Risale-i Nur

Risaleleri Tenkid Etmek Doğal Afete Yol Açıyor

Ey efendiler, Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve her bir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes’ulsünüz!
“Sabri’nin tabiri ve istihracıyla, Sûre-i Ve’l-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i Nur, Anadolu’yu Cebel-i Cûdîde Hz. Nuh’un (a.s.) sefinesi gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazaya bir vesile olduğunu ve “ bize ve Risale-i Nur’a ilişmesinler, yoksa yakında bekleyen âfetlerin geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar.” Bu musibetten biraz evvel, tekrar ile söylüyordum. Ve size de o mektuplar gönderilmişti. Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kal’ası, Risale-i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzele ile sıtma tutmuş. İnşaallah yine Risale-i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.” (Şualar, s. 287)

“Risale-i Nur’un kerametlerindendir ki: Üstadımız (Radıyallahü Anh), çok defa Risale-i Nurda, “Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risalei’n-Nur’a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz, yakında sizi bekleyen belâlar, sel gibi başınıza yağacaktır” diye on seneden beri kerratla söylüyorlardı. Bu hususta şahit olduğumuz felâketlerden,

Birincisi: Dört sene evvel Erzincan’da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar, desiselerle Isparta mıntıkasında Sava ve Kuleönü ve civarı köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz-kırk kadar Risale-i Nur talebelerini “Camie gitmiyorsunuz, takke giyiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz” diye mahkemeye sevk etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, İzmir civarını ve Âzerîleri ve civarındaki halkı dehşetler içinde bırakan zelzelelerle Risale-i Nur’un bir vesile-i def-i belâ olduğunu gösterdi. Bu zelzelelerden bir hafta sonra, mahkemeye sevk edilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.

İkincisi: Yine vakit vakit Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, hatt-ı Kur’ân ile çocuk okuttuklarını bahane ederek Isparta’da müteveffa Mehmed Zühtü (rahmetullahi aleyh) ile Sava Karyesinden Hafız Mehmed (rahmetullahi aleyh) ismindeki iki Risalei’n-Nur talebesine hücum etmişler. Nur dersini okuyan çocukları, bu iki kardeşimizin evlerinden alınan Risale-i Nur eczalarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş. Merhum Mehmed Zühtü, para cezasıyla mahkûm edilmek istenilmiş. Neticede, merkezi Erbaa ve Tokat’ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile Cenâb-ı Hak, Risalei’n-Nur bir vesile-i def-i belâ olmakla şakirtlerine yardım ederek Üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için o kardeşimizi beraat ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.

Üçüncüsü: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin başımıza gelmesine sebep olan o münafıklar, Rûmî bin üç yüz elli dokuz senesinde, tekrar başta sevgili Üstadımız olduğu halde, bize ve Risale-i Nur’a hücum ettiler. Bir kısmımızı Isparta’dan topladılar, bir kısmını Çivril’den Isparta’ya getirdiler, sevgili Üstadımızı da yalnız olarak Kastamonu’dan Isparta’ya sevk ettiler. Daha başka vilâyetlerden de arkadaşlarımız Isparta’ya getirilmişti. Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta adliyesi, Risalei’n-Nur’un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce mânâsı olmayan ittihamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar Üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, Üstadımıza lüzumlu lüzumsuz bir çok sualler açan Isparta Müdde-i umumîsinin “Bu belâlar dediğin nedir?” diye olan sualine cevaben: Evet, demiş, zındıklar eğer Risale-i Nur’a ve şakirtlerine ilişseler, yakında bekleyen belâların hareket-i arz suretiyle geleceğini söylemişti. Daha sonra bizi Denizli’ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dahil olmak üzere on vilâyetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan bir diğer kısmı da Denizli’de medrese-i Yusufiyede bulunuyorduk. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili Üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufûnetli, rutubetli, zulmetli, havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan men edilmek suretiyle; haps-i münferidde ve komşusunda bulunan daha genç yaşlarında iken adam öldürmek, hırsızlık etmek, kız kaçırmak gibi en şen’i suçlardan dolayı mahkum edilmiş, ahlaki terbiyelerinden soyulmuş gençler arasında azap çektiriliyordu.

(…) masumları Cennete götüren, zâlimleri Cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risale-i Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu mâlûmatı verdiler: “Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, Lâ ilâhe illâllah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi. O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâikle üç-beş defa şefaatçı ederek Cenâb-ı Haktan halâs istedik. Elhamdü lillâh, derhal sâkin oldu. Kastamonu’da ise, o gece kal’adan kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanarak bir haneyi ezmiş; birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun gibi hasârat ve zâyiat olmuş. Fakat zelzele hergün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya’da bin beş yüz ev harap olmuş, ölü ve yaralı miktarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla miktarda imiş. İnebolu’da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasârat ve zayiat olmamış.”

Doğrudur, Ahmed Nazif. Doğrudur Emin. Doğrudur Sadık. Doğrudur Mehmed Feyzi.

Dördüncüsü: Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risalei’n-Nur’a ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözünü dinleyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları, mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden olup zelzeleler eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risalei’n-Nur’un İlâhî ve Kur’ânî hakikatlerine karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü tokat daha geldi. Garibi şu ki, biz Şubat’ın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Iztırap ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan suallere cevap vermek için altmış beş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevapları arasında “O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” kelimeleri, tekrar tekrar heyet-i hâkimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Birkaç defa mahkemeye gidip geldikten sonra, 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul’da münteşir “Hemşehri” ismindeki bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmamaklığımla beraber, “Yirminci asrın medenîleriyiz” diyerek bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen, Allah’ı unutan, âhirete inanmayan insanların başlarına Cenâb-ı Hakkın, motorlu vasıtalar eliyle nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin dünkü cennet hayatlarının bugünkü cehennemî hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risalei’n-Nur’un bereketiyle Anadolu’yu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükretmek hâletinden gelen bir merakla bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim.

İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan, büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolu’nun yirmi bir vilâyetini sarsan ve Şubat’ın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mal olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, Şubat’ın üçünde mahkemede sevgili Üstadımızın heyet-i hâkimeye “Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım, “Eyvah!” dedim, “Risale-i Nur ıslah eder, ifsad etmez; imar eder, harap etmez; mes’ud eder, perişan etmez” diye söylerken, “Aksiyle bizi ve Risalei’n-Nur’u ittiham etmek, Hàlıkın hoşuna gitmiyor” dedim. İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele, Risalei’n-Nur’un dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede’de iki bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede harap olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzce’de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı malûm değilmiş. Ankara’da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhane’de iki ev çökmüş, bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yeraltından gelen bir takım gürültüler takip etmiş. Bolu’dan ve diğer yerlerin köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malûmat alınamıyormuş. Diğer bir yerde iki yüz ev yıkılmış, on bir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş. İzmit’te zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir birkaç saniye aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk çırıl çıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün rasathaneleri bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi sarsıntının çok harap edici olduğunu bildirmiştir. Sinop’ta aynı günde çok korkunç bir fırtına olmuş, gök gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini arttırmıştır.

Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer-beşer olarak toplanmışlar, düşünceli, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görünmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felâketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüp ediyorlar. İşte Üstadımız Bediüzzaman, uzun senelerden beri, “Zındıklar Risalei’n-Nur’a dokunmasınlar ve şakirtlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekleyen felâketler onları yüz defa pişman edecek!” diye Risalei’n-Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felâket daha… Cenâb-ı Hak bize ve Risalei’n-Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikatı görecek akıl ihsan etsin, bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın. Âmin.” (Şualar, s. 308-311)

“Evvela: Şimdi tam tahakkuk etti ki, zelzele, Risale-i Nur ile alakadardır. Hüsrev’in, müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir suikast eseri olarak hükûmet içerisinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârane ihanet ve şetmedip “Git ona söyle!” diyen ve kaymakamın emr-i cebrî ile “Hasta da olsa buraya getiriniz” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan Emirdağ zabıtası, hem Nur şakirtlerinin şevklerine, hem Nurların burada yazılmasına, hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesi, aynı vakitte böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki, Risale-i Nur bir vesile-i def-i belâdır; ta’tile uğradıkça belâ fırsat bulup gelir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 270)

“Hasmına karşı da çok amansız davranıp, icabında onları susturuyor, vakit vakit kah hususi ve kah umumi tokat ve silleler vuruyorsun. Sana ilişildiği zaman, anasır hiddet ederek, bazan yeller ve seller halinde ve bazan yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazan şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan, sen koşup geldiğinde, mecruh ve mevtaları, “şehid ve yezid” diye iki sınıfa ayırıyorsun” (Zülfikar Mecmuası, s. 436)

 

Buraya kadar beş başlık altında Risale-i Nurların, yine kendileri açısından tanımını yapmaya ve ortaya yorum yapmadan evvela bakış açılarını ortaya koyduk. Şimdi ise değerlendirmeye geçelim. Eğer risaleleri, biz hüsn-i niyet edip (ki içerisinde Şeriata uymayan yerleri yeri ve zamanı geldiği zaman açıklayacağımız için böyle diyoruz.) ilham olarak kabul etsek bile yine sorunlarla karşı karşıyayız.

Ehl-i sünnet indinde bilgi edinme yolları bellidir ve mühim bir mevzudur. İlham bilgi edinme yollarından bir yol değildir. İmam Nesefi, Metnü’l-Akaid’de ilhamı şöyle tanımlar: “İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir.” İmam Pezdevi de; “İlham ile bilgi geldi diyeni yalanla itham ederiz.” der. Çünkü bunun fitne ve fesada yol açacağını söyler. Teftazani de aynı şeyleri söyler. İlham hususunda sadece peygamberlerin ilhamı bilgi kaynağıdır ve bağlayıcıdır.

Şimdi, biz Nur taifesine desek ki; “Üstadınız, risaleleri vahiy mahsulü olarak görüyor.” İnanın kıyamet kopar. O zaman bize “hayır, risaleler ilhamidir” derler. Biz de bunu kabul etsek bile, tanımında yaptığımız üzere, bilgi kaynağı ve bağlayıcılığı bulunmayan ilham, nasıl olur da, Cennete götürecek vasıta, inkarı cehenneme atılmaya vesile bilgi, aşılamaz tefsir, Peygamber sadası, Kur’an’ın miratı, herşeyi muhtevi bir kitap olur. Burada ya Said-i Nursi yalan söylüyor veya takipçileri. Ya Said-i Nursi yazdıklarının kurtarıcı bir vahiy olduğu iddiasında, ya da takipçilerinin kitapların vahiy değil ilham olduğunu ama vahiyden de üstün olduğu iddiasında olduğu anlaşılıyor.

Hazret-i Allah bu ümmeti, Nebi Aleyhisselam’dan sonra keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselerden eksik bırakmadı ama hakiki evliya olan bu zatlar, kendilerinin yazdığı eserleri asla hatasız olduğunu söylemediler, hadis uydurmadılar, şeriatten kıl kadar ayrılmadılar, meşru İslam halifesine isyan edip nara attıktan sonra, tağutun sisteminde “efendim biz siyasetten Allah’a sığınırız” demediler.

Günümüzde tuhaf olan, bu ümmetin azim sufilerini ilham, keşif vesaire meselelerden devamlı itham edip küçümseyen bazı sözde âlimler, profesörler, hocalar; bırakın ilhami, kendisine karşı çıkanların, risaleleri eleştirenlerin “cehenneme yuvarlanacak harici kafalı insanlar” olduğunu söyleyen Said-i Nursi’ye de ses etmemeleri ya iki yüzlülükten meydana gelmekte ya da yıllar önce Fetö’nün etrafında pervane olan çakma âlimlere benzemelerinden olmaktadır.

İşte bazı gerçek ehl-i tarikin şu sözleri Said-i Nursi’nin bakış açısının yanlış olduğunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

Ebu Hafs el-Kebir şöyle buyurmuştur: “Bütün fiil ve hallerini Kitap ve Sünnet ile tartmayan ve şahsi zan ve hatıralarını (keşf ve ilham) itham etmeyen bir kimseyi, sakın manevi adamlar zümresinden saymayınız.”

Cüneyd Bağdadi hazretleri buyurdu ki: “Ebu Süleyman Darani şöyle buyurmuştur: Bazen kalbime, sufilerin sözünü ettikleri cinsten nükteler gelir ve günlerce bekler. Ben onu, Kitap ve sünnetten iki adil şahit, şahitlik etmedikçe kabul etmem.”

Yine Cüneyd Bağdadi Hazretleri buyurdu ki: “Kur’an’ı hıfzetmeyen, hadis yazmayan ve fıkıh ilmiyle meşgul olmayan bir kimse, kendisine uyulacak birisi değildir.”

Sırr-ı Sakati hazretleri buyurdu ki: “Bir kimse, ilmin sırrına ve batınına vâkıf olduğunu iddia eder, fakat hükmün zahiri kendisini yalanlarsa, elbette böylesi büyük hata içindedir.”

Bu konuyu son iki ayet ile bitirelim:

“Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!” (Bakara Suresi/79)

“İşte böylece Biz, her peygambere insan ve cinn şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi, kimini aldatmak için cazip sözler fısıldarlar. Eğer Rabbın dileseydi; bunu yapamazlardı. Öyleyse onları iftiraları ile başbaşa bırak.” (En’am Suresi, 112)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu