimi)308 ile din bilimci arasındaki fark, biri­nin dinî vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dinî veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. 309 Tesbi­tini ciddiye alıp, dürüstçe bir karar verme zamanı gelmiştir. Bizim kendimiz için seçtiğimiz şık hangisidir: Din âlimliği mi, yoksa din bilimciliği mi? Sanıyoruz bu noktadaki belirginleşme, birçok muğlâk ve karanlık noktanın da berraklaşmasını sağlayacaktır.

303 Burada din ve teoloji aynı anlamda kullanılmıştır. Aslında bunlar çoğunlukla ayrı ayrı anlamlar ifade etmektedirler. İleride bu farka işaret ettik.

309 http://tr.wikipedia.org/vvriki/Dm_bilimleri

Sonuç

Bu meseleyi noktalarken iki hususun alanı çizmek istiyorum:

1- İnsanda tekâmül yoktur; tekâmül eşyadadır. Bu yüzden bazıla­rının tarihselcilik tezini makulleştirmek ve meşrulaştırmak için öne sürdükleri gerekçenin hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Yani toplumun değiştiği/geliştiği tezinin hiçbir esası yoktur. Top­lumun geliştiğini söyleyenler, şayet insanın fıtratında ve cibilliye­tinde bir değişiklik olduğunu belirtmek istiyorlarsa bunu isbat edemezler. Yok, öyle değil de kullanılan alet ve edevatın geliştiğini kastediyorlarsa bunu tabii ki bunu kabul ederiz ama bu duru­mun tarihselcilik tezine nasıl mesnet kılınmak istendiğini de bilmek isteriz.

Evet, üzerinde geniş geniş durulması gereken bir noktaya parmak bastığımızı biliyoruz; ancak özel bir çalışma konusu olabilecek kadar önemli ve hacimli olan böylesine bir konunun burada bi­hakkın ele alınmasının mümkün olmadığının farkındayız. Ancak madem dile getirdik, o halde şu kadarcık bir işarette bulunmadan da geçmeyelim:

Elinize geçirebildiğiniz en eski bir yazıt alınız ve oradaki insani duygular, talepler, ihtiyaçlar ve ihtiraslarla, günümüz insanınkilerini karşılaştırınız. Mesela yazının bulunduğu ilk tarihte, yani altı bin sene önce yaşamış bir devlet adamının, bir siyasetçinin, bir askerin, bir tüccarın, bir sanatçının veya bilim adamının duygula­rı, talepleri, ihtirasları ve ihtiyaçları ile günümüzdeki benzerleri­nin arasında bir fark bulunmadığını göreceksiniz. Daha somut olması ve daha yakından bir örnek olması açısından zikredelim: Hz. Peygamber döneminin Mekke-Site Devleti’nin reisi Ebu Süfyan ile çağımızın imparatorluğu olarak kabul edilen ABD’nin başındaki Geoge W. Bush arasında, ya da Ebu Süfyan’ın eşi Hind ile Bush’un eşi Laura Bush arasında, insanî ihtiraslar ve ihtiyaçlar bakımından herhangi bir fark bulunmadığını göreceksiniz.

Aklı olan ve gözü gören herkes beşerî duygular ve olgular açısın­dan “insan türü”nde herhangi bir tekâmülün söz konusu olmadığı­nı bilirler. O halde neye itiraz edilmektedir, anlayabilmiş değilim.

2- Bütün medeniyetler, sosyal, siyasal, ahlaki ve hukuki yapılan­maları, estetik değerleri ve sanat faaliyetleri ile bir bütünlük arz ederler. İslam medeniyetinin de bu özelliğe sahip olması gerekir. Bu ilke açısından bakıldığı zaman, İslam’ın itikad, ibadet, ahlak ve muamelat hükümlerini ayrı ayrı mütalaa etmek ve bunların bir kısmının, mesela itikad ve ahlak esaslarının evrensel olduğunu, ama ibadet ve muamelat hükümlerinin tarihsel olduğunu söyle­mek, açıklanması imkansız bir çelişki arz eder. İtikad, ahlak, iba­det esaslarım ayrı, muamelat hükümlerini ayrı değerlendirmek de böyledir. Bunun da hesabı verilemez ve açıklaması yapılamaz.

Bu konudaki temel düşüncemizi ve hareket noktamızı açıklaya­bilmek için Rahmetli Ömer Kirazoğlu hocamızdan nakledilen şu hatırayı burada zikretmek ve değerlendirmek istiyorum.

Başarılı bir mimar olan merhum Kirazoğlu hocamıza Amerikalı bir mimar meslektaşı misafir olur. Birlikte İstanbul’un Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Fatih gibi Selâtîn camilerini gezerler. Gör­dükleri karşısında büyük bir hayranlık duygusuna kapılan misafir mimar, ev sahibine der ki: “Efendim, ben, bir de bu mimarînin musikîsini dinlemek istiyorum.” Misafirin bu talebi üzerine Mü­zeyyen Senar, Münir Nureddin Selçuk ve Safiye Ayla gibi o gün­kü ünlü sanatçıların konserlerine götürülür. Fakat misafirin gönlü bir türlü itminan bulmaz. Arayışı devam etmekte ve hala o mima­rinin musikisini dinlemek istemektedir. Bunun üzerine bir sanat erbabı Kirazoğlu hocamıza, bu misafire bir âyin-i şerif dinletmelerini tavsiye eder ve birlikte Galata mevlevihânesine giderek orada icra edilen bir âyin-i şerif merasimine katılırlar. Dinlediklerinden fevkalade müteesir olan misafir mimar büyük bir heyecanla: “Evet, işte bu! O mimarinin musikisi budur.” der.

O yabancı sanat adamı, sadece sanatkâr ruhunun sesini dinleye­rek bu bütünlüğü yakalayabilmiştir.

Evet, her medeniyet gibi Osmanlı medeniyetinin ürünü olan Os­manlı sanatı da, şiiri, mimarisi, tezhibi, hattı, minyatürü, musikisi vb alanlarıyla kendi içinde bir bütünlük arz etmektedir ve gerçek sanatçılar bunun farkındadır.

İslam dini de böyledir. İtikad, ahlak, ibadet ve muamelatıyla bir bütündür. Görmediği Allah’a, kendisine bildirilen bilgiler çerçeve­sinde inanmayan bir kimsenin günümüz şartlarında başını secdeye koyması mümkün değildir. Az önce önümüzden geçen birinin bas­tığı yere alnımızı ve burnumuzu koymak, sadece “emre itaat” ve “teslimiyet” ilkelerine riayetle mümkün olabilir. Aksi halde hiçbir güç bugünün insanını böyle bir davranışa ikna edemez.

O halde böyle bir ibadeti kolaylıkla kabullenme ve ifa etmenin gerekçesi, öyle bir imandır. O imana dayalı olarak böyle bir ibadet manzumesini kolaylıkla kabullenen kimseler, O inancın ortaya koyduğu ahlak ilkelerini de kolaylıkla sindirirler. Bu durum mu­amelat hükümleri için de aynen geçerlidir.

Son cümlemiz, en başta dikkat çektiğimiz ilk Nazm-ı Celîl olsun:

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muh­kemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevili­ni ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz taraftndandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”310

310 Âl-i İmran Sûresi, 3/7

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu