Risale-i Nur

Risaleler Müjdelendi

Said-i Nursi, yukarıdaki uyarıları yaptıktan sonra Risaleleri Kur’an-ı Kerim’in müjdelediğini söyler.
“Ve müteaddid âyât- ı Kur’aniyede “sırat-ı müstakim” kelimesi, bir mana-yı remziyle Risalet-in Nur’a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile; Risalet-in Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i a’zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.” (Kastamonu Lahikası, s. 31-32)

Said-i Nursi yazdıklarını övüyor, dolaylı yoldan kendini övüyor ve yine yazdıklarının kendine ait olmadığını söylüyor tabi:

“Benden sual ediyorsun : “Neden senin Kur’andan yazdığın Sözlerde öyle bir kuvvet, bir te’sir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bâzan bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar te’sir bulunuyor?..” (…) Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, îmandır; mârifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklid değil tahkikdir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil hakikattır; dâva değil, dâva içinde bürhandır. (…)

Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’aniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, devâ Kur’anındır.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 269)

“Resail-i Nur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünühat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu Lahikası, s. 233)

“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.” (Müdafalar, s. 347)

Said-i Nursi, risaleleri yazmaya haberi olmadan memur edilmiş: “İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyoruz.” (Barla Lahikası, s. 8)

“Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah, niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.” (Barla Lahikası, s. 271)

“Mânevî ve ehemmiyetli bir canipten, şimdiki zelzele münasebetiyle, altı yedi cüz’îsuale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.” (Sözler, s. 157)

“Hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı zararsızdır.” (Mektubat, 349)

“İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz.” (Mektubat, 349-350)

“Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihal bir kısım mesâili, bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel vetahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiyeve bir inâyet-i Rabbâniye olduğu bizce muhakkaktır. (…)

Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor. (…)

Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalme’mul birsurette ihsan ediyor, ve hâkezâ… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet altında bize hizmet-i Kur’âniye yaptırılıyor.” (Mektubat, s. 353-354)

“Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûp libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat, s. 362-363)

“Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzuyu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için; fevkalme’mul bir surette ihsan ediyor. Ve

hâkeza… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor.” (Barla Lahikası, s. 13)

“Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerim’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır?

Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor.

Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. (…)

İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizler ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık ya Rabbî!” (Zülfikar Mecmuası, s. 432-433)

“İhtar edilen ikinci nokta: Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rûmî tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Meselâ, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem’alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in en mühim eseri ve Risale-i Nur’un Fatihası, Arabî ve matbu olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said’in en son telifi ve yirmi gün Ramazan’da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olanve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtar edildi.

Hem Meyve, On Birinci Şuâ olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şuâ olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.” (Emirdağ Lahikası 1, s. 39)

Risaleleri yazmada Said-i Nursi’nin ihtiyarının ve iradesinin olmaması ne demektir? İnsanın fiilerinin kime nispet edileceği mevzusu kelam ilmine ait bir meseledir. Çoğu itikadi mezhep bu soruya verilen cevapla meydana gelmiş ve şekil almıştır. Kul kendi kaderini yaratır diyen Kaderiyye veya kulun hiçbir dahl u tesiri yoktur deyip yapılan her işi Allah’a izafe eden ve iradeyi yok sayan Cebriyye gibi.

Biz Ehl-i Sünnet ise fiillerin zorunlu ve istepğe bağlı olarak ikiye ayrıldığına inanırız. Ama bu iki fiilin de yaratıcısı Allah’tır. Mesela nabız hareketi zorunlu bir fiildir. İnsanın şişeyi kırmak için atması da isteğe bağlı bir fiildir. Ama kırılması zorunlu bir fiildir.” (İmam Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Yayınları, s. 159-160)

Yani buradan anlaşılıyor ki, Said-i Nursi’nin irade ve ihtiyar ile alakalı yaptığı açıklamalr kesinlikle Ehl-i Sünnete aykırıdır.

Risaleler, ahir zaman Müslümanlarına kafi geliyormuş: “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risale-i Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder.

Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resailü’n-Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur çok mütenevvi’ hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (Kastamonu Lahikası, s. 73)

Burada risaleleri övme kabilinde yanlış bir tespit söz konusudur. Zira on beş senede elde edilen ilimlerin, risaleler ile on beş günde husule geleceğini söylüyor, ki bu laf cambazlığıdır. Zira medreselerde on beş sene süren tedrisat; iman ve akaid değil fıkıh, hadis, kelam, tefsir vesairede mütehassıs olmak içindir. Zira taklidî imandan tahkike geçmek için 15 gün de değil, 15 saat kafidir. Emali, Nesefi vesaire bilmeyenler içindir ancak Said-i Nursi’nin zokası.

Risale-i Nur bütün kitaplardan üstündür: “Eğer sesim erişse idi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: “Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan faiktir ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen ümmet-i Muhammed’i (A.S.M.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.” (Barla Lahikası, s. 135)

“Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlâna Hâlid Radıyallahü anhüm, Kaddesallahü esrarehüm Hazretlerinin derece-i kemalâtları, meratib-i imanları risalelerde ve Mektubat’ta vardır.” (Barla Lahikası, s. 136)

Bu nasıl bir egoistlik ki, yazdığı kitaplardan bir adedinin yukarıda zikredilen mümtaz zatların bütün eserlerine bedel olduğunu iddia ediyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu